Etiket arşivi: Mehmet Faraç

Mehmet FARAÇ  

Suriye, “savaş”, “zulüm!..”

Mehmet FARAÇMehmet FARAÇ  
farac65@gmail.com, 23 Şubat 2020, YENİÇAĞ
Ortada devasa bir çelişki var…

Bağrından kaos fışkıran, öfkesi-şiddeti giderek büyüyen bir sinsi çelişkidir bu…
Nedense bu ezeli çelişkiyi yaratan küresel unsurlar, en başta da Amerika hep geri planda!..

Trump’ın Twitter üzerinden meydan okuması, “petrol için oradayız” demesi, arada sırada Türkiye’ye gözdağı vermesi, bir yandan işgalcilere göz kırpması, öte yandan Avrupa’yı masaya sürmesi sınırımızın yanı başındaki Suriye’de, İdlib ve Halep çatışmalarıyla birlikte büyüyen ve öne çıkartılan bir çelişkiden öteye gitmiyor…

İç savaşın kışkırtılmasıyla birlikte, Türkiye’yi “insani yardım“, “barış” unsuru ve sorun çözücü gibi piyasaya süren ABD ve müttefiklerinin derinleştirdiği Suriye çelişkisi, ne yazık ki öfkenin yeni versiyonlarını gündeme getirmekten öteye gitmiyor…

İşte, 9 yıldır alışılagelmiş kışkırtıcı manşetler dünkü yandaş gazetelerin 1. sayfalarında, bir kez daha “savaş” içeren sözcüklerle dışa vurmuştu…

Suriye bize ne kazandırdı-ne kaybettirdi?

Türkiye’yi bu çıkmaza sokan Amerika ne kaybetti-neler kazanmaya devam ediyor, Avrupa bu sorunun neresinde-ne yapmaya çalışıyor sorgulaması yapılmadan atılan vahim manşetlerdi bunlar…

AKP iktidarının siyasi hırsları ve Esad düşmanlığının peşinden giden; Türkiye Cumhuriyeti’ne hiçbir şey kazandırmayacağı açık olan hesapsız medya propagandalarıydı bunlar… Erdoğan’ın “savaş diyebilirim” şeklindeki açıklaması sınırdaki ateşin yükseleceğini duyururken, yandaş gazetelere dün yansıyan “zulüm durmadan çekilmeyiz” manşeti vardı ki, aynı zamanda ülkemizi geren tehlikenin büyüyeceğini de haber veriyordu!..

İşgalde süren çelişki!..”

Evet; konu AKP ve yandaş medyasının İdlib’e müdahaleye gerekçe gösterdiği “zulüm” olunca da, akıllara yine sarsıcı sorular geliyor:

2 haftada 15 şehidin açtığı yara Türkiye’yi sarsarken ve Türkiye Cumhuriyeti’ne en büyük zulüm Suriye’deki Mehmetçik kayıplarıyken; öbür yandan bir ülkenin emperyalistlerce kuşatılması, terör örgütlerince kan deryasına dönüştürülmesi komşu bir ulusa “zulüm” olarak nitelendirilmeyecek mi?..

Ve bu zulmü dağıtmak, kendi vatanını-insanlarını korumak için işgalciler ve terör örgütlerine karşı savaşan Suriye yönetiminin ve halkının, emperyalizmin baskısı altında tutulması ileride zulüm diye adlandırılmayacak mı?..

ABD ve Avrupa, Suriye’de asker yitirmezken, ekonomik olarak çok darbe almazken, 9 yıl içinde neredeyse 100 milyar $ kaybı olan Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin sarsılması 81 (AS: 83 m!) milyonluk bir nüfusa zulüm değil mi?..

Resmi olmayan rakamlara göre, sayıları 6 milyona ulaşan Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de yol açtıkları demografik kaygılar, sosyal sıkıntılar, güvenlik sorunları ve istihdam haksızlıkları, son yıllarda enflasyon-zam-yaşam pahalılığı içinde ayakta durmaya çalışan milyonlarca Türk yurttaşına yönelik zulüm içermiyor mu?..

Peki; Suriye’ye huzur getirme bahanesiyle, şimdi de İdlib’te girişilen savaş bir zulmü bitirme iddiasındayken, sınırı geçerek Türkiye içinde katliamlar yapan, bombalama faaliyetlerine girişen, aralarında IŞİD ve El Kaide infazcılarının da olduğu binlerce radikal dinci militan Türk Ulusu’nun huzuruna zulüm olmuyor mu?..

ABD ve destekçilerinin Arap Baharı tezgahında; nedense yalnızca Türkiye’nin sosyo-ekonomik, politik gidişatının, güvenliğinin sürekli zarara uğratılması Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bir zulmü kapsamıyor mu?..

“Evet”le yanıtlanabilecek yukarıdaki sorulara onlarcası daha eklenebilir, sarsıcı sorgulamalar yapılabilir ama başka kaygılara da dikkat çekmemiz gerekiyor…

Barışın çaresi masa…

Evet; bir kez daha vurgulayalım ki; konu Suriye olunca da geçmişin, geleceğin aynası olduğu şeklindeki saptama hiç değişmeyecek…

O halde soralım da, uyanır belki birileri :

Şam’ın içinde debelendiği kaosu daha önce yaşayan Irak ve Libya’da yıllardır dinmeyen keşmekeş, Suriye’nin geleceği konusunda da hoş işaretler vermezken, diplomasi neden öncelikli değil?..

İşgalcilerin, paralı askerlerin, terör örgütlerinin ve dinci örgütlerin kışkırttığı bir kargaşaya ortak olmak yerine, Suriye sorunu neden Şam yönetimiyle “masada” çözülmüyor?..

Yazının başında dikkat çektiğimiz “çelişki”nin; yani girdap ve çıkmazın, işgalin üzerinden 9 yıl geçmesine karşın bitmediğini, tam aksine büyüdüğünü gösteren işaretler niçin görülmüyor?..

Üstelik sormazlar mı;

– Şam’da, üniversite öğrencilerinin duvarlara, “doktor Esad, sıra sende” diye yazarak yaktığı isyan ateşinin Arap Baharı tezgahtarlarınca büyük bir iç savaşa dönüşmesi sırasında, ortada İran var mıydı?..

– ABD’nin sürekli kendine ileri karakol yaratma çabaları sırasında, Orta Doğu‘nun birçok ülkesinin yanı sıra, Irak ve Libya’nın adeta emperyalizmin gözetleme kulesine dönüştürülmesi yetmezmiş gibi, Suriye’yi de petrol bekçisi yapmaya çalışan Amerika’ya karşı Rusya piyasada mıydı?..

– Peki, El Kaide Irak’ta dağıtılmışken IŞİD diye bir örgüt var mıydı, paralı askerler sınırlarımızda dolaşıyor muydu, Suriye’den kaynaklanan terör olayları Türkiye’yi bu denli tehdit edebiliyor muydu?..

Tüm bu soruların yanıtları “hayır” olduğuna göre, “zulüm bitmeden çekilmeyiz” yaklaşımıyla Suriye batağında kalmakta inat etmek Türkiye’ye ne kazandıracak acaba?..

Sorunun özetine bir kez daha dikkat çekelim :

BOP işgalciliğinde Irak ve Libya’yı iç savaşa sürükleyen emperyalist tuzak, beklediğini bulamadı ve Suriye’de sert kayaya tosladı…

ABD ve ortakları işte bu yüzden taşeron (!) kullanırken, İran ve Rusya’nın desteği ile direnen Suriye tüm dış müdahalelere karşın, Halep örneğinde olduğu gibi, teröre, bölücü örgütlere, dinci yapılanmalara teslim edilen topraklarını geri almaya başladı…

Peki ya Türkiye?.. Bu memleketi seven herkesin üzerinde düşünmesi gereken asıl saptama bellidir;

  • Suriye’nin işgalinde yalnızca Türkiye kaybediyor…

Bu sadece 100 milyar dolara yol açan ekonomik kayıptan ibaret değil, vatan evlatlarının Arap Baharı yalanında şehit olması gibi kahredici sonuçları da var…

O halde yeter artık!.. Suriye politikası mantıklı ve akılcı bir plana göre yürütülsün ve Türkiye daha çok yitirmesin…

Aksine; hem sınır ötesi hem sınır içinde huzuru vuran sosyo-ekonomik, askeri ve güvenlik “zulüm”ü hiç bitmeyecek!..

Gazi, öğretmen, pusula…

Gazi, öğretmen, pusula...

