Etiket arşivi: Rus Devrimi

ŞUURSUZ TOPLUM

Yavuz Alogan

Şuursuz toplumDevrimler ve karşı devrimler eski rejimden devraldıkları Devlet mekanizmasını yok etmezler, dönüştürürler. Devlet aygıtlarına hükmeden kast bir başkasıyla yer değiştirir, yeni kurumlar eski kurumların yerini alır, bazı durumlarda üretim ilişkileri, sınıfsal yapılar değişim geçirir.

Fakat ülkenin tarihî özelliklerinden, halkın tecrübe birikiminden gelen yönetim felsefesi ana hatlarıyla değişmeden kalır. Böylece, söz gelimi Rus Devrimi’ne baktığımızda, 1921’den sonra, fakat özellikle 1930’lu yıllarda Çarlık İmparatorluğu’nun yönetim felsefesini en kaba hatlarıyla Stalin rejiminde, 1980’lerin sonunda ve 1990’larda yaşanan bir bocalama döneminin ardından Putin oligarşisinde görebiliriz. Putin’i kazıdığınızda Stalin’in yüz hatları belirir.

Çin’de de aynı şey yaşanmıştır. Günümüzde Komünist Partisi Konfüçyüs Felsefesi’ni, Mao Zedung Düşüncesi’ni ve Deng Şiaoping’in “Dört Modernleşme”sini, Hanlar Çini’nden başlayan binlerce yıllık yönetim felsefesiyle birleştirmiştir. 1949 Devrimi’ni kazırsanız altından 1911 Cumhuriyet Devrimi’ni gerçekleştiren Sun Yatsen’in “üç halk ilkesi” çıkar.

1789 Fransız Devrimi’nin ilkeleri Konsüllük Yönetimi’nden, Napoleon savaşlarından, iki Restorasyon döneminden, Louis Bonaparte’ın darbesinden, 1871 Paris Komünü’nden, iki Dünya Savaşı’ndan geçerek, André Malraux’nun sözleriyle, “cesedi ayağa kaldıran ve bütün dünyaya onun canlı olduğunu kanıtlayan” Charles de Gaulle’ün Jakobenlerin son karargâhı Hotel de Ville’de direnişçilerle birlikte La Marseillaise marşını söylediği 26 Ağustos 1944’e kadar inişli çıkışlı bir yol izlemiştir. Günümüze kadar gelen Fransa tarihini kazırsanız, altında 1791’de Fransız anayasasına giren 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi belirir.

Devletlerin ve milletlerin karakteri vardır.

Bizde de öyle olmuştur. Mustafa Kemal’in arkasında Jön Türkler, Cumhuriyet Devrimi’nin arkasında 1908 Hürriyet Devrimi belirir. 1960 Devrimi (AS: 27 Mayıs) dahil bizdeki bütün atılımlar Aydınlanma, ilerleme, bilimsel eğitim, planlı kalkınma yönünde olmuştur. Bu atılımların birbirine devrettiği yönetim felsefesi 12 Eylül darbesinin getirdiği yıkıma rağmen etkilerini 2000’li yıllara kadar sürdürmüştür.

  • Sayın Saray’ı kazıdığımızda altından Prens Sabahattin, Derviş Vahdeti, Sultan Vahidettin, Dürrizade Abdullah ve İskilipli Atıf’tan başkası çıkmıyor.

Anayasalar da değişir. Fransız Anayasası 1789’dan sonra 15 kez, Amerikan Anayasası 1788’den sonra 27 kez, Alman Anayasası 1871’den sonra 3 kez değişmiştir. Fakat

  • hiçbir iktidar partisi kendi anayasasını yaparak ülkesinin geçmişine parantez koymaya,
  • kendi ulus-devlet’inin kurucusuyla hesaplaşmaya,
  • ele geçirdiği Devlet’i kurumlarıyla birlikte yok etmeye,
  • varlıklarını hunharca pazarlamaya kalkışmamıştır.

