Etiket arşivi: sermaye sınıfı

Piyasalaşan anayasa

 

Anayasa tartışması devam ediyor. Sevgili Aydemir Güler’in geçen Cumartesi yazısınaTürkiye, ben kendimi bildim bileli Anayasa tartışır.” tümcesiyle başlaması abartı değil. Ancak kendisinin de vurguladığı gibi bu tartışmanın gerçekçi olanı ve olmayanı var.

Anayasal gelişme ve gerileme tezlerinin yansımalarıyla ya da daha gerçekçi deyişle toplumsal ilişkilerin yansıma biçimleriyle süregelen bir anayasa geçmişimiz var. Sokaklarda “İslam Anayasası” broşürü dağıtılan, İslam anayasasına geçilemeyen ama geçilmiş gibi yaşanılan bir ülkedeyiz.

  • Anayasanın özü, bireysel ve toplumsal olarak insan olmalı.  

Özünde ilerlemeci, aydınlanmacı, eşitleştirilmiş insanlığın insanı olan anayasa gelişmenin yansıması; karanlığın, gericiliğin ve sömürünün insanı olan anayasa gerilemenin yansıması.

Anayasal gerileme tezlerinin özelliği “yapı”yı, “ilişkiler”i, “eşitsizliği”, “hakları” gizleyip biçimle uğraşmaları. Biçim ağırlığı organlarıyla, görev ve yetkileriyle devlete verildiğinde, akan suları durdurduklarını sanıyorlar.

Erdoğan’ın 12 Eylül günü Ulucanlar Eski Cezaevinde düzenlenen “Yeni Anayasa Sempozyumu”nda yaptığı açıklamalar, “yeni, sivil, demokratik, özgürlükçü, kuşatıcı” sözcükleriyle “ideal anayasa metni” çağrıları “düzen aynı kalacak ama anayasa yenilenecek” demekten öte bir şey söylemiyor, söyleyemez de… AKP ve ortakları iktidarının “demokratik, özgürlükçü ve kuşatıcı” derken kimleri, hangi ideoloji ve siyaseti kapsadığı, kavramları nasıl yanılsama içine soktuğu 2002’den bu yana her yönden kanıtlandı.

Sermaye sınıfının ve ortağı gericilerin özgürlüğü, onların siyasetlerinin demokratlığı dışında ne yaşadı Türkiye? İlericilerin, aydınların, sanatçıların, gazetecilerin, çocukların, kadınların ve bütünüyle emekçi halkın hak ve özgürlüklerinin engellenmesi ve sömürülmesi, doğanın talanı dışında ne yaşadı Türkiye?

Her seçimde emekçi halkın genel oy hakkının sömürücüler ve siyasetçileri tarafından çalınmasının dışında ne yaşadı Türkiye?

  • Zamlar ve pahalılık, yağma ve soygun, doğa ve kadın katliamı, işçi cinayetleri,
    sınırsız sömürü
    dışında ne yaşadı Türkiye?

1921 Anayasasından 1982 Anayasası ve değişikliklerine dek ne tartışmalar ve değişiklikler yapıldı ne hükümet değişiklikleri uygulamaya sokuldu… “Meclis hükümeti”nden “parlamenter rejim”e geçen Türkiye oradan da “başkanlı rejim”e geçti. “Dini İslam”dan “laik hukuk”a geçen devlet, Anayasaya karşın dinsele teslim edildi. Arada anayasal gelişme tezleri de yaşama sokulduysa da, anayasaların ekonomi politiği olan sömürü değişmedi, derinleşti.

Bugün hep vurguladığımız gibi, “anayasalı anayasasızlaştırma” dönemindeyiz ve Erdoğan’ın “yeni, ideal anayasası”nın özü bu… Yanılsamalarla, dinsellikle oyalayarak ve uyuşturarak kolay yönetim, kolay sömürü. Bu düzene engel olmayan hukuka evet, olana hayır.

Zaten kapalı olması gereken ama her alanda yaygınlaşarak büyüyen
tarikat ve cemaatler kaldırılmadan yeni anayasa yapılamaz.

Laiklik siyasette, devlette, hukukta, her alanda ödünsüz ve eksiksiz uygulanmadan yeni anayasa yapılamaz.

Özelleştirmeler yasaklanmadan, özelleştirilen, kamusal hizmetleri yürüten, toplumsal üretim araçlarını elinde tutan özel mülk ve işletmeler devletin elinde kamucu yapılmadan yeni anayasa yapılamaz.

Kapitalizme ve emperyalizme, onların NATO, IMF, DB gibi örgütlerine bağımlılıktan kurtulmadan yeni anayasa yapılamaz.

Evet bunlar iktidar konusu ve sorunu.

Sömürücü düzenin adları farklı, özleri aynı siyasal partilerinin anayasalarının, içinde ara sıra gerçekçi gelişme tezleri taşısa da, sömürücü düzenin ilişkilerini yansıttığı unutulmamalı. O gerçekçi tezlerin anayasanın metni içine –1924 Anayasasındaki laiklik ve toprak reformu, 1961 Anayasasındaki hak ve özgürlükler, 1982 Anayasasındaki katı hak ve özgürlük sınırlamalarının esnetilmesi gibi- yerleştirilmiş olmasının sömürü ilişkilerine dokunmadıkça yaşatıldığı, dokunduğu an askıya alındığı ya da değiştirildiği unutulmamalı.