Gazi, öğretmen, pusula…

Yeniçağ, 24 Kasım 2019

Atatürk Bursa’dadır ve onu İstanbul’dan ziyarete gelen bir küme öğretmene seslenirken şunları söyler;

“Bayanlar, baylar…
Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için, ortam hazırladı… Gerçek zaferi siz kazanacaksınız, yaşatacaksınız ve kesinlikle başarıya ulaşacaksınız… Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız…”Tarih 24 Mart 1923…

Büyük Önder, Kütahya lisesinde öğretmenlere seslenirken söyle konuşur;

“Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur… Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür… Bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek… İrfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim…”

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk işgalin, yağmanın yanı sıra gericiliğin- yoksulluğun ve geri kalmışlığın da yenildiği Kurtuluş Savaşı‘nın ardından bu kez Aydınlanma Devrimi‘nin başarıya ulaşması için çaba gösterirken, bu uğurda en çok mücadele eden insanların öğretmenler olduğunun bilincindeydi… Gazi, işte o yüzden sık sık okulları ziyaret eder, sınıflarda öğrenci ve öğretmenlerle sohbet eder, eğitim ve öğretimin Türkiye’nin geleceği için ne denli yaşamsal olduğunu anlatmaya çalışırdı… İşte bu yüzden Atatürk‘ün, bütçe görüşmeleri sırasında aldığı tavır da eğitim-öğretim- okul ve öğretmene ne denli önem verdiğini bir kez daha gözler önüne serer…

Yıl 1923… Meclis’te vekil maaşları tartışılırken dönemin Maliye Bakanı olan Gümüşhane Milletvekili Hasan Fehmi Ataç, Atatürk‘e, “Paşam vekil maaşlarını düzenleyeceğiz, ne kadar verelim?” diye sorar… Gazi Paşa kısaca düşünür ve şu yanıtı verir;

  • “Öğretmen maaşlarını geçmesin…”

Eğitimciler çıkmazda…

Ve yıl 2019… Türkiye, Aydınlanma mücadelesinin engellerle karşılaştığı bir süreçte sübyan mekteplerinden tarikat medreselerine dek eğitimin kuşatıldığı bir dönemi yaşarken, Tevhid-i Tedrisat Devrim Yasası üzerinde yaşanan erozyon da ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını engellemeyi sürdürüyor… 600 bin öğretmen adayı iş beklerken, iktidar acilen atanması gereken 200 bin öğretmenle ilgili de bir şey yapmıyor… Ve tam da bu sırada Türk Eğitim-Sen‘in 6 bini aşkın öğretmenle yaptığı anketin sonuçları yalnızca öğretmenlerin içinde bulunduğu sarsıcı ortamı değil, eğitim-öğretim sürecinin nasıl darbe aldığının sonuçlarını da gösteriyor… Ankete katılan öğretmenler 3800 lira ile 5000 lira arasında aylık aldıklarını açıklamışlar…

Ankete katılanların %30.8’inin kredi kartlarıyla yaptığı harcamalar maaşlarının yarısına denk geliyor… Öğretmenlerin % 63’ünün bankalara kredi borcu var, %67’si birikim yapamıyor. Öğretmenlerin %49.2’si en çok gıda ürünlerine yapılan zamdan etkilendiğini ifade etmiş, %38’den çoğu kirada oturuyor. Ankete katılanların %95.4’ü toplu sözleşmede yapılan zam oranlarının ekonomik yitiklerini karşılamadığını söylemiş.

Son yıllarda okullarda yaşanan şiddet olaylarının sonuçları da ankete yansımış… Çünkü öğretmenlerin %56.9’u okulda kendini güvende duyumsamadığını söylemiş, %49’u bir ile 7 kez arasında şiddetle karşılaştığını açıklamış… Öğretmenlerin %11.9’unun psikolojik sorunlar  -sinirli olma durumundan yakındığı da ortaya çıkmış. İşte bu yüzden ankete katılanların %94.1’i mesleği nedeniyle yıprandığından yakınmış…

Ve tabi ki öğretmenlerin %84.6’sı iş güvencelerinin tehdit altında olduğunu ifade etmiş… Ankete katılanların %41.7’si Türkiye’nin en büyük sorunu olarak ekonomik sorunlarla işsizliği görürken; % 27.8’i yandaş kayırmacılık, liyakatsizlik, %21.1’i eğitimde yaşanan sorunlar, %8.1’i terör ve güvenlik tehdidi, % 0.1’i sağlıkta yaşanan sorunlar yanıtını vermiş. Anket sonuçlarını Yeniçağ’a değerlendiren Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı Talip Geylan, “Öğretmenlerimiz ehliyetsiz ve liyakatsiz insanların iş başına getirilmesinden büyük rahatsızlık duyuyor.” demiş…

Ata’nın gösterdiği hedef…

Evet; bu gün 24 Kasım… Yani Öğretmenler Günü… Çünkü Millet Mektepleri‘nde kara tahtanın başına geçerek dersler veren ve 1924 yılında Ankara’da toplanan öğretmenler kurultayında, “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” diye seslenen Atatürk’e Bakanlar Kurulu 11 Kasım 1928 günü yaptığı toplantıyla, “Ulus Okulları Başöğretmenliği” ünvanını verdi… Atatürk, Millet Mektepleri Başöğretmenliğini 24 Kasımda kabul etti…

Öğretmenlik mesleğinin ne denli yaşamsal olduğunu bilinciyle, Aydınlanma Devrimi‘ni yüceltmeye çalışan Atatürk, mesleğin vefalı çalışanlarından övgü ile söz etmiştir… Öğretmenlere seslenirken yaptığı şu konuşma da bunun önemli kanıtlarından biridir :

  • “Benim asıl anlatılacak yanım, öğretmenliğimdir… Topluma, milletime ben öğretmenlik yapabiliyorsam, beni onunla anlatın… Yoksa kazandığım, yaptığım öteki işlerle beni anlatmanız pek önemli değildir.”

Evet; Atatürk‘ün 100. doğum yıldönümü nedeniyle, 1981’den başlayarak 24 Kasımlar “Öğretmenler Günü” olarak kutlanıyor… Gazi‘nin aşağıdaki konuşması ise son yıllarda işsizlik, siyasal baskı, gericilik, geçim sıkıntısı ve en çok da can güvenliği tehdidi altında yaşamaya çalışan öğretmenlere yine de umut ve enerji veriyor :

  • “Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri, yeni nesli sizler yetiştireceksiniz… Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister… Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir… Sizin başarınız Cumhuriyetin başarısı olacaktır.”
  • “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”

Cumhuriyetin tüm öğretmenlerinin 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlu olsun…

Suriye’deki asıl düşman kim?..

Suriye’deki asıl düşman kim?..

Mehmet FARAÇ

Mehmet FARAÇ
farac65@gmail.com, 
YENİÇAĞ, 13 Ekim 2019

“Şah Fırat”, “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı”ndan sonra Türk Ordusu, 4. kez Suriye topraklarında… 2. ve 3. operasyon PKK-IŞİD ve benzeri örgütlere sert bir uyarı niteliğindeydi…

Ancak bu iki örgütten PKK’nın daha organize olması ve coğrafi olarak hedef büyütmesi, Barış Pınarı Harekatı‘nı gündeme getirdi… Peki, terör örgütü tüm çöküşlerine karşın Suriye’de nasıl organize oldu?..

15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’ye baskın düzenleyen, ancak üçüncü ilçeye girmeyi başaramayan PKK, o dönemde Rus yapımı ‘kalaşnikof’larla “halkın silahlı birlikleri” adı altında eylemlere başlamıştı…

Suriye’nin Bekaa Vadisi’nde uzun süre eğitilen ve daha sonra bu ülkeden Irak’a geçerek Doğu sınırındaki ilçelere saldırı başlatan PKK, o dönemde henüz emperyalizmin tam etkisi altına girmemiş, 300-400 kişiden oluşan bir terör grubuydu…

Emperyalist ülkelerin, Doğu ve Güneydoğu ile ilgili planlarının henüz şekillenmediği dönemlerde PKK’dan yansıyan görüntüler yalnızca köy basmak ve katliam yapmak gibi vahşet manzaraları değildi…

PKK, içinde bulunduğu çaresizliği aşmak için bir yandan Güneydoğu’da örgütlenirken, öbür yandan da Avrupa’da insan ve uyuşturucu kaçakçılığıyla güçlenmeye çalışmıştı…

Örgüt yakalanan elemanları üzerinden vahim manzaralar da dışa vuruyordu; açlıktan bitkin düşmüş, kıyafetleri dökülen, silah ve mühimmat açısından yoksul ve çaresiz militan manzaralarıydı bunlar…

Öcalan‘ın yurtdışında yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ve İmralı‘ya hapsedilmesinin ardından, daha önce “Apocular” olarak bilinen örgüt, bir anda hem siyasi, hem ideolojik açıdan, hem de silahlanma bakımından farklı kimliklere bürünerek, Kuzey Irak’taki devinimle birlikte, “Büyük Ortadoğu Projesi“nin nihai planlarından biri haline getirildi…

  • İran-Irak-Suriye ve Türkiye’den parçalar kopartılarak kurulması düşlenen “Büyük Kürdistan” projesinin taarruz gücüne dönüştürülen PKK, 

bölgesel gelişmelerden de yararlanarak “KCK” adını aldı ve bir yandan da Doğu ve Güneydoğu’da sivil yurttaşları örgütleyerek, “intifada” adı altında başkaldırı provalarına girişti… Ve öte yandan PKK, siyasal olarak yerel yönetimler üzerinden de güç kazandı…

Terörü besleyen güç!..

