Etiket arşivi: Sınıf mücadelesi

İç savaş!

author

MERDAN YANARDAĞ
BİRGÜN, 2021.07.11
https://www.birgun.net/haber/ic-savas-351380

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

  • AKP iktidarından kurtulmak için ideolojik mücadele yaşamsal bir önem kazanmıştır.
  • Öznel koşulları yaratmak ise hiç olmadığı kadar bizim ellerimizde.

Sedat Peker’in 8 Temmuz 2021 akşamı sosyal medya üzerinden yaptığı bir dizi yeni açıklama, siyasal bakımdan belki de bugüne kadar ortaya attığı iddialar arasında en önemli olanıydı. Bunun nedenleri üzerinde duracağım. Ama önce, derin devlet yapılanmasında zaman zaman bazı görevler aldığı ve bu yapılanmayı tanıdığı anlaşılan Peker’in ne söylediğini anımsayalım.

Peker, Fethullahçı çetenin 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sırasında İstanbul’da Özel Harp Dairesi’ne ait olduğu sanılan kayıt dışı silahların AKP’lilere dağıtıldığını belirtiyor.

  • Üstelik isim, yer, tarih ve araç plakalarını vererek yapıyor bunu.
  • Silahların verildiği AKP gençlik kolları yöneticilerin adlarını sayıyor.

Nitekim adı geçen ve aynı zamanda İçişleri Bakanlığı görevlisi olduğu açıklanan bir kişi, olayı doğruluyor. Sadece AKP’lilere dağıtılan sandıklarda “silah olup olmadığını bilmiyordum” diyor.

Peker’in yeni açıklamalarının çok önemli bir başka yanı ise, silah dağıtımının 15 Temmuz sonrasında da devam ettiğini söylemesi oluyor. Dağıtılan silahların, hem yakın çatışma hem de muharebe silahı özelliği taşıyan ünlü Kalaşnikof türünde / markasında olduğunu belirtiyor. Şurası açık ki; 15 Temmuz ve sonrasında, eğer İstanbul’un Esenyurt ve Balat semtlerinde AKP gençlik kolları yöneticileri ve siyasal İslamcılara sandık sandık silah dağıtılmışsa, başka semtlerde ve kentlerde de aynı şeyin yapılmış olduğunu tahmin edebiliriz.

NEDEN ÖNEMLİ?

Peker’in bugüne kadar ortaya attığı iddiaların büyük ölçüde doğrulandığı anımsanırsa,

son açıklamasını ciddiye almamak için bir neden bulunmuyor. Bu anlamda, Peker’in yeni açıklamaları aşağıda sayacağım nedenlerle büyük önem taşıyor:

1-AKP iktidarı, başarısız 15 Temmuz darbesinin yarattığı kaos ortamını da bir fırsata çevirerek, bir yandan rejim değişiklikleri ve laikliğin tasfiyesi yolunda dev adımlar atarken, diğer yandan da ciddi düzeyde iç savaş hazırlığı yapmış. İslamcılara ve partililere silah dağıtmış.

2Silah dağıtımı ve savaş hazırlığının nedeni açık; siyasal İslamcıların -düşük yoğunluklu da olsa- bir şeriat rejimi kurmalarının önündeki en önemli engel toplumsal muhalefettir. Bu engeli kaldırmak ve hedefe ulaşmak için, toplumsal muhalefet kesimlerini fiziken de ezmeleri gerekiyor. İslamcılar, aksi halde başarılı olamayacaklarını görüyor.

3-İslamcı hareket, devletin bütün olanaklarını, rant dağıtım enstrümanlarını (AS: araçlarını), baskı ve şiddet aygıtlarını, ideolojik kuşatma araçlarını kullanmasına karşın, toplumun %50’den çoğunu ikna edemedi, edemiyor. Bu nedenle hep asıl amacını gizliyor. Siyasal iktidarı ve devleti ele geçirmelerine karşın, kültürel iktidarı ve ideolojik inisiyatifi kuramıyorlar. Bu nedenle muhalefet güçlerini şiddet yoluyla ezmeden amaçlarına ulaşamayacaklarını düşünüyorlar.

4-Dolayısıyla Türkiye, bir kez daha kaderinin belirleneceği tarihsel bir eşiğe doğru sürükleniyor. Toplum, yüz yıldır ertelenen ve yarım kalan siyasal, tarihsel, felsefi ve kültürel bir hesaplaşmayı tamamlayacağı bir kavşağa doğru akıyor. Peker’in açıklamaları, siyasal İslamcı hareketin durumun farkında olduğunu ve hazırlık yaptığını gösteriyor.

5-Siyasal İslamcılar kutsal davaları için, Allah yolunda cihat ederken her türlü ahlaksızlığı, hırsızlığı, yalanı, pusuyu, hileyi meşru sayar. Onlar kutsal bir dinleri var diye ahlaka ihtiyaçlarının olmadığını düşünür. Bu amaçla cinayet de işlenir, katliam da yapılır. Nitekim bölgedeki İslamcı örgütlerin pratikleri ortadadır. Onların siyaset tarzları budur. Dolayısıyla hile ya da şiddet ile alınan seçim de, herhangi bir başarı da onlar için meşrudur.

Sonuç olarak;

  • Peker’in son ifşaatı, AKP iktidarı ve siyasal İslamcıların bir iç savaşa hazırlandıkları yönündeki daha önce yaptığımız analizleri, tespitleri, ortaya atılan iddiaları doğruluyor.

Verdiği bilgilerin önemi de buradan kaynaklanıyor.
***
Bastırılan 15 Temmuz askeri kalkışmasının yol açtığı krizi fırsata çevirerek kendi darbesini yapan Erdoğan-AKP iktidarı, kurulan fiili rejimi hukuksal bir temele kavuşturarak güvenceye almak için hala çaba harcıyor. Çünkü

  • hile ve sahtekarlıkla alınan 16 Nisan 2017 referandumu ile kurulan düzen dikiş tutmuyor.Referandum sonuçları gerçek olsa bile, tarihte en düşük farkla kabul edilen bir toplum sözleşmesi niteliğindeki 2017 Anayasası ile ülke yönetilemiyor.