Siyasal iktidarların hukuksal belgeleri ve örgütlenmeleri sermaye iktidarından ve toplumsal yapılanmadan ayrı olmaz.

Ve evet iktidar konusu ve sorununu çözecek olan da sınıfsız ve sömürüsüz toplumun halk iktidarı.

Türkiye’yi kapitalist/emperyalist ilişkilerin içine çekerek demokratlaştırdığını iddia edenler, ılımlı İslamın içine çekerek uyumlulaştıranlar iktidarda ve düzen içi siyaset de aynı düzenin kuyruğunda. Erdoğan’ın “yeni anayasayı gelin birlikte yapalım” çağrısı liberalizm bulamaçlı düzene.

Bu çağrıda ve olası uzlaşmada “anayasanın kurucu unsuru ne olacak” sorusunun yanıtı yok.

Anayasanın kurucu unsuru dinsellik mi olacak laiklik mi, piyasa mı olacak emek mi?

Erdoğan’ın “MHP ve AKP dışında yeni bir anayasa metni hazırlayan teşekkül çıkmadı” demesi, TBB’den DİSK’e, TÜSİAD’den kimi derneklere ve düzen içi siyasal partilere dek yapılan çalışmaları görmezlikten gelmesinden öte “ne yapılacaksa biz yaparız”ı işaret ediyor. Erdoğan hep yaptığı gibi meydan okuyor. “Yurtsever Hukukçular”dan Avukat Mert Doğan’ın anımsattığı gibi Erdoğan’ın yeni anayasa açıklaması 2010 Anayasa değişiklikleri öncesi açıklamalarıyla koşut. Aynı nakarat.

Kargadan başka kuş tanımam örneği düzen içinde yapılan anayasa çalışmaları tanınmazken “Toplumcu Anayasa” çalışmalarının yanına bile yaklaşılmıyor. Cumhuriyet ve Sosyalizm için örgütlenme ve savaşım güçlendikçe Toplumcu Anayasanın yaşama geçeceği düzen yakınlaşacak, düzenin yanılsama balonları sönecek.

KÜRESELLEŞME VE NEO-LİBERALİZM NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

KÜRESELLEŞME VE NEO-LİBERALİZM NEDİR?

  • Tüm dünyada ve her ülkede, bir avuç kadar kapitalist zenginin tokluktan; yine çoğu ülkelerde ve özellikle de yeterince gelişmemiş devletlerde milyonlarca insanın  yokluktan can verdiği “Yeni Dünya Düzeni” ve “post modern siyaset” in adıdır.

Dünyayı tek bir pazar haline getirip olabildiğince sömürme projesidir.

Altta kalanın canı çıksın düzeni demektir.

Dünyanın her ülkesinde ve her köşesinde sermaye sınıfının borusunun öttüğü düzendir.

Bu yeni dünya düzeninin bir türevi de siyasal dincilik ya da siyasal İslamcılıktır.

Halkın, geniş kitlelerin yararına değil; hukuka, ekonomiye, siyasete, adalete ve dinsel ahlaka iktidarda olanların çıkarlarına uygun yapay, çarpıtılmış yorumlar getirmek, gerçekleri ters-yüz etmek, geniş toplumsal yığınları sadaka kültürüne razı edip sefalet içinde yaşatma düzeni demektir.

Siyasal dincilikte din etkeni; genel ahlakın, toplumsal adaletin ve toplumsal barışın aracı olmaktan uzaklaşır.

Sadece din baronlarının, kimi dinci ulemanın ve iktidarı elinde tutanların kendi bireysel maddi çıkarları ya da iktidarda kalabilmek için toplumu dinsel, duygusal disiplin ve baskı altında tutabilmenin aracına dönüşür.

Siyasal dincilikte ilahi kaynaklı dinsel değerler erozyona uğrar, aşınır, dünyevileşip siyasal bir ideolojiye dönüşür.

Bizzat dinin ve dinsel ahlakın içi boşaltılır.

Sonuç olarak                                              :

  • En büyük zarar bizzat dine, dinin ilahi özüne verilmiş olur.

(A. Saltık : Zaten “siyasal islam”, emperyalizmin islamı boyunduruğuna almak, gütmek, kullanmak için uydurduğu yapay bir sözde dindir!)

