Etiket arşivi: “pacta sund servanda”

GÜVEN GÜVENSİZLİK VE İSTENMEYEN 10 BÜYÜK ELÇİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Günümüzde, hem ulusal ve hem de küresel ölçekteki ilişkiler, özel koşullar dışında, KARŞILIKLI GÜVEN üzerine kuruludur. Eğer güven bozulursa ilişkilerdeki istikrar da bozulur. Oluşan güvensizliğin boyutlarına göre, oluşan ve oluşacak irili ufaklı krizler mevcut (AS: kurulu) ilişkiler sistemini bozabilir, hatta içinden çıkılmaz hale getirebilir…

Önce kısa bir anı: 1960’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken, devrin Borçlar Hukuku hocası Sayın Prof. Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu “Borçlanma karşılıklı ortak iradeye dayalı bir sözleşmedir. Ancak yine karşılıklı ortak güvenle ortaya çıkar. Anlaşmadan doğan güveni bozanlar krize neden olurlar. İş mahkemeye giderse güveni bozan haksız duruma düşer.” demişti. Daha sonra yaptığım araştırmada rahmetlinin doktora, doçentlik, profesörlük takdim tezleri ve çoğu makalelerinin ana konusu GÜVEN NAZARİYESİ (TEORİSİ) idi. (AS: Kuramı)

Aile yaşamında eşler arası güven bozulursa aile krizi (AS: bunalımı) doğar; sonuç boşanmaya dek gidebilir.

Ticarî partnerler (AS: ortaklar) arasındaki güven bozulursa aradaki iş ya da ticaret ortaklığı krize girer ve ortaklık sona erebilir. Aynı güvensizlik arkadaşlıkta da dostluğu sona erdirebilir ve hatta düşmanlığa dönüşebilir. Eğer devletler de karşılıklı olarak yaptıkları anlaşmalar ve imzaladıkları sözleşmelere uymazlarsa, güvenin yerini güvensizlik alır. Böyle durumlarda kriz (bunalım) çok yakın demektir.
…..
Güvensizliğin temelinde ahlaksal, hukuksal, ticari (tecimsel), ekonomik, siyasal, kültürel …bağlantıları oluşturan normları ve temel kuralları, yani eski bir deyimle, ahde vefa(AS: pacta sund servanda!) göz ardı etmek, hatta kimi kez hiçe saymak vardır. Eğer bu vefasızlık ve güveni bozma bilerek ve isteyerek güce ve tehdide dayanırsa ortaya zorbalık ve zulüm çıkar.

Demokratik rejimlerde bir ülkeyi yönetenlerin ya da siyasal iktidarların mutlaka bağlı olmaları gereken 2 küme ana sözleşme vardır :

1. küme ana sözleşmeler : O toplumun anayasası ve yürürlükteki anayasaya uygun olarak, yetkili organlarca üretilen yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerdir. Bu sözleşmelerinin hepsinin bir yanında devlet, daha doğrusu kurulu siyasal iktidar; öbür yanında ise o ülkenin yurttaşları vardır.

Siyasî iktidarlar, hukukun üstünlüğünü benimsediği, anayasa ve yasalara bağlı kaldığı, yurttaşlarına karşı yaraşırlık (liyakat) ve adalet ilkelerine içtenlikle uyduğu sürece istikrar sürer. Ancak tüm yurttaşlar için ayrımsız olarak, yasalar önünde eşitlik, adalet ve liyakat ilkeleri göz ardı edilirse, yurttaşların zihninde siyasal iktidara karşı GÜVENSİZLİK oluşmaya başlar.

İktidar ve yurttaşlar arasında çıkan ya da çıkacak anlaşmazlıklar yargı kurumu tarafından adil ve hukuka uygun çözüme kavuşturulamazsa o toplumdaki hukuksal, ekonomik ve siyasal istikrar bunalıma sürüklenir.

Bir tümce ile de yargı bağımsızlığından da söz etmek gerekir. Gerçek demokrasilerde, Yargı erkinin Yürütme erkine, siyasal iktidara karşı bağımsızlığı olmazsa olmaz bir koşuldur. Ancak yargının bağımsızlığı, yargıçların başına buyruk oluğu anlamına gelmez. Tersine yargının patronu da anayasa, yasalar ve evrensel temel hukuk ilkeleridir. Yani yargı kurumları ve yargıçlar da anayasaya bağlı ve hatta bağımlı olmalıdır. Vicdan, hukuk kurallarının yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer. Aksi durumda bir hukuk devletinden söz edilemez.