    Durum böyle olunca, AKP iktidarı ülkeyi devletin baskı ve şiddet aygıtlarını (adliye ve polisi) harekete geçirerek yönetmeye çalışıyor. AKP eskiyi, bir önceki çağın değerler dünyasını temsil ediyor. Ve bu anlamda çaresiz bir isyanın, ama son derece yıkıcı olabilecek bir orta çağcı karşı devrimin öncülüğünü ve sözcülüğünü üstlenmiş görünüyor. Ancak; eski olan ölüyor, yeni ise doğamıyor. Sorun bizde, bu ülkenin ilerici güçlerinin inisiyatifsizliğinde görünüyor.

    Dolayısıyla Türkiye, toplumsal fay hatlarında biriken gerilim nedeniyle şiddetli bir kırılmanın yaşanacağı tarihsel bir kavşağa doğru sürükleniyor. Sonuçta ülke, herkesin tahmin ettiği, ama gerçekleşeceğini sanmadığı ya da istemediği, ancak müdahale edilmediği takdirde önlenemeyecek bir cinayet anına doğru şuursuzca ilerliyor.

  • Niteliksiz, görgüsüz, bilgisiz bir kadro hile ve tertiple ülkeye el koymuş görünüyor.
  • Bu İslamcı kadro, toplumun en geri, en karanlık, en saldırgan ve en yağmacı kesimlerine dayanak, yaklaşık 200 yıllık derinliğe sahip aydınlanma çizgisinde köklü bir kırılma yaratıyor.Türkiye, vasata teslim olmakla direnmek arasında salınıyor.

    NE YAPMALI?

  • Türkiye bu İslamcı faşizan kuşatmayı kırmak, saldırıyı püskürtmek zorundadır.Bu nedenle ideolojik tutuculuk ve önyargılardan arındırılmış bir perspektifle, toplumun en geniş kesimlerini kapsayan cumhuriyetçi, yurtsever, ilerici ve demokratik bir hat kurulmalıdır.
  • Ülkenin geleceği için yaşamsal bir döneme girildiği bilinmelidir.Öncelikle CHP, cumhuriyetçi muhalefet güçlerinin “amiral gemisi” olmanın yüklediği tarihsel sorumlulukla hareket etmeli, toplumda oluşan tepkiyi sahiplenmelidir. Dahası bu toplumsal tepkiyi iktidara karşı eylemli bir mücadele çizgisine çekerek tezgahı bozmalıdır. Ancak CHP’nin böyle bir tarihsel sorumluluğu alması, ne yazık ki, uzak bir olasılıktır. Bunu yapacak ve zorlayacak olan Soldur.

    Bu nedenle Sol, CHP’ye baskı yaparak onu harekete geçmeye teşvik etmeli, dahası zorlamalıdır. Ancak sol, CHP’yi dışlayarak, suçlayarak, karşıya alarak değil, dinci-faşist diktatörlük girişimine karşı birlikte mücadele etmenin şartlarını yaratacak şekilde hareket etmelidir. Yöneltilecek eleştiri de bu yaklaşımla kurulmalıdır.

  • CHP’nin gericilik karşısındaki en büyük potansiyel güç olduğu unutulmamalıdır.Özetle                                             : 

    AKP iktidarından kurtulmak için bütün nesnel (objektif) şartlar varken, uzun süredir öznel (sübjektif) koşulların hazır olmadığı bir dönem yaşanıyor. Bu durum toplumda çürütücü bir etki yaratıyor. Ülke, kıstırıldığı köşeden çıkamıyor. Toplumsal bir anksiyete (AS: bunaltı) yaşanıyor, gelecek kaygısı, belirsizlik hali, tedirginlik duygusu her şeyin önüne geçiyor.

    Tarih ve toplum acı çekiyor.

    Sınıf mücadelesi, bugün kültürel mücadele dolayımıyla yürümektedir.
    İdeolojik mücadele yaşamsal bir önem kazanmıştır.
    Kurtuluş ya da kaostan çıkış, bu nedenle determinist (AS: deterministik) değil, yakın tarihte hiç olmadığı kadar voluantarist (AS: voluntarist) bir karakter kazanmıştır.
    Öznel koşulları yaratmak (AS: büyük ölçüde) bizim ellerimizdedir.
    ===================================
    Dostlar,

    Sosyoloji Doktoru yurtsever ve yürekli yazar – gazeteci Sayın Merdan Yanardağ dostumuz son derece önemli hatta kritik bir tarihsel irdeleme yapmaktadır yukarıdaki yazısında.

Büyük bir özen ve titizlikle değerlendirilmesi gerekmektedir, hatta zorunludur.

Dr. Yanardağ’ın, CHP’nin bu talihsiz irticacı kuşatmayı yarmada kendiliğinden yeter girişim (inisiyatif) ve çaba içinde olmayacağı / olamayacağı saptaması çok hazin, giderek acı vericidir.

Cumhuriyetin kurucu kadrolarının, Atatürk’ün Partisi CHP‘nin, Cumhuriyet 100. yılına yaklaşırken savrulduğu uçurumun eşiğinde yeniden “kurtarıcı – kollayıcı – karşıdevrimi çökertici” işlevi kendiliğinden ve gecikmeksizin üstlen(e)meyeceği saptaması kahredicidir.

Bir yandan 200 yıla varan Anadolu Aydınlanmasının yetiştirdiği kuşaklar, kazandırdığı kurumlar, değerler, sosyo-kültürel deneyim ve birikimler; bir yandan küresel dinamikler; bir yandan da AKP içi böylesine köktendinci kalkışmaya onay vermeyecek kesimler olmak üzere, ivedilikle oluşturulacak bir meşru direnme koalisyonu girişimi ertelenemez – ötelenemez kerteye erişmiştir. CHP içindeki çekirdek Cumhuriyetçi kadroların böylesine bir meşru savunma hattı örmede Parti’yi yeterince ve gereğince uyarıp – zorlamaları kaçınılmaz bir görev olmuştur.

