Etiket arşivi: Merdan Yanardağ

Silivri’de de hayat sürüyor

Merdan Yanardağ

 

Silivri’de hayat kendine özgü ritmi, kuralları, sınırlılıkları ve her şeye karşın bütün canlılığı ile cıvıl cıvıl devam ediyor.

  • Haksız, hukuksuz ve adaletsiz bir tutukluluğa karşı direniyoruz.

Günler geçiyor ve biz buradan bütün dikkatimizle dışarıdaki yaşamı izlemeye çalışıyoruz. Aklımızda ise sevdiklerimiz, yakınlarımız, dostlarımız ve yarım kalan işlerimiz var. Deyim uygunsa yaşamlarımıza ilişkin bir ana bilanço çıkarıyoruz ister istemez. Dışarıdaki mücadeleye ve yaşama katılmaya kendimizi yenileyerek hazırlamaya çalışıyoruz.

Burada zamanı en verimli şekilde geçirmek önem taşıyor. Örneğin sistemli şekilde okumak, spor yapmak ve sağlığını korumak gibi. Kimsenin ne okuduğunu ne okumadığını bilmiyorum; ama belki biz ‘’filozof’’ oluruz! Şaka bir yana, buradaki en değerli etkinlik okumak desem abartmış olmam. Kendini salmamak en yaşamsal tutumdur. Yazma ve üretmek de böyledir.

Avukatlarımız ile görüşürken -ki açık görüş yapıyorlar- bu iş için ayrılan bölümde buradaki dostlarımızla görüşme şansımız oluyor. Aramızda fiziksel bir uzaklık olsa da iletişim kurabiliyoruz. Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay ve diğer arkadaşlarımızla ayaküstü de olsa konuşuyoruz. Sağ olsunlar, buraya geldiğim günlerde -ki bayram tatiline denk geldiği için kantin kapalı ve bütün yetkililer izinliydi- en temel ihtiyaçlarımı onların desteğiyle giderdim. Önemlidir, teşekkür ediyorum.

Can Atalay, bildiğiniz gibi Soma’lı madencilerin hakkını savunurken nasılsa, kaçak tarikat Kuran kursu yatakhanesinde yanarak ölen yoksul çocuklara nasıl sahip çıktıysa, Çorlu tren faciasının sorumlularının yakasına nasıl yapıştıysa burada da uğradığı haksızlık ve hukuksuzluklara karşı aynı heyecanla mücadele ediyor. Diğer arkadaşlarımız da aynı tutumu sürdürüyor. Tutuklanmadan bir gün önce Tayfun Kahraman’ın cezaevinde, uzmanlık alanından hareketle yazdığı depreme karşı alınacak önlemler ve bu bağlamda iktidara yönelttiği eleştirilerden oluşan kitabını TELE1 ekranlarında tanıtmıştım. Buluşmak buraya kısmetmiş!

Can, çıkana dek -ki çıkacak- bizim milletvekilimiz. Hatay’lılar belki biraz bekleyecek ama Silivri milletvekilliği de önemlidir diye düşünmek gerek. Can’ı uzun süredir tanıyorum, birlikte birçok oluşumda yer aldık. TELE1’e sık sık davet ettik, görüşlerimizin zamanla birbirine yaklaşması, aynı saflarda olmak mutluluk verici. Öbürr dostlarımızla da öyle.
***
Silivri’de bir ayımı doldurmayı iple çekiyorum; çünkü bir ayı doldurunca buradaki halı sahada başka arkadaşlarla birlikte spor yapma, top oynama ve sohbet etme hakkını kazanacağım. Gerçi sporumu her sabah havalandırma avlusunda yapıyorum ama arkadaşlarla birlikte olmak görüşmek burada çok değerli. Özellikle tek kalanlar için. Bakalım, Canlar ve öbür Gezi‘ci arkadaşlarla birlikte spora çıkmak için dilekçe vereceğim. Umarım bir aksilik çıkmaz.

Bu arkadaşlar heyecanlı maçlar yapıyormuş, avukat arkadaşlarımızın söylediğine göre. Haftada bir de olsa keyifli bir durum. Osman Kavala sıkı top oynuyormuş. Hırslı ve sıkı… Eğer avukat arkadaşlarımız hoş bir ‘’dedikodu’’ yapmadılarsa -bu olasılık var- ne yalan söyleyeyim bu durum beni şaşırttı; çünkü adeta bir tevekkül, için için sessiz fakat kararlı ve soylu bir direniş sergileyen o sakin Osman Kavala’nın sıkı bir topçu olması güzel bir sürpriz. Ben böyle hırslı bir maç yapacak kişinin Can olabileceğini düşünürdüm. Haksız mıyım? Bakalım heyecanla halı sahada buluşacağımız günleri (birkaç gün kaldı) bekliyorum. Bir aksilik olmazsa göreceğiz kimin nasıl oynadığını.

Ayrıca Osman Kavala’nın bana avukatı aracılığıyla gönderdiği kitap hakkında da konuşabilmeyi umuyorum. Sebastian Haffner’in ‘’Hitler Üzerine Notlar’’ kitabı, alanındaki en önemli çalışma denilebilir (İletişim Yayınları, 4. Baskı, 2021).

‘’Görülmüştür’’ damgalı kitabı bitirmek üzereyim. Birkaç kitabı birlikte okuyunca biraz zaman alıyor. Benim dikkatimi ‘’Nazi Hukuku’’ konusuna çeken de Osman Kavala oldu. Yani suça değil, kişiye bakan (fiili değil, faili esas alan) hukuk anlayışı. Bu hukuk, suçun işlenip işlenmediğine bakmaz, kendisine muhalif olan, tehdit olarak gördüğü kişilere yönelir. Onları hedef alır. Suç bulamaz ise icat eder. Yoruma ve varsayıma dayalı suçlama yöneltir. Kumpas kurar. İktidarın FETÖ’den devraldığı ve fiilen uygulamaya çalıştığı faşist bir hukuk anlayışıdır. Hepimiz hakkında açılan davaların temelinde bu anlayış yatıyor. Osman Kavala savunmasında bu duruma çok haklı olarak işaret etmiş. Bana iletti, okudum. Önemli saptamadır.

Silivri’de maç günlerini heyecanla bekliyorum. Yıllardır, hatta on yılı aşkın süredir halı saha maçı yapmayan biri olarak kendime de şaşırıyorum. Maç bahane galiba.

TIKLAYIN | BU YAZI İLK OLARAK BİRGÜN’DE YAYINLANDI 

İslamcıların Batı’yla dansı-1

Siyaset16.07.2023, BİRGÜN

İslamcı hareketin ve AKP iktidarının başta Batı olmak üzere bütün uluslararası ilişkileri, iç politik ihtiyaçları tarafından belirlenir. Adeta bir kural gibidir bu durum; çünkü Soğuk Savaş İslamcılığına dayanan Türkiye gericiliği, esas olarak bir emperyalizm imalatıdır. Sola ve komünizm tehdidine karşı geliştirilen bir siyasal harekettir. Bu anlamda siyasal islamcılığın tarihi, yüz kızartıcı bir işbirliğinin tarihidir.

Bu utanç verici işbirliğinin temelini siyasal İslamcılığın iktidar stratejisi oluşturur. Güçlenip iktidara gelene kadar emperyalizme ve kurulu düzene hizmet edilir. Onların bütün kirli operasyonlarında yer almaktan kaçınılmaz.

İktidara geldikten sonra ise orda kalmak ve devleti bütünüyle ele geçirmek için işbirlikçi siyaset sürdürülür. Ancak bu hedeflere ulaşıldığı düşünülürse, o zaman kendi dar ideolojik programlarını uygulamaya ve dayandıkları dış güçlere dirsek göstermeye, tutarsızlaşmaya başlarlar. Modern çağın bütün siyasal islamcı örgütlerinin izlediği strateji budur.