Siyasal iktidarları bağlayan 2. ana küme normlar ise o ülkenin bağlı olduğu küresel anlaşmalar, imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve anayasa metnine dahil ettiği uluslararası hukuk normlarıdır. Örneğin Türkiye, anayasasına eklediği bir madde ile (AS: 90/5 2004’te eklendi) Avrupa İnsan Hakları Sözleşesini kendi anayasa ve yasalarından daha üstün tutmuştur. Türkiye’deki yargı kurumlarının, AİHM kararlarına uymaları kendi anayasasının zorunlu buyruğudur.

Ancak kimi yargı kurumları, kimi kez iç kamuoyu baskısı ya da siyasal iktidarların isteklerini de dikkate alarak, hem Anayasa Mahkemesi kararlarına ve hem de AİHM kararlarına uymak istemiyorlar. O zaman da küresel bir hukuk ve adalet GŪVENSİZLİĞİ oluşuyor. Ülke bir hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyor. Yabancı ülkelerin ülke hukukuna karışmaları için zemin oluşuyor. Ülkenin dış itibarı (AS: saygınlığı) ve istikrarı da yaralanıyor.

Bir anımsatma da şudur : Evrensel nitelikteki din ve vicdan özgürlüğü ve evrensel insan hakları ihlalleri (AS: çiğnemleri) başka devletlerin içişlerine müdahale hakkı doğuruyor…

Sonuç: 10 devletin büyükelçilerinin, bireysel olarak, görülen ve belgelenen (AS: ve ısrarla sürdürülen) hukuk ve hak ihlalleri konusunda, Türkiye’nin yetkili makamlarını uyarma hakları vardır. Ancak 10 büyükelçinin bunu hep birlikte ve adeta bir güç gösterisi biçiminde buyruk verir gibi yapmaları hukuksal değil SİYASAL bir iletidir.

Sorulması gereken temel soru şudur :

  • Türkiye hem yurt içinde ve hem de küresel ölçekte bu önemli GÜVEN BUNALIMINA VE SİYASAL BUMALIMA NASIL VE NEDEN SÜRÜKLENDİ?
  • Niçin bağıtlamış olduğu hukuksal sözleşme ve kurallara uyulmuyor?
  • Mevcut siyasal iktidarın kendisine sorması gereken temel soru çok önemlidir.

Sorunu doğru ve güçlü olarak irdeleyip çözebilmek için muhalefetin desteğini almaya, muhalefetle birlikte davranmaya ve mutlaka ORTAK AKLA gerek vardır.

Anayasa Mahkemesi kararı ve yasama organına düşen görev

Hamdi Yaver AKTAN
ESKİ YARGITAY 18. CEZA DAİRESİ BAŞKANI

Cumhuriyet, 23 Ağustos 2021

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Akçam/Türkiye kararında (başvuru no: 27520/07, tarih: 25 Ekim 2011) iki kez takipsizlik kararı verilmiş olmasına karşın Akçam’ın mağdurluk sıfatını kabul etmişti. Aynı kararda ulusal yasaların mahkeme önüne soyut norm denetimi olarak getirilemeyeceğine işaretle birlikte, başvuranın şüpheli olarak savunmasının alınması, çalıştığı konuda olası suç duyurularının yapılabileceği olasılığı vb. olgular gözetildiğinde akademik özgürlüğün özdenetimi getireceğini ve dolayısıyla normun “doğrudan etki” yaptığı saptamasıyla başvuruyu kabul etmiş ve ardından da ihlal kararı vermişti. Bir bakıma Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesini mahkûm etmişti!

SOYUT NORM DENETİMİ YAPILAMAZ

AİHM’nin “potansiyel mağdur” kavramını/ölçütünü kullanarak ihlal kararları verdiği olmuştur. Gerçekten de “Klass ve diğerleri v. Almanya” kararında kabul edilebilirlik kararı sonrası ihlal olmadığını kararlaştırmış ise de telefon dinlemeleri ile ilgili “Campbell ve Cosans v. Birleşik Krallık” davasında aynı ölçütle ihlal kararı verdiği bilinmektedir. Akçam kararı ile Campbell ve Cosans kararları örtüşmektedir.