Son olarak; AKP – Erdoğan iktidarını böylesine bir kanlı çılgınlığa yeltenmemeleri bağlamında bir kez daha uyarmak isteriz. Artık frene basmalarını ve temel kaygıları durumuna gelen ağır suçlara bulaşmış olma karşısında yargılanma korkusunun tutsağı olmamalarını dileriz. Türkiye’ de idam cezası yoktur. İşkence ve başkaca insan onuru ile bağdaşmayacak işlemler de yasaktır. Seçimi yitirdiklerinde Yüce Divan sıfatı ile Anayasa Mahkemesinde koşullar elverir ise, -bu TBMM’de en az 400 üyenin oyunu gerektirir- adil biçimde açık yargılanırlar ve eylemlerinin karşılığı hukuksal yaptırıma uğrarlar. Bu da ağırlaştırılmış müebbet hapis olur. Paşa paşa gider yatarlar. Çok sürmeden yaşlılık – hastalık vb. nedenlerle salıverilirler. Tersi, Türkiye’de yıllarca sürecek çok kanlı bir iç savaş olur ve inanınız AKP = Erdoğan gerici güçleri bu savaşımı yitirirler. En azından, belki uluslararası aracılarla, Türkiye ile uzlaşma zemini aramalıdırlar.

Sağduyu, Türkiye’de hiç bu denli ivedi ve zorunlu olmamıştı belki de; en çok da AKP=RTE için!

Sevgi ve saygı ile. 14 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Uzmanı
Kamu Yönetimi (Mülkiye) – Siyaset Bilimci
Anayasa Hukuku Doktora Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

Atatürk ve sosyal demokrasi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Atatürk ve sosyal demokrasi

28 Eylül 2020, Cumhuriyet
Karl Marx’ın temellerini attığı ve sosyalizmin bir türü olan komünizm, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasını ve sınıfsız toplumu hedefler. Sermaye sınıfının, üretimi yapan emekçi sınıfı sömürdüğü düzenin adı kapitalizmdir. Bu sömürünün temel nedeni de üretim araçlarının özel mülkiyette, yani sermaye sınıfının elinde olmasıdır. Üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasının sonucunda sınıflar da ortadan kalkacak ve emekçilerin emeklerine, ürettiklerine ve kendilerine yönelik yaşadıkları yabancılaşma son bulacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyal demokrasi de sınıfsız toplumu hedefliyordu, ancak sınıfsız topluma geçme yöntemiyle ilgili farklı görüşlere sahipti. Örneğin, sosyal demokrasinin en önemli teorisyenlerinden birisi olan Eduard Bernstein, devrim yerine evrimi, sosyalizme adım adım geçilmesini savunuyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ve sınıfsız toplum hedefinden vazgeçti, sınıflar arasındaki uçurumu dengelemek yolunu seçti. Sosyal demokrasi, üretim ve hizmet araçlarındaki özel mülkiyeti, yani özel sektörü ortadan kaldırmak yerine, güçlü bir kamu sektörüyle, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık sistemiyle, emekçiden yana vergi politikalarıyla, sendikal hareketlerin desteklenmesiyle, özel sektörün yol açacağı sömürüleri asgari düzeye çekmeyi öncelikli hedef haline getirdi. Sosyal demokrat, demokratik sol ve demokratik sosyalist siyasi partilerin üye olduğu Sosyalist Enternasyonel, “karma ekonomi” adını verdiği modeli benimsedi. Olof Palme ve Willy Brandt gibi dönemin sosyal demokrat liderleri, bu modelin geliştirilmesine öncülük ettiler. Sosyal demokrasi bu anlamda, komünizm ile kapitalizmin bir sentezidir.

***

Mustafa Kemal Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmek çelişkili bir saçmalıktır.

Çünkü karma ekonomik model Atatürk’ün savunduğu bir modeldi.

Atatürk komünist olmadığı gibi, serbest piyasacı ve özel sektörcü de değildi;

Atatürk günümüzde neo-liberal olarak tanımlanan politikaları hiçbir zaman savunmadı.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin 6 temel ilkesinden ikisinin devletçilik ve halkçılık olması da bir tesadüf değildir. Atatürk bir taraftan özel sektörün gelişmesinin yolunu açmış, bir yandan da devletçi ve halkçı ilkelerle, üretimin ve hizmetin, serbest piyasa ekonomisine ve özel sektöre terk edilmesini engellemişti.

Atatürk’ün kendisini sosyal demokrat olarak tanımlamaması son derece doğaldı. Çünkü, Atatürk’ün yaşadığı yıllarda sosyal demokrasi, komünizme oldukça yakın bir yerde duruyordu. Ancak sosyal demokrasi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği dönüşüm üzerinden tanımlanacak olursa, Atatürk bir sosyal demokrattı.

***

1990’lı yıllardan itibaren, Sosyalist Enternasyonel’in içinde, sosyal demokrasiyi özelleştirmeci neo-liberal politikalarla ve emperyalist dış politikalarla sulandırmaya çalışanlar, gerçekten sosyal demokrat değildi. Tony Blair ve Gerhard Schröder bu liderlere dair örnek olarak verilebilir. Oskar Lafontaine, Lionel Jospin ve Jeremy Corbyn gibi siyasetçiler buna direndiler. Bu mücadelenin Sosyalist Enternasyonel içinde hâlâ sürdüğü, ancak Blair-Schröder çizgisinin büyük ölçüde zayıfladığı söylenebilir. “Liberal” ifadesiyle serbest piyasacı, özelleştirmeci neo-liberal çizgi kastediliyorsa, “sol liberal” ifadesi çelişki içerir.

  • Solcu olan neo-liberal olamaz.

Devletçilik ve halkçılık, sosyal demokrasinin özünde olan ilkeler olduğu gibi, CHP’nin cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik ve devrimcilik ilkeleri de sosyal demokrasi ile çelişen ilkeler değildir. Cumhuriyetin yerine monarşinin, ulusun yerine ümmetin, laikliğin yerine teokrasinin, devrimciliğin yerine muhafazakârlığın olduğu bir yerde sosyal demokrasinin yaşayamayacağı açıktır.

Sosyal demokrasi, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmasını da kabul etmez. Sosyal demokrasinin temelinde sınıf mücadelesi vardır.

Özetle, Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmeye çalışan kesimlerin bir kısmı neo-liberallerdir, bir kısmı da okumuş cahillerdir. Bu kesimler de sadece, CHP’yi bölmeye hizmet etmektedir!

Silahlanma ve açlık

Silahlanma ve açlık

Cevat Turan / Şair ve Yazar
Cumhuriyet, 2.4.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Dünya, üzerinde doğan her bir insana ve her bir canlıya ait. Kimsenin diğerinden bir karış fazla hakkı olmaması gerekirken bu açlık, bu şiddet ve çatışmalar kimin iktidarını güçlendiriyor?