Anayasa, insan, toplum

Bilsay Kuruç
Bilsay Kuruç
Cumhuriyet, 07 Şubat 2022

Anayasa, insan, toplum

Geçen aylarda 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu, Cumartesi Konferansları’nın arka arkaya dört haftasını 1961 Anayasası’nın değerlendirmesine ayırdı. “1961”, toplumun gelişme, kendini aşma iradesini 20. yüzyıldan 21. yüzyıla açılan bir sistematik üzerine yerleştiriyordu. “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyordu.” (Prof. Fazıl Sağlam). İnsanın haklarını geliştirme ufku ile toplumun ekonomik gelişmesi arasında bağdaşmazlık değil, bütünlük olacağını saptayan bir görüşün eseriydi. Planlama bunun içindi. Merkezinde insan vardı: Yurttaş. Geleceğin insanı da diyebiliriz… Onu öncelikle sahip olduğu temel haklarla tanıyacaktık. Toplum bu olgunluğu hak ediyordu. Konferanslar, anayasa alanının büyük ustaları Rona Aybay ve Fazıl Sağlam’ın konuşmaları ile başladı ve tanınmış bilim insanlarının, hukukçuların katkıları ile zenginleşti. Sonra merak ettik: Hukuk fakülteleri, barolar, hukuk dernekleri içinde hangileri 60. yılında 1961 Anayasası’nı değerlendirmişlerdi? Sonuç hüzün vericiydi: Hiçbiri! (Hukukçu olarak sadece Cumhuriyet’teki yazısı ile Alev Coşkun bunu yapmıştı.) Bugün bu noktadayız. Buradan ilerleyeceğiz…

Biliyoruz, dram 1980’de başladı. Rejim, temel hakları askıya aldı. Sonra anayasayı değiştirdi (1982). Böylece kapitalizmin önünü açtığını görenler şimdi artıyor. Kapitalizmi öğrenmek sadece kitaptan okuyarak olmuyor, yaşayarak öğreniliyor. Son kırk yıl, bununla ağırlaşan dönemdir. Dünya kapitalizmi “son aşaması”na vardıktan sonra büyük kavgalar (dünya savaşları) yaratıp 1945’e eriştiğinde kıyıma uğrattığı milyonlarca insana bakarak, kalanlardan bir “meşruiyet” arama noktasına gelmişti. 1950-80 dönemi, bunun getirdiği bir “güler yüzlü kapitalizm” zamanı oldu. Kapitalizmin şeceresinde müstesna bir dönem! İşçi sınıfına ve reformcu orta sınıfa bizim de 1961 Anayasası ile tanıştığımız temel hakları kazandırdı. Sermaye sınıfı “lahavle çekerek” vergi ödedi, sendikalaşmaya fazla direnmedi, toplumsal refah için çekilen “kırmızı çizgiler”e katlandı.

Ancak, 1960’ların sonu, 1970’lerin başlarında krize girdi ve “Artık tamam!” dedi. “Güler yüzlü” dönemi açmamak üzere kapattı. “Artık devlete vergi değil borç veririm!” diyerek yeni dönemini topluma tebliğ etti. Eskisi gibi vergi yok, toplumsal refah da yok. Temel hakları sendikalaşmadan başlayarak “icabına bakılacaklar” listesine aldı.

Türkiye’de 1980 rejimi adeta “büyük kapitalizm”in bu “büyük çağrısı”nı dört gözle bekliyordu. Türkiye’yi geleceğin “has kapitalizmi” ile tanıştırma misyonunu üstlendi. Takdim yirmi yıl kadar sürdü. 1980’den sonra sahneye çıkanlar kadrolaştılar. Yeni kadroların zengin çeşitlilik içindeki koalisyonlarını seyrettik ve bunlarla 2000’den başlayarak kapitalizmin “reel rejimi”ne girdik. Her şeyi açıklamaya girişmeyelim.

HAK NEDİR?

Dünya kapitalizminin 1990’larını ve 2008’e varan büyük dalgalarını akılda tutalım. Şunu görmek kolaylaşacaktır: Kapitalizm, artık elini kolunu bağlayan “toplumsal refah”tan kurtuluyor. Böylece her yere, her şeye adım atıyor. Ülkelerde demokrasi aramak gibi bir tasası da yoktur. Siyasal etik kitaplardadır. Orada kalsın. Her rejim ile bağdaşılır. Meşrep genişlemiştir.

1990’larda şunu görmeye başlarız: Sağlığı, eğitimi kapsayarak verdiği toplumsal refah haklarını geri alma zamanı gelmiştir. Bunları alıp metalaştıracaktır. Piyasa ürünü yapacaktır. “Gelin, satın alın” diyecektir. Krediyle çalışmakta olan şirketler kesimine şimdi insanı (“hane halkı”nı) ekleyip piyasalara sürebilmesi lazımdır. Yeni senaryo yeni insan ister. Bunu şekillendirebildiğimiz ölçüde kâr potansiyelinin nasıl arttığını göreceğiz.

2000’den sonra, hiçbir kalın, kara kaplı, ciltli kitapta “hak” olarak yazılmasa da artık bir temel hak yaratılmaktadır: Borçlanma hakkı! Bunu keşfeden, ateşi keşfetmiş atasından şimdi kapitalizm için daha önemlidir (Şaka değil!). Çünkü borcu keşfeden insan, ekonomide kapitalizmin muhtaç olduğu motoru, öncelikle tüketimi (talebi), sonra da spekülasyonu çalıştıracaktır. O insan, borçlanmanın getireceği büyük satın alma gücüne inanmalıdır. Kendi emeğinin yaratacağı sınırlı gelire ve haklara değil. Kapitalizmin yarattığı dönüşüm burada, insanı adeta finansallaştırarak dönüştürebilmekte yatıyor.