  • Dolayısıyla İslamcılar hiçbir zaman samimi ve tutarlı bir anti-emperyalist olamazlar.

Sinsi, iki yüzlü, yalana ve hileye dayalı bir siyaset tarzı izlerler. Bunun adı takiyedir.

  • Kutlu dava için her yol mubahtır.

İslamcı egemen sınıf olan gerici entelijansiyan (ulema ve udeba), küçük şeri çıkar için –iktidara ve servete ulaşmak demek– her şeyi yapar. Bu bağlamda, aktüel İslamcı hareketlerin neredeyse tümü Amerikancı ve NATO’cudur. Eleştirileri konjoktürel ve ikiyüzlüdür.
***
Emperyalizmin küresel haydutluk örgütü olan NATO’nun Rusya’nın burnunun dibindeki Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde düzenlediği zirve, ittifakın son yıllardaki en önemli toplantısıydı. NATO’nun bir anlamda yeniden inşa edildiği / konumlandırıldığı, yeni yönelimlerinin ve savaş stratejilerinin belirlendiği, daha önemlisi yeni tehdit değerlendirmesinin resmen yapıldığı zirve oldu. NATO’nun doğuya doğru genişleme siyaseti teyit edildi. Jeopolitik geri dönüyordu.

Emperyalist bir “terör örgütü” olduğunu belirtmenin abartılı olmayacağını düşündüğüm NATO, doğuya doğru genişleme stratejisinin sınırlarını da genişletti. Rusya’nın “düşman” ilan edilmesinin yanı sıra, ABD’nin küresel hegemonyasını tehdit eden Çin’de (Çin de) bu kapsama alındı. Pekin’in Moskova ile stratejik ortaklığına işaret edilerek, bu ülke de “tehdit” kapsamına sokuldu. Böylece, NATO’nun genişleme hedefi Asya-Pasifik havzasına kadar genişletilerek Çin’in de kuşatılması hedeflendi. ABD liderliğindeki Batılı emperyalist blok, ekonomik olarak sınırlayamadıkları Asya’nın yükselişini askeri tehdit ve güç ile engelleme çizgisi izliyordu. Bu ölümcül oyun, gezegenin geleceğini tehdit eden en vahim siyaset olarak değerlendirilebilir.

İktidar alanı daralan ve sıkışan AKP-Erdoğan yönetiminin, yeniden Batı’ya yönelmesinin de bir sonucu olarak vetosunu geri çekmesiyle İsveç’in de NATO üyeliğinin önü açıldı. Böylece Finlandiya’dan sonra İsveç’in de İttifaka katılması, Rusya’nın kuşatılarak ekonomik ve siyasal bakımdan da bloke edilme sürecinde önemli bir etap alınmış oldu. Sırada Ukrayna ve Gürcistan vardı. Ukrayna savaşının asıl nedeni NATO’nun bu stratejisiydi. Rusya aslında NATO ile savaşıyordu.
***

  • Öncelikle belirtelim ki;
  • NATO’nun ahlaki, siyasal ve hukuksal bakımdan varlık nedeni bulunmuyor.

Çünkü Sovyetler Birliği ve sosyalist bloka karşı bir savunma örgütü olarak kurulduğu belirtilen, bunu kuruluş sözleşmesine yazan NATO, bu ülkelerdeki rejimler çöküp, ittifak (AS: Varşova Paktı) dağıldığı halde varlığını sürdürdü. Sosyalist ülkelerin askeri ittifakı Varşova Paktı, kendisini dağıttığı tarihte 12 üyesi bulunan NATO’nun genişlemesi devam etti. Bugünün (İsveç de dahil edilirse) üye sayısı 16’ya çıktı. (AS: 32 üye ülke oluyor..)

Sovyet Birliği’nde sosyalist rejim kendi içine kapanarak çökünce, 1990’lı yıllar ve 2000’lerin başlarında bir ara “stratejik ortak” ilan edilen Rusya, sonra birdenbire yeniden “düşman” oldu; çünkü Moskova toparlanmış ve yeniden Batı ile güç mücadelesine gitmişti. Tek fark vardı, artık sosyalizm yerine Asyatik bir kapitalist (karma ekonomik düzen) ülke bulunuyordu karşıda.

Silivri’den sevgilerle

Merdan Yanardağ

Merdan Yanardağ

BirGün Yazarı Merdan Yanardağ tutuklandıktan sonra ilk yazısını yazdı. Yanardağ’ın yazısının ilk bölümünü yayımlıyoruz.

Siyaset10.07.2023, BİRGÜN 
Silivri’den sevgilerle
Fotoğraf: BirGün

Eğer ulaştırabilirsem bu Silivri’den gönderdiğim ilk BirGün yazısı olacak. Artık durum cezaevi normallerine döndü sayılır. Kasıtlı olarak bayram tatiline denk getirildiğini düşündüğüm tutukluluğun ilk günlerinde ortalık ‘Kerbela’ gibiydi. Bütün yetkililer izinde ve kantin de kapalı olduğu için temel ihtiyaçlar bile ancak buradaki dostlarımızın büyük çabayla verdiği destek ve personelin iyi niyetli yaklaşımlarıyla çözdük. Yaklaşık bir hafta boyunca ne gazete ne kitap ne televizyon ne de saat vardı. Peçete, tuvalet kâğıdı gibi temizlik ve diğer ihtiyaç maddelerine bile ulaşmak zordu. Ancak bütün sorunları dayanışma ve dostluklarımızla aştık. Bu bizim büyük gücümüzdür.

Artık kâğıt, kalem de var kitap, televizyon da… Yani yazabilirim. O ‘tecrit’ günleri geride kaldı diyebiliriz. Geriye bir özgürlük kaldı elbette. Merdan Yanardağ da tutuklandığına, cezaevine atıldığına göre rejimin başı göğe ermiştir. Ülke daha demokratik, adil, mutlu ve zengin olmuştur. Kutluyorum kendilerini…

Silivri bu rejimin simgesidir. Zulmün, baskının, kumpas davalarının cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye ve insanlığın ilerici birikimine saldırının simgesi. Buradan geçmek de bu rejim koşullarında neredeyse ülkenin aydınlarının, yurtseverlerinin, demokratlarının, sosyalistlerinin kaderi oldu adeta. Öyle ki, bir gün gelecek burada kalmak bir prestij konusu olma halini alacak.

BİR TUTUKLAMA HİKÂYESİNİN ANATOMİSİ

Tutuklanma hikâyem sanırım genel çizgileri ile biliniyor. Ben de yaptığım açıklamalarla olayı nasıl değerlendirdiğimi anlattım. Şimdi bu yerde tutuklama operasyonunun arka planını ve oyununa ilişkin kimi noktalara dikkat çekmeye ve bazı notlar düşmeye çalışacağım. Bir anlatım ve okuma konusu olsun diye maddeler halinde sıralayacağım.

1. Kuşkusuz bu operasyonun öncelikli hedeflerinden biri bağımsız medyaya gözdağı vererek otosansür uygulamasına zorlamak, hatta susturmaya çalışmaktır. Toplumu sindirmeye, seçimlerde ortaya çıkan büyük direniş potansiyelini geri çekilmeye yöneltmek, tehdit etmektir.