Akçam kararından sonra devletler hukukunun temel ilkesi olan ahde vefa kuralı (AS: pacta sund servanda) gereği ve aynı zamanda Sözleşmenin getirdiği yükümlülük nedeniyle TCK m. 301’de değişiklik yapılması zorunluluğu bulunmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanun’a göre yasama işlemleri aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılamayacağı (m. 45/3) gibi, bireysel başvuruancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir” (m. 46/1). Bir başka anlatımla bireysel başvuruda soyut norm denetimi yapılamaz. Yasa ve içtihat, AİHM uygulaması ve Sözleşmesine uygundur.

BELİRSİZ GENİŞLEME

Düzenleme ve uygulama belirtildiği şekilde olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin yeni bir kararında (bireysel başvuru no: 2014/6548, karar tarihi: 10.06.2021, Resmi Gazete 3 Ağustos 2021, Sayı: 31557) potansiyel mağdur ölçütü ile birlikte normu mahkûm ettiği görülmektedir. Söz konusu kararın özellikle 85 ila 118. paragrafları önemlidir. Karara konu olan TCK’nin 220. maddesinin 6. fıkrası irdelenmiştir, maddenin kamu gücünü kullanan organların keyfi müdahalelerine ve özgürlüğü kısıtlamanın bir tarafın zararına olduğuna, kararda değinilmektedir. TCK. m. 220/6’daki “örgüt adına” ibaresinin belirtildiğine işaret edilen kararda, anılan ceza normunun değerlendirilmesinin Yargıtay tarafından her somut olayın koşullarına göre yapıldığı belirtilmekle birlikte içtihatlarla getirilen ölçütlerin, kimi zaman maddenin kapsamının belirsiz bir şekilde genişlemesine neden olduğu ifade edilmektedir.

Dahası, örgüt adına kavramının geniş yorumlanması sonucu ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı ya da örgütlenme veya din ve vicdan özgürlüğü gibi temel haklar üzerinde güçlü bir caydırıcı etki yaratıldığına vurgu yapılarak ceza normunun kısıtlayıcı etkisine dikkat çekilmektedir. Bir normun soyut olarak anayasaya uygun olmasının dahi uygulamada özgürlükleri kısıtlayıcı biçimde uygulanma olasılığı dolaylı olarak kararda gerekçelendirilmiştir. Önemli olduğu için kararın 87. paragrafını aynen yazmak durumundayız:

AYM’NİN KARARI ANIMSATIYOR

  • “Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurularda bir kuralın kamu gücünü kullanan organlar ve derece mahkemelerince yapılan yorumun da temel haklara müdahale ettiği ölçüde anayasal denetimin bir parçası olduğu vurgulanmalıdır. Bir kural soyut bir denetimde anayasaya aykırı görülmese bile bu kuralın yorumunun ve uygulanmasının bireylerin temel hak ve özgürlükleri üzerinde yarattığı etki anayasaya aykırı bulunabilir. Böylelikle bireysel başvurular üzerine verdiği kararlar ile Anayasa Mahkemesi, kamu gücünü kullanan organların ve derece mahkemelerinin anayasaya uygun hareket etmelerine katkıda bulunmaktadır.”

Anayasanın yorumu, münhasıran Anayasa Mahkemesi’nin yetkisindedir, görevidir de! Bir yasa normunun, soyut olarak anayasaya aykırı görülmemiş olması, uygulayan organların da ancak anayasaya uygun yorumlarıyla anayasaya uygun düşer. Anayasa Mahkemesi kararındaki gerekçe organlara/kamu gücüne bunu anımsatmaktadır, özellikle bir çıkarım yapılacak olursa, derece mahkemelerine ve kuşkusuz ki Yargıtay’a da!.. Belirsizliğe yol açacak, kapsamı genişletecek uygulamalar anayasaya ve suçta yasallık ilkesine aykırı düşer.

YASAMAYA DÜŞEN GÖREV

Bütün bunlar, yasa normunun yazımından kaynaklanıyorsa normda değişikliğe gidilmelidir. Anayasa Mahkemesi de dolaylı olarak bunu önermiş olmaktadır. Karardaki TCK’nin 220. maddesinin 6. fıkrasında “örgüt adına işlendiği kabul edilebilecek suçlar dizisi öylesine geniştir ki hükmün lafzı, -bu hükmün derece mahkemelerince kapsamlı biçimde yorumlanması da dahil olmak üzere- kamu makamlarının keyfi müdahalelerine karşı yeterli düzeyde koruma sağlayamamakta, kişilerin esas suçlarına ilave (AS: ek) olarak bir de öngörülemez biçimde örgüt adına suç işlemek suçundan cezalandırılmalarına engel olamamaktadır” şeklindeki gerekçeyle normun uygulaması mahkûm edilmekte, bunun nedeni olarak da düzenleme gösterilmektedir.