BOMBARDIMAN VE ALIŞTIRMA

2000’lerde en dikkat çekici olan, sanki bir hücum borusu çalmış gibi dünya finans sermayesinin kuvvetli itişiyle Amerika’dan volkanik patlamalarla doğan büyük likidite (dolar) bombardımanı oldu. Dünya kısa sürede dolara boğuldu. Kapitalistleşen ülkelere bu “rahmet” yağdı. Dünyanın “büyük borçlanma çağı” açılıyordu. Fakat herkes için iyi oldu denilemez. İzlanda Devleti az kalsın iflas ediyordu.

  • Zaten 2008’de her şeyin sonu geldi, kapitalizmin büyük çöküşü yaşandı. 

Türkiye’de insanlar Dolarla ilk kez 1990’larda temas etmişlerdi. Birbirilerine (altınla yaptıkları gibi) Dolarla borç alıp vermeye başladılar. Döviz büfeleri çıktı ve küçük spekülasyonlara kolaylık sağladı. Kaybedenler (maaşını TL ile alanlar!) Karaköy’de “Yaktın beni dolar!” diye bağırdılar. Sonra kredi kartları icat edildi. İlk, küçük alıştırma adımları atıldı.

Büyük adım 2000’lerin işte o ilk on yılında geldi. Dolar bombardımanı ile beslenen dış borçlanmanın tarihi desteği ve bundan feyz alan banka-müteahhit-ticaret kesimlerinin yepyeni işbirliği ile yeni piyasalar doğdu. Doğumdan kısa süre sonra patlama yaparak büyüdü. Piyasalar insanları ilk kez kapitalizmin ana damarları ile tanıştırdı. Piyasalar onlara daha önce sahip olmayı düşünemedikleri şeyleri sunuyordu: Konut, otomobil, ev eşyaları, televizyon, bilgisayar, cep telefonu, vs. sahibi olmak. Bambaşka bir yaşam… Ve tümü krediyle… Yani, borçlanarak. Olsun! Bunu “borçlanma hakkı” olarak kabul ettiler.

Böylece kitleselleşerek kapitalizmin tüketiciliğine terfi ettiler. Kapitalizm insanlara borcu sevdirmeyi başarmıştı. Tüketici kimliği vererek onları daha önce dünyalarının ötesinde bulunan nesnelerle temas ettirmişti. Bir sınıf atlama illüzyonu yaratmıştı. Bu özellikle vaktiyle büyük kentlere taşradan gelerek, gecekondusunu yapmış, yerleşmiş olanların çocukları, yeni kuşaklar arasında kartopu gibi büyüdü. Bir “yapay servet etkisi”ne dönüştü.

Kapitalizm her çevreden ve yayınlardan şunu işliyordu: “Tüketim kademelerinde tırmanabilirsin. Daha çok borçlanırsan üst kademelere çıkarsın!” Ama hep aynı tek sesle. (Sosyal medyada, sokaktaki röportajda, münasip şekilde giyinmiş bir kadın elindeki son model telefonu göstererek “Bunların hiçbiri daha önce yoktu. Şimdi hepsi var” dediği zaman, vurguladığı budur. “Yaktın beni dolar”dan “Şimdi hepsi var”a gelinmiş oluyor.) Ve görüldü ki kapitalizmin borçlandırarak verdiklerini siyaset kendi armağanı gibi sunabiliyorsa, başarı elde etmektedir. O halde, ana çizgi budur.

Borçlanarak her şeye erişilebilir (“en yüce değer” artık budur) alışkanlığı yaygınlaştıkça, 2000’lerde eğitim ve sağlık banka-ticaret-müteahhit işbirliği alanına alındı. Üçü de bundan kazandılar. Çocuğunuzu “eğitim kredisi” çekerek ve bir yılı için ortalama 50 bin TL ödeyerek bir özel okulda okutabilirsiniz. Sağlık alanında da farklı hizmet veren, donanımlı özel hastaneler artık çoğalıyor.

Kısa sürede alışılan tablo kendi insan profillerini yarattı. İlk profil, tüketici kimliğine (geri dönüşsüz şekilde) yerleşen yeni insanınkidir. Onun dünyası, 1961 Anayasası’ndaki (sağlık, eğitim, konut, çalışma haklarının temel toplumsallığına göre tanımlanan) “yurttaş”ınkine artık tümüyle yabancıdır. Kapitalizm “Refah kişiseldir, toplumsal değildir”i son 15-20 yılda yeni insana belletmiştir. Borçlanmaya gücü yeten, toplumsal-sınıfsal düşüncenin temel haklar zemininden dışarı çıkmıştır. Artık ilgisi yoktur. Kapitalizmin kodlarına uyumla siyasallaşır. Kapitalizmden borçla sağladığı kişisel refahını bir siyasal kişiliğe borçluluk olarak algılar, öyle simgeleştirir. “O’na borçluyum!” der.

MAKASLAR

İkinci profil, borca gücü yetmeyen ve pes eden insanınkidir. Karşımıza kişinin gelir sorunu çıkıyor; yani zor sorun. İki gerçek var: Bir, resmi verilerle Türkiye’de “hane borçluluğu” “‘kullanılabilir gelir”in  (“milli gelir”in değil) %40’ına çıkmıştır. İki, asgari ücret toplam ücretlerin yine %40’ını oluşturuyor ve tüm ücret yapısını aşağı çekiyor. (Bu sermaye sınıfının şikâyetçi değil, hoşnut olduğu, belki de yetersiz bulduğu “ucuz emek” tablosudur.) Özeti, “haneler”in gelirleri ya belli belirsiz şekilde artıyor ya da sabittir. Borçlulukları ise sürekli artıyor. Gelirle borçluluk arasındaki makas gitgide açılıyor. Büyük kitle bu makasın içindedir.