Rusya’dan alınması planlanan S-400 füzeleri ve Amerika’ya sipariş edilen ABD’nin çark etmeye kurgulu F-35 anlaşması gündemden düşmüyor. Bu arada Türkiye F-35 için 900 milyon $ ödeme yapmış durumda. Toplam 116 uçak için 25 milyar $ daha ödeme yapılacak. Silahlanma, savunma harcamaları bu denli çok gündeme geldikçe bize de bu soruna bir göz atma görevi düşüyor.
Dünyada neler oluyor?
Silahlanma konusunun Soğuk Savaş dönemi sonrasında azalmasını beklerken yeniden tırmanışa geçiyor olmasının ideolojik ötekileştirme-düşmanlaştırma politikalarının da yükselişe geçtiğinin işareti olabilir mi? Avrupa’nın birçok ülkesinde ve ABD’de milliyetçilik tırmanışa geçmiş durumda. Militarist politikalar soğuk savaşa geri dönüşü mü gösteriyor bize
* Emperyalizm düşmansız var olamıyor!
Mutlaka bir öteki “kötüye” ihtiyaç duyuyor.
Yeni düşman artık dinsel ayrımcılık üzerine mi kurgulanıyor?

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından açıklanan küresel silahlanma raporunda, dünyadaki savunma harcamalarının 1 trilyon 739 milyar Dolara yükseldiği gösteriliyor. Bu sıralamada başı tabii ki ABD çekiyor ve 700 milyar $ payı var. Çin 228, Rusya 66.3, Fransa 57, İngiltere 47.2, Almanya 44.3 milyar $ olmak üzere, Suudi Arabistan ise yıllık gelirinin % 10’unu savunmaya ayırıyor. Türkiye 18.2 milyar $ ile 15. sırada yer alırken; Hindistan, İspanya, İtalya, Brezilya, Güney Kore, Kanada da kayda değer bir silahlanma tırmanışı içinde. Kuzey Kore ve İran’ın bütçesi ise tartışmalı.

Peki düşman kim?
Bu ağır silahları, füzeleri, mermileri kimin bedeninde uygulamayı tasarlıyorsunuz? Hangi halkın, hangi kadının, hangi bebeğin bedenini hedef seçtiniz? Dünyada 300 trilyon dolarlık dönen finansal bir işlem hacmi varken,

  • Her 5 saniyede bir bebeğin açlıktan ölmesinin tarifi olabilir mi?

Bunun adını ne koymalıyız? 
Savaşlar, kuraklık, iç göçler, mezhep çatışmaları nedeni ile şu ana dek 155 milyon bebek kötü beslenme ya da hiç beslenememe yüzünden gelişimini tamamlayamıyor. Sakatlık (AS: bu sözcük bir yasa ile tüm yasalardan çıkarıldı; “engelli  yeti yitimli demek gerekiyor..) ve hastalıklar ise bir insanlık dramı.

  • Küresel Açlık Endeksi’ne baktığımız zaman dünyada yaklaşık 815 milyon insan açlık canavarının pençesinde yaşıyor.

Ve yine 119 ülkenin 52’sinde ciddi açlık varken o ülke elitlerinin böyle bir derdi yok. Saraylar, aşırı tüketim ve lüks içinde yaşam hız tanımazken, varsıllıkla, yoksulluk arasındaki uzlaşmaz çelişki tedavi edilemez bir biçimde derinleşiyor. Bu açmaz yeniden sınıf mücadelesini bir seçenek olarak toplumların önüne koyabilir mi? 
Sizi rakamlarla boğmak istemiyorum ancak rakamlar vermeden de konunun yakıcılığı ne yazık ki sözcüklerle tarif edilemiyor. Rakamlar gerçekten incitici ve acı konuşuyor. 
Birleşmiş Milletler (BM) her yıl açlık konularında yeni raporlar yayımlıyor. Gerçekten çok çarpıcı.

Kongo’da 3.8 milyon, Somali’de 2.9, Yemen’de 8.4 milyon olmak üzere Çad, Zambia, Liberya, Madagaskar, Myanmar, Bangladeş, Burindi, Nijer, Malavi, Eritre, Orta Afrika Cumhuriyeti yaşamla ölüm ve sakat (AS: engelli!) kalma arasında gidip geliyor. Daha bu tabloya yanı başımızda yaşanan Irak, Suriye, Libya, Filistin sorununu yazmadık bile. Yukarıdaki sayı ile tarif edilenler bir sayıdan ibaret değil, onlar birer insan.

Açlığın en can alıcı biçimde çocukları, kadınları ve etnik kümeleri etkilediği belirtiliyor. Bugün ne yazık ki dünyada 68 milyon kişi evinden, yurdundan, toprağından kopartılmış durumda. Bunların 22.4 milyonu kendi ülkesi sınırları dışında göçmen ve yurtsuz yaşamakta.

Siz hiç toprağından, kökünden kopartılmanın acısını yaşadınız mı?

Bu yeşil, yeryüzü cenneti dünya, üzerinde doğan her bir insana ve her bir canlıya ait. Kimsenin öbüründen bir karış fazla hakkı olmaması gerekirken bu açlık, bu şiddet ve çatışmalar kimin iktidarını güçlendiriyor?

  • İnsanlık bu acı ve adaletsizlik karşısında neden örgütlenemiyor?

İyilik dağınıkken, kötülük neden bu denli örgütlü? İnsanlığa artık bir yol gerek.

Ya yeni bir yol bulunacak ya da yeni bir yol bulunacak.

Bu yol, hâlâ demokratik bir sosyalizm modeli olabilir mi?

===============================================

Dostlar,

BM’nin Gıda – Tarım işlerinden sorunlu resmi uzmanlık örgütü FAO (Food and Agriculture Organisation, Roma) her yıl küresel açlık haritası yayımlıyor.

2018 yılı Küresel Açlık Haritası aşağıda..

FAO global hunger map 2018 ile ilgili görsel sonucu

Birlikte inceleyelim ve soralım :

16 Ekim 2018 Dünya Gıda Günü FAO açıklamasına göre küresel açlık 6 milyon daha artarak 21 milyona erişti! Açlık azaltılamıyor, ama artıyor.. Dünya nüfusu %1,15 hızla büyümede (Türkiye’de 2018’de %1,47 oldu!). 7,5 milyar dünya nüfusu 1 yılda 7,5 milyar X 0,0115 = 86,25 milyon artacak… Her yıl 1 Türkiye nüfusu ekleniyor “sonlu” dünyaya..