Evrensel içtihada uygun düşen karar karşısında Yasama organına düşen görev, Anayasa Mahkemesi’nin oybirliğiyle verdiği kararı doğrultusunda belirsizliği giderecek, suçta kanuniliği (AS: yasallığı) sağlayacak ölçüde normda değişiklik yapmaktır. Değişiklik yapılmaması halinde (AS: durumunda) önceki kararları da gözetildiğinde AİHM’nin de aynı doğrultuda karar vereceği kesindir.

İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin hukukiliği tartışması

İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin hukukiliği tartışması

Prof. Dr. Ersan Şen
Ersan Şen Hukuk ve Danışmanlık – İstanbul Sözleşmesinin Feshinin Hukukiliği Tartışması (sen.av.tr) 20 Mart 2021

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bu yazımızda, Cumhurbaşkanı kararı ile İstanbul Sözleşmesinin feshedilip feshedilemeyeceği hususuna yer verilecektir.

Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” başlıklı ve “İstanbul Sözleşmesi” olarak da bilinen Sözleşme; Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından 11.05.2011 tarihinde İstanbul’da imzalanmış ve Sözleşmeye ilişkin Kanun Tasarısı, 24.11.2011 tarihinde 6251 sayılı Kanunla Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda yapılan açık oylamada tüm siyasi partilerin mutabakatı ile 1 çekimser, 246 milletvekilinin oyu ile kabul edilerek yasalaşmıştır.

8 Mart 2012 günlü ve 28227 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede; “Milletlerarası Sözleşme”
başlığı altında 2012/2816 Karar sayılı Bakanlar Kurulu kararına göre;

“11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzalanan ve 24/11/2011 tarihli ve 6251 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan ekli “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin onaylanması; Dışişleri Bakanlığının 12/1/2012 tarihli ve HUM/7771842 sayılı yazısı üzerine, 31/5/1963 tarihli ve 244 sayılı Kanunun 3 üncü maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 10/2/2012 tarihinde kararlaştırılmıştır”.

Anayasanın “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesinin ikinci fıkrasına göre; “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz”. Bu sebeple; İstanbul Sözleşmesi, Anayasada öngörülen “pozitif ayırımcılık” esasına uygun olup, “kanun önünde eşitlik” ilkesini ihlal etmez.

Ancak kamuoyunda İstanbul Sözleşmesinin; toplumun örf, adet ve gelenekleri ile uyuşmadığı, tartışmaların temelinde LGBTİ bireylerin bu Sözleşme sayesinde belli hak ve hürriyetlere sahip olduğu veya olmaya çalıştığı, Sözleşmenin bu toplulukları güçlendirdiği veya bu toplulukların Sözleşmeden güç aldıkları, Sözleşmenin toplumda “cinsiyetsizlik” algısı oluşturduğu, “cinsel sapma” kavramını, “cinsel yönelim” diyerek meşrulaştırdığı, “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramından hareketle toplum ve aile yapısının değiştirilmeye çalışıldığı, tüm bunların dayanağını İstanbul Sözleşmesinden aldığına dair iddialar kapsamında, 29.07.2020 tarihli ve “İstanbul Sözleşmesi; Çekilmeli mi, Devam mı Etmeli?” başlıklı yazımızda konuyu ve tartışmaları değerlendirmiştik[1].

20.03.2021 tarihli ve 31429 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararında; “Türkiye Cumhuriyeti adına 11.05.2011 tarihinde imzalanan ve 10.02.2012 tarihli ve 2012/2186 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanan ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3. maddesi gereğince karar verilmiştir”.

İstanbul Sözleşmesi; “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı Anayasa m.90’nın birinci ve beşinci fıkraları uyarınca, 6251 sayılı Kanunla onaylanıp uygun bulunduğundan, bu Sözleşme ve Kanunla ilgili tasarruf yetkisi TBMM’ye ait olup, Anayasa m.104/17 uyarınca da bu konuda Cumhurbaşkanının yetkisi sınırlandırılmıştır. Aşağıda, kısa başlıklar halinde İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin hukuki olup olmadığı ile ilgili açıklama yapılacaktır.