AKP iktidarı döneminde “Barış” iddiası ve “çözüm planı”yla devletle masaya oturacak hale getirilen PKK, yaşanan 4 yıl yıllık tartışmalı “süreç”te yalnızca askeri olarak değil, ekonomik olarak da güçlenirken; Güneydoğu, Orta Doğu ve Avrupa’da iyice palazlandı, bir yandan siyaset gücü, öbür yandan silah tehdidi, medya ve ekonomik yapılanmasıyla birlikte tüm sınır boyunda politik-diplomatik dengeleri değiştirmeye aday bir güç olmaya çalıştı…

“Arap Baharı” safsatası kapsamında darbe alan ülkelerde kendine gelişme alanları bulmaya çalışan örgüt, “çözüm süreci” döneminde yaşanan kimi karanlık saldırıların ardından Oslo görüşmeleri ile başlayan gidişat darbe alınca, bölgesel arayışlarını yoğunlaştırdı…

Yani PKK, yeniden eski konumuna çekildi ve devletle çatışmayı yoğunlaştırdı…

Ancak Irak’taki Kürt yönetiminin Ankara’nın baskısıyla PKK’nın hareket alanını iyice daraltması ve Suriye’de iç savaş kışkırtmacılığının güvenlik açığı yaratması ile birlikte sınırımızın yanıbaşında kendine bağımsız bölgeler oluşturan PKK, Türkiye’nin yoğunlaşan etkisi ve 4  yılda kapsamı genişleyen operasyonlar nedeniyle iyice sarsılmaya başladı…

IŞİD‘i gerekçe göstererek bunlarla savaşacak bir taarruz gücü oluşturmaya çalışan ABD ise kendi askerlerini riske atmak yerine, PKK’nın Suriye kolu YPG üzerinden Kürtleri silahlandırırken, örgüt bu planla “bir taşla iki kuş” vurmayı amaçladı ve Türkiye’ye karşı saldırı planını genişletme yoluna gitti…

Türkiye’nin “Barış Pınarı Harekatı” adı altında Suriye’ye operasyon düzenlemesinin bir nedeni IŞİD’se, asıl nedeni işte PKK’nın bu palazlanma ve coğrafi olarak güçlenme çabalarıdır…

Şimdi hem yazının başına dönelim hem de yaşamsal soruyu soralım:

PKK; 300-400 kişilik bir gruptan 1990’larda 20 bin kişilik bir orduya dönüşürken, Öcalan’ın yakalanması ile birlikte yitirdiği gücünü yeniden nasıl kazandı?..

Ve asıl soru; Suriye’de Barış Pınarı Harekatı’nı yürüten Türk Ordusu’na karşı ağır silahları nasıl edindi PKK?..

Sınırdaki sinsi tehdit!..

Suriye’deki karanlık kaos, yaşamsal soruları hep gündemde tutacak; 1984’te silahlanmış “Apocular” olarak, ellerinde bozuk kalaşnikoflar ve üstleri başları dökülen millitanlarla iki ilçeye baskın düzenleyerek “Kürt devleti” rüyası peşinde koşan PKK‘lılar, 1990’lardan başlayarak 20 bin kişilik bir orduya dönüşme yolunda nasıl ilerleyebildiler?..

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün açıkladığı gibi, son 4 yılda yurt içinde 7500, sınır ötesinde de 8500 militanını yitiren PKK nasıl oldu da TSK’nın sınır ötesi operasyonlarına direnecek askeri yapılanma ve silah-mühimmat gücüne ulaşabildi?..

Bu sorunun yanıtı son aylarda gazetelere yüzlerce kez yansıyan ve ABD’nin YPG’ye binlerce TIR dolusu silah-mühimmat ve araç-gereç gönderdiğine ilişkin fotoğraflar değil yalnızca…

Üzerinde asıl düşünülmesi gereken konu, Türkiye’nin bir yılı aşkın süredir hazırlığını yürüttüğü bir operasyona karşın, örgüt sınır bölgesinde kimden güç ve cesaret alarak ve hangi donanımlarla direnmeye kalkıştı acaba?..

Barış Pınarı Harekatı’nda son 4 günde 400’den çok militanın öldürülmesi örgütün bölgedeki varlığını kanıtlarken, sınır hattında çoğu Türkiye’ye uzanan ve ancak 750 kiloluk bombalarla imha edilebilen tünel ve sığınakların arkasında hangi güç vardı?..

Ve doğal ki, 40 yıl önce bozuk kalaşnikoflarla yola çıkan örgütü ağır makinalı tüfekler, doçkalar, uçaksavarlar, keskin nişancılarla donatan mekanizma hangi iradenin dışavurumu?..

PKK’nın Urfa ve Mardin’de sivilleri de hedef alabilecek donanımdaki silah-mühimmat, araç -gereç- organizasyon yapısı, üstelik TSK operasyonuna karşın militanlarını bölgede tutma gafleti şu soruyu da ısrarla akla getiriyor :

  • Türkiye; Barış Pınarı Harekatı’nda acaba sadece IŞİD ve PKK ile mi savaşıyor?..

Bu sorunun etkili bir yanıtı bulunmadığı sürece, Suriye’deki kaos ne yazık ki Türkiye için tehdit olmayı sürdürecek…

Sınırdaki tehlikeli plan!..

Sınırdaki tehlikeli plan!..

Mehmet FARAÇ

Mehmet FARAÇ
farac65@gmail.com
YENİÇAĞ, 23 Eylül 2019

Türk siyaseti son yıllarda yalnızca Atatürk‘ün “Yurtta barış- dünyada barış” sözünü bir kenara bırakmadı…

AKP ile birlikte, şaşkın dış politikanın yarattığı erozyon Türkiye’nin itibarını sarsarken, sosyo-ekonomik yıkımın boyutları da giderek büyüyor…

Ve son 8 yılda Suriye’nin parçalanması planında ABD ve Avrupa Birliği’nin yanında yer alan Türkiye, skandal diplomatik şaşkınlığın bedelini milyarlarca dolarlık kayıpla öderken, perde gerisinde şaşırtıcı- ürkütücü ve sarsıcı gelişmeler yaşanıyor!!!

O halde Suriye öncesinden başlayarak anlatalım;

ABD’nin; toprağını- yeraltı kaynaklarını ve coğrafi üstünlüğünü elde etmek için bir “ileri karakol” düşüyle önce kargaşa çıkarıp sonra da iç savaşa sürüklediği Irak, yalnızca Saddam’ın sonunu getirmedi…

Emperyal tuzak bir yandan Bağdat hükümetini yıktı, diğer taraftan da ülkeyi kanlı bir kaosun ardından parçalanma sürecine yönlendirdi…

Tuhaf değil mi; işte o savaştan da Irak dışında, dünya genelindeki ülkeler içinde en çok Türkiye olumsuz etkilendi…

Özellikle Doğu ve Güneydoğu’da sınır ticaretinin yanı sıra, Türk müteahhitlerin en büyük yatırım alanı olan Irak, tüm Anadolu için bir ekonomik rezerv olmaktan çıktı ve Türk işadamlarının iflaslarının ardından, bölgede ithalat-ihracat durdu…

Doğu ve Güneydoğu’da yüzbinlerce insan ABD’nin keyfi Irak operasyonu yüzünden işsiz kaldı, binlerce işyeri kapandı ve bölgeye canlılık getiren Irak pazarının yok edilmesinin ardından, Doğu’nun çıkmazları daha da büyüdü…

Yani, Turgut Özal’ın “bir koyup, üç almak” düşü hezimetle sonuçlandı…

Bekaa ve “beka!..”

Türkiye’nin diplomasideki beceriksizliği “Arap Baharı” denen bölgesel tuzağın Libya halkasında da büyük bir hezimet yarattı…

Peki; Kaddafi’ye yönelik linç operasyonunun Libya’yı karıştırmak dışında, Türk ekonomisini vurmasına ne demeli?..