2. Tele1 yayınlarının çok geniş bir toplum kesimine ulaşması, siyasal yaşam ve mücadele süreçleri üzerinde etkili olması da bu operasyonun nedenlerinden biridir. Özellikle seçim öncesi ve sonrasındaki yayınların bu bakımdan radara girdiğini düşünüyorum. Sosyalistlerin, solcuların, emekten yana olanların, yurtseverlerin yoktan var ettiği bir televizyon kanalının başarılı olmasını hazmedemeyeceklerdi, öyle de oldu. İktidarı en çok zorlayan bir kitle iletişim kuruluşunu susturmak isteyeceklerdi. Ama başaramayacaklar, bunu herkes görecek…

3. Seçim sonrasında muhalif, bağımsız medyanın büyük bir bölümünün, iktidarın iftiralarını, kara propagandasını bir yana bırakıp, hile ve sahtekârlıkları unutup ülkenin demokratik ittifakına ‘neden kazanamadın’ diye sormasını da doğru bulmadık. Biz dikkati, adil olmayan, anti-demokratik koşullarda yapılan seçimlere ve çalınan halk iradesine çektik. Yüzde 48’lik (gerçekte daha fazla) muhalefet ve direniş potansiyelinin değersizleştirilmesine itiraz ettik. İktidarı sınırlayacak tek güç olan (başka kalmadı) bu önemli demokratik blokun dağıtılması operasyonuna direndik. Bu girişimin iktidar güdümlü olduğunu ortaya koyduk. Bu tutum ve yayın çizgimizin iktidarı çok rahatsız ettiğini biliyoruz. Bize söylediler, olmayınca uyardılar, olmayınca tehdit ettiler. Geri çekilmedik. Geniş cumhuriyetçi kesimlere (merkez sağdan sola kadar) ulaşmamız, bu büyük demokratik potansiyeli içermemiz iktidarı çok tedirgin ediyordu. Operasyonun, tutuklamanın bir nedeni de budur diye düşünüyorum.

DEĞİŞİM TARTIŞMASINA MÜDAHALE

4. Seçimlerden sonra yandaş ve gerici medyanın neredeyse tümünün CHP’deki değişim tartışmasına kitlenmesi; buraya kimi muhalif medya kuruluşları ve gazeteci dostlarımızın da katılması, dikkatleri iktidar üzerinden kaydırdı. Seçimlerde elde edemediği ‘ezici zafer’ böylece altın tepsi içinde sunulmuş oldu. Oysa bütün hileye-hurdaya, baskıya, iftiraya ve mülteci oylarına karşı ancak kıl payı kazanılan bir seçim vardı. Biz bu anlayışa da karşı çıktık, yayın eksenimizi öyle kurduk. Çünkü CHP’ye ilişkin değişim tartışmasının yönü ve kapsamı da belli değildi. Ayrıca bir partinin iç işlerine gazetecilerin bu ölçüde taraflı ve müdahil olmasını da mesleki bakımdan doğru bulmadık. CHP’deki değişimin ideolojik, politik ve örgütsel düzlemlerin tümünde gerçekleşmesi gerektiğini savunduk.

5. Sağa savrulan partinin halkçı, kamucu ve cumhuriyetçi temeller üzerinden yeniden inşa edilmesi gerektiğini, bu bağlamda sola yönelmesinin kaçınılmaz olduğunu söyledik. Esas ve zorunlu olanın iktidarın ahlaki ve siyasal meşruiyetini sorgulamak olduğunu ifade ettik. Muhalefet alanındaki moral bozukluğunu, demokratik toplum havzalarındaki ‘yenilmişlik duygusunu’ dağıtmak için, ben özel olarak mücadele ettim. Bu tutumumuz birçok çevreyi rahatsız etti. Muhalefetin bu tutukluluğa karşı protestoda gecikmesinin nedenini bile burada aramak lazım. Dolayısıyla tutuklanmanın CHP’deki değişim tartışmalarıyla da bir ilgisinin olduğunu düşünüyorum.

SAYIN BEKİR ŞAHİN, YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Hüda-Par Gençlik Örgütü yayınladığı bildiride;
“İmam, şeriattan saparsa kıyam vaciptir. Kemalist sistemin İslam’a ve İslami değerlere savaş açması üzerine kıyam eden ve bu uğurda şehadet makamına ulaşan Şeyhimiz Şeyh Said Efendi ve yarenlerini kıyamlarının sene-i devriyesinde rahmet, minnet ve iftiharla anıyoruz” dedi.

Ayrıca AKP MKYK Üyesi ve TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Has Partiden danışmanı Atilla Parlak; “Şeyh Said ve kahraman arkadaşlarını, şehadet yıl dönümlerinde, rahmetle minnetle anıyorum” diye bir mesaj paylaşmıştır.

Sayın Başsavcı;

Şeyh Said adındaki İngiliz casusu devlete isyan etmiş, hem binlerce vatan evladının ölümüne, hem de Musul ve Kerkük’ün elimizden alınmasına neden olmuş, İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanmış ve 47 kişi ile birlikte idam edilmiş bir vatan hainidir.

Dünyanın tüm demokratik devletlerinde, o ülkenin hainlerini kimse övemez.
Örneğin, Almanya’da Hitler’i öven bir yazı yazarsanız, kendinizi anında cezaevinde bulursunuz.

Şeyh Said gibi bir haini övmek, Devletimizin kurucusu Büyük Atatürk’e, Anayasamıza, yasalarımıza hakaret edip isyan etmek, bizde suç sayılmıyor mu? Üstelik bu ihaneti, Hizbullah Terör örgütünün devamı olduğunu söyleyen
Hüda-Par diye bir parti yapıyorsa!

Hüda-Par denen Hizbullahçı Partinin, AKP’nin ortağı olduğundan dolayı suç işleme özgürlüğü mü var? Anayasamızın değiştirilemez maddelerinden olan
Laiklik, yürürlükten kaldırıldı mı?

Siz de İmam Hatip Okulunu bitirdiniz. Dini bilginiz oldukça fazladır.
Bu Yobazların iddia ettikleri gibi,

  • Kemalizm ve Büyük Önder Atatürk, İslam’a ve İslami değerlere savaş mı açmıştı?

Sayın Başsavcı;

Siz de mevcut Anayasa üzerine yemin etmiş, Siyasal Partileri denetlemek görevi olan bir devlet memurusunuz. Lütfen Türk Milletini aydınlatır mısınız?
Kafamız karıştı. Merdan Yanardağ adlı bir gazeteciyi, Öcalan’ı övdü diye (Gerçekte öven AKP MV, dünün garibi bugünün zengini Galip Ensarioğlu idi) mahkeme içeri attı.

  • Hüda-Par denen domuz bağı ile adam öldürenleri savunan yobazlar,
  • Atatürk’e en büyük hakareti yapıyor, hepsi dışarda!

Sayın Başsavcı;

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de DOĞUM YAPAN 19 yaş altı genç kadın ve kız çocuğu sayısının AKP’nin iktidar olduğundan bu yana, 2 MİLYONU aştığı açıklandı.
15 yaşından küçüklerin yaptığı doğum sayısı bu yıl, 21 bin 87 oldu!
Bu çocuklarımızı korumak için, bir açıklama yapmayı düşünür müsünüz?

  • Topraklarımız satılıyor, ev alana vatandaşlık veriliyor Sayın Başsavcı!

Suskun kalmakla madden olmasa bile kendinizi manen sorumlu hissetmiyor musunuz?
Size Türk Tarihinden iki örnek vereyim;
Mete Han 2232 yıl önce düzenli Türk Ordusunu kuran Han’dır. Moğol asıllı Tunghular O’ndan toprak ister. Kurultayı toplayan Mete Han bu isteme şöyle yanıt verir :

  • “Toprak devletin temeli ve köküdür. Biz burasını onlara nasıl verebiliriz?”

Siyonist güçler, Abdülhamit’ten İsrail için toprak satın almak isterler.
O’nun yanıtı da çok nettir : “Ben bir karış dahi toprak satamam, zira o bana değil, halkıma aittir. Onlar bu imparatorluğu kurup kanlarıyla mahsuldar (üretken) kıldılar. Onu bizden koparmadan önce üzerini kanımızla bir daha kaplamasını biliriz!”