2000’lerin başında Türkiye’ye yerleştirilen siyasî yapı;
– geleneksel Devlet’i bütün kurumlarıyla, ideolojik ve kültürel temelleriyle yıktı,
– yönetim felsefesini yozlaştırdı,
– yandaşlarını zengin etti.
– Karşıdevrimini tamamlayacak bilgi birikiminden, örgütleme yeteneğinden yoksun ve vicdansız olduğu için açtığı boşluğu dolduramadı.
– Ülkeyi yağmalattı, Devlet’i de ülkeyi de battal etti!
– Şimdi bir de yeni ve “sivil” anayasa hazırlayıp üzerine tüy dikecek! Öyle mi?

  • Biz nasıl şuursuz bir toplumuz ki böyle bir iktidarın ülkeyi 20 yıl yönetmesine, siyasî partilerimizin emperyalist güç odakları tarafından düzenlenip yönlendirilmesine izin verdik?

Devleti anonim şirket gibi yöneteceğim,” “demokrasi bir tramvaydır” denildiğinde, siyasî partilere ve Türk Ordusu’na neredeyse eşzamanlı komplo kurulduğunda uyanmamız gerekirdi.

Rejimin tehlikeli bir dönüşüm geçirdiğini referandumlardan sonra ortaya çıkan manzaraya bakarak, kararnamelerle yönetilmeye başlayınca anladık.

Yağma ve talan ekonomisi yerleşene kadar Devlet Planlama Teşkilatı’nın tarihe karıştığını fark edemedik.

Havuz medyası kurulduktan sonra basın özgürlüğünün olmadığını, AA ve TRT’nin iktidarın borazanına dönüştüğünü gördük.

Üniversite özerkliğini Boğaziçi Üniversitesi direnince hatırladık.

Hıfzıssıhha kurumunun kapatıldığını pandemi sırasında fark ettik.

Yangınlar turizm bölgelerini ve seraları yakınca THK’nın ne kadar değerli ve önemli olduğunu anladık.

Merkez Bankası boşaltılıncaya, vatandaş açlık çekmeye başlayıncaya kadar Saray’ın ekonomiyi yönettiğini zannettik.

Afganlar delik deşik olmuş sınırlarımızdan içeriye akın edince ülkenin nüfus yapısının değiştirilmekte olduğunu, milletin muhacir ümmetle kuşatıldığını anladık.

NATO’dan Kâbil’e sefer görev emri alınca,

Şantaj altındaki siyasî iktidarın batı emperyalizmine mecbur olduğunu fark ettik.

Her krizde Saray rejiminin, krizi çözmek şöyle dursun, müdahale kabiliyetinin bile olmadığını gördük. Enerji ve telekomünikasyon sistemlerini özelleştirmenin, ormanların güvenliğini taşeron şirketlere emanet etmenin yarattığı felaketleri gördük.

Şimdi yana yakıla, feryat ederek Devlet’i arıyoruz

  • Saray ve külliye istemiyoruz, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti istiyoruz!…

Bakın, bu Saray Rejimi’nin devamı hâlinde bugün yaşadığımız büyük felaketler, bundan sonra yaşayacaklarımızın yanında sivri sinek ısırığı gibi kalacaktır.

Tarih içindeki istikametimiz kesinlikle Ortadoğu’nun Yugoslavya’sı olma yönündedir.

Nazi işgaline silahlı direnişle kurulan Yugoslavya, Sovyetler Birliği dâhil hiçbir ülkeye boyun eğmeyerek bağımsız bir özyönetim ekonomisi kurdu, kendi içindeki dinî ve etnik ayrımcılığı yurttaşlık hukukuyla, Federal Cumhuriyet yapısı içinde “özgür üreticilerin birliği”yle aştı, Bağlantısızlar Hareketi’ne öncülük etti. Fakat neoliberal dönemde Avrupa’nın içinde bağımsız ve kamucu bir ülke istemediler. Hırvatlardan ve Slovenlerden başlayarak ülkenin yapısını etnik ve dinî olarak parçaladılar. Tito’nun özgür ve bağımsız ülkesinden geriye bir şey kalmadı.