20.03.2021 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan bu Karar; İstanbul Sözleşmesi’nin “Fesih” başlıklı 80. maddesinin 2. fıkrası uyarınca, fesih bildiriminin Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne iletilmesinden itibaren başlayacak üç aylık sürenin sonunu izleyen ayın ilk gününde yürürlüğe girecektir. Kararın dayanağı olarak 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesi gösterilmektedir.

9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin “Onaylama” başlıklı 3. maddesi uyarınca;
“(1) Milletlerarası andlaşmaların onaylanması, bunların feshini ihbar etmemek suretiyle yürürlük süresini uzatma, Türkiye Cumhuriyetini bağlayan bir milletlerarası andlaşmanın belli hükümlerinin yürürlüğe konulması için gerekli bildirileri (AS: bildirimleri) yapma, milletlerarası andlaşmaların uygulama alanının değiştiğini tespit etme, bunların hükümlerinin uygulanmasını durdurma ve bunları sona erdirme, Cumhurbaşkanı kararı ile olur.

(2) Onaylama konusu olan milletlerarası andlaşmanın Türkçe metni ile andlaşmada muteber olduğu belirtilen dil veya dillerden biri ile yazılmış metni, onaylamaya ilişkin Cumhurbaşkanı kararma ekli olarak Resmi Gazetede yayımlanır.

(3) Bir milletlerarası andlaşmanın veya Türkiye Cumhuriyetini bağlayan bir milletlerarası andlaşmanın belli hükümlerinin Türkiye Cumhuriyeti bakımından yürürlüğe girdiği, bir milletlerarası andlaşmanın uygulama alanının değiştiği, uygulanmasının durdurulduğu ve sona erdiği tarihler; Cumhurbaşkanı kararı ile tespit olunarak Resmi Gazetede yayımlanır. Bir milletlerarası andlaşma, yürürlük tarihinin tespitine dair Cumhurbaşkanı kararında belirtilen yürürlüğe giriş tarihinde kanun hükmünü kazanır”. (AS: son tümce Anayasaya aykırı! CB kararı ile hiçbir metin “yasa” niteliği kazanamaz. Bu yetki TBMM’nindir. )

Kararnamenin 3. maddesinde; Cumhurbaşkanına, uluslararası sözleşmeleri fesih yetkisi tanındığı görülmekte, 20.03.2021 tarihli ve 31429 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararında 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin dayanak alındığı görülmektedir.

Bununla birlikte;

Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin sınırı vardır ve bu sınır, Anayasanın “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin birinci ve beşinci fıkraları çerçevesinde belirlenmelidir.

Anayasa m.90 uyarınca; “(1) Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.

(2) Ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu andlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur.

(3) Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik,
ticari veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.

(4) Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır.

(5) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.
Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır”.

Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini tanımlayan Anayasa m.104/17 uyarınca;
“Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda
farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin
aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir”.

İstanbul Sözleşmesi; Anayasanın 90. maddesinin birinci ve beşinci fıkralarına uygun olarak yürürlüğü koyulduğundan ve Sözleşmenin onaylandığı 6251 sayılı Kanun hala yürürlükte olduğundan, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesi dayanak alınarak Cumhurbaşkanı Kararı ile yapılan Sözleşme feshinin iç hukukta karşılığının olmadığı görülmektedir.

Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Anayasa m.104/17’de ve m.90/1’de; milletlerarası andlaşmaların onaylanmasının uygun bulunması, TBMM’nin çıkaracağı kanunlarla mümkün kılınmış olup, bu konuda yürütmenin yetkisi bulunmamaktadır. Anayasa m.90’nın ikinci ve üçüncü fıkralarında, istisnai olarak TBMM’nin yetkisi dışında bırakılan uluslararası sözleşmeler sayılmıştır ki, bunların arasında temel hak ve hürriyetleri ilgilendiren sözleşmeler sayılmamıştır. İstanbul Sözleşmesi; Anayasa m.90/2-3’ün dışında kalan ve m.104/17’de Cumhurbaşkanlığı kararnamesine konu edilemeyecek bir uluslararası sözleşme niteliğine sahiptir. Bu nedenle; İstanbul Sözleşmesinin, Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilmesi İdare Hukuku açısından
fonksiyon gasbı olarak değerlendirebileceğinden, bu işlem yetki unsuru yönünden sakat
gözükmektedir.