Bu üreme hızı, Papa‘nın bile uyarısıyla “TAVŞANLAR GİBİ ÜREMEYİN!” sürdürülemez. Türkiye ve dünya hızla, nüfusu azaltıcı (anti-natalist) demografi politikalarına geçmek zorundadır.

  • Haritada alarm veren ya da ciddi AÇLIK SORUNU genellikle Müslüman ülkelerde! Niçin??

Özellikle mezhep ayrımı nedeniyle S. Arabistan tarafından bombalanan mazlum bir başka Müslüman ülke Yemen’de..

Neden?? Tanrı fikrini mi değiştirdi?? “Yarattığı kulunun” rızkını artık ver(e)miyor mu?? Hani Müslüman olmayanlar “kafir” idi ve cehennemlik idi?? Bu “kafirler” bu dünyada insanca yaşadıkları için “öbür dünyada” cezalandırılacak ve cehennemlik olacak öyle mi?

Ya da bu dünyada açıktan geberen müslüman salt bu nedenle öbür tarafta cennetlik olacak öyle mi?

Din bu mu? Bu dinin adı ne?
21. yy’da bu “inanış” din olarak sunulup savunulabilir mi hangi “ortalama” insan yutar??

İnsanlık, başta Müslüman dünyası olmak üzere İslam adına hurafeleri dinden mutlaka ama mutlaka ve de hiiiiiiiiiiç ayak sürümeden ayıklamak zorunda. Hem de daha çok oyala(n)madan! Batı dünyası DİNDE REFORM – RÖNESANS sayesinde günümüz uygarlık düzeyine erişti.

İslam ve öteki dinler için de hiiiiiiiiiiiiiç başka bir yol gö – zük – mü – yor anlaşıldı mı molla!?

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)tarihsel ve çooooooooooook ağır bir vebal altındadır; ilerlemenin – aydınlanmanın ayak bağı olmayı artık bir yana bırakmalı; çağa uyum sağlamalıdır. Aksi takdirde din işte böyle “elden gider”. Unutulmasın, zaman değiştikçe hüküm de değişmek zorundadır.

Küreselleşen kapitalizm, İslam dinini de FETÖ eliyle sözde evcilleştirme ve vahşi sömürüye ses çıkarmaması için “terbiye etmeye” girişmiş durumda..

DİB bu hazin stratejik – tehlikeli gelişmenin ne ölçüde ayırdında ve ne yapmakta??

Sevgi ve saygı ile. 03 Nisan 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Belki de zannedildiğinden daha kolaydır!

Belki de zannedildiğinden daha kolaydır!

Sandığa gidiyoruz…
Sandık ‘kimin’ yöneteceğini belirler. Nasıl yönetileceğine karar veren ise sandık değil, en geniş anlamıyla hukuk ve yerleşik teamüllerdir.

‘hukuk,’ sandıktan çıkan tarafından değiştirilmek istenebilir kuşkusuz. Buna mukabil nasıl ve hangi yönde değiştirebileceği, değiştirme isteğinin gerektirdiği tartışma/müzakere süreçleri, sandık kurulmadan önce belirlenmiştir.

Birkaç yüzyıldır demokratik sistemler, o sandık insanların başına düşüp aptallaştırmasın diye sayısız önlem belirlemiş, ilke keşfetmiştir. Buna rağmen tarihte, temelinde sınıf mücadelesi olan çok çeşitli biçimlerle, geniş yurttaş kitlelerinin inatla gidip başlarını o sandığa vurabildiği de bir gerçek.

Önümüzdeki seçim, ilkeleri anayasa, yasa ve teamüllerle belirlenmiş ‘demokratik’ seçimlerden değil. Siyasal koşullar, iktidar ile muhalefetin kullandığı imkânlar arasındaki devasa fark ve seçim kararının alınma şekli, seçimin, ‘demokratik’ sıfatıyla anılmasına izin vermiyor. Olağandışı koşullarda yaşıyoruz ve adı seçim olup maruz bırakıldığımız bu ‘etkinlik’ de, söz konusu olağandışılığın sonucu. Bir yanda tüm gücü elinde toplamış on altı yıllık iktidar, diğer yanda yoksunluklar içinde mücadele veren muhalefet partileri, liderleri.

İktidar, kendisini devlet ve devletin geleceği ile özdeşleştirdiği ölçüde, muhalefete  ‘hain’ muamelesi yapma eğiliminde. Oysa, yeryüzünün tüm demokratik sistemlerinde (ve hatta olmayanlarında!) muhalefet, eğer ciddi bir zekâ sorunu yaşamıyorsa ya da ‘güdümlü’ değilse (Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi, örneğin), iktidar olmayı amaçlar. Muhalefetin iktidar olması, iktidarın muhalefet olmasıyla mümkündür. Çok basit görünmüyor mu! (AS: Serbest Cumhuriyet Fırkası girişiminde Mustafa Kemal Paşa içtenlikli idi..)

Ola ki bir muhalefet partisi, iktidarı destekliyor ve onun iktidardan uzaklaşmasını istemiyorsa, bu, tarihin, siyaset biliminin, hukukun değil; daha ziyade ‘tababetin’ konusudur. Hukuk vs. değil, şifa gerektirir.

Sandığa gidiyoruz… Muhalif yurttaşlarda şöyle garip ve anlaşılabilir bir his var sanırım: İktidar bu seçimi kaybedecek ama iktidar bu seçimi kaybetmeyecek! Bu yazıda, Pazar günü yapılacak seçimin tarihimizin en adaletsiz seçimlerinden biri olduğunu, belli açılardan 1946 seçimlerine dahi rahmet okuttuğunu uzun uzadıya anlatmak mümkün. Ancak bu çaba, herkesin bildiğini bir kez daha tekrar etmekten öte anlam taşımayacak. Memlekette yandaş ya da muhalif, zerre vicdanı ve izanı kalmış her yurttaş, olup bitenin az ya da çok farkında. Hâl böyleyken boş verelim moral bozucu gerçekleri şimdi…