Yani, binlerce müteahhitin iflası ve devasa bir dış pazarın kaybedilmesi gafletini nasıl karşılamalı?..

Son yıllardaki gaflet diplomasisinin yalnızca bölgesel açıdan değil, küresel açıdan en büyük kaybı da, Suriye‘den sonra Türkiye’de yaşandı…

Irak gibi en yakın komşumuz olan Suriye’de, ABD ve Avrupa Birliği’nin hırsı yüzünden kışkırtılan iç savaş ülkeyi parçalanma noktasına getirirken, yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi, göç dalgasının sosyo-ekonomik ve güvenlik açısından en büyük darbeyi vurduğu ülke de Türkiye oldu…

Ancak AKP’nin aklı başına gelmedi… Libya’dan sonra Türk işadamları Suriye pazarından da oldu, Doğu ve Güneydoğu’dan bu ülke ile yapılan ithalat- ihracat kesintiye uğrayınca, bölgedeki binlerce işyeri kapandı, yüzbinlerce kişi de işsiz kaldı…

Evet; Irak- Libya- Suriye hattındaki hezimet tablosuna dikkat çekmemizin nedeni salt sosyo-ekonomik yıkımlar getirmesi değil, bir başka önemli tehdidin de Suriye üzerinden dayatılmış olması!..

Nasıl oluyor acaba… ABD; Esad‘ı yıkamadı ama iç savaş kışkırtıcılığının yarattığı tahribatın en büyük etkisi Türkiye’de yaşanırken, bir de son aylarda karanlık- tuhaf ve sarsıcı gelişmeler oluyor ki, bu konu artık “yanıbaşımızda bir devlet mi kuruluyor” sorusuna kadar geldi…

“IŞİD’le mücadele ediyor” bahanesiyle PKK ve yan unsurlarını eğittiğini açıkça itiraf eden Amerika, bir yandan 2 binden çok askeri ve 18 üssüyle bölgeyi dizayn etmeye çalışırken, öte yandan da yüzlerce TIR dolusu araç-gereç ve silahı bölgeye yığmaya devam ediyor… Bu tehlike medyaya dün şöyle yansıdı;

“ABD ile Türkiye arasında varılan ‘güvenli bölge’ mutabakatına rağmen, Washington’un PKK’nın Suriye kolu YPG’ye verdiği destek sürüyor. ABD, bu kapsamda önceki akşam, Suriye-Irak sınırındaki Simelka kapısından YPG/PKK işgalindeki bölgelere 200 TIR dolusu inşaat malzemesi, kapalı kasalar, prefabrik evler ve yakıt tankerleri sevk etti. Örgütün işgalindeki Ayn İsa ve Şeddadi bölgelerine 9 Eylül’de 55 TIR, 4 Eylül’de de geniş araçlar, iş makineleri, yakıt tankerleri ve jeneratörler bulunan 60 TIR sokulmuştu…”

Peki; IŞİD ile mücadeleyi gerekçe göstererek 2015’ten bu yana YPG/PKK’ya askeri destek veren ABD‘nin bölgedeki üsleri, emperyalizmin hangi yeni “böl- parçala -yönet” planına hizmet ediyor?..

Ve bu plan yakın zamanda Türkiye’yi acaba nasıl vuracak?..

ABD taşeronluğu yüzünden Esat’a düşman olan Türkiye, Bekaa Vadisi‘nden (!) çok daha büyük bir coğrafi tehditle karşı karşıya mı bırakılacak?..

Bu yaşamsal soruları lütfen kimse aklından çıkarmasın, çünkü yakında Suriye coğrafyasında, Türkiye’yi sarsacak çok tehlikeli gelişmeler olabilir!..

Kılıçdaroğlu’na asıl tehdit!..

Kılıçdaroğlu’na asıl tehdit!.

Mehmet FARAÇ

Mehmet FARAÇ
farac65@gmail.com
YENİÇAĞ, 21 Eylül 2019

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ne yazık ki muhalefet lideri olmak çok zor Türkiye’de… Hele de AKP’nin yönettiği bir ülkede muhalefete önderlik etmenin çok büyük “yaşamsal” riskleri de var!..

Baksanıza; AKP lideri Erdoğan sanki ülkeyi 17 yıldır CHP yönetiyormuş gibi sürekli ana muhalefeti hedef alıyor ve her fırsatta Kılıçdaroğlu’nun suçluyor… Türkiye’deki tüm dertlerin, çarpıklıkların, çıkmazların ve çöküşlerin sorumlusu CHP’ymiş meğer!..

  • AKP terörü önleyemeyince CHP suçlu!..
  • Enflasyon milleti canından bezdirirken anamuhalefet suçlu!..
  • Dış politikadaki rezaletler ülkeyi sarsarken Kılıçdaroğlu suçlu!..
  • İşsizlik-geçim sıkıntısı ve sosyal bunalımlar milleti isyan ettirirken yine Kılıçdaroğlu suçlu!!!

Velhasıl; dünya kamuoyunda AKP’nin bu tuhaf tepkilerini görenler Türkiye’yi CHP yönetiyor sanacaklar!.. Ancak bu “hedef” göstermeler, takiyye siyaseti ve gündem değiştirme oyunları dışında, bir de muhalefete saldırmanın “kışkırtıcı” sonuçları var ki, işte asıl tehlike!!!

Ana muhalefet liderinin “hedef” olması keşke sözlü tacizlerden- iftiralardan ibaret olsa!.. İktidarın duyarsızlığı ve gafleti nedeniyle bir dönem zirveye çıkan terör ve mafyanın CHP liderine yönelik dehşet verici saldırıları var ki, bunlar dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde asla kabul edilemez;

Kılıçdaroğlu 2014’te TBMM’de yumruklu saldırıya uğradı, ardından bir cenazede önüne “kurşun” bırakıldı…

2016’da, Artvin- Şavşat’ta, karayolunda seyir halindeyken Kılıçdaroğlu’na PKK’lılar kurşun yağdırdı, şans eseri ölen yaralanan olmadı…

Adalet yürüyüşünde Kılıçdaroğlu’nun üzerine araç sürmeye çalıştıklarını itiraf eden IŞİD’lileri kim yönlendirdi, o da ortaya çıkartılmadı…

Ve son rezalet tüm Türkiye’de infial yaratırken, yurttaşların can güvenliği ve gelecek kaygısını da büyüttü; Ankara-Çubuk’ta, bir şehit cenazesine katılan Kılıçdaroğlu’na saldıran kişi serbest bırakılırken, olayın perde gerisindeki “linç” planının failleri, bağlantıları ve azmettiricilerinin üzerine gidilmedi!..

CHP, linç ve kanıt…

Evet; Çubuk saldırısıyla ilgili ana muhalefetin hazırladığı “rapor” da gösteriyor ki, CHP bu tehlikeli saldırının peşini bırakmıyor ve kesinlikle de bırakmamalı… İşte Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişiminin perde gerisi bir belgesele konu edildi ve savcılığın önüne kondu…

CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç, 700 güvenlik görevlisinin olduğu bir köyde yaşanan linç girişiminin ardındaki karanlığa dikkat çekerken şunları söylüyor;

  • “Aradan geçen 6 aylık sürede hala bir iddianame hazırlanmadı, kanıt ve itiraflara rağmen tek bir tutuklu sanık da yok!.. 43 dakikalık belgeselde, tek bir güvenlik koridorunun bulunmayışını, kalabalık içindeki grupları işaretlerle yönetenleri, genel başkanımızı kimlerin, nasıl takip ettiğini, taşları, sopaları, demir çubukları göreceksiniz. Ayrıca, bu belgeselde genel başkanımızın bulunduğu evin çatısına çıkanları, arka kapıyı kırmaya çalışanları, camları taşlayanları görecek, ‘evi yakın, kanını akıtın’ çığlıklarını duyacaksınız.”

CHP, linç raporunu Meclis’teki tüm siyasal parti gruplarına vermiş, İngilizce ve Fransızca çevirisini de Avrupa ülkelerine ulaştırmış ama Çubuk saldırısıyla ilgili yaşamsal sorular var :

AKP iktidarı, Ankara’daki linç girişiminin perde arkasını neden sorgulamıyor, siyasi bir saldırı kuşkusu yaratan bu olayı tertipleyenler niçin korunuyor?..

Bir papağana eziyet edenlerin tutuklandığı bir ülkede, ana muhalefet liderini öldürmeye çalışanlar hangi karanlık örgütün adamlarıdır?..