Cumhurbaşkanı kararları Anayasa Mahkemesi denetimine tabi olmadığından ve 6216 sayılı Kanunun “Bireysel başvuru hakkı” başlıklı 45. maddesine göre bireysel başvuru için gereken
bir bireysel işlem de sayılamayacağından, yazımıza konu Cumhurbaşkanı Kararına karşı
Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacaktır. 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi de
davaya konu edilemez. Bu Kararname, sadece Karara hukuki dayanak kılınmıştır. (AS: CB kararının iptali için Danıştay’a başvurulursa, yasal dayanak yapılan 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin Anayasaya aykırılığı ileri sürülerek AYM’ye taşınması olanağı yakalanabilir.)

9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesi doğrultusunda; fesih, ancak Anayasa m.90/2 ve m.90/3’de öngörülen ve Meclis onayına ihtiyaç duyulmayan hallerde mümkün olabilecektir ki, Anayasanın 90/1. maddesi uyarınca yasama organının onayının gerekli olduğu hallerde, TBMM tasarrufu ile bir uluslararası sözleşmenin feshinin dayanağı olabilecek karar alınabilir.

Açıklanan sebeplerle; İstanbul Sözleşmesinin feshi Anayasaya aykırı olduğundan,
Sözleşmenin feshini öngören Cumhurbaşkanı Kararına karşı 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun
24. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi uyarınca, yürütmenin durdurulması talepli olarak Danıştay’da iptal davası açılabilir.

Uluslararası Hukukta “ahde vefa(AS: pacta sund servanda) ilkesi de gözetilmelidir. Bu sebeple; 2011 yılında İstanbul Sözleşmesini ilk imzalayan ve 2012 yılında da TBMM tarafından onaylayan (AS: onaylayan değil uygun bulan) Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Sözleşmeye bağlı kalmaya ve Sözleşmenin tümünden veya bir kısmından çekilecekse, bunu içeride ve dışarıda tartışmak suretiyle usulüne uygun yapmalıdır.

Tüm bu nedenlerle;

19.03.2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararına dayanak gösterilen, 7142 sayılı Yetki  Kanununa dayanılarak çıkarılan 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 181. maddesi tarafından ilk dört (1 ila 4.) maddesi ile 6. maddesi mülga edilen (AS: ilga edilen), yukarıda belirttiğimiz Anayasa maddeleri ile 6251 sayılı (AS: özel) Kanunun da üstünde olmayan 244 sayılı Bazı Andlaşmaların Yapılması İçin Cumhurbaşkanına Yetki Verilmesi Hakkında Kanunu, İstanbul Sözleşmesinin Cumhurbaşkanı kararı (AS: ile) feshine dayanak kılınamaz. Çünkü 244 sayılı Kanunun “Onaylama ve sair tasarruflar:” başlıklı 3. maddesi, hem 703 sayılı KHK’nın 181. maddesi ile mülga edilmiş (AS: mülga) ve hem de yeni
yönetim sisteminde Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri yeniden tanımlanıp belirlenmek suretiyle Anayasa m.104/17’de ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir.

Bir an için 244 sayılı Kanunun mülga 3. maddesi yürürlükte olsa ve 703 sayılı KHK’nın 181. maddesi de dikkate alınsa, Anayasa m.90/1-5 ve m.104/17 karşısında bu düşüncenin savunulabilir yanı olmayacaktır. Kaldı ki; İstanbul Sözleşmesi içeriği ve niteliği itibariyle, 244 sayılı Kanunun mülga 2. maddesinin ikinci fıkrası ile mülga 3. maddesinin üçüncü fıkrası kapsamına girmektedir. Somut olayda; İstanbul Sözleşmesi, 6251 sayılı Kanunla onaylanmak suretiyle uygun bulunmuş olup, Sözleşmenin içeriği itibariyle Anayasa m.90/1 uyarınca TBMM’nin kanunla onayına (AS: kanunla uygun bulmasına) ihtiyaç bulunduğu hususunda tartışma da yoktur. Bakanlar Kurulu’nun 10.02.2012 tarihli Kararı, açıkça 6251 sayılı İstanbul Sözleşmesinin Onay (AS: uygun bulma) Kanununa atıf yapılmak suretiyle 8 Mart 2012 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Anayasa m.90/5 uyarınca; kanun hükmünde sayılan ve usulüne göre yürürlüğe girmiş temel hak ve özgürlüklerle ilgili İstanbul Sözleşmesi korunmalıdır.
Anayasaya göre, İstanbul Sözleşmesinin onaylanması ve tatbikinin durdurulması veya sonlandırılması TBMM kararı ile (AS: yasa ile!) mümkündür.