Tünelden önceki son çıkış deniyor. Katılmıyorum. Çok yazdım, tekrar edeyim: II. Mahmut’a güvenmek gerekir! Hem II. Mahmut’a hem de O’nun başlattığı hareketin bir asır sonraki ürünü olan Mustafa Kemal’e güvenmek gerekir. Türkiye iki yüzyılda çok deneyim biriktirdi. Söz konusu deneyim koskoca bir imparatorluk ve devlet geleneği üzerinde inşa edildi. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla. Bir kesim zevzek tarafından ‘parantez’ olarak adlandırılan Osmanlı-Türk modernleşmesi, günümüze büyük ve değerli kazanımlar bıraktı. Rusya henüz mutlak monarşiyle yönetilirken Osmanlı Meşruti monarşiye geçmişti. İsviçre Medeni Kanunu’nun nakli, henüz 19. yüzyılın ortalarında konuşuluyordu. 1877’de ‘seçim’ yapıldı bu toprakta. 1921’de yerel özerklikler tanıyan anayasa kabul edildi. 1924’te, devletin kurucusuna ‘meclisi fesih’ yetkisi vermedi yaşadığımız toprağın parlamentosu…

Hukuksal ve toplumsal hareketler bakımından son derece zengin bir tarihimiz var. Eğer iki seçimi de iktidar kazanırsa ne olur? Çilemiz uzar sadece. Berbat boşanma davalarında olduğu gibi! Evet, çok sıkıntı çeker muhalifler ama hiç kimse mücadeleden vazgeçmez. Kimin ne derdi varsa, onun için çaba harcamaya devam eder. Daha zor koşullarda!

Bakın, hiçbir şey vermiyorsa da şu gerçek umut versin bizlere: Her şeyi ama her şeyi elinde tutan ve en önemlisi sabahtan akşama dek milyonlarca insana istediği ‘haberleri’ dinleten bir iktidar, ittifaklarına rağmen, hâlâ %50 hesabı yapıyor. Milyonlarca insan başka bir hayat, başka bir ülke istiyor. Direniyor. Ensemiz kararmasın. Küçük görmeyelim kendimizi ve zahmetli ama birikimli tarihimizi.

Sandığa gideceğiz…

Uzun süre sonra ilk kez bu seçimde heyecan yarattı muhalefet. Cazip vaatler/projeler ile kek ve çay yarışıyor. Tatar böreği, muamma! İktidar vaatleri içinde börek var mı yok mu, son günlerin konusuydu bu! Kıbrıslının dediği gibi, insanın‘asaplarını’ bozuyor, manzara!

Muhalefet ‘bir şey’ söylüyor. Muhalefetin mitingleri dolup taşıyor. Muhalefet haklı. Adaleti savunuyorlar. Ahlaki üstünlük muhalefette. Muhalefet, uzun süre önce yapması gerekeni yapıp ‘ilkeler’ etrafında bir araya geldi. Muhalefetin eli çok güçlü bu kez. Muhalefet dirençli ve kararlı. Seçim kararı alanlar ise telaşlı.

Seçim sonucu ne olur?

Hiç kimse bilemez bana kalırsa. Hiçbir anket sonucuna güvenilemez bu koşullarda. Hiçbir şey sürpriz olmaz. Hiçbir tahminin tutmayabileceği bir seçime gidiyoruz.

Bu satırlar yazılırken, KONDA, Erdoğan’ın ilk turda kazanıyor göründüğü anket sonucunu açıkladı. Aynı KONDA 2014’te de Erdoğan’ın % 57 dolayında oy alacağını açıklamıştı. (bence, yasayı da ihlal ederek!) 2014’teki o skandal sonuç hiç olmamış gibi davranılabiliyor bugün. Pes! Naçizane bir öneri, mümkünse ‘KONDA dahil’ hiçbir araştırma şirketinin bu seçime ilişkin ‘sonuçlarını’ ciddiye almayın. 2014 seçimi ardından, KONDA’nın skandal anket sonucuna dair arka arkaya iki yazı kaleme almıştım Diken’de. Merak eden olursa

Önümüzdeki oylama ile ilgili bazı ‘öngörü’ ve ‘önerileri,’ şu şekilde özetlemek mümkün olabilir: Seçimle birlikte (24 Haziran ya da 8 Temmuz) yeni bir ‘sisteme’ geçeceğiz. İnsanlar henüz ne ile karşılaşacaklarının farkında değil.

  • Yeni sistem, yeryüzünde eşi olmayan, kim kazanırsa kazansın sürdürülemeyecek bir tuhaflık.

16 Nisan 2017’de kabul edilen bu acayiplik‘bir kişi’ ve ‘bir parti’ düşünülerek getirildi. Başka seçenekleri akıllarına dahi getirmediler. Yeni sistemin memlekete vadettiği:

Eğer iki seçimi aynı siyasal eğilim kazanırsa ve özellikle cumhurbaşkanı otoriter yönetim yanlısı ise, mutlak tek adam rejimine yol açacak. Yok eğer cumhurbaşkanı ve parlamento çoğunluğu farklı siyasi eğilimlere sahip olursa, Türkiye iyice yönetilemez hale gelecek. Bundan zerre kadar kuşkunuz olmasın. Tahminim:

Eğer muhalefet iki seçimi de kazanırsa, iki yıl içinde bu saçmalık terk edilecek ve yeniden (bir iki nüansla) parlamenter sisteme dönülecek. AKP bu konuda zorluk çıkarmayacak. Çünkü seçimi kaybederlerse, tüm AKP’liler hep bir ağızdan parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğini savunacak. Parlamenter sistemin nimetlerini anlatacaklar. ‘Hani geçecektiniz, bir an önce eski sisteme dönsenize,’ diyecekler, koro halinde. Haliyle, dönüş çok zahmetli olmayacak!

Eğer meclisi muhalefet, cumhurbaşkanlığını cumhur ittifakı alırsa, seyreyle gümbürtüyü! Neler olacağını şimdiden kestiremeyiz. Ayrıca bu seçimde: Muhalefet, başarılı olmak için ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor.

Her şeye, tüm zorluklarına rağmen sandıklara sahip çıkmak. Bu konuda olağanüstü çaba harcayan kişi (örneğin eski asker ve yeni vekil adayı Mehmet Ali Çelebi gibi)  ve kurumlar (örneğin Oy ve Ötesi gibi), platformlar vb. büyük iş yapıyor. Devlet denetimindeki haber ajanslarının ilk saatlerde oranları nasıl vereceği ise sır değil. Muhtemelen %60’lar ile başlayacak. Oysa seçim, son sandık açıldığında sona eriyor. Herkes bunun bilincinde.