Türk Devletinin başına dert olacak uygulamaları görüp de, buna karşın Anayasamızın verdiği görevi yapmaktan kaçınanlar, susanlar, makamı ne olursa olsun, Türk Tarihi önünde mutlaka hesap vereceklerdir.

T.C. Devletinin Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı!

Açıklamanızı hasretle bekliyoruz.
En azından, Hüda-Par’ın yaptığı ve AKP’nin kurumsal olarak desteklediği,
Şeyh Said açıklaması hakkındaki ne düşündüğünüzü öğrenmek isteriz. Lütfen…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 03 Temmuz 2023

Ayıptır, günahtır, zulümdür, suçtur

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com
30 Haziran 2023, Cumhuriyet
(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

 

Üniformasının üzerine cüppe giyerek tekke ziyaretine giden generalinizi (amiralinizi) göstermelik bir uyarıyla ödüllendirip içten içe alkışlarken, Atatürkçü generalleri zindanda ölmeye mahkûm ettiniz.

Kastınız, duygunuz, ülkenin kurucusuna, onun ideallerine duyduğunuz nefrettir.

Elinizden gelse askeri okulları imam hatibe, bütün öğretim kurumlarını medreseye çevireceksiniz.

Bu yönde atmaya cüret ettiğiniz adımlar belli ki sürecek.

Yaptığınız, yapmayı tasarladıklarınız, bu ülkenin çocuklarına, geleceğine, umuduna, yaşamdan beklentilerine karşı ayıptır, günahtır, zulümdür, suçtur.
***

Osman Kavala’ya uygulanan ortaçağ hukuksuzluğunun nedeni, yardım ettiği öne sürülen “Gezi”ye, “Gezi” gençliğine duyduğunuz nefrettir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını hiçe sayarak, beraat ettiği mahkeme salonundan aynı kişinin tutuklu olarak çıkmasını sağladınız.

Ayıptır, günahtır, zulümdür, suçtur.
***

Size biat etmediği için, size boyun eğmediği için, vicdanının ve aklının sesini dinlediği için Selahattin Demirtaş’ı demir parmaklıklar ardında tutmaya devam ediyorsunuz.

O’na ve en değerli yakınlarına yapılan alçakça, şerefsizce saldırılara göz yumuyorsunuz.

Ayıptır, günahtır, zulümdür, suçtur.
***

Mücella Yapıcı’yı hastaneye götürürken incecik bileklerine kelepçe takıyorsunuz.

Kaçmasından mı korkuyorsunuz?

Size saldırır diye mi korkuyorsunuz?

O’nu kelepçeyle götüren genç jandarma erleri, genç komutanları, kendi anneleri, ablaları kelepçelenmiş gibi acı, utanç duymuyorlar mı?

Karşılarına kelepçeli olarak getirilen saçları apak, incecik bir kadının karşısında doktorlar, sağlık personeli acı, utanç duymuyor mu?

Mücella Yapıcı ve O’nunla birlikte cezaevinde tutulan arkadaşları, İstanbul’un yağmalanmasına karşı durmak dışında hangi suçu işlediler?

Nedir bu dinmeyen “Gezi” düşmanlığı, korkusu, paniği…

En yukarıdan en aşağıya, karar aldıranların, karar verenlerin, hepsinin yaptıkları

ayıptır, günahtır, zulümdür, suçtur.
***

Bayramın ikinci gününde, şu satırları yazmakta olduğum sırada, gazeteci, yazar, TV kurucusu , değerli aydın, eylemci, düşünür Merdan Yanardağ cezaevinde.

Sansür kuruluşu RTÜK’ün başındaki kişi, yetki ve sorumluluk sınırlarını aşarak hakaretler, tehditler savuruyor.

Milletvekili seçilmiş avukat Can Atalay yasa hiçe sayılarak cezaevinde tutulmaya devam ediliyor.

Bütün bunlar ayıptır, günahtır, zulümdür, suçtur.
***

    • Atatürkçü generaller derhal serbest bırakılmalıdır.
    • “Gezi” tutukluları derhal serbest bırakılmalıdır.
    • Osman Kavala, Selahattin Demirtaş derhal serbest bırakılmalıdır.
    • Merdan Yanardağ yargılanacaksa tutuksuz yargılanmalıdır.
    • Bu ülkenin cezaevlerinde tek bir düşünce suçlusu kalmamalıdır.
    • Ben bu ayıba, günaha, zulme, suça ortak olmak istemiyorum.
    • Çünkü suskunluk da suç ortaklığı demektir.

***
Sesimi yükseltiyorum.

Tek tek herkesi, kitlesel olarak da yurtsever-demokrat sivil toplum kuruluşlarını, sendikaları, siyasal partileri, yalnızca demeçlerle değil, büyük adalet ve özgürlük mitingleriyle, ayıba, günaha, zulme, suça karşı seslerini yükseltmeye çağırıyorum.

Halkımız kitlesel olarak sesini yükseltmek istiyor.

  • Silkinelim. Üzerimizdeki ölü toprağını atalım.
  • Ayıba, günaha, zulme, suça ortak olmayalım. 

Ülkenin her yerinde, bir an önce, durmaksızın, büyük buluşmalarda seslerimizi birleştirelim.

Büyük bir özgürlük korosuna dönüştürelim.

Bu ülkenin vicdanlı, yurtsever yazarları, şairleri, sanatçıları, bütün aydınları, o koroda eksiksiz yerlerini almaya hazırdır.
===================================
Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Ataol Behramoğlu yoldaşımıza bütünüyle katılıyoruz..

Bu akşam (30 Haziran 2023, Cuma) saat 22:00 dolayında TELE1’de Sn. Namık Koçak’ın programında olacak ve güncel sorunlarımızı irdeleyeceğiz.

Meşruluğu tartışmaşlı AKP=RTE iktidarı;

  • Seçim sonrası güç sarhoşluğu ile demokratik hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarını eylemli olarak (fiilen) ayaklar altına alarak
  • Açıkça karşıdevrim darbeciliği yapmaktadır.

Bu durum kabul edilemez ve sürdürülemez.
Gerek AKP içinden gerek demokratik sağdan da etkili itiraz sesleri mutlaka  yükselmelidir.
Başta CHP, muhalefet hızla toparlanarak etkin – kitlesel demokratik muhalefeti örgütlemelidir. Seçim öncesinde yazdık, söyledik, MİLLET İTTİFAKI genişletilerek TÜRKİYE İTTİFAKI‘na erişmelidir. Şimdilerde Sn. K. Kılıçdaroğlu da söylüyor, “.. gerekirse 16’lı Masa…” Ehh.. epeeeeyyyy geç olmakla birlikte gene de eylemsizlikten (ataletten) iyidir..

Meşruluğu tartışmalı AKP=RTE iktidarının gözü kara hukuk tanımazlığı, başlıca, muhalefetin darmadağın olmasından kaynaklanmıyor mu? Sn. Merdan Yanardağ ve TELE1‘in “hemmmenn” hedefe oturtulması bu dağınıklığın acı sonuçlarından değil mi??

AKP=RTE iktidarı, “tramvay” olarak tanımladığı Demokrasi treninden inmeye kararlı!

Sevgi ve saygı ile. 30 Haziran 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 28 Haziran 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

EKONOMİST

“Faiz sebep enflasyon sonuçtur… Bunların kafası basmaz ben ekonomistim… Biz neyiz ki nass var.” Faiz 8.5’tan 15’e çıkarıldı.

Fossss…

GÜDÜMLÜ

AYM, HDP’ye yapılan hazine yardımının bloke edilmesini uygun bulmayınca Bahçeli kızdı,Anlaşılıyor ki AYM başkan ve üyeleri bizim söylediklerimizi hiç kaale almıyor.dedi.

