Etiket arşivi: Osman Bahadır

Kemalizm ve sol

Kemalizm ve sol

  • Türkiye’de sosyalist solun bir bölümü, Kemalizmi karalamayı devrimci bir tutum olarak görüyor.
  • Ancak gerçek şu ki, Kemalizmi ve Türk devrimini kavrayamayanlar, sosyalizmi de kavrayamaz.

Osman Bahadır

Ahmet İnsel,

  • “Sosyalist olduğum için anti-Kemalist’im. Bu vurgu hayati önemde bence.”

demektedir. (Bkz. Sol Kemalizme Bakıyor, Haz.: Levent Cinemre – Ruşen Çakır, Metis Yayınları, 1991, s. 207.).

İnsanlık tarihi, köleleştirme ve köleleştirmeye karşı mücadeleler tarihidir.
Kölelik, pamuk tarlasında olabileceği gibi, düşünce dünyasında da olabilir.
İki ülke arasındaki ilişkinin bir biçimi de olabilir, ailenin iki ferdi arasındaki bağın da.

  • Köleliğin araçları, ayak zincirleri de olabilir, kireçleşmiş dogmalar da.

Kölecilik, tarih boyunca çok farklı aşamalardan geçti ve çok çeşitli biçimlerde ve düzeylerde kendisini gösterdi. Köleliğe karşı verilen mücadelelerde önemli başarılar kazanıldı. Bugün ilkçağ köleciliğine veya 19. yüzyıl Amerika’sının plantasyon köleciliğine göre daha rafine biçimlerde kölecilik sistemleri var.

  • Günümüzdeki kölecilik daha ziyade görünmez ağlarıyla
    dünyamızı sarmalamış durumda.

Sosyalizm, her türlü köleciliğe karşı olan bir sosyal sistemin ve teorinin adıdır.

Sadece ücretli köleliği kaldırmakla yetinmez, ücretli köleliği üreten, meşru gösteren ideolojisiyle de savaşır, düşünsel ve toplumsal alanda köleciliğin tüm izlerini de silmeye çalışır.

Büyük Fransız devrimcileri, 1793’te Kral 16. Louis’yi giyotine gönderdiklerinde, yalnızca monarşiyi yıkmakla kalmamışlar, fakat aynı zamanda Kral’ın kutsallık hâlesini de parçalamışlardı. (Henüz erken ama yeri gelmişken sormadan geçmeyelim: İnsel, acaba “bir sosyalist olduğu için Fransız devrimine de
karşı olduğunu söyler mi?).

Rus devrimcileri de 1917’de Çar II. Nikola’yı iktidardan alaşağı ettiklerinde, gerçekte çarlık monarşisiyle birlikte, O’nun temsil ettiği teolojik egemenliği de yıkmışlardı.

1923 Türk devrimi de tıpkı bu iki büyük devrimde olduğu gibi,
Padişah Vahdettin’in saltanatını ortadan kaldırırken aynı zamanda O’nun kutsallık statüsüne de son veriyordu. (A. Saltık’ın notu : Fransız ve Rus devrimleri çok kanlı olmuş, Kral ve Çar ailesi yok edilmiştir. Oysa Türk Devrimi kansızdır, Osmanlı Hanedanı yalnzıca sürgün edilmiştir.. 1974’te bu karar da kaldırılmıştır..)

CUMHURİYET ÖZGÜRLEŞMEDİR

  • Cumhuriyet, egemenliğin salt padişahtan (veya bir monarktan) ulusa geçmesi değil, aynı zamanda ulusun iradesinin kaynağının da dinsel referanslardan seküler (laik) referanslara geçmesidir.

Cumhuriyet rejimini bu ikili niteliğiyle kavramayanlar, cumhuriyetten hiçbir şey anlamamış demektir.