Yukarıda eğitim dedik. Merak edersek, orada da özel bir makas görürüz: Yükselen okul ücretleri, masrafları ve bunun yarattığı aile borçluluğu ile aile geliri arasında açılan makas. Ama eğitimde büyük, yapısallaşan başka bir makas var: Geliri yetersiz ailelerin çocuklarını okuttuğu devlet okulları (imam hatip dahil) ile özel okullarda yüksek ücretlerle okuyabilen çocukların düzeyleri, topluma ve dünyaya bakışları arasında oluşan makas. Ülkenin sürüklendiği ağır kalite sorununu yansıtan, gitgide açılan, 21. yüzyılda topluma ciddi sorunlar yaratacak görünen makas. Ayrıca konuşulmalı…

  • Sağlık dünyasına bakarsak, orada da makaslar var.
  • Ancak günde ortalama iki yüz kişilik can kaybının olağanlaştığı salgın ortamında oradaki dramlara hiç girmeyelim.

YARDIM ORGANİZASYONLARI

Bir önceki yazıda (24 Ocak) son 40 yıllık ekonomi modelinin “pili bitmiş”liğini vurgulamıştım. Gelir yaratma kapasitesi düşük, bu düşüklüğü artan borçlulukla takviyeye çalışan model. Takviye zorlaştıkça ekonomide krizler sıklaşıyor. Bunları da şimdilik bırakalım. İnsan ve temel haklardan ayrılmayalım.

İkinci profile bakalım: Borçlanamayan ve pes edenler yardıma muhtaç olanlar. Yaşayarak görülüyor, borçlanabilenler piyasa insanları olmuşlardır. Piyasalardaki fiyatların, faizlerin, döviz kurlarının hareketlerine öncelikle duyarlıdırlar. Bunların nedenleri hakkında fazla şey bilmeseler de yaşamlarının piyasalara bağlı olduğunu öğrenmişlerdir. Duyarlılıkları piyasalarla kontrol edilir, sınırlanabilir. Borçlanamayanların piyasalara duyarlılığı yoktur ya da anlamsızdır. Onların kontrolü için “yardım organizasyonları” icat edilmiştir. Muhtaç insan çoğaldıkça bu organizasyonlar çoğalır, çeşitlenir. Siyaset dünyası bununla yakından ilgilenir. Orada karmaşık ilişkiler ve sorunlar vardır. Bir önemli bilgi şurada: “Yardım”cıların çoğalması toplumsal hak anlayışını beslemez, zedeler hatta oluşmadan yok eder.

İki insan profilinin, borçlanabilenler ile borçlanamayanların siyasete bakışları kesişse de toplum katında bunlar “razı olan insan”ın farklılaşan iki kategorisidir. Aralarında bir makas açılıyor. Gözle görülüyor. Farklı karakterde iki topluluk oluşuyor. Ancak, dikkat edelim, borca muhtaç insanla yardıma muhtaç insan, ikisi de refahın toplumsal hak olduğunu algılamaktan gitgide uzaklaşıyor. Biri piyasalar dünyasına, öteki “yardımlar” dünyasına kilitlenerek uzaklaşıyorlar.

21. YÜZYILDA ORTAÇAĞ DİLİYLE KONUŞMAK

Kapitalizm Türkiye’de son 20 yılda eski ve yeni katmanlarıyla büyüdü, irileşti. Has kimliğini elde etti. Temel hakları kontrol altına aldı. Ve son yıllarda siyaset topluluğunun özellikle muhalefet kanadında yeni bir söylem moda oldu: “Kul hakkı”. Siyaset kapitalizmin yaşattığı rejime iyice ayak uyduruyorsa, bu söylem bir parola demek olur.

  • Toplumsal bilinçlenme olasılığını kesecek, “tevekkül”ü özendirecek, sermayenin ucuz emek tutkusu ile uyumlu bir işaret.

Bilemeyiz, “yurttaş”tan uzaklaşarak “kul”a yaklaşmak siyasette bir getiri mi sağlıyor? Ama son 20 yılda şunu görebiliriz: “Yurttaş” kavramı, temel haklarını bilen, vazgeçmeye “razı olmayan” insan tipi kapitalizme fazla geldi. Peki, “Kul hakkı” diye bir şey nereden geliyor? Eğer dinler tarihine ve ortaçağa çekilmeyip iktisat âleminden ipucu ararsak, dünya kapitalizminin dedesi İngiltere’ye başvurmak lazım. Yani, gerçekçi olmak lazım. Orada “Kul hakkı yasaları” diyebileceğimiz “Poor Laws”da aradığımız bilgi vardır: Piyasadaki en düşük ücretten daha düşük bir yardım düzeyidir. Geçmiş yüzyıllara gider. Ama siyaset dünyamıza yardımcı olacak kodlar, 1. Elizabeth’in “Poor Act”indedir (1601). Bu “kul hakkı yedirmemek” isteyenler için değerli bir kılavuzdur. Önerilir. Önce çoğalan yoksulları, sonra işçi sınıfını kontrol altında tutmak üzere hep yenilendi. “Poor” (bunu kapitalizm içinde “kul” diye düşünmek lazım) sözcüğü 1867’den sonra bir daha kullanılmadı. Uzatmayalım.