AKP Güdümlü MHP’nin başkanı her kurumun kendileri gibi güdüleceğini düşünüyor…

PETROL

Sabah, Takvim, A Haber gibi internet siteleri Venezuela’da çıkan petrol görüntülerini Türkiye’denmiş (Gabar Dağı) gibi haber yaptı.

RTE, parlak zekalı gençlerine Kılıçdaroğlu için montaj video hazırlatınca yalaka medya altta mı kalsın?..

ÖZGÜRLÜK

Fatih Erbakan, Tanrının insanlara günah işleme özgürlüğü verdiğini bunun engellenemeyeceğini söyledi.

Dini, maddi ve siyasi çıkarı için araç olarak gören dinciler köşe başlarında…

GAZETECİ

Gazeteci Merdan Yanardağ terör örgütü propagandası yapmaktan tutuklandı.

Siz onu “iktidara karşı olmak” olarak okuyabilirsiniz…

BAYRAM

MHP, Hüda Par’la bayramlaşmayacakmış.

Dostlar alışverişte görsün…

KUTLAMA

Temiz yürekli, düzgün karakterli aydınlık insanların Kurban Bayramı kutlu olsun. Bayramlar huzur ve güzellikler getirsin.

Saray’ın yeni rotası…

Mustafa Balbay
Mustafa Balbay
mustafabalbay35@gmail.com
27 Haziran 2023, Cumhuriyet

 

Yazıyı kaleme almaya hazırlanırken Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın gözaltına alındığı haberi geldi. Önce ortamı hazırladılar, sonra aldıkları kararı uygulattılar.

Yanardağ’a gözaltı, sabahtan planladığımız yazının tam ortasına oturuyordu. Bugün Saray’ın sonbahar ve devamındaki hesaplarını sütuna yatırıp, bir an önce derlenip toparlanmak gerektiğini vurgulamayı planlamıştık. Önümüzdeki dönem kullanılacak araçlardan biri hukuk olacak.

Yanardağ hakkında herhangi bir soruşturma açılsa, ifadeye çağrılsa gitmeyecek mi? Çok değil, en son 22 Mayıs’ta bir başka soruşturma nedeniyle ifadeye çağrıldı, gitti. İfadesini verdi, serbest bırakıldı.

Bu kez 28 Mayıs sonrası hukuk işliyor. Bunu pek çok alanda görüyoruz.

Saray’ın sonbahar hesaplarına gelince…

Muhalefeti bir daha bu kadar dağınık bulamayız” diye düşünüp buna göre bir yol haritası oluşturdukları anlaşılıyor.

Masada anayasa değişikliği var. İlk ikilem şu:

Yeni bir anayasa mı yapalım, kapsamı belli bir anayasa değişikliği mi?

Hangisine karar verirlerse versinler asıl amaç anayasa değil. Anayasa tartışmaları üzerinden kendilerince muhalefeti parçalamak ve iyice etkisiz hale getirmek. Yerel seçimleri alıp “daha ileri” gitmek!

Şu anda iktidar için anayasa zaten fiilen yok. İstedikleri yerinden delip istedikleri yerini atabiliyorlar. Sonbahara doğru yeni bir anayasa taslağı ile muhalefeti sorumluluğa ortak olmaya çağıracaklar. Saadet Partisi, DEVA ve DP’nin evet diyebileceği maddeleri öne sürecekler. İYİ Parti’nin o güne dek nasıl bir noktaya evrileceği belli değil ama buraya hatlar kurup muhalefet ekseninden koparmanın yollarını arayacaklar.

Bu durum CHP’nin konumu açısından da önemli olacak. Örneğin Kılıçdaroğlu’nun “Başörtüsü çözümünü yasaya bağlayalım” cümlesine verdikleri, “Daha sağlam olsun anayasaya bağlayalım” yanıtının devamını getirecekler. Soracaklar:

Var mısınız?

Saray’ın yol haritası önünde YRP ve HÜDA PAR pürüzleri olabilir, son tahlilde aşılır! Onlar Saray’ın yaptığını da beğenmeyip daha ileri gidilmesini isteyebilir. Ancak Erdoğan’ın izin vereceği kadar Erdoğan’a muhalefet edip sonra da belli bir noktaya gelebilirler.

Şu anda iktidarın her türlü planı gündeme getirip toplumu deneme tahtası yapma ortamı var.

Hızla bu ortamı değiştirip demokrasi mücadelesini kurumlaştırmak gerekiyor.

Bir başka açıdan bakıldığında iktidar çökmüş durumda. Ekonomi bunun başlıca göstergesi. 2019’dan beri her fırsatta yinelenen söylemlerin tam tersi bir yöntem deneniyor. Mehmet Şimşek’in, “akıl ve mantık yoluna girme” çabasının, ana kumandada Saray olduktan sonra istenen sonucu vermesi çok zor.

Seçimden önce ekonomiyi konuşturmamayı başarmışlardı. Korkarız seçimden sonra da konuşturmamayı “başaracaklar”. Böylece yaşanan hüsranın nedenleri, sonuçları örtük kalacak. Yeni bir anayasanın çapı çerçevesi konuşulacak.

Bütün bunlar için gerçekleri söyleyecek, bağımsız bir medyanın olmaması gerekiyor. Bunun yolu da bugüne kadar kanal kapatma, ilan cezası verme gibi yöntemlerdi. Yanardağ’ın gözaltına alınması burada da daha ileri gidileceğini gösteriyor.

İktidar yol haritasını belirlemiş:

-Yıkılırsam ülkenin üstüne yıkılırım!

Yine, yeniden, yeni bir toplumsal direniş, derlenip toparlanış gerekiyor.

Zafer mümkün!

Güncel 21.05.2023, BİRGÜN

 

Seçimlerde hile yapıldığı, bu hilenin ya da halk iradesinin çalınmasının daha oylar sandığa girmeden yapıldığına ilişkin iddiaların doğruluğu hemen hemen kesin gibidir.

  • Çünkü, kullanılan 4 milyon 200 bini aşkın oy şaibeli,
  • 20 bini aşkın sandık sonuçlarının ise sorunlu olduğuna ilişkin, güçlü kanıtlara dayalı itiraza
  • Yüksek Seçim Kurulu henüz tatmin edici bir yanıt vermiş değil.

Bu durumu akılda tutarak belirtirsek eğer; hile, iftira, oy hırsızlığı, kara propaganda, tehdit ve devlet olanaklarının adaletsiz şekilde kullanılmasına karşın, iktidar güçleri %50 barajını aşamadı ve yenilgiye uğradı. Asıl gerçek budur.

Ancak, sol dahil, Türkiye’nin muhalefet güçleri seçimin ilk turda kazanılacağına ya da en azından ilk turun önde bitirileceğine ilişkin öyle derin bir inanca ve öngörüye sahipti ki, bu durum gerçekleşmeyince yaşanan hayal kırıklığı da o ölçüde büyük oldu.

Peki, bu inanç ve öngörü temelsiz ya da yanlış mıydı? Hayır!
Çünkü Saray’ın doğrudan güdümündeki biri hariç (dışında), neredeyse bütün kamuoyu araştırmaları Kılıçdaroğlu’nun önde olduğunu söylüyordu. Ayrıca, yaşamın olağan akışı, sokakların ve meydanların nabzı da aynı işareti veriyordu. Siyasal inisiyatif muhalefete geçmişti. Dolayısıyla, her şey ve herkes bizi yanıltıyor olamazdı. Ancak, beklendiği ve ilan edildiği gibi -öncesi ve sonrasıyla- ne seçim güvenliği tam olarak sağlanabildi ne de oylar/sandıklar etkin bir şekilde korunabildi. Saptanması gereken ilk olgu budur.