Asıl soru; Kılıçdaroğlu’nun sürekli “tehdit” altında olduğu bir ülkede, sıradan bir yurttaşın yaşama özgürlüğü nasıl sağlanacaktır?..

İşte asıl sorun bu ama kaygı uyandıracak başka gelişmeler-sorular da var!!!

Karanlık ve olası tehlike!!!

Kuşadası’ndaki yumurtalı saldırı benzeri taciz olaylarını bir yana bırakırsak, Kemal Kılıçdaroğlu genel başkanlık koltuğuna oturduğundan bu yana “5 önemli saldırı”nın hedefi oldu…

Bu eylemler, 2010 yılında genel başkan seçilen Kılıçdaroğlu’nun 9 yıllık liderliği döneminde can güvenliğini tehlikeye düşüren ürkütücü saldırılardı…

Üstelik bu saldırıların çoğunun yaşandığı dönemde, Türkiye toplumsal olarak da bugünkü kadar kaos- karanlık, çatışma- kaygı– korku ve panik içerisinde değildi…

Sosyal bunalımların insanları “cinnet”e sürüklediği bir dönemde, “bireysel silahlanma” zıvanadan çıkmışken ve hergün pompalı silahlarla insanlar sokaklarda katledilirken, (toplu cinayetler işlenirken) yalnız sıradan yurttaşlar değil, Kılıçdaroğlu da olası bir tehdidin altındadır!..

PKK’nın operasyon ablukasını yarmaya çalışırken saldırı- sabotaj eylemlerine giriştiği bir dönemde, IŞİD ve El Kaide palazlanmaya çalışırken, kendini “suikast”larla ifade etmeye çalışan terörün “ilk hedef”i kuşkusuz siyaset olur!!!

CHP lideri ne kadar korunaklı bilemiyorum ama yaşanan 5 olayın dördünde fiziki saldırıya uğramış olması, devletin bu konuda teyakkuzda olması gerektiğini kanıtlıyor…

Düşünsenize; ana muhalefetin çok etkili olamadığı dönemlerde bir parti liderine pervasız saldırılar gerçekleştiren terör- mafya unsurları, CHP’nin ilk kez yerel seçimlerle AKP’yi sarstığı yükseliş döneminde Kılıçdaroğlu’na neler yapmazlar ki?..

Söyler misiniz; Kılıçdaroğlu’na yönelik 5 eylemde suçluların yaptıkları yanlarına kazanç kalırken, saldırganlar serbest bırakılırken ya da korunurken (!) yeni saldırı planlayanlar devletin ve iktidarın gafletinden de cesaret almazlar mı?..

Aman dikkat!!!
=============================
Dostlar,

İğrenç tezgahı izlemek için lütfen tıklayınız..

https://youtu.be/85nHGrF53pQ

​Sevgi ve saygı ile. 21 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​ Ankara Üniv. Tıp Fak.
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Küfürbaza civciv, namusluya şahin devlet!.. 

Küfürbaza civciv, namusluya şahin devlet!.. 

Mehmet Faraç

Mehmet Faraç
Aydınlık Gazetesi, 12.10.2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Birkaç tane küçük trafik cezası varmış… Üstelik kanunsuz ve uydurma gerekçelerle yazılmış sözde “ceza”lar bunlar!.. Ve de FETÖ’cü hakimlerin adaletsizce sonuçlandırdığı basın davalarıyla ilgili küçük yargılama giderleri… Hem de bazıları müvekilini satan, avukat kılıklı çıkarcıların hatalarının yolaçtığı cezalar!!! İşte Maliye Bakanlığı yememiş-içmemiş, aylar önceden itibaren bu basit alacaklarının peşine düşmüş!.. Yalnızca bizim gibilerin değil, zehir hafiye misali bu ülkedeki milyonlarca kişinin peşine de düşmüş maliye!.. Hem de en hızlı atlara binerek, hem de en küçük alacakları için!!! Yani; çoğundan habersiz olduğumuz birkaç yüz liralık sözde vergi “borç”ları için devlet neredeyse yanına kılıç-kalkan ekibini de alarak, sokak sokak vergi avına çıkmış!..Atak halde, cesaretle ve de amansızca mücadele etmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin “alacak”larına hakim olan koca devleti!..
Nefes aldırmadan, bir an olsun göz açtırmadan ve en önemlisi de zerre kadar taviz vermeden takibe girişmiş devletin alacağı için bürokrasi neferleri… Aferin “büyük devlet”e ve onun yoksuldaki alacağı için amansızca uğraşan cengaver elamanlarına!!! “Borç” ya bu, tahsil etmek lazım, devlet ve milletin büyük ve ebedi yararı için!!! İşte bu yüzden mektup üstüne mektup, çağrı üstüne çağrı göndermiş defalarca maliye… Hem de kağıda, zarfa, matbaa giderlerine, pul paralarına ve boşa giden mesai harcamalarına hiç de acımadan…
DÜŞ PEŞİNE YOKSUL YURTTAŞIN…
Bilmeyen de sanabilir ki, binlerce çalışanı olan bir holdingin patronunun ya da emlak zengini bir işadamının vergi borçlarını takip ediyor koca devletimiz!.. Ya da sanılabilir ki, Bank Asya’dan ve devlet bankalarından çektikleri ucuz kredilerle yalı-konak alan “gazeteci” kılıklı satılmışların peşine düşmüş anlı-şanlı devlet!..Kimbilir belki de milleti dolandıran, vergi kaçırmak için her türlü yöntemi deneyen “işadamı” kılıklı dalaverecilerin arkasından koşmuş maliye hafiyeciliği!..

Ne yazık ki bunların hiçbiri değil devleti, memuru, bürokratı acımasızca ve pervasızca, “007 Bond” gibi harekete geçiren, kovboylar gibi iz sürmeye zorlayan ve “alacak” tahsil etmek konusunda ısrarlı ve kararlı tutan… Heyhat ki hiçbiri değil!…

Yaşamı boyunca tek bir bankadan kredi almamış, çoluk çocuğuna haram yedirmemiş bir gazeteci olarak devlet mektupla ve SMS’le peşimize düşünce, boynumuz kıldan ince dedik ve duyarlı-örnek yurttaşlar gibi borçlarımızı aylar önce “yapılandır”dık, tıkır tıkır da ödüyoruz “faiz”iyle birlikte…

NEREDE ‘ADALET?..’

Peki; yoksul, gariban, emekli ve en önemlisi de namuslu vatandaştan alacağı için teyakkuzda olan koca devlet, halka utanmazca küfürler eden terbiyesizlerin, kredi vurguncusu işadamlarıyla “özelleştirme” talancısı sırtlanların vergi borçlarına karşı neden bu kadar aciz davranıyor acaba?..

  • Söyler misiniz; bu millet; yurttaşların anasına ahlaksızca küfürler ederek küçülen “işadamı” kılıklı kan emicilerin kredi borçlarının silindiğini kıyamete kadar unutabilir mi?..

Yalnızca devletin değil, aslında milletin de parasının “vergi” adı altında tahsil edilmesi gerekirken, kanunları nasıl çiğneyebilir AKP, “eşitlik” ilkesini nasıl bir tarafa atabilir ve “yetim hakkı”nı nasıl hiçe sayabilir?..

Nasıl silermiş devlet küfürbaz işadamlarının milyonlarca liralık vergi borçlarını?..
Ne hakla sildi AKP bir çırpıda milletin zenginden alacaklarını?..

Hangi yasanın emridir bu?.. Ve kim verdi bu yetkiyi AKP’ye?..
AKP’ye yıllardır oy veren vergi borçlusu fakir fukara, küçük esnaf ve iflas eden işadamları içlerine sindirebildiler mi bu kanunsuzluğu ve ikiyüzlülüğü?..

Velhasıl en önemlisi de, “adaletin timsali” Hz. Ömer yaşıyor olsaydı ne derdi bu büyük ihanete ve ikiyüzlü rezalete?..

MİNAREYE KILIF!..

Durup dururken anımsatmadık vergi kanunsuzluklarını ve “Ali- Cengiz oyunu”nu!.. Merak etmeyiniz, birkaç yüzliralık trafik ve yargı gideri borcu da zorlamadı bu yazıyı yazmamızı… Çünkü millet vergi baskısı yüzünden ekmeğe muhtaç kalırken, emeklilerin üç kuruşluk maaş artışları fahiş zamlarla geri alınırken ve ağır maliye yaptırımları binlerce esnafa kepenk kapattırırken AKP iktidarı, yeni bir vergi silme operasyonuna hazırlanıyormuş… Üstelik yine zengini korumak ve daha da zengin etmek için!!!