Onuncu Yıl Nutku (1933) “Yurttaşlarım!” diye başlar. Hamaset olsun diye vurgulamıyorum. Bu yüzyıllık bir bakış ufkuna sahip hitaptır. Sanki daha kısa bir bakış ufkunun Cumhuriyet için yetersiz kalacağını hissettirir. 21. yüzyıla pencere açabilmek için hangi tarihten hareket etmek gerekiyor? Siyaset bunu söyleyebilmelidir. Toplum konuşmuyor, ama bunu bekliyor. 1961 Anayasası’nı bu ufka yerleştirmeye çalışan sevgili Mümtaz Soysal, müstesna gerçekçiliğiyle, 1980’deki çöküşü görerek ileri bakmaya çalışanları o zaman uyarmıştı:

Elimizdeki malzeme ne ise yeni yapılar ancak bununla yapılabilir. Unutmayalım…
==========================================

Dostlar,

Sayın hocam, Bilge insan,
Yurtsever bilim emekçisi
……..
…………..

7 Ocak’ta Cumhuriyet‘te yayınlanan eşsiz 2. makalesini kesip önümüze koymuştuk. Bu gün web sitemize yükleme olanağı da bulduk.. İrdelemeleri, her türlü -haddim olmayan- takdirin üstünde.
*
Tam anlamıyla bir “Bilge” olan, 90’a yaklaşan biyolojik yaşına karşın pırıl pırıl bir zihinle bizimle 65 yıllık “İktisat” birikimini-hazinesini paylaşan Profesör Bilsay Kuruç.. DPT’nin efsane müsteşarı!

Cumhuriyet‘te 15 gün arayla yazmaya başladığı ilk yazısı 24 Ocak 2022’de yayınlanmıştı :

Mutlaka okunmasını öneririz (üstteki erişkelere – linklere tıklayınız).

Hem Cumhuriyet Gazetemize hem de Saygın Yurtsever Bilimci Prof. Bilsay Kuruç‘a, aydın sorumluluğuyla ülkemize – insanımıza verdikleri değer biçilmez katkılar için engin şükran ile..

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiye – 2016
13 Şubat 2022

ENFLASYONUN TOPLUMSAL YAŞAMA -HALKIN GEÇİM DÜZEYİNE- OLAN BAŞLICA ETKİLERİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

ENFLASYONUN TOPLUMSAL YAŞAMA –HALKIN GEÇİM DÜZEYİNE
OLAN BAŞLICA ETKİLERİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Türkiye ekonomisin 2022 yılı Ocak ayı enflasyon göstergeleri, resmi istatistiklere göre % 50 dolayındadır; ekonomistlerin farklı ağırlıklarla hesapladıkları enflasyon ölçümüne göre ise %100 oranını aşmıştır. Bu oranlardan hangisi daha gerçekçi kabul edilirse edilsin; gelişmiş ülkelerin ortalama enflasyon oranları %4-6 dolayında olduğuna göre, hem Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından hesaplanan hem de bağımsız ekonomistlerce (ENAG) hesaplanan %100 ya da %50 enflasyon oranları ekonominin ve halkın katlanma sınırlarının çok üstündedir.

Memur, işçi ve emekli gibi sabit ücretle geçinen kesimlerin ücret ve maaşlarına yapılan zamlar %25 ile %35 aralığında kalmıştır. Ancak fiyat artışları bu oranların çok ütünde olduğu için toplumun tüm sabit gelirlilerinin gerçek (reel) gelir ve refah kaybına (AS: gönenç yitimine) uğradıklarını kabullenmek gerekir.

Ekonomistlerin şöyle bir klasik benzetmeleri vardır:

  • Fiyatlar asansörle, ücretler ise merdivenle yükselir.

Eğer ülkelerin siyasal iktidarları sermaye sınıfı yanlısı olurlarsa ücretlerle fiyatlar arasındaki makas işçi, memur, emekli… gibi sabit gelirliler zararına daha da açılır. Yoksullaşma (AS: YoksullaşTIRma!) hızlanır. Başka bir söylemle, enflasyon sermaye sınıfını daha zengin, sabit gelirlileri ise daha da yoksullaştırarak gelir dağılımını bozar ve yaşam koşullarını zorlaştırır.

Enflasyon, yani fiyatların yükselmesi, kamu ve özel mal ve hizmetleri fiyatlarına eklenmiş dolaylı vergiler gibidir. Halkın gelirinde azalma etkisi yaratır ve satınalma gücünü düşürür. Bilindiği gibi dolaylı vergiler en adaletsiz vergilerdir. Çünkü dolaylı vergiler gelirden ya da kazançtan değil mal ve hizmet fiyatlarına bindirilerek tahsil edilir. Aynı malı alan ya da aynı hizmetten yararlanan kişi, milyarder ya da emekli ve asgari ücretli de olsa yine aynı miktar vergi ödemek zorunda bırakılır.