İkinci olgu ise muhalefetin lider kadrolarının da tıpkı sıradan seçmenler gibi derin bir şaşkınlık yaşayarak adeta paralize olmalarıydı. Kriz iyi yönetilemedi. Etkin ve hızlı siyasal kararlar verilemedi. Dolayısıyla kamuoyu ve sandık görevlileri yönlendirilemedi.

  • Oysa asıl kaybeden (yitiren), halktan bütün hile ve seçim sahtekârlıklarına karşın güvenoyu alamayan iktidar güçleri ve İslamofaşist ittifaktı.

Bu durumun saptanıp gereğinin hızla yapılamaması, moral üstünlüğün kaptırılmasına yol açtı.

Erdoğan, yenildiği halde “balkon konuşması” yaptı, muhalefet ise basın toplantısı… Tersi olmalıydı. Hızlı siyasal karar almak, bazı tarihsel dönemeçler ve momentumlarda yaşamsal önem taşır. Bir-ikisi dışında bağımsız medya organları, özellikle muhalif televizyon kanalları da süreci doğru kavrayıp, etkin bir müdahalede bulunamadı. Ancak, yine de bağımsız medyanın varlığı sonucu oyun bozulabildi. Diğer bir ifade ile “atı çalan” Üsküdar’ı geçemedi. Oysa niyet, %50’nin biraz üzerindeki bir oranla da olsa, ilk turda zafer ilan etmekti.

Tepkiden korktular ve yapamadılar. Ayrıca, öyle büyük bir suçluluk duyusu içinde olmalılar ki, ikinci turu kabullenmek zorunda kaldılar. Yakalanmaktan çekindiler.
***
Şimdi yapılacak şey; olup bitenleri daha serinkanlı şekilde değerlendirerek, hataları saptamak ve eksiklikleri gidermektir. Diğer bir ifadeyle; zamanın sıkıştığı bu dar dönemde hızla ikinci tur için izlenecek strateji ve taktikleri saptamaktır. Bunun yapılmaya çalışıldığını görüyorum, bu iyi. Ama işin “el yordamıyla” kotarılmak istendiğini de izliyorum, bu da kötü.

Unutulmamalı ki, ortada muhalefet açısından bir yenilgi yok. Bu akıldan hiç çıkarılmamalı.

  • Tam tersine, siyasal İslamcı iktidar ve islamo-faşist ittifak bakımından  bir bozgun var.

Ancak bu durum hızla saptanamadığı ve etkili bir karşı atak geliştirilemediği için, yukarıda da işaret edildiği gibi, moral üstünlük gerici-faşist bloka kaptırılmış oldu. En büyük kayıp budur.

Cumhur İttifakı’nın seçimlerde aldığı beklenmedik sonucun bir nedeni;
– hile,
iftira kampanyası,
– kara propaganda,
– oyların çalınması ve
– devlet olanaklarının adaletsiz/eşitsiz şekilde kullanılması ise;
– diğeri de seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin değişmesidir.

Bu değişimin muhalefet güçleri ve sol tarafından yeterince görülememesi, en az oy sandıklarının korunamaması kadar, hatta ondan daha da önemlidir.

Bu ülkede ABD ve NATO yönlendirmesiyle yaklaşık son 70 yıldır izlenen dinselleştirme siyaseti; Cumhuriyet’in modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal, yani sosyo-ekonomik konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yurttaşlar, sosyal/sınıfsal konumlarından hareketle ve siyasal bilinçleriyle değil, inançları ile oy kullanmaya başladı. Diğer bir ifadeyle (başka bir anlatımla), yurttaşların sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasında negatif (tersine) bir ilişki oluştu.

  • Sırf, “anlı (alnı) secde görüyor” diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kitlesi oluşturuldu.

Siyasal tercihleri belirleyen temel etken, bu tarihsel kesitte ekonomi ve yoksulluk gibi olgular olmaktan büyük ölçüde çıkarak, geleneksel kültür, etnik-dinsel değer ve duyarlılıklardan oluşmaya başladı. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerinin arkasından gitmeye, onları –çektikleri bütün acılara karşın- desteklemeye yöneldi. Giderek toplumsallaşan bir “gönüllü kulluk” yaratıldı. Aklı ve vicdanı teslim alınmış insanların önüne sandık konulunca, onların tercihi farklı olamazdı.
***
Cumhuriyet’in kurumlarını, onun ima ve temsil ettiği değerleri, laikliği savunmasız ve sahipsiz bırakan sol ve Cumhuriyetçi çevreler, esas olarak CHP, bu sürecin asıl failidir. Saldırı altındaki Cumhuriyet, yurtseverlik bilinci ve tutumu ile laik değerler sahipsiz bırakıldı.

Oysa iktidar mücadelesi salt ekonomik talepler üzerinden sürdürülemez. Son seçimin, yani 14 Mayıs’ın ortaya koyduğu tablo bunun en açık kanıtıdır. İdeolojik ve kültürel bir mücadele yürütmeden, hiçbir siyasal mücadeleyi kazanamazsınız. Siyaset sosyolojisinin temel, ama sanırım zor kavranan yasası budur.

  • Eğer bir ideolojik ve kültürel mücadele yürütmezseniz, “anlı (alnı) secde görenleri” yenmeniz zordur.

Dolayısıyla muhaliflerin, AKP ve siyasal İslamcıların değer eksenli ideolojik saldırıları karşısında, “din düşmanı” görünmek korkusuyla geri çekilmek yerine, bu alanda açık bir mücadele yürütmeyi göze almak gerekiyor. Aynı şekilde, bugün kaba bir milliyetçilik ile boşluğu doldurmaya çalışmak yerine, zamanında tutarlı bir anti-emperyalist yurtseverlik siyaseti izlenseydi tablo farklı olurdu.

  • Gericilik ve faşizm ile bilim ve akılcılık eksenli kararlı bir ideolojik, kültürel, siyasal mücadele yürütülmeden başarı kazanmak imkânsızdır.

Bunun din ya da inançlara saygı ya da saygısızlıkla bir ilgisi yoktur. 14 Mayıs seçimlerinde ortaya çıkan tablonun tek olmasa bile temel nedeni budur.

Farkında mısınız, onlar rahattı. Hiçbir etik ya da ahlaki kaygı duymadan mücadele ettiler. AKP yönetimi, kendi dar dinci programını bütün topluma dayatma hakkının olduğuna inanıyordu. Çünkü onlar, kutsal bir davayı temsil ettiklerine, Allah’ın kelamının (Nass) gereğini yaptıklarına ve bizatihi bu davanın kendilerine mutlak bir haklılık kazandırdığına inanıyordu. Öyle de davrandılar.

Artık siyasal aymazlık ve ahmaklığın alemi yok!

Hiçbir şey için geç değil.

Bir tarihsel başarıya ihtiyacımız var.

Yapabiliriz!

O halde bütün gücümüzle 28 Mayıs’a yüklenelim.

İslamo-faşizm yenilgiye uğratılmalı!

Merdan Yanardağ
07.05.2023, BİRGÜN

İslamcı faşist blok ve AKP iktidarı siyasal ve tarihsel bir sona doğru yaklaşıyor. Bunu görüyoruz. Ancak, halkın genel kabullerine dayanan bir ideolojik dokuya (dine) ve bu motivasyonun beslediği etkili bir kitle tabanına sahip bütün gerici ve faşist iktidarlar gibi, AKP yönetiminin de kendiliğinden çökmesini beklemek saflık olur. Böyle bir beklenti, siyasetin tarihine de sosyolojisine de aykırıdır. Kazanmak için mücadele etmek, risk almak, bedel ödemeye hazır olmak ve cesaret gerekir.