Atatürk ve Kemalist kadrolar işte ilk günden başlaarak bu kavrayış içinde ülkeyi, modern eğitimi, kültürü, hukuk sistemi vb. ile özgür ve eşit haklara sahip yurttaşlardan oluşan gerçek bir cumhuriyet haline getirmek için yılmadan uğraştılar.

Bir sosyalist elbette Kemalizmi yeterli göremez.

Çünkü Kemalizmin programında ücretli köleliğin kaldırılması yer almamaktadır.
(A. Saltık’ın notu : 6 Ok’tan HALKÇILIK tam da bu hedefe yöneliktir..)
Ama bu, bir sosyalistin anti-Kemalist olduğu anlamına gelmez. Yalnızca onun daha ileri hedefleri bulunduğu anlamını taşır.

Çünkü anti-Kemalizm, tıpkı bugünkü iktidar sahiplerinin yapmaya çalıştığı gibi, Kemalizmin tüm özgürlük miraslarının reddi ve yok edilmesi demektir.

KEMALİZMDEKİ SOL

Kemalizm ülkemizde;
– modern eğitimi genelleştirerek,
– modern hukuk sistemini yerleştirerek,
– kadınların önemli haklara kavuşmasını sağlayarak,
– harf devrimiyle halkın eline bilgiye kolayca ulaşabilmenin anahtarını sunarak, – önemli ekonomik temel yapı girişimlerini başlatıp halkın yaşam koşullarını iyileştirerek,
bilimi ana referans kaynağı yaparak ve
– herhalde en önemlisi eşit haklara sahip yurttaşlar statüsünü yaratarak, yüzlerce yıllık düşünsel ve toplumsal kölecilik zincirlerinden önemli halkaları koparmıştır.

Kemalizmin solu işte buradadır.
Onun düşünsel ve toplumsal köleciliğe karşı olan içeriğinden kaynaklanmaktadır. Kemalizmle solu bağdaştırmakta zorlananlar, onun anti-köleci içeriğine baksınlar.

Ahmet İnsel’in yukarıdaki sözleri, Türkiye sosyalist solunun bir bölümünün Kemalizm hakkındaki düşüncelerini özetlemektedir. Ama Kemalizm’i doğru değerlendiremeyenler, sosyalizmi de doğru kavrayamazlar.

  • 1923 Türk devrimi, insanlık tarihinin en büyük devrimleri safındadır.

Bu devrim, ülkemiz insanının düşünsel ve toplumsal kölecilik zincirlerinin önemli bir bölümünü koparmıştır.

Sosyalizmin esas olarak ücretli köleliğin kaldırılmasından ibaret olduğunu düşünenler de yanılmaktadır.

Sosyalizmin, insan haklarına ve siyasi demokrasiye sahip olmayan bir toplumda “master teknoloji” ile kurulabileceğini sanan Stalin’in düşüncesinin de sosyalizmle bir ilgisi bulunmuyordu. Sosyalizm, köleciliğe karşı hayatın her alanında verilecek sürekli mücadelelerle kurulabilir ancak.

Köleciliğe karşı yürütülen düşünsel ve toplumsal mücadele uzun bir mücadeledir.

Sosyalistlere düşen görevlerden biri de, daha önce gerçekleştirilmiş devrimleri doğru değerlendirerek onların tarihsel miraslarına sahip çıkmak ve bu özgürlük miraslarını gelecek kuşaklara daha yüksek seviyelerde bırakmaya çalışmaktır.
(Cumhuriyet Bilim Teknik, 16.08.2013)

UZAY İSTASYONU ve MEKİKLER..


Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan Hocamız nefis bir sunu paylaştı..
Kendilerine teşekkür borçluyuz..

Size de sunuyoruz.

  • UZAY İSTASYONU ve MEKİKLER.. tam anlamıyla bir BİLİM harikası.

Eşlik eden müzik de öyle..

NASA; yeryüzünün en başarılı uygulamalı bilim kurumlarının başında..

İzlemelisiniz.. Erişke (link) yazımızın sonunda..