İşte, CHP’li Aykut Erdoğdu önceki gün sosyal medyadan duyurdu, AKP’nin Meclis’e getirdiği “torba yasa” tasarısındaki yeni vergi silme numarasını!..

Büyük bölümü yabancılara ait olan Vodafone, Turkcell ve Telekom’un 5 milyar liraya ulaşan kamu borcu silinecekmiş!.. Demiş ki CHP yöneticisi;

  • “Biz abone olarak her ay şirketlere ödediğimiz faturalarla %15 Hazine payı da ödüyoruz. Şirketler eğer bu payı Hazine’ye aktarmazlarsa üç katı ceza ödemek zorundalar… Yapılan düzenlemeyle Hazine’den kaçırılan alacaklarla ilgili ceza bir kata indiriliyor… Hazine 2012 yılına kadar yapılan incelemelerden yaklaşık 2,2 milyar TL alacaklı durumda. 2017 yılına kadarki alacak tahmini olarak 5 milyar TL… Bu tutarla ilgili hükümet bir tür af getiriyor… Üstelik Maliye Bakanlığı’na şirketlerle uzlaşma yetkisi veriliyor… AKP, uzlaşma kurumunu yandaşların vergilerini silmek için kullandı… Getirilen uzlaşmalarla ilgili dava açma hakkı bile kaldırılıyor… Minareyi çalacaklar, kılıf hazırlanıyor… Bu yasayla vergi yükü gariban vatandaşın sırtına yükleniyor…”

Şimdi bu yeni vergi oyunu da, AKP’ye ısrarla oy verenlerin hakkıdır diyeceğim ama olmuyor işte… Asıl soru şudur; yoksul yurttaştan alacağına “şahin”, uyanık zenginden alacağına ise “civciv” kesilen bir siyaset anlayışının “adalet”i takiyyeden öteye gidebilir mi?..
=======================================
Dostlar,

Ağzımızı açsak suç işleyeceğiz neredeyse . Yazı bizi öylesine yaraladı.
İktidardaki partinin adında “Adalet” var değil mi? İlk sözcük hatta.
İkinci sözcük “Kalkınma”!
15 yılda ülkemizde hangisi kaldı?

  • Adalet yerine zulüm – OHAL ve TEK ADAM diktası;
  • Kalkınma yerine de “BORCU BORÇLA ÖDEYEBİLEN” batakta ekonomi, iflas..

    Bir insan, milyonlarca seçmeni nasıl böyle afsunlayabilir??
    Nasıl 20 milyonu aşkın insanın basireti bağlanır ve sorgusuz – sualsiz müritleşirler?
    Basın nasıl akıl almaz ölçüde yandaş – yalaka – yoz – çıkarcı – sahibinin sesi olabilir?

Tek bir açıklaması var : ALÇAKÇA TALANA REZİLCE ORTAK OLMA SEFALETİ!

Bu necip millet/ümmet “… Milletin a’sına koyacağız..” diyen Mehmet Cengiz’i unuttu mu?
Bu iktidar, bütün zamanların en yüz kızartıcı suçunu işleyen bu kişilere neden hala ihale verir?

Bu iktidar kimden yana mıdır?
Gerçekten Müslüman mıdır; tüüüüüm muazzam yolsuzluklarına dini kalkan mı etmektedir?
Ve son bir soru : Yağma Hasan’ın bu böreği tükenmeyecek midir?
Kuru ekmeğe muhtaç derecede yaratılan onmilyonlarca yoksul ile bu ülkede nasıl barış – huzur içinde yaşayacaksınız?

Ödenemez eşiği geçen borçları nasıl ve neyle ödeyeceksiniz?

  • Mehmetçiğin kanıyla mı; vatan toprağıyla mı?

Hangisiyle, hangisiyle eyyyy AKP’li olan saf / görünen mücrim Müslimin!

Sevgi ve saygı ile. 13 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Güneydoğu seçmeni hangi pusuda!..

Mehmet FaraçMehmet Faraç
Aydınlık Gazetesi, 9.2.2017
(AS. Bizim katkımız yazının altındadır veMehmet Faraç : ‘Hayır’ nasıl zirve yapar?..makalesi ve altındaki kapsamlı katkımız ile birlikte okunmasını dileriz..)


Güneydoğu seçmeni hangi pusuda!..

“Başına kül elenmiş” derler ya, manzara oralarda da işte aynen öyle… Tıpkı tüm Türkiye gibi; Karamsar, buhranlı, umutsuz ve yorgun… Ve de gelecekle ilgili belirsizliğin yarattığı derin bir kaosun tehlikeli gidişatı var oralarda… Kimsenin şimdilerde pek umursamadığı, doğrusu giderek baskın hale gelen bir kaostur bu!.. 33 yıldır bitmeyen terörün yarattığı korku ve gerginlik,
bu şiddet dalgasından kaynaklanan bölgesel göç dalgası ve son olarak Suriye’den gelen yüzbinlerce sığınmacının sosyo-ekonomik yaşama vurduğu ağır darbe tüm bölgeyi sarsıyor… Şimdilerde ise daha kötüsü var… Şehirler şaşkın Güneydoğu’da; Urfa’da, Diyarbakır’da Kilis ve Antep’te de “ekonomik yaşam” tamamen durmuş vaziyette… Yani Güneydoğu’da da yaşam AKP’lilerin anlattığı gibi “güllük gülistanlık” değil…

Oralarda da yaşam eski devinimini çoktan yitirmiş… Gecekondulaşma bir yandan,
çarpık yapılaşma diğer yandan derken, bu dört kentin nüfusunu neredeyse ikiye katlayan sığınmacı akınının ardından şehirlerdeki sosyo-ekonomik erozyon daha da büyümüş…
Kentlerin demografik yapısı da hızla değişiyor oralarda… Artık sokaklarda kentin yerlilerine rastlamak neredeyse olanaksız… Şehirler neredeyse teslim olmuş zoraki değişime ve sınırları zorlayan şaşırtıcı bir dönüşüme…

TEPKİNİN İŞARETLERİ!..

Hem terörden hem de Suriye çıkmazından kaynaklanan yoğun göç Güneydoğu’da yalnızca sosyo-ekonomik bunalımı dayatmıyor, esnaf yapısından kültür renkliliğine kadar şaşırtıcı bir değişim de geçiriyor bölge… Velhasıl Güneydoğu eski Güneydoğu değil... Örneğin Suriye’deki kaosun zaman zaman tel örgülerin dışından savrulan bombalarla vurduğu Kilis’te ekonomik yaşam tamamen durmuş… Sınır ticaretinin bitişi bölge ekonomisine ağır bir darbe indirmiş,
can güvenliği sorunu ise ne yazık ki giderilemiyor… Çünkü Kilis’in dibindeki Suriye’de kargaşa- tehdit bitmiyor ve bu durum da tüm bölgeyi adeta esaret altında tutmaya devam ediyor…

Bir zamanlar devasa alışveriş merkezlerinin salt Suriye ticaretine hizmet ettiği Antep’te ise durum çok daha vahim… Bölgenin sanayi merkezi olan Antep’te çok sayıda üretim merkezi kapısına kilit vururken, esnaf çok öfkeli… Dövizdeki dalgalanma orada da iflaslara yol açarken, küçük esnaf hem terör, hem Suriye ile ticaretin bitmesi hem de ekonomik krizin sarsıntısı altında inliyor… Antep’te de her yerde “satılık” ve “kiralık” tabelaları var…  Üretimin yanı sıra inşaat sektörü de son aylarda büyüyen krizle birlikte iyice yalpalamış…

SUSKUN ŞEHRİN PORTRESİ…

Son iki yıl içinde hem kent merkezindeki “Sur”da hem de kırsalda, “Küçük Kandil” olarak nitelenen Lice’deki operasyonlar nedeniyle büyük sarsıntı yaşayan Diyarbakır ise siyasal şaşkınlık içinde… Bir tek sanayi tesisinin bile olmadığı kentte, kapanan yüzlerce işyeri de ekonomik krizin büyüyeceğinin işaretini veriyor… PKK’ya yönelik operasyonlar ve HDP’nin lider kadrosunun tutuklanması şaşkınlık yaratırken, tepkisizlik ve suskunluk da oldukça dikkat çekiyor… Sanki orası da sosyo-ekonomik bir patlamanın sinyallerini veriyor!..

Herkesin merak ettiği asıl soruya gelince; Kürt siyaseti referandumla ilgili sessiz görünüyor ve “merkez”den alınmış bir karar gibi renk vermemeye çalışıyor… Ancak özellikle MHP’nin eline koz vermemek için Demirtaş’ın 2016 seçimlerinde dile getirdiği “seni başkan yaptırmayacağız” sözünü sessiz biçimde yaşama geçirmek için de Kürt siyaseti adeta teyakkuz halinde görülüyor…

ŞERDEKİ ‘HAYIR!..’