Sürekli vurguladığım gibi; AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamikler köklü şekilde değişmiş durumda. İslamcı hareketin bu nesnel gerçekliğe daha fazla direnmesi mümkün görünmüyor. İslamcılığı ideolojik bir sermaye birikim aracı haline getiren ve ulusal zenginlikleri talan eden AKP iktidarı, sadece siyasal bir çöküşü değil, ahlaki bir tükenişi de yaşıyor.

Ancak, çoğu zaman öznel durum ile nesnellik arasında bir açı bulunur. Nesnel (objektif) durum ne kadar uygun olursa olsun, eğer öznel (subjektif) koşullar yerine getirilmez ise hiçbir siyasal güç iktidarı kendiliğinden terk etmez. Toplum, tarihsel ve kategorik bakımdan daha gerici çözümlere razı edilir. Bugün temel sorunumuz budur.

Oysa, gerici faşist bloku yenilgiye uğratmanın bütün nesnel koşulları oluşmuş durumda. Öyle ki, tıpkı AKP’yi iktidara getiren konjonktürde olduğu gibi, tarihte çok az karşılaşılacak şekilde bu kez islamo-faşist hareketin yenilgiye uğratılması için, iç ve dış dinamikler arasında bir örtüşmenin oluştuğu görülüyor. İşçiler, emekçiler ve genel olarak halkın büyük kesiminin yanı sıra, geleneksel cumhuriyet burjuvazisinin bir kesimi de artık AKP iktidarının gitmesinden yana. Çünkü AKP, artık sermaye sınıfının ortak çıkarlarını temsil eden bir parti/ iktidar olmak özelliğini yitirmiş durumda.

AKP, sermaye içi dar bir kliğin, deyim uygunsa, “fraksiyon partisi” haline gelmiş bulunuyor. Kamu kaynaklarının yağmalanmasıyla palazlanmış, bu nedenle sermayenin iç dengelerini bozan ve bütün piyasa kurallarını çiğneyen lümpen burjuvazinin iktidarına dönüşüyor. Diğer bir ifade ile AKP artık muhafazakar-islamcı yeni zenginlerin partisi haline geliyor.

Bu nedenle, daha önce islamcı hareketle uzlaşarak ona bütün kirli işlerini gördüren cumhuriyet burjuvazisi, kültürel ve sınıfsal doku uyumsuzluğunu, ne hikmetse birden bire fark ediyor. AKP’nin merkez sağda yer alan “muhafazakar-demokrat” bir çizgiyi temsil etmediğini anlıyor. Dahası, sermayenin sosyal bileşimini değiştiren AKP iktidarının, islamo-faşist bir rejim kurmasının kendilerini 21.yüzyıl dünyasında oyun dışı bırakacağını düşünüyor. Daha dramatik olanı ise, islamcı iktidarın “git” deyince, gitmediğini de acı bir şekilde öğreniyor.

Aynı şey, başta Batı olmak üzere, küresel sermaye çevreleri için de geçerli görünüyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin stratejik bir imalatı olan ve ılımlı islamı temsil etmesi öngörülen AKP iktidarının, artık işlevini yitirdiği düşünülüyor. Ancak, ne sermayenin ne de emperyalizmin bir kral otoritesi ya da imparator iradesi de bulunmuyor. Çünkü, siyaseti ve toplumsal yönelimleri istedikleri zaman ve istedikleri gibi düzenleme kudretleri her zaman olmuyor. Çünkü, siyasal gelişme ve oluşumları çok sayıda ulusal, küresel, tarihsel, sınıfsal ve kültürel etken belirliyor. Siyaset sınıflarının kendi özgül ağırlığı bulunuyor.

ABD ve Batı dünyası, kısa geçmişte özellikle Ortadoğu’da bütün ayıplı işlerini gören AKP iktidarının, islamcı bir rejim kurma ısrarının Türkiye’yi rotadan çıkardığını ve Doğu’ya doğru çektiğini düşünüyor. AKP’nin artık, islamcılık ile demokrasiyi buluşturmak gibi fantastik bir iddiayı yaşama geçirmeyi deneyen, “ılımlı islamcı” bir parti olmadığını görüyor. Dahası, onun Batı ile uyumunu yitirdiği ve öngörülemez olduğu anlaşılıyor. Kendi Ortaçığını aşamayan Müslümün dünyada ılımlı islamcı bir hareketin olamayacağı ortaya çıkıyor.

Bu anlamda; ABD ve Batı’ya yaslanıp küresel sermayenin desteğini alarak iktidara gelme, devleti ele geçirme ve güç kazandıktan sonra kendisini destekleyenlere kazık atarak islamcı bir rejim kurma stratejisi çökmüş görünüyor. Bütün dünyada iflas eden bu stratejinin Türkiye’de başarılı olması için bir neden de bulunmuyor.

Bugün tablo şudur; emekçi sınıflardan cumhuriyet burjuvazisinin bir kesimine, anti-emperyalist çevrelerden Batı’ya uzanan çok geniş bir yelpaze, islamcı iktidarı istemiyor. Onun artık tarihsel ve siyasal ömrünü doldurduğu düşünülüyor. Tarihte çok az görülebilecek özgün bir toplu durum oluşuyor.

Bu bağlamda; Türkiye’de emekçiler, demokrasi güçleri ve sol açısından durum çok açıktır; ülkeyi islamo-faşist bir diktatörlüğe doğru sürüklemeye çalışan iktidarı yenilgiye uğratmak, öncelikli tarihsel görev ve sorumluluktur. Deyim uygunsa, sorun artık ontolojiktir. Mücadele bir varlık-yokluk kavgasıdır. İslamcı faşist iktidarın, kendisini kuşatan bütün elverişsiz koşullara karşın kazanması, bizim kabahatimiz olacaktır. O nedenle içinden geçtiğimiz bu tarihsel dönemeçte nihai kazanımlar için gerekli olan geçici uzlaşmaları reddetmek, sanılanın aksine korkaklıktır. İdeolojik bir konfora kaçma tutumudur. Çünkü, kendisi için koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun, islamcı hareket iktidarı kolay kolay bırakmayacaktır. Eğer bir şansı olduğunu görürse direnecektir.

Sonuç olarak; 14 Mayıs seçimleri esas olarak Türkiye’de işçi sınıfı için, halk için, demokrasi güçleri için, sol için önem taşıyor. Değilse, gerek AKP’ye karşı olan burjuva kesimler, gerekse Batı ve küresel sermaye, islamo-faşist iktidar ile yeniden uzlaşmanın yolunu bulur.

Elbette olası bir yenilgide devrimciler ve yurtseverler düştüğü yerden kalkmasını bilir. Kuşkusuz sol için dünyanın sonu da olmaz. Ancak, seçimlerin “küçük hatalar” nedeniyle kaybedilmesinin bedeli ağır olur. Böyle bir yenilginin büyük bir tarihsel yıkıma yol açacağı, ülkenin geriye savrulacağı ve toplumun acı çekeceği de açıktır. O nedenle, seçim günü ve ertesinde asıl görev bu toprakların devrimci ve yurtsever evlatlarının olacaktır. Bu anlamda, ihtiyacımız olan şey; konforlu bir kültürel solculuk değil, yeniden devrimci olmayı bilmektir.

İktidarın tükenişi!

Deprem felaketi, Türkiye siyasetini de derinden etkileyecek gibi görünüyor. Sadece yer altındaki tektonik faylar değil, yer üstündeki toplumsal faylar da kırılmış durumda. Ülkenin yaklaşık beşte birini enkaz altında bırakan deprem, asıl afetin İslamcı-faşizan iktidar olduğunu gözler önüne serdi. Bir ortaçağ arızası olan inanç merkezli bilgi anlayışının egemen olduğu kamu yönetiminin iflas ettiğine toplumun büyük kesimi tanık oldu. Bu bağlamda, geçen pazar günü yayımlanan “Silkelense düşecekler” başlıklı yazımda ileri sürdüğüm tezlere devam ediyorum.