15.07.2018 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 9 sayılı Milletlerarası Andlaşmaların Onaylanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 2. ve 3. maddeleri incelendiğinde ise; “Onaylama ve onaylamanın
uygun bulunması” başlıklı Kararnamenin 2. maddesi ile Anayasa m.90 arasında uyum olduğu,
“Onaylama” başlıklı 3. maddesinin 3. fıkrasının ilk cümlesinde “Bir milletlerarası andlaşmanın
veya Türkiye Cumhuriyetini bağlayan bir milletlerarası andlaşmanın belli hükümlerinin
Türkiye Cumhuriyeti bakımından yürürlüğe girdiği, bir milletlerarası andlaşmanın uygulama alanının değiştiği, uygulanmasının durdurulduğu ve sona erdiği tarihler; Cumhurbaşkanı kararı ile tespit olunarak Resmi Gazetede yayımlanır.” 
hükmüne yer verildiği, hükmün “bir milletlerarası andlaşmanın uygulanmasının durdurulduğu ve sona erdiği tarihlerin, Cumhurbaşkanı kararı ile tespit edilmek suretiyle Resmi Gazetede yayımlanacağı” yorumu ile İstanbul Sözleşmesinin Cumhurbaşkanı kararı ile feshinin hukuka uygun olduğu savunması gündeme getirilebilir. Esasen bu hüküm, 244 sayılı Kanunun 3. maddesinin 1. fıkrasının tekrarı olup, yalnızca usuli nitelik taşıyıp, Anayasa m.90 dikkate alınarak TBMM veya Cumhurbaşkanı tarafından tatbiki durdurulan veya sonlandırılan sözleşmelerle ilgili bildirimin “Devlet Başkanı” sıfatıyla Cumhurbaşkanınca uluslararası muhataplara iletilmesinden ibarettir. Aksi kabul, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3. maddesinin 3. fıkrasının Anayasaya aykırılığını gündeme getirir.

[1] Ersan Şen – Buğra Şahin, İstanbul Sözleşmesi; Çekilmeli mi, Devam mı Etmeli?
Çevrim İçi: https://www.hukukihaber.net/istanbul-sozlesmesi-cekilmeli-mi-devam-mi-etmeli-makale,8130.html, 20.03.2021
====================================
Dostlar,

Bu hukuksal irdeleme (mütalaa) kuşkusuz oldukça değerlidir.
Ancak metin içinde pek çok yerde kimi kavram ve sözcüklerin yerinde kullanılmadığı görülüyor. Bu noktalarda doğru kavram ve sözcükler ayraç içinde italik olarak tarafımızdan verilmiştir.

İstanbul Sözleşmesinden çekilme, ülkemizdeki dinci – gericilere öyle rahat bir ortam da sağalamayacaktır. Çünkü AİHS‘nin 8. maddesi zaten özel yaşamı ve bu alana ilişkin yaşam biçimi seçimlerini güvence altına almaktadır ve bu Sözleşmeye Türkiye taraf olduğu gibi, AİHM‘nin yargı yetkisini de tanımış durumdadır. Çiğnemler (ihlaller) bu uluslararası Mahkemeye taşınabilecektir.

Tek adam RTE‘nin ve hukuk danışmanlarının bir kez daha çuvalladığı açıkça ortadadır.
Ya da açıkça Cumhuriyete meydan okuma ile “ben yaptım oldu” dayatması ile karşı karşıyayız.
Büyükşehir belediye başkanlarının Genel Müdür atama yetkilerinin Belediye meclislerine devri, Gezi Parkı mülkiyetinin Büyükşehir Belediyesi tüzel kişiliğinden alınarak vakıflara devri,
TCMB Başkanının 4 ay sonra görevden alınması…
HDP’ye yönelik kapatma davası aç(tır)ılması,
Bir HDP’li vekilin vekilliğinin sonlandırılması ve yaka paça gözaltına alınması..
Andımızın okunmasını engelleyen yönetmelik değişikliğinin iptali isteminin Danıştay’da kumpasa getirilmesi..