Türk Hava Kurumu, Cumhuriyet’in ilanından 16 ay sonra, 16 Şubat 1925’te Atatürk’ün emriyle “Türk Tayyare Cemiyeti” adıyla kurulmuştur. 1935’te alınan kongre kararı ile adı Türk Hava Kurumu olarak değiştirilmiştir.

Atatürk; “İstikbal göklerdedir..” demekteydi.

Hatta ilk kadın pilot olarak Sabiha Gökçen‘i de Türk kadını için bir rol modeli olarak yetiştirmişti.

NASA‘nın uzaydaki başarıları bir insan olarak kıvanç veriyor.
Ama bizim ülkemizde daha açlık, işsizlik, iç barış, adalet gibi en temel sorunlar bile çözüme ulaşmamış durumda.. Zaten bilim de böylesi kurak ortamlarda
boy salmıyor..

  • Türkiye BİLİM TOPUMU olmak durumunda.

 Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve Cumhuriyetin öbür kurucuları,
Türk modernleşmesindeki temel rolü Bilime vermişlerdir.
Bu gerçeği,
ATATÜRK’ün çeşitli gerekçelerle yaptığı konuşmalarda çok açık olarak görüyoruz. İsmet İnönü’nün de, bir bilim toplumu yaratma ülküsüne yönelik olduğu çok açık olan sözleri vardır.

ATATÜRK ve İsmet Paşa, yeni Türk toplumunun temel yöneliminde bilimi esas almakta ve toplum ve tüm yaşam için bilim ilkesine
sahip çıkmaktadırlar.

•Ülkemizde bilimde uzmanlaşma esas olarak gerek yönetsel, gerekse bilimsel bakımdan 1923-33 döneminde “10 Yılda” sağlanmıştır.
•Bu nedenle bu dönemi, bilimde uzmanlaşmanın hemen hemen bulunmadığı bir noktadan, hemen hemen gerçekleşmiş olduğu bir noktaya geçiş dönemi olarak nitelendirebiliriz.
•Uzmanlaşma eğitiminin gelişmesi ve uzmanlık statüsünün oluşmasına bağlı olarak ülkemizdeki bilimsel araştırma çabaları da gelişmiş ve hızlanmıştır.
Bunları ATATÜRK’e borçluyuz..

(http://www.tuba.gov.tr/habergoster.php?haber=bdgorus_04, 18.09.05,
Osman Bahadır)

Uzay İstasyonu ve Mekikler. æ

Sevgi ve saygı ile.
25.1.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Atatürk diktatör müydü?

Dostlar,

Sayın Osman Bahadır bir Cumhuriyet tarihi araştırmacısı ve oldukça değerli katkılar sağladı bu alana. Cumhuriyet’in Bilim-Teknik ekinde bu bağlamda epey yazısı çıktı.

Aşağıda sunduğumuz da çok nitelikli, belgeli bir irdeleme..

Okunujp okutulması dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
23.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================== 

Atatürk diktatör müydü ??

Son yıllarda çeşitli çevreler tarafından yürütülen, Atatürk’ü kötüleme ve eserlerini küçümseme girişimlerinin yoğunlaştığını görüyoruz. Bazı tarihçiler de bu girişimlere öncülük ediyor.

Tarihçiler Erik J. Zürcher ile Touraj Atabaki, birlikte editörlüğünü yaptıkları Türkiye ve İran’da Otoriter Modernleşme, Atatürk ve Rıza Şah Dönemleri (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012) adlı kitabın giriş bölümünde, “Atatürk’ün diktatör olduğu şüphe götürmez” (s.10) demektedirler.