Ağır bir yenilgiye doğru sürüklenen İslamcı hareketin tutunmaya çalıştığı son iktidar sütunları da gürültüyle çöküyor. Ancak, bu tablo AKP’nin ve ortağı MHP’nin iktidarı direnmeden terk edip muhalefete bırakacağı anlamına gelmiyor. Tam tersi olacaktır. İktidar, eline geçirdiği devlet gücünü bırakmamak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Durumun farkında olan iktidar, toparlanmaya ve inisiyatifi yeniden ele geçirmeye, yeni bir algı operasyonu ve psikolojik harp hazırlığı yapmaya, bu bağlamda bağımsız medyayı susturmaya yönelik adımlar atmaya çalışıyor. Bu nedenle, ilk görev olarak AKP’nin ve dinci-faşizan blokun toparlanmasına izin verilmemelidir.

Türkiye deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da zamanında yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimlere doğru –deyim uygunsa– sürükleniyor. Eğer Erdoğan-AKP iktidarı, seçimleri kaybedeceğini görürse, hiç kuşku yok ki, bu sonuçtan kaçmak için her yolu deneyecektir. İlk deneyeceği yöntem ise, Yüksek Seçim Kurulu dahil, seçim kurulları marifetiyle, sandık sonuçlarını değiştirmek, halkın ortaya çıkacak iradesini çalma girişimi olacaktır. Siyasal İslamcılar için “milli irade” kendi dar ideolojik programlarını desteklemek için verilen oylardan ibarettir. Gerisinin bir önemi ve değeri yoktur. Milletin geriye kalanı, zorla ya da rızayla “hak yoluna sokulmayı bekleyen” günahkârlardan oluşur, o kadar.

Israrla vurguladık; AKP klasik bir muhafazakâr ya da merkez sağ parti değildir. Cumhuriyet’i yıkmayı hedefleyen siyasal İslamcı ve faşizan hareketin ülkeye el koymuş örgütlü bir ifadesidir. Bu nedenle, rejim değişikliğini sonuna kadar zorlamadan, “kutlu dava” dedikleri hedefe bu kadar yaklaşmışken son bir hamle daha yapmadan geri çekilmeyecekleri kesindir.

İKTİDARIN GÜCÜ ve KORKUSU

İslamcı hareket, iktidarı bir kez yitirirse bir daha böyle bir tarihsel fırsat yakalayamayacağını görüyor. Dahası, kendilerine yönelecek bir hesap sorma dalgasının altında ezilerek, ele geçirdikleri bütün mevzileri kaybedeceklerinden de korkuyor. Bu korkunun ima ettiği sonuçlar bütünüyle gerçekleşir mi gerçekleşmez mi, kestirmek güç. (AS: Yüce Divan’a yollamak için 400 MV gerek!) Çünkü bunun gerçekleşmesi esas olarak AKP sonrası iktidarın niteliğine, yani radikallik düzeyi ile cumhuriyetçi ve halkçı karakterinin belirgin olup olmamasına bağlı. Ancak öyle görülüyor ki, bu korku, AKP iktidarına bir çılgınlık yaptıracak kadar derin ve travmatik bir nitelik taşıyor.

Diğer taraftan, paradoksal olarak gerici-faşizan iktidarın bütün kamu gücünü elinde tuttuğu, denge ve denetim kurumlarını tasfiye ettiği, kurumsal bakımdan kendilerine “dur” diyecek bir kurum bırakmadığı, dolayısıyla istediği her şeyi yapacak kadar çok güçlü göründüğü… mevcut koşullarda, gerçek tablo tam tersidir. Erdoğan-AKP iktidarı büyük bir hızla gücünü ve ülkeyi yönetme yeteneğini kaybediyor.

Merkez sağ siyaset havzasının, tarihsel sahipleri tarafından yeniden doldurulmaya başlanması nedeniyle, AKP iktidarının dayandığı tek güç olan toplumsal desteği de hızla eriyor. Kamuoyu araştırmaları AKP oylarının, geleneksel İslamcı tabana, diğer bir ifadeyle dinci çekirdek kesimlere doğru daraldığını ortaya koyuyor. AKP iktidarı, Rusya dışında bütün dış desteğini de yitirmiş görünüyor.

Eğer muhalefet yaşamsal bir hata yapmazsa, AKP’nin bir daha siyasal ömrünü uzatması zor görünüyor. Öyle ki; AKP iktidarının bir ganimet gibi gördüğü Cumhuriyet Türkiye’sinin zenginliklerini yağmaladığını biliyoruz; işte bu yağma düzenine ortak ettiği muhafazakâr ve yandaş sermaye kesimleri bile, toplumsal bir depremin enkazı altında kalmaktan korkuyor. Bu nedenle AKP’den uzaklaşmanın yollarını arıyor.

TÜRKİYE’NİN ÜÇ YOLU

Fantastik bir teori gibi görülebilir, ama yine de söyleyeyim; AKP (ve MHP) gerçekte iktidarı kaybetmiş görünüyor. Fiili durum bu. Gelgelelim, Türkiye’nin sol dahil, ilerici ve geleneksel muhalefet güçleri bu durumun tam olarak farkında değil. İşin kötüsü, iktidar da kaybettiğini göremiyor. Oysa tablo açık; ortada her tarafı dökülen, silkelense düşecek rüküş bir iktidar var. Ancak, tam da bu nedenle, saldırgan olabilecek ve kötülük yapmaktan kaçınmayacak bir iktidar bu. Dolayısıyla işi hafife almadan, bütün muhalefet güçlerini birleştirerek dikkatle, kararlılıkla ve cesaretle mücadele edilmesi gereken bir iktidar.

Türkiye’nin önünde fazla yol yok. Seçimlerden sonra ya AKP iktidarının aşırılıklarının törpülendiği, toplumdaki tansiyonu düşürecek ve Cumhuriyetin bozulan yapısının kısmen de olsa onarıldığı demokratik bir restorasyon dönemi yaşanacak ya da siyasal İslamcılar ve ortaklarının her türlü çılgınlığı yaparak (darbe, iç çatışma vb.) iktidara yeniden el koyup, ülkeyi sürükleyecekleri dinci-faşist bir diktatörlük olacak. Elbette, şimdilik zayıf da olsa bir üçüncü yol daha var: Türkiye’nin aydınlanmacı, cumhuriyetçi ve sol güçlerinin geniş ittifakına dayanan –burada “geniş ittifak” kavramı önemlihalkçı, laik ve kamucu bir atılım gerçekleştirilecek.

Eğer Erdoğan-AKP yönetimi seçimden istediği sonucu alamaz ve direnmeye yönelirse, hiç kuşkusuz ülkenin, niteliği ve sonuçları kestirilemeyecek yıkıcı bir kalkışma, iç savaş vb. gibi, her türden olasılığa açık bir kaos (karmaşa) ortamına sürükleneceği öngörülebilir. Ancak, AKP iktidarının seçimi kaybetmesi halinde (yitirmesi durumunda), sanıldığı gibi etkili bir direnme gücü de yok. Kaybeden bir siyasal güç için hayatını ve geleceğini ortaya koyacak pek fazla kişi ve çevre olmayacaktır.

Sonuç olarak; gericilik ile hesaplaşmasını tamamlayamayan ve devrimini yarım bırakan toplumların karşılaştığı tarihsel ve sosyolojik bir sorunla boğuşuyoruz. Ancak, teolojik literatüre yönelik eleştirileri uzunca bir süredir geri çeken “modern” Türkiye, yolun sonuna gelmiş durumda. Artık böyle devam edemez.