Bize de aynısını yapacaklar.

Burada topraklarına, mavi ve yeşil vatanına sahip çıkan, ekonomisi ve ordusu güçlü, halkı eğitimli ve kültürlü, Cumhuriyet’in Devrim Kanunlarına bağlı, laik demokratik sosyal bir hukuk devleti, kendi çıkarlarını koruyan, örgütlü ve güçlü bir ulus-devlet istemiyorlar.

  • Sayın Saray bilerek ya da bilinçsizce bu emperyalist hedefin aleti olmuştur.
  • Egemenliğimizi tamamen kaybedip Devlet olmaktan çıktığımız zaman mı bu Saray rejiminin bize ne yaptığını fark edeceğiz?

Bakın, Cumhurbaşkanınız ne diyor:

“Yerleşim bölgelerindeki yangın VESAİRELERİN sorumluluğu kimin? O da oradaki büyükşehir belediyelerinin sorumluluğundadır.”

Bu sözler üzerine düşünün mesela. Ardında nasıl bir yönetim felsefesi yatıyor?

  • Cumhuriyet’in değerlerine sahip çıkalım.
  • Cumhuriyet’i, bütün kazanımlarıyla savunalım.
  • Türk milleti olarak genç Mustafa Kemal’de birleşelim.
  • Çok geç olmadan, geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmeden, ayrıntılarda boğulmadan, inceleme değil kalınlama yaparak, bölmeyip bölünmeyip birleşerek…

yalogan@gmail.com
Şuursuz toplum – Son Dakika Özel Haberler Köşe Yazıları (veryansintv.com) 

Atatürk’te Birleşmek!


Atatürk’te Birleşmek!

portresi

 

Prof. Dr. Ayhan Filazi
ADD Genel Başkan Yardımcısı

 

Tam 11 yıl, 1911 ile 1922 yılları arasında aralıksız süren savaşlar.
Yanmış, yıkılmış bir ülke. Yoksulluktan başını kaldıramayan bir millet.
Bir çılgın adam, her türlü lüksü yaşama olanağına sahipken, canını dişine takıp önce milleti mahvetmek isteyen emperyalizme ve yutmak isteyen kapitalizme karşı başkaldırıyor.

Dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir zafer kazanıp tüm mazlum milletlere de
örnek oluyor.

Ardından ümmetten millet, kuldan birey yaratıyor.

Bu devrimin adı Türk Mucizesidir.

Bu mucizenin mimarı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Bu devrim, kimi Marksistlerin iddiasına göre Ekim 1917’deki Rus Devriminin sonucudur. Ancak yine Atatürk’ün mimarı olduğu 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi olmasaydı, İngiliz donanması İstanbul Boğazının Karadeniz kıyısında bekleyen Rus (Menşevik) donanmasıyla birleşecek ve Rus (Bolşevik) Devrimi de
hayalden öteye gidemeyecekti.

Bütün aklı başında tarihçiler bunu bilir.

Bu devrim elbette ki birkaç cümleyle geçiştirilecek basit bir olay değildir.
Konumuz o değil. Sadece bir hatırlatma yapalım istedik.
Doğaldır ki, kendi çıkarlarını halkın çıkarlarından üstün tutan insanlar bu mucizenin mimarı olan Atatürk’ü kullanmak isteyeceklerdir.
Nitekim Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Atatürk’ün adını en fazla ananlar, O’na en fazla zarar verenler olmuştur.