Öncelikle belirtmeliyiz ki, daha önce başkaları tarafından da ileri sürülmüş bu sözlerin sosyal teori veya hukuk teorisi açısından hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Atatürk’ün
kim için, kimler üzerinde ve ne ölçüde bir diktatör olduğu belirtilmedikçe bu iddia anlamsız kalmaya mahkûmdur. Çünkü her demokrasi aynı zamanda bir diktatörlüktür. Eğer bir gün insanlık, sosyal eşitsizliklerin ortadan kalktığı ideal demokrasi koşullarına ulaşabilirse, ancak o zaman, diktatörlük koşullarının ortadan kalkmış olması nedeniyle, aynı zamanda diktatörlük de olmayan bir demokrasiden söz edilebilir. Ama gerek geçmişteki, gerekse günümüzdeki tüm demokrasiler, aynı zamanda diktatörlüklerdir.

Dolayısıyla bir rejimin demokrasi mi, diktatörlük mü olduğuna bakarken, kimin için demokrasi, kimin için diktatörlük sorusunun sorulması gerekir. Ayrıca hem demokrasinin, hem de diktatörlüğün sınırlarına ve düzeylerine de bakmak gerekir.
En demokratik bir rejim bile, örneğin caniler veya hırsızlar için diktatörlüktür. Ulusun
ve halkın barış veya güvenlik içinde yaşayabilmesi için bunlar üzerindeki diktatörlük zorunludur. Ama diktatörlükler, suçlular için olmanın ötesine geçerek, belirli zümreler, sınıflar veya tüm ulus için de geçerli hale gelebilirler. Gerçekte olan da budur.

• Bütün ulusa demokrasi

Atatürk, Cumhuriyet düşmanları ve yıkıcıları üzerinde diktatörlük uygulamıştır.
(Bu diktatörlüğün niteliğinin, ülkenin o günkü özgün tarihi koşulları çerçevesinde oluştuğunu unutmamak gerekir). Ama o bunu yaparak bütün ulus için demokrasinin koşullarını yaratmaya ve geliştirmeye çalışmıştır. Örneğin 1926’daki büyük hukuk devrimi ve 1928’deki büyük harf devrimi, ülkemizin tarihi boyunca görmediği genişlikteki bir demokrasi zemininin koşullarını yaratmıştır. İnsanlar bir padişahın değersiz kulları olmaktan kurtularak eşit haklara sahip yurttaşlar konumuna yükselmiş, köle durumundaki kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olmuş ve yeni harflerle kolayca okuyup yazan insanlar, kendi çıkarlarının bilincinde aydın bireyler olabilme ortamına ve araçlarına kavuşmuşlardır.

Atabaki ve Zürcher’in bu nitelemeyi yapmaları, eğer hukuk teorisinden habersiz olmalarından kaynaklanmıyorsa, o takdirde, Atatürk için diktatör kelimesini, olumsuz popüler anlamında kullanmışlar demektir. Bu elbette özellikle tarihçiler için bağışlanamayacak daha taraflı ve haksız bir nitelemedir. Atatürk, keyfi, haksız ve zalim bir yönetim mi sürdürdü? Diktatör, en uç noktada kendisi veya ailesi ve yakınları için, başka durumlarda belirli bir zümrenin çıkarlarını korumak için, daha yaygın olarak da bir veya bazı sosyal sınıfların başka sosyal sınıflar üzerindeki tahakkümü için iktidarı elinde tutan ve bu yolda baskı ve zulüm uygulayan kimse demektir. Atatürk hangi zümrelerin çıkarlarını diğer zümrelerin aleyhine olarak ön planda tuttu? Hangi mal varlığına sahip oldu? Toplumun hangi bölümünün geleceğine kaygısız kaldı? Atatürk kimin çıkarları için diktatörlük yaptı? Bu soruları sormak zorundayız, çünkü onun var olduğu iddia edilen diktatörlüğünün temellerini başka türlü bulamayız.

Gerçek şu ki                       :

  • Atatürk, yoksul, aç, eğitimsiz, sanayisiz, işçisiz ve tıbbi olarak hasta bir toplum devralmıştı.