  • ACIMASIZCA TIRMANAN VE CAN ALAN SALGININ UNUTTURULMAYA ÇALIŞILMASI…

Tümü ile yersiz ve zamansız, tuzak nitelikli Anayasa değişiklikleri istemi.. tek sözcükle İNSAFSIZCA GÜNDEM OYUNLARIDIR.. AKP = RTE iktidarı olağanüstü sıkışmıştır.
AKP =RTE
, hızla eriyen oylarını toparlamak için çılgınca girişimler içindedir ve giderek daha çok hata yapmakta; hukuk devleti değerlerini pervasızca ayaklar altına almaktadır. Ne var ki, bu irrasyonel – dekapite savrulmalar merhem olamayacağı gibi, bumerang etkisi gösterecektir.

Ahmet SALTIK BSc, MSc, PhD (sürüyor)
Mülkiye Lisans, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Anayasa Hukuku PhD (Doktora) Öğrencisi

DEPREM…

DEPREM…

Dr. Ahmet Soysal
9 Eylül Üniv.Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
soysalizmir@gmail.com

Birçoğumuzun yoğun gündem nedeni ile dikkatimizi çekmemiş olabilir; ama dün gece İtalya’nın orta kesimlerinde Richter ölçeğine göre 6.2 şiddetinde bir deprem oldu; küçük bir kasabanın neredeyse yarısı yok oldu; sanırım 40’ın üzerinde ölü ve 200’e yakın enkaz altında insan var… İtalya özellikle Rönesans sonrası mimari ve barok mimarinin güzel örnekleri ile dolu; depremin olduğu bölgede böyle tarihi bir yöre; o nedenle sanırsam can kaybı fazla…
Yine geçenlerde kimsenin dikkatini çekmeyen bir açıklama oldu; muhtemel İstanbul depremi üzerine çalışma yapan Fransız bilim insanları; İstanbul depreminin yakın ama çok yakın olduğunu belirttiler. İşte bu noktada gerçek gündemimize dönerek kendimizi sorgulamamız gerekiyor; ne kadar hazırız İstanbul depremine ? Tarihi yapılarımızı elden geçirdik mi? Diğer yapılarımızı güçlendirebildik mi? Sağlık örgütümüz hazır mı?
Unutmayalım; İstanbul birkaç bin nüfuslu bir kasaba değil; içinde hepimizin sevdiklerinin yaşadığı 20 milyonluk kent; hiçbirimiz ama hiçbirimiz yeterince hazır olmadığımız için böyle bir felaketin yıkıcı sonuçları ile yüzleşmemeliyiz.
Uzun zamandır unuttuğumuz bir tehdidi hatırlatmak istedim. Kocaeli depreminde yaşananları gören bir kişi olarak…
=================================

Dostlar,

Bizi de çok kaygılandıran bir sorun “beklenen” ve “iyice yaklaşan” büyük İstanbul depremi.
Olasılık hesapları bu yıkımın kaçınılmaz olduğunu ancak şiddeti ve zamanı ile ilgili kestirimlerin belli sapmaları dışında şansımızın olmadığını belirlemekte..

17+ yıldır olumlu girişimler oldu elbette ama yapıl(a)mayanları saysak çok uzun bir liste oluşturur.

Ancak en çok incitici olanların başında, 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli depremden bu yana cep telefonu faturalarından yıllardır kesilen %25 oranındaki yüksek deprem vergisi.. Bu rakamın tutarı ne kadardır ve nerelere harcanmıştır? Deprem riski sorunların yönetimi için hangi alanlarda ne düzeyde harcama yapılmıştır, Yurttaş olarak bilme hakkımız var. “pacta sund servanda” (ahde vefa), en az 2 bin yıldır Roma Hukukundan bu yana temel hukuk ilkelerindendir. Devlet, yurttaşlarından topladığı vergiyi amacına uygun ve en yüksek verimlilikle, hesap verebilir biçimde harcamak zorundadır. Yurttaş – devlet arasındaki  sözleşmenin de temel ilkelerindendir.

Türkiye’nin bunca sorunu varken sırası mı şimdi deme hakkımız yoktur..
Devlet aygıtı dev bir orkestraya benzetilir. Her aygıtın (enstrümanın) yeri ve işlevi bellidir.
Orkestra şefinin de..

Sevgi ve saygı ile.
24 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com