Türkiye’deki vergi sistemi zaten adaletten uzaktır. Yaklaşık olarak kamu gelirlerinin %73 kadarı dolaylı vergilerden, % 27 kadarı ise sermaye sınıfından alınan gelir ve kurumlar vergisinden oluşur. Özellikle aşırı enflasyon yükü ile birlikte temel gıda, elektrik, doğal gaz, su vb. zorunlu mal ve hizmetler üzerine eklenmiş olan dolaylı vergiler ve yapılan aşırı zamlar, dar gelirli halkın daha da yoksullaşması ve geçim sıkıntısı çekmesine neden olur.

Enflasyonun reel ve parasal olmak üzere 2 ana nedeni vardır.

  • Reel nedenler üretim artışını, mal ve hizmet üretimini kısıtlayan etkenleri yeterince dikkate almayan plansız, programsız ve çoğu tutarsız ekonomi politikaları;
  • parasal nedenler ise emisyon, borçlanma ve kredi genişlemesi gibi finansal yanlış politikalardan oluşur.

Eğer bir ülkede sürekli olarak yüksek enflasyon varsa, o ülkedeki toplam arz ya da piyasaya sürülen mal ve hizmet miktarı, ekonomideki toplam talebi (istemi) karşılayamıyor demektir.

Eğer toplam mal ve hizmet arzındaki eksiklik gıda, enerji, sağlık gibi sektörlerde daha çok ise halkın enflasyondan olumsuz etkilenmesi daha ağır olur. Yoksulluk dar gelirlilerce daha derinden duyumsanır ve yaşanır.

Peki eğer özetlemek gerekirse, enflasyonun şimdiye dek gözlenmiş ölçülmüş ya da toplumca duyumsanan başlıca sonuçları neler olabilir?

– Enflasyonda ulusal paranın değeri düşer; yabancı dövizlerin ulusal para cinsinden fiyatları yükselir. Kamu ve özel sektörün yabancı para cinsindeki borç yükü ise artar.

Enflasyon gelir dağılımını bozar. Enflasyon sürecinde dar gelirliler yoksullaşmış, sermaye sınıfı daha da zenginleşmiş (varsıllaşmış) olur.

– Enflasyon iç fiyatları artırdığı için ihracatı (dışsatım) azaltır, ithalatı (dışalımı) artırır. Turizmi pahalılaştırır. Döviz kıtlığını çoğaltır.

– Enflasyon tasarrufları (birikimleri) ve dolayısıyla yatırım kaynaklarını azaltır. Üretim ve mal arzı  (sunumu) azalır.. İşsizlik artar. Geçim zorlaşır. Gelecek kuşkusu yaygınlaşır. Umutsuzluk genelleşebilir.

-Enflasyon ulusal gelirin yapısını bozar. Varolan yatırımlar ülkenin temel gereksinimi olan alanlardan kısa vadeli (erimli) spekülatif alanlara kayar. Temel ekonomik girdilere, mesleksel ve teknik eğitime, bilime, teknolojiye aktarılacak kaynak kalmaz.

– Enflasyonda ticaret ahlakı dejenere olur (yozlaşır). Zora düşen esnaf borcunu ödeyemez duruma düşerken, kimi kuruluşlar da finansal olanakları olmasına karşın borçlarını ödemekten kaçınırlar. Protesto edilen senetler hızla çoğalır. İşletmelerin borç ödemekten kaçınmalarının ana nedeni, gelecekte borcunu değeri daha düşük para ile ödeyerek firmasının borç yükünü hafifletmektir.

Enflasyon toplumu görece yoksullaştırdığı için halkın sağlığa, eğitime, kültüre ve sanata yapacağı harcamalar azalır. Toplumsal refah (gönenç) ve gelişme düzeyi bundan zarar görür.

– Sürekli ve kronikleşmiş (yerleşmiş) enflasyon, yarattığı işsizlik ve yoksullaşmaya bağlı olarak toplumsal ahlakı ve aile içi barışı bozar. Aile içi geçimsizlikler ve boşanmalar artar.

– Enflasyon, sonuçta, ekonominin ve ülkenin gidişinden rahatsızlık duyan ve umutsuzluğa kapılan nüfus oranını yükseltir. Bu durum toplumsal huzursuzlukları, siyasal gerilimleri, grevleri, uyuşmazlıkları ve sokak gösterilerini artırır.

Peki Çözüm nedir?

Halkın yaşadığı bu olumsuz sosyo-ekonomik sorunların çözümü ivedilik kazanmıştır.
Üretime, yatırıma, istihdama, döviz kazanmaya, verim ve üretim artışı sağlayacak teknolojilere yatırım yapan, topluma ve ekonomik üretim ve tüketim birimlerine yani halkın tümüne yeniden güven ve özgüven sağlayan, sosyal adalete, hukukun üstünlüğüne ve demokrasinin erdemine yürekten inanan bir paradigma ve politika değişimine şiddetle gereksinme vardır.