Kısa iktidar süresi içerisinde de böyle bir toplumun bilimin kılavuzluğunda bağımsız ve modern bir toplum haline gelmesine öncülük etti. Cumhuriyetin kurulması ve güçlenmesi, Atatürk için büyük bir hedefti. Fakat onunla yetinmedi, sosyal ve siyasal süreçler için kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içerisinde cumhuriyetin daha demokratik olması için girişimlerde de bulundu. Fakat gerek cumhuriyetin korunması, gerekse onun daha da demokratikleştirilmesi ancak bilinçli yurttaşların eseri olabilir.

• Demokrasi sadece siyasi demokrasi değildir

Atatürk’ü diktatör olarak nitelendirenler, demokrasiyi sadece siyasi demokrasiden ibaret olarak görmektedirler. Dünyanın hangi ülkesinde diktatörler, uluslarını kölelikten, cahillikten ve hastalıktan kurtarmak için canla başla çalıştılar, onlara öğretmenlik ettiler? Bütün bu saydıklarımız ve daha saymadığımız birçok şey, toplumsal demokrasinin önemli bölümleri değil midir?

Atabaki ve Zürcher’in elbette cumhuriyet kavramıyla da sorunları var. Cumhuriyet, egemen kuvvetin kaynağının ulusun kendisi olduğunu kabul eder. Cumhuriyet rejiminde ulus, egemenliğini, seçilmiş temsilcileri aracılığıyla ifade eder ve sürdürür. Cumhuriyeti diğer bütün devlet biçimlerinden ayıran temel fark, bu yönetim tarzında egemen kuvvetin, kutsal güçlerden veya monarklardan vb. değil, ulusun iradesinden kaynaklanıyor olmasıdır. Ulusun bireylerinin tek tek iradelerinin ve bütün olarak ulusun iradesinin oluşumu ve temsil edilmesi ise esas olarak bilim ve demokrasi ile olur.
Eğer bilim ve bilimsel düşünce yeterince gelişmemişse, cumhuriyetin de yaşama şansı yoktur. Çünkü bilimsel düşüncenin yaygınlaşmadığı ülkelerde, egemen kuvvetin yani devlet otoritesinin, köklerini ulusun kendi iradesinden almasının koşulları ortadan kalkar. Kendilerini halkın temsilcileri olarak sunan çeşitli güçlerin iradesi, ulusun iradesinin yerine geçmeye başlar.

• Bilimsiz cumhuriyet olmaz!

Atatürk’ü diktatör olarak görenlerin ortak bir özelliği, toplumsal gelişimimizde bilimin ve bilimsel düşüncenin oynadığı ve oynayacağı büyük rol hakkında hiçbir fikir ileri sürmemeleridir. Bunun nedeni, cumhuriyetin bilimle ilişkisi hakkında en iyimser yorumla, hiçbir fikirlerinin olmamasıdır. Başka bir yorumla da cumhuriyet kavramını çarpıtmak istemeleridir.

Atabaki ve Zürcher, Atatürk’ün ‘bilimcilik’ (scientism) yaptığını ileri sürüyorlar. Şunları söylemektedirler:“‘Bilimcilik’, bilim vasıtasıyla ilerlemeye duyulan sarsılmaz bir inanç anlamına geliyordu. (Atatürk’ün daha sonra söyleyeceği ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ sözünü anımsayın)” (s.5).