Ve Urfa… Nüfusu son on yılda neredeyse beşe katlanan şehirde, tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bir sosyo-ekonomik şaşkınlık hakim… Olağanüstü bir büyüme yaşarken, tarihi
ve kültürel varlıkları dışında verimli arazilerini de çarpık yapılaşmaya kurban veren Urfa’da, ekonomik yaşam büyük sarsıntı yaşıyor… Bir zamanlar Suriye’den gelen eşyaların satıldığı devasa pasajlarda, kentin ticaretini de canlandıran tarihi çarşılarda ve özellikle de ekonomik canlılığı ayakta tutan Harran, Göbeklitepe ve Balıklıgöl gibi turizm merkezlerinde yaşam adeta durmuş…  Eskiden adeta insan kaynayan ünlü pasajları da ne yazık ki bomboş… Urfa’da oteller boş, çarşılar sönük velhasıl… Tarih, kültür ve din turizminin en önemli merkezlerinden olan kentte tek bir yabancı turiste bile rastlanmıyor artık…

Satılan ya da devredilen işyerlerinin sayısı Urfa’da da hızla artıyor… Şehir turizminin kalbi sayılan Balıklıgöl’de ŞURKAV’ın yaptığı iş merkezinde bile dükkanlar ardı ardına kapanıyor… Yılın neredeyse 12 ayı o şehrin sokaklarını adeta işgal eden yerli turistler de hak getire!..
Çünkü bir zamanlar yüzlerce turist otobüsün işgal ettiği otoparklarda da yeller esiyor…

Kilis, Diyarbakır ve Antep’te olduğu gibi Urfa’da da özellikle esnaf referandum pususunda

Bölgede şaşırtıcı biçimde “hayır” oyu çıkacağı konusunda kanaat önderleri hemfikir
Çünkü “Bu böyle gitmez, battık, AKP daha ne kadar yetki istiyor, bu kadar da olmaz” diyenlerin sayısı oldukça fazla… Bölgedeki bir haftalık gözlemimizin özeti şu;
salt ekonomik krizin bölgeye yansıması bile referandumda AKP’yi sarsacak boyutlarda
Asıl sıkıntı ise iktidarın referandum konusunda da bilinçsiz ve duyarsız kitlelere yaslanması… İşte bu yüzdendir ki, başta CHP olmak üzere tüm muhalefet güçleri “hayır”ın gerekçelerini doğru anlatabilseler, referandumda dengeleri sarsacak ve hatta iktidar kanadında şok yaratacak bir sonuç çıkmaması için hiçbir neden yok…
===============================
Dostlar,

Sayın Mehmet Faraç’ın Güneydoğu bölgesi ile gözlemleri ve makalelerine yansıttığı irdelemeleri oldukça tutarlı. O’ndan çok şey öğreniyoruz, bu yazısında da olduğu üzere..Yöre halkının,
AKP – RTE’nin despotluk getirecek anayasa değişikliği dayatmasının halkoylaması sürecinde etkin biçimde aydınlatılması gerek..

Bu bölgedeki önemli merkezlerde CHP’nin halk mitingleri çok etkili olabilir.

Sevgi ve saygı ile.
13 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Türkiye savrulurken ne yapmalıyız?..

 

92 yıllık cumhuriyetin bu kadar eziyet çektiği başka bir kaos ve karmaşa dönemi olmuş mudur sizce?.. Türkiye en son hangi dönemde bu kadar paslı bir kıskaçta tutulmuştu ki?..

Türkiye Cumhuriyeti en son hangi zamanda bu kadar pervasızca savrulmuş, yıkım ve yağma süreci yaşamış ve toplum olarak umutlarını kaybetmişti acaba?..
Osmanlı Devleti’nin kuruluş, yayılma, büyüme, zirveye çıkma, zayıflama, dağılma, bölünme, küçülme ve nihayet üç denizin ortasına sıkışma dönemlerini bir tarafa bırakalım… Çünkü konumuz eski hanedanlıklar değil… Konumuz “cumhuriyet” ve son yıllarda sürüklendiği belirsiz mecra…
Söyler misiniz; 10 milyon insanın canını dişine taktığı, “yedi düvel”le savaştığımız Kurtuluş Savaşı’nda böylesine sosyopolitik bir girdap içinde miydi ülke?..
Dört bir yandan kuşatıldığımız buhran yıllarında, Çanakkale geçilmesin diye kan terleri dökerken, ülke bu kadar çıkmazda mıydı?..
Size abartılı gelecek ama bunların hiçbirinin bugünkü kadar ulusa ve vatana gelecek korkusu yaşattığını sanmıyorum…
Çünkü savaştı onlar!.. İki seçenekli; ölüm-kalım savaşları… Yenmek uğruna, zafere odaklanmış savaşlardı onlar ve sonunda cumhuriyetin kurulması da vardı…
Dost ve düşman da belliydi o savaşlarda… Hedef de belliydi, beklenti de, mücadelenin rotası da… Tarafların, orduların içinde hainler, ajanlar, işbirlikçiler olsa da savaşların da namusu vardı…
Yıkım, yağma, ihanet!..
Peki ya yokluktan-işgale ve kurtuluştan kuruluşa geçen savaşlardan çok sonralarını nasıl sorgulamalı?..
Örneğin, Demokrat Parti iktidarının ülkeyi uçuruma sürüklediği ve cumhuriyeti erozyona uğrattığı 1950’li yıllar mı bugünlerden daha kötüydü acaba?..
Ya da terörün “sağ-sol” bahanesiyle ülkeyi iç savaşa sürüklediği 1970’ler daha mı kaotikti bugünlerden?..
Yoksa terör-darbe-işkence hattında kardeş kavgasının ne yazık ki tank sesleriyle bastırılabildiği 1980 sonrası da mı bugünlerden beterdi?..
Sanmıyorum… Çünkü siyaset kaosunun büyüdüğü 1960 ve 1980’de, sosyopolitik çıkmazlar ne yazık ki darbelerle aşılsa da, askeri düzenin yaşattığı belirsizlik bugünkü kadar sarsıcı değildi…
Ve de işkence, ölümler, sürgünler, eziyetler, hapisliklerle idamların yaşattığı acılara rağmen Türkiye Cumhuriyeti bugün olduğu kadar yıkım ve yağmayla bu kadar karşı karşıya kalmamıştı!..
Konumuz savaşlar ya da bugünlerdeki çıkmazların da temellerini atan, gericiye-bölücüye önayak olan ve demokrasinin yerle bir edildiği darbe dönemlerinin öncesi ya da sonrası değil aslında…
Savaş koşullarında bile görülmeyen belirsizliklerin ülkeyi tamamen işgal etmesidir asıl mesele… Bizi toplum olarak vuran ve hızla tüketen bu mesele, 78 milyon insanı bir belirsizlik tünelinde hızla karanlığa çekmeye devam ediyor!..
Sessiz toplumun çöküşü!..
Baksanıza; dostla düşmanın birbirine karıştığı, eski “paralel” dostun bir anda düşman olduğu, hatta “terörist” ilan edildiği ikiyüzlü bir süreçteyiz…
Baksanıza; terörizmle masaya oturulmasının ardından teröre yeniden savaş açılan ürkütücü bir dönem cumhuriyetin geleceğini adeta esir almış durumda!..
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, savaş ya da darbe koşullarında bile görülmeyen bir belirsizlik, umutsuzluk, mutsuzluk sarmalında, bir bilinmeyene doğru hızla sürükleniyor…
Hem de bu belirsizlik yalnızca iktidarın değil, onunla bir türlü mücadele edemeyen muhalefetin gözleri ve gafleti önünde yaşanıyor!!!
Özellikle son yıllarda yaşanan olaylar, çelişkiler ve siyasal takiyeler, dünyada eşi benzeri görülmemiş ilişkiler ağının utanç verici cenderesinde büyürken; sosyal, siyasal ve ekonomik buhran tuhaf bir sessizlik ve teslimiyetin bağrında ülkeyi kuşattıkça kuşatıyor…
Baksanıza; ABD Doları 6 ay içinde 2 lira 30 kuruştan 3 TL’ye yükseldi… Ülkede tepki sıfır!!! Sanayi durmuş, fabrikalarda şalterler inmiş, ekonomi rotasını şaşırmış, Türk Lirası’nın değeri yerle bir olmuş, işsizlik artmış, rantiye büyümüş, iş ve emek dünyası karanlıkta yolunu şaşırmış ama toplumsal tepki nedense sıfırrrr!..
Gafletten uyanma zamanı…
Evet; bayram sonrası iç karartıcı bir manzara çizmemden yakınıyor olabilirsiniz… Diyeceksiniz ki, rüşvet-yolsuzluk batağındaki AKP’nin halen ayakta olabildiği bir ülkede, toplumdan ne bekliyorsunuz ki?..
Hiç kuşkunuz olmasın, cumhuriyetin kuruluşu öncesinde de, 1960’tan itibaren başlayan darbe dönemlerinde de gafil ve işbirlikçi kitleler vardı…
Cumhuriyet, bugünlerde adları gerici-bölücü takımınca meydanlara verilen işbirlikçi hainlere rağmen kuruldu…
Darbeler demokrasiye aşık çevrelerin direnişiyle yinelenemedi…
O halde söyler misiniz, çoğumuzun sinerek gözün kapattığı bu tablonun girdabından nasıl kurtulacağız acaba?..
Çözüm bellidir; özellikle önemli bir genel seçim yaklaşırken, Atatürk’ün ve Cumhuriyetin kuruluş mücadelesi toplumun ışığıdır, yol göstericisidir…
O halde “düşmanımın düşmanı dostumdur” hastalığının pençesine düşen gafilleri uyandırarak, rotasından savrulan siyasetle kurtarıcı arayan kitleleri “Altıok”ta buluşturamazsak, gerici-bölücü kumpas cumhuriyete erozyon yaşatmaya devam edecek…
İşte bu nedenle cumhuriyeti var eden Aydınlanma Devrimi’ni rehber edinemezsek, iktidar ihanetindeki faşizmden de siyasal gafletteki girdaptan da kesinlikle kurtulamayız… Savrulmayın, bütünleşin, güç olun, iktidar olun…