Ya görevdeki siyasal iktidar bu vb. paradigma ve politika değişikliğine gidecek ya da halk demokrasi yoluyla bunları başaramayanları iktidardan indirecek ve başarabileceğine halkı inandıracak yeni bir iktidar arayışına gidecektir.

SAĞCILIK – SOLCULUK – DİNDARLIK ve DİNCİLİK ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş ” Hocam solculuk artık öldü diyorlar, siz ne diyorsunuz?” diye soruyor. Kısaca yanıtlamaya çalışayım:

1- Öncelikle sağ ve sol, tıpkı doğu-batı, kuzey-güney gibi yön belirlemeye yarar. Sağ ve sol sözcükleri de birer yön göstergesidir. İnsanlar sağını soluna göre, solunu da sağına göre tanımlar. Bu nedenle de, sol bilinmeden sağ, sağ bilinmeden de sol tanımlanamaz.

2- Sağ ve sol kavramları, tarihsel olarak; 1789 Fransız Devriminden sonra, ekonomik, sosyolojik, ideolojik ve siyasal içeriklerle yeniden örüntülenmiştir. Bu yeni içerik ve örüntülenmelerden de sağcılık ve solculuk terimleri doğmuştur.

a- Sağcılık, kurulu düzenden, sermaye sınıfından, serbest piyasa ekonomisinden, zenginlerden, geleneklerden, tutuculuktan (muhafazakârlıktan) yana bir davranış ve tutum içinde olmayı gerektirir. Durağanlığı, değişmezliği ve mevcut (AS: varolan) düzeni korumayı hedefler.

b- Solucukta ise emekten, beden ve fikir emekçilerinden, fakirden (AS: yoksuldan), mazlumdan, düşük gelirli emekliler ve yoksul köylülerden, yaşlı ve kimsesizlerden, alın teri ile para kazananlardan, işsizlerden, adil gelir ve refah (AS: gönenç) dağılımından… yana olmak demektir. Mazlumun, ezilenin ve güçsüzün yanında olmaktır.

Peki solculuk bitti mi? Hayır!

Sağcılık bitmeden, yani sermeye – emek eşitsizliği, zengin (AS: varsıl) – yoksul farkı, gelir ve servet dağılımı adaletsizliği, ezenin ve ezilenin olmadığı… gerçek ve sürdürülebilir bir siyasal rejim kurulmadan solculuk bitmez. Başka bir söyleyişle,

  • Sağcılık yok olmadan, dünya bir cennete dönüşmeden solculuk da varlığını sürdürecektir.

Dindarlık ve dinciliğe gelince               :

1- DİNDARLIK (gerçek, içtenlikli ve doğru inanç sahipliği) dini güzel ahlak, tapınmayı (ibadeti) da güzel ahlaka ve adalete götüren dosdoğru yol olarak anlamak, adaletten, liyakatten (AS: yaraşırlıktan), vicdandan, merhametten, ayrılmamak; zalimin, karşında olmak, zulme direnmek, her türlü kötülükten kaçınmak, iyilikte yarış dışında, hiçbir konuda ayrımcılık yapmamak, iyiliksever olmak, barıştan, sevgiden, dostluktan ve kardeşlikten yana tutum almaktır.

2- DİNCİLİK ise çıkar, servet, para, makam, şöhret… için dinin kötüye kullanılması, amacından saptırılması, inanç ve ibadetin (AS: tapıncın) özel çıkarlar için yozlaştırılması anlamına gelir.

Tarihsel olarak bakıldığında :

Halkın yöneticilere sorgusuz biat (AS: boyun eğme), koşulsuz itaat (AS: uyma), zulme ve haksızlıklara karşın sonsuz sadakat (AS. bağlılık), yoksulluğa ve açlığa karşın tükenmez kanaat, her türlü yanlış, haksız, adaletsiz ve kötü yönetimlere karşı ebedi (AS: sonsuz) sabır… içinde olmak, başka din ve inanç kümelerine, farklı soylara karşı sürekli ayrımcılık ve düşmanlık yapmak.

  • Böyle çarpık bir din anlayışı olsa olsa SALTANAT, KRALİYET ya da İKTİDAR DİNCİLİĞİ OLUR; İlahi (AS: Tanrısal) din olamaz.

Kıssadan hisse              :

Gerçek dindarlar; inançları, ahlakları ve vicdanları gereği soldan yanadır, solcu olurlar. Ahlakları ve adalet anlayışları soldan yana olmayı gerektirir. Dinciler ya da din bezirgânları ise oportünist (çıkarcı ve fırsatçı) karakterleri gereği sağcı olurlar. Kurulu düzenle ve sermaye sınıfıyla işbirliği yaparlar.

Dindarlar, güzel ahlak ve adil yaşamları gereği, dünyayı cennet yapmaya çalışırlar.

  • Halbuki (AS: oysa) dinciler dini afyon olarak kullanan, halk avcılığı ve inanç sömürüsü yapıp dünyayı hep cehenneme çevirirler.

Son söz         :

  • Dünyada hiçbir din çıkara alet edilsin diye gelmemiştir
  • Ve hiçbir peygamber de saltanat dinciliği önermemiştir.
  • Dindarlık saltanat ve hilafetin korunması görevine hapsedilemez.