Mutlaka ama mutlaka seçime katılımı artırmak, yani sandığa gitmek. Unutmayın, 2014’te eğer seçime katılım %74 değil de %80’lerde olsaydı, ilk turda bitmeyecekti. HDP’nin barajı geçmesi. İki açıdan önemli. Eğer Kürt sorunu parlamentoda çözülecekse, HDP’siz olmayacağını kabul etmek çok zor değil. Nasıl ki kek, çaysız gitmez; Meclis de HDP’siz olmamalı! İkincisini yazarken utanıyorum: Yüzde 10 seçim barajı 12 Eylül faşizminin alameti farikalarındandır. Herhangi bir demokratik sistemde böyle bir şey düşünülemez. Putin bile sonunda %7’den utanıp barajı düşürdü! Milyonlarca seçmenin oyunu geçersiz hale getirmeye çaba harcamak ‘tutkusu’ karşısında, nutku tutuluyor insanın.

Muhterem okuyucu, 16 yıl oldu. O gün doğan çocuklar, üniversite çağına geldi. Siyasal İslam’ın Türkiye versiyonunun demokratik yönetim anlayışını, hukuka bağlılığını, anayasal ilkelere sadakatini, eşitlikçi halini, yolsuzluklarla kıyasıya mücadelesini, hak ve adalet hevesini, son derece zarif yönetim üslubunu, estetik merakını, ahlaki ilkelerden bir an olsun ödün vermeyişini, çoğulcu toplum özlemini, kanaatkâr yaşama verdiği değeri, duyarlı seçmen kitlesini, doya doya yaşadık elhamdülillah! Memleketimiz, coğrafyamız, yurttaşlarımız, aydınımız; hep birlikte tecrübe ettik siyasal İslam’ın ‘adaletini’ de ‘kalkınmacılığını’ da. Sağolsunlar, büyük katkı sundular tarihe ve her birimize.

On altı yılın sonunda, yıllarca mücadele ettiklerini söyledikleri kim var kim yok, el ele tutuşarak giriyorlar seçime. Bahçeli’siyle, Destici’siyle, Çiller’iyle, Ağar’ıyla… Yan yanalar artık; hak edilmiş, güzel bir fotoğraf. Söz konusu ittifaka ve yönetim anlayışına tamam mı yoksa bir süre daha devam mı, seçimindeyiz. 24 Haziran’ın, güzel şeylerin başlangıcı, hiçbir şeyin sonu olmadığını bilerek… İnatla iyi düşünelim. Belki de sanıldığı kadar zor ve karmaşık değildir, daha iyisine ulaşmak. Hadi hayırlısı…

Yazı önerileri:
Mülkiyeliler Birliği’nin hazırladığı seçim raporunu okumalısınız.
Cem Say’ın, yapay zekânın yargı (hukuk) hizmetlerindeki yerine dair harika yazısını buraya bırakıyorum.
Kemal Can’ın, Gazete Duvar ve Cumhuriyet’teki ‘bütün’ seçim yazılarını okuyun lütfen, ihmal etmeyin.
=========================================
Dostlar,

SBF / Mülkiye’den OHAL KHK’sı ile uzaklaştırılan hocalardan olan Murat Sevinç’in yazısı yeterince kapsamlı, uzun hatta.. Biz daha fazla uzatmamak için bir yorum katmıyoruz.. Ancak şu paragrafı özellikle öne çıkararak yinelemek istiyoruz :

  • Hukuksal ve toplumsal hareketler bakımından son derece zengin bir tarihimiz var. Eğer iki seçimi de iktidar kazanırsa ne olur?Çilemiz uzar sadece. Berbat boşanma davalarında olduğu gibi! Evet, çok sıkıntı çeker muhalifler ama hiç kimse mücadeleden vazgeçmez. Kimin ne derdi varsa, onun için çaba harcamaya devam eder. Daha zor koşullarda!

Adaletsiz ve baskın seçimi kazananları kutlamak düşüyor bize.. Hayırlı olsun herkese.
Gene de tüm saflığımız ve iyi niyetimiz ile mutlak AKP iktidarının önümüzdeki dönemi için umutlanalım mı??

T.C.’nin son Başbakanı Binali Yıldırım, AKP Genel Merkezi balkonunda konuşuyor.. 25 Haziran 2018, ilk saatler, gece yarısı.. 02:28.. O’nun ardından da Erdoğan konuşacak herhalde.. Biz yorulduk..

Kimbilir, çooook gecikerek de olsa taç giyen baş akıllanır, olgunlaşır!?

Sevgi ve saygı ile. 25 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Not : Son 2 günde sitemizin ziyaretçi sayısında binlerce artış oldu.
Bu ilgi için tüm okurlarımıza teşekkür ediyoruz..

 