Öncelikle, ‘bilim vasıtasıyla ilerlemeye duyulan sarsılmaz inanç’, ‘bilimcilik’ anlamına gelmez. Bilimin, gerçekten ilerlemenin en güçlü etkeni olduğunun kavranıldığı anlamına gelir. İkincisi, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, yazarların iddia ettikleri gibi onun ‘bilimciliğini’ değil, tam tersine ‘bilimcilik’yanlısı olmadığını gösterir. Atatürk bilime büyük bir önem veriyordu ama ‘bilimcilik’ yanlısı değildi. Çünkü‘bilimcilik’, bilimin toplumsal yaşamdaki rolünü abartır. Her soruna bilimsel olduğu ileri sürülen öğretiler çerçevesinde çözüm arayan ideolojik bir yaklaşımdır. Atatürk ise karşısına çıkan soruna bilimsel analizler yoluyla çözüm bulmaya çalışan bir insandı. Zaten bu ünlü sözündeki “en” sözcüğü de onun‘bilimcilik’ten ne kadar uzak olduğunu göstermeye kâfidir. “Hayatta tek hakiki mürşit bilimdir”dememiştir. Başka aydınlatıcıların olduğunu da kabul etmektedir. Felsefe ve sanat da mürşit (aydınlatıcı) olabilir. Ama bilimin daha hakiki bir mürşit olduğunu düşünmektedir. Bunun neresi‘bilimcilik’? Yazarlar hiçbir temele dayanmadan ve bilimsel düşünmek ve bilimi savunmak ile ‘bilimcilik’arasındaki fark hakkında hiçbir fikre sahip olmadan, Atatürk’e taşımadığı nitelikleri atfetmektedirler. Atatürk için bilim, doğaya ve topluma ilişkin, bir anlama ve sorun çözme yöntemi ve aracıydı.

Son olarak;

Atatürk’ün diktatör olup olmadığı sorusunun cevabını, ulusun hafızasında da aramamız gerekir.

  • Siz hiç insanlık tarihinde, öldüğünde bütün bir ulusun günlerce yas tuttuğu, ölümünden 74 yıl sonra da mezarını milyonlarca insanın ziyaret ettiği bir diktatör gördünüz mü?
  • Atatürk ne hukuksal ne de popüler anlamda diktatördür.

Hukuksal anlamda, demokratik olmayı hedefleyen genç bir cumhuriyetin lideri,
popüler anlamda ise halkını, ulusunu seven, halkçı, ulusçu bir liderdir.
(Cumhuriyet, 23.12.12)

SANAYİ DEVRİMİ NASIL BAŞLADI ??


SANAYİ DEVRİMİ NASIL BAŞLADI ??

  • Avrupa’da Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ilk yarısında, yeni bir enerji kaynağının üretime girmesiyle değil, üretimin makineleşmesi ve otomatikleşmesiyle başladı.

Osman Bahadır
bahadirosman@hotmail.com

İngiltere’de 18. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Sanayi Devrimi, önce pamuklu dokumacılık alanında başladı. Pamuklu dokumacılığın iki bölümünden birini oluşturan iplik eğirme, asırlar boyunca basit el iğleri ile yapılmıştır. İplik üretiminde Avrupa’da Rönesans döneminde iplik üretimini kolaylaştıran çıkrık modelleri yapılmakla birlikte 18. yüzyıla kadar iplik üretiminde köklü bir artışı gerçekleştirecek bir teknolojik yenilenme olamadı (Leonardo’nun da iplik eğirme makinesi konusunda tasarımları olmuştu).

Pamuklu dokumadaki devrim, iplik eğirme teknolojisinden önce, dokumacılığın diğer bölümünü oluşturan dokuma teknolojisinde oldu. Bu teknolojiyi yaratan İngiliz John Kay’dır ve mekik atma işlemini otomatikleştirerek üretimi hızlandıran “uçan mekik” i (flying shuttle) yaratmıştır.

  • Sanayi devrimini 1733’te uçan mekik’in başlattığını söyleyebiliriz.

Çünkü uçan mekik ile dokuma işlemi çok kolaylaşmış ve bu da üretimin olağanüstü artmasıyla sonuçlanmıştır. (Bu icadın kendilerini işsiz bırakmasından korkan dokumacıların saldırısı üzerine Kay başka bir şehre, sonra da Fransa’ya gitmek zorunda kalmıştı.)