1950 yılında iktidara gelen Menderes hükümeti bir yandan Atatürk’ün hayattayken yapmış olduğu devrimleri bir bir yıkarken öbür yandan “Atatürk’ü koruma yasası” çıkarmıştır. Sanki O’nun korunmaya gereksinimi varmış gibi.

Hele 12 Eylül 1980’de Atatürk’ün de adı kullanılarak yapılan darbe, O’nun mirasını bile reddetmiş, neredeyse tüm aydınlar üzerinde baskı, zulüm ve işkenceye dönüştürülmüştür. Bir kuşak o dönemde yok edilmiş, yurtseverler işlerinden,
evlerinden, yurtlarından edilmişlerdir.

Rahmetli Attila İlhan bunlara Gardrop Atatürkçüleri diyordu.

Atatürkçü olduğu kuşku götürmez Nadir Nadi bile bu çıkarcıları gördükçe çileden çıkmış ve “Ben Atatürkçü değilim!” diyebilmiştir.

Bu yıl kuruluşunun 25’inci yılını kutlayan ve yıllardır gerici olmayan halkımızı gericiliğin
ve yobazlığın baskısı altında tutup ona göz açtırmak istemeyen dar kafalı çıkarcılarla, ümmetçilerle amansız bir savaşım içindeki Atatürkçü Düşünce Derneği,
aydın olması gereken kişilerin de kimi zaman gizli, kimi zaman açıkça bu çıkarcıların yanında yer aldıklarını görmektedir.

Bizler, gözü dönmüş kanlı bir düşmanlığın ulusu birbirine düşürdüğü, Atatürk’e ve devrimlere saldırıların coşkunluk içinde doruklara ulaştığı dönemlerde, yüreği sevinçten çatlama kertesine ulaşan kişileri çok gördük. Bunlara karşı yılmadan savaşım veren ve bu uğurda kurucusu Muammer Aksoy dahil pek çok aydınını şehit veren bir avuç inançlı insanın oluşturduğu ADD, “Atatürk’te birleştik” diyerek O’nu kullananları da
ne yapmak istediklerini de iyi bilir.

Atatürk’ün halka mal ettiği kurumları özelleştiren ve Türk Ulusunun öz malı olan değerlerin talan edilmesi konusunda büyük çaba gösteren eski patronları da
yakından tanır.

Elinden İslam dinarını, dilinden İslam Ortak pazarını düşürmeyen kişileri “millici” olarak yutturmaya çalışanları da iyi bilir.

Geçmişte Kemalizmi burjuva devrimi olarak görüp eleştirenlerin, terör örgütleriyle
iş birliği yapanların, uyduruk davaların savcısı olan kişilerle sırf çıkarları için işbirliği yapanların “Atatürk’te birleştik” demelerini de anlayabilir.

Yıllardır mücadele ettikleri rejim ve yandaşlarıyla koalisyon kurmaları da
bizi ilgilendirmez. Tümüyle çıkar ilişkileri üzerine kurdukları merkezlerinde yolunuz
açık olsun diyebiliriz. Birlikte yola çıktıkları kişiler arasında masum ve çok şeyin farkında olmayan dostlarımızın da olması bizi ancak üzer ve onların yüzü suyu hürmetine
buna saygı da duyabiliriz. Ama Atatürk’ü hiçbir zaman siyasal çıkar ve sömürü konusu yapmayan, bunun tartışılmasını bile hakaret sayan Atatürkçü Düşünce Derneği‘ne
dil uzatmak hiç kimsenin haddi değildir. Üstelik bu kişiler masum Atatürkçülerin de izledikleri ulusal bir televizyon kanalında ADD ve yöneticilerini mahalle dedikodusu yapar gibi, kulaktan dolma bilgilerle eleştirip muhalefet yaptıklarını zannediyorsa,
onun altında ezilmeye mahkûmdurlar. Şimdilik uyarmakla yetinelim.

Çünkü geçmişi karanlık olanların Türkiye’nin geleceğine ışık tutmaları olanaklı değildir.