CHP orkestrasının şefi: Kılıçdaroğlu ve sorunları

CHP orkestrasının şefi:
Kılıçdaroğlu ve sorunları

portresi_resmi

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 23.10.16

CHP bir kitle partisi: İçinde, en sert Atatürkçülükten en hoşgörülü Sosyal Demokratlığa, en katı Avrupa Birliği taraftarlığından en ödünsüz milliyetçiliğe kadar, kimi zaman birbirine ters bile düşebilecek olan, birçok görüş barındırıyor… Bu ton ve hatta renk çeşitliği bir kitle partisi için kaçınılmaz bir yazgı! Üstelik Türkiye, Batı’nın sınıfsal mücadele tarihini yaşamadı: Sınıf mücadelesinin ürettiği siyasal kurum ve kavramları, ter, kan ve gözyaşı dökerek kazanmadı… Atatürk Devrimleri ve İsmet Paşa’nın Çok Partili Düzen’e geçmesi sayesinde demokrasiyi, temel hak ve özgürlüklere tepeden inme sahip oldu… Bu nedenle başta Demokrasi olmak kaydıyla, hiçbir kavram ve seçim mekanizması dahil, demokrasinin hiçbir kurumu tam yerleşmiş değil. İktidar partileri bu karmaşayı, iktidarın nimetlerini paylaştırarak biraz yönetebiliyorlar. (AKP-Cemaat savaşında olduğu gibi, bazen iktidarda da paylaşım kavgası çıkıyor.) Ama muhalefet partileri, hele CHP gibi Cumhuriyeti kurmuş ve onu Çok Partili Düzen’le taçlandırmış olan ama bunları sınıfsal gelişme olmadan yaptığı için, Cumhuriyetin de, Demokrasinin de yıpranmasına yol açmış olan çok özel bir ana muhalefet partisi, bu kargaşadan kendini kurtaramıyor.
***
Geçen cuma günü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile baş başa, bütün bu konuları ve parti içi sorunları konuştuk. Toplumda CHP’ye yöneltilen eleştirileri, bütün açıklığı ve sertliği ile kendisine aktardım: Türkiye’yi yönetenlerin, en haklı ve doğru eleştirileri bile susturdukları, sansürledikleri, hatta kimi zaman cezalandırdıkları, sadece çanak soru soranlarla muhatap oldukları bir ortamda, bir politikacı ile bu açıklıkta konuşmak galiba ancak muhalefet partisi lideri ise olanaklı! Ama Kılıçdaroğlu’nun hakkını da teslim etmeliyim: Karşımda, Demokrasiyi gerçekten özümlemiş, gerçekten temel insan hak ve özgürlüklerine inanan bir politikacı vardı. Zaten CHP orkestrasının da bir türlü ahenkli ve çarpıcı bir senfoni icra edememesi, galiba bu orkestrayı yöneten liderin parti içi ilişkilerde de fazla saygılı, aşırı demokrat tavrından kaynaklanıyordu. Benim sıraladığım eleştirileri herkes biliyor:

1) Parti içindeki farklı görüşlerin birbirleriyle çatışır görünümü ve bu görünümün, partinin hem kimliğini belirsizleştirmesi, hem de programını olumsuz etkilemesi; farklı hiziplerin birbirini suçlaması ve partiyi yıpratması…

2) İktidarın rejimi yozlaştırmasına, temel hak ve özgürlükleri ihlal etmesine karşı yeterince enerjik muhalefet yapılamaması; halkla yeterince bütünleşilememesi…

3) Demokrasinin temelini oluşturan Cumhuriyet değerlerine, Atatürk Devrimlerine, Laikliğe, Sosyal Devlete, Hukuk Devleti’ne yeterince sahip çıkılamaması, sağa kayan bir izlenim verilmesi…

4) Örgütün dağınık ve eylemsiz olması, tembellikle suçlanması…

5) İktidarda olunan Belediyelerdeki parti içi rekabet sorunları ve Genel Merkezle eşgüdüm eksikliği…

6) Parti, haksız yere etnikçilik ve mezhepçilikle suçlandığında, bunlara karşı enerjik bir yanıt verilememesi…

7) Ve en önemlisi: BÜTÜN BU KONULARDA BAŞ SORUMLUNUN ORKESTRA ŞEFİ, YANİ Lİ- DER, YANİ KENDİSİ OLDUĞU!
***
Dedim ya, karşımda, bugüne kadar Erdoğan-AKP iktidarının bütün kışkırtmalarına karşın etnikçilik ya da mezhepçilik tuzağına düşmemiş, gerçekten demokrat, demokrasiyi sadece kendisi için değil, bütün toplum için isteyen bir politikacı vardı. Bütün eleştirilerimi sükûnetle dinledi ve her birini tek tek irdeledi. Verdiği bazı özel bilgileri ve yaptığı bazı eleştirileri, kayıtdışı oldukları için, burada paylaşmıyorum. Ama bütün netliğiyle, çevresindeki bütün olumsuzluklardan bizzat kendisinin sorumlu olduğunu ifade ettiğimde, bunu gayet açık yüreklilikle kabul etti…. Liderliğinin biraz sevgili Erdal İnönü’yü andırdığını belirttim ve onunla olan deneyimlerimizden de örnekleri konuştuk.
***Elbette burada açıkça yazılabilecek bazı bilgiler de verdi  :

1) Parti içi hizip çatışmalarına, partinin genel politikalarına aykırı ifadelere
artık kesinlikle izin yok.
2) Kitlelerle diyalog kurmak için toplantı ve mitingler başlatılıyor.
3) Belli konularla yerel halkla birlikte yürüyüşler düzenlenecek.
4) Demokrasiye, Atatürk Devrimlerine, temel hak ve özgürlüklere,
daha enerjik olarak sahip çıkılacak, bunların ihlaline karşı ısrarla direnilecek.
5) Milletvekilleri seçmenle yakın temas kuracak, Genel Başkan’ın Salı konuşmaları
seçim bölgelerine sistematik olarak aktarılacak.
6) İktidarın baskılarıyla susturulmuş olan ve baskı altında bulunan Kitle iletişim araçlarıyla, Sivil Toplum Kuruluşlarıyla, bütün güçlüklerine karşın bire bir temas kurulmaya çalışılacak.
7) Örgütler sıkı bir denetime ve eğitim programına tabi tutulacak,
bunlara yeni bir atılım ruhu kazandırılmaya çalışılacak.
8) Partinin güçlü olduğu yerlere, özellikle kaybedilmiş olan kıyı kentlerine özel ağırlık verilecek.
***
Türkiye yeni bir darbe girişimi atlattı ve hem dış hem de iç savaş olarak iki kriz birden yaşıyor.

– İktidar zaten sorumlu olduğu bu darbe girişimini ve tırmandırdığı savaş krizlerini, rejimi değiştirmek, tek adam yönetimini yerleştirmek için kullanıyor.

Buna karşı, demokrasiyi, insan haklarını etkili olarak savunabilecek tek örgütlü siyasal güç CHP!

Kılıçdaroğlu’nu bu kez kararlı gördüm…

Dilerim CHP, ülkemizin tümüyle karanlığa gömülmesini önlemekte başarılı olur!
======================================
Dostlar,

Biz de Sayın Kongar’ın saptama, dilek ve önerilerine bütünüyle katılıyoruz..
CHP Türkiye’nin umudu ve öncüsü olmalıdır; toplumsal muhalefeti birleştirmelidir.
Kurucusu Büyük Atatürk‘ün yüklediği tarihse özgörevi (misyonu) sadakatle, azimle yerine getirmelidir. Kendisnin de Türkiye’nin de varlığını -güçlenerek- sürdürmesi buna bağlı.

Sevgi ve saygı ile.
24 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com