Dokuma teknolojisinin ve üretiminin gelişmesi karşısında, iplik eğirme teknolojisinin geriliği ve yetersizliği, bu kez çabaların iplik eğirmenin makineleştirilmesine yönelmesine yol açmıştır. Çünkü mevcut iplik üretimi, dokuma üretiminin kapasitesini karşılayamıyordu. (London Society of Arts tarafından 1751 yılında “keten, pamuk
ya da kenevirden aynı zamanda altı ipliği birden eğirecek ve bir insan tarafından kullanılacak en iyi makine”yi yapana verilmek üzere 50 İngiliz altını tutarında ödül koyulmuştu.)

Marangoz ve dokumacı James Hargreaves, 1764 yılında, Eğirici Jenny (spinning Jenny) adını verdiği (Jenny kızının adıydı) eğirme makinesini yaptı. Bu makinenin kolunu çeviren tek bir eğirici aynı anda sekiz ipliği eğirebiliyordu. Yani sekiz eğiricinin yaptığı işi aynı anda yapmış oluyordu. 1765’te makinesini üretip sattığında, işsiz kalmaktan korkan eğiriciler, Hargreaves’in evine saldırdılar ve makinelerini kırdılar. Hargreaves, Lancashire’dan Nottingham’a kaçmak zorunda kaldı. Ancak makinesi
her şeye rağmen hızla yayıldı. Hargreaves 1778’de öldüğünde İngiltere’de 20.000’den fazla makinenin evlerde kullanımda olduğu tahmin edilmektedir.

İkinci ve daha sağlam iplik üreten eğirme makinesini ise yoksul bir berber olan
Richard Arkwright yaptı. İlk modellerini atla çalıştırmıştı. Fakat 1771’de bir eğirme fabrikası kurdu ve burada makinesini su çarkıyla çalıştırdı. Makinesini sürekli geliştiren Arkwright’a, bu teknolojiye olan katkılarından dolayı 1786’da “Sir” unvanı verildi.

Daha sonraki yıllarda iplik eğirme teknolojisine en büyük katkı, Samuel Crompton’dan gelmiştir. Crompton’un buluşlarıyla 19. yüzyılın başlarında eğirme işlemleri tümüyle makineleşti ve O’nun makineleri 20. yüzyılın başlarına dek kullanıldı.

Dokuma sanayisindeki gelişme süreci tersine dönmeye başlamıştı.
Devrimin başlangıcından farklı olarak bu kez dokuma işlemi için gereken miktardan fazla iplik üretilmeye başlanmıştı. Dolayısıyla bu kez dokuma teknolojisinin iyileştirilmesi sorunuyla karşılaşıldı.

Bu sorunu çözen de, Edmund Cartwright oldu. 1785 yılında mekanik dokuma tezgâhını geliştirdi. Ancak işsiz kalmaktan korkan dokumacılar, yine dokuma tezgâhlarına saldırdılar ve Cartwright’ın fabrikasını yıktılar. İngiltere’de bu saldırılar sırasında 100 kadar dokuma makinesi parçalanmıştı. Ancak dokuma makinelerinin yaygınlaşması önlenemedi. İngiltere’deki mekanik dokuma tezgâhı sayısı 1813’te 2400 iken, 1820’de 12150, 1829’da 45500 ve 1833’te de 85000 olmuştu.

18. yüzyılın sonlarına dek, dokuma teknolojisinde makineleşme ve otomatikleşme sürekli gelişmekle birlikte, bu gelişmeye yeni enerji kaynaklarının kullanımı eşlik etmedi. Yeni makineler insan ve hayvan gücüyle çalıştırılıyor veya üretimin çapı biraz büyüdüğünde su çarkından yararlanılıyordu. Fakat özellikle 19. yüzyılın başlarından itibaren buhar enerjisinin ve buhar makinesinin fabrikalara girmesiyle
Sanayi Devrimi, gerek üretim tarzı, gerekse üretim ölçeği bakımından büyük bir dönüşüm geçirdi ve bu dönüşüm yalnızca teknolojik sonuçlar üretmekle kalmadı,
büyük toplumsal değişimlere de yol açtı. (Cumhuriyet Bilim Teknik, 3.11.12)