=================================

Dostlar,

Sayın Mehmet Faraç‘a bu yazısı için teşekkür ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
30 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

13 Aralık 2012 Silivri Kuşatması İzlenimlerimiz..


Dostlar
,

13 Aralık 2012 Silivri Kuşatması İzlenimlerimiz..

Bu gün 17 Aralık 2012.. Üzerinden 4 gün geçti o ziyaretin..
Biz de biraz zaman geçsin istedik özellikle.
Basında, Türkiye kamuoyunda nasıl yankılanacak, sıcaklığı biraz soğusun ve
daha nesnel değerlendirmeler yapabilelim istedik.. Yandaş basın gene 3 maymunu oynadı.. Basın ahlakı adına onların yerine de utanıyoruz..

“13 ARALIK 2012 GÜNÜ NEDEN SİLİVRİ CEZAEVİNE GİDECEĞİM??”

başlıklı yazımızı 12 Aralı2012 günü sitemize koymuştuk.
(http://ahmetsaltik.net/13-aralik-2012-gunu-neden-silivri-cezaevine-gidecegim/)

Silivri kuşatması” ardından da birkaç yazı sitemizde yer aldı.
Hepsini birlikte değerlendirmek, arşivlemek uygun olabilir..

Bu yazı için birkaç saat zaman tükettik..

İlgi ve bilginize sunuyoruz..

Tarihe not düşmek istiyoruz..

***************************

Ümraniye’de bir örgüt evinde (?) bomba bulunduğu savıyla Haziran 2007’de başlatılan süreç 5,5 yılını tamamladı Hemen ardından da “Büyük gözaltı” operasyonu başlatıldı ve 10 kadar “dalga” ile yüzlerce insan, değişik adlarla dava kapsamına alındı.

  • Ergenekon davasında halen 66’sı tutuklu olmak üzere 275 sanık var.

12 Aralık’a dek 269 duruşma yapıldı Cezaevinin içindeki bir yargılama salonunda ve
dava dosyasında 21 dosya birleştirildi, toplam dosya oylumu 120 milyon sayfaya ulaştı.

Bu arada, yüzlerce kanıtın uydurma olduğu su götürmez biçimde ortaya kondu.

Savcılık ve yargı kurulu, başından beri güven vermedi, tersine güvenleri yıktı.
Deyim yerinde ise yargılama salonunda terör estirdi, insanları yıldırdı.
Yargılamaların 5.-6. yılına girdiği süreçte, çok sayıda tutuklu (hükümlü değil!) sağlığını ve hatta yaşamını yitirdi.

Geçtiğimiz yıl, cezaevinin karşısındaki açık arazide, bir küme Ergenekon tertibi kurbanının yakınları çadırlı kamp kurdular (9 Eylül 2011). Son derece zor koşullarda burada nöbet tutarak, “içerideki” canlarını yalnız bırakmamaya çabaladılar.
Geceleri şarkı-türküler söylediler, “içerideki canları” duysunlar diye..
Onlara uzaklardan konser verdiler..

Hatta istek bile aldılar “içeriden”!

Fidanlar diktiler, Silivri kurbanlarının adını verdikleri..

Derken, sahibinden kiralanan bu küçük araziyi, Hazine, görülen gerek üzerine kamulaştırarak cezaevine kattı! Burayı, açılışının 1. ayında, 8 Ekim 2011’de biz de
bir küme sağlık çalışanı-hekim olarak ziyaret etmiştik. Çektiğimiz fotoğraflar arşivimizdedir ve ileride, Paris Karnaval Müzesinde sergilenen “İnsan Derisi İle Kaplı Anayasalar” denli değer (!) kazanacaklardır.. (Sitemizde sunulacaktır.)

New York Times’a haber oldular :

New York Times: Protestoların merkez üssü Silivri nöbet çadırı

Silivri Çadır direnişçileri yılmadılar, zorunlu olarak daha uzak bir yerde,
insanlık dramına canlı tanıklıklarını sürdürmek üzere kampı yeniden yapılandırdılar..
Ne yazık ki, 26 Ağustos 2012 gecesi çıkan fırtına, Levent Kırca‘nın Silivri kıyılarında açık havada sunduğu, bizim de izlediğimiz AZINLIK adlı oyununu izleyen saatlerde
yeni kampı söküp götürdü.. Mütevazi bütçeler, başından beri müttevazi katkılara mahkumdular..

Bu gidişimizde (3. ziyaretimiz) o kamp yerini de gördük yeniden..

İnanıyoruz ki; bu yaşananlar gelecekte ödül ve izleyici rekoru kıran filmlere konu olacak.

İnanıyoruz ki; bu yaşananlar gelecekte ödül ve okuyucu-baskı rekoru kıran kitaplara konu olacak.. Şimdiden oluyor da.. Tutsakların belgesel kitapları onlarca baskı yapıyor, milyonlarca okuyucu ile buluşuyor..

Bu yapıtlar başka dillere de çevrilecek ve insanlığın ortak kültürüne malolacak.
İnanıyoruz ki, uluslararası ödüller de alacak söz konusu yapıtlar.

Bunların bir bölümünü belki, halen tutsak olanlar da görebilecek..
Genç yakınları, çocukları mutlaka görecek ve buruk da olsa gönenecekler..

28 Şubat.. 1997‘de idi. 15 yıl bitmeden “sorgulanmaya” (!) başlandı..
Demek ki çoook da uzun zaman gerekmeyebilir..
İnsanlığa karşı suçun zaman aşımı da olmaz üstelik..
Zalimler yaşamda kalmazlarsa yokluklarında yargılanacaklar ve çoluk çocukları utanacak baba-dedelerinin adına..

Ya da Kenan Evren örneğinde olduğu gibi.. Yaşı 100’e yaklaşan bu darbeci,
sözde de olsa yargılanıyor.. Dememiz o ki, bugünkü zulümlerin özneleri
iyi düşünsünler..

“Bir süre” sonra, bu insanlık dışı kurgunun sorumlularının adlarını birçokğumuz anımsamayacağız. Örn. yargılama kurulundaki yargıç-savcıların adlarını kaç kişi bilir?
Ama Silivri zindanı kurbanlarının adlarını çoğumuz biliyoruz, onlar şimdiden birer halk kahramanı. Tarih hep böyle olmuştur zaten.. Zalimlerin adları unutulur fakat Pir Sultanlar, Şeyh Bedrettinler, Kerbela şehitleri, Hallac-ı Mansurlar, Köroğlu’lar… yaşar..

*******************

Derken, 269. duruşma sonunda, henüz kanıtların tartışılması yapılmadan, sanıklara ve savunmanlarına savunma hakkı verilmeden…. savcı birden bire, esas hakkında görüş (mütala) bildirmek üzere süre istedi! Kendilerine dosya ve süre verildi.. 21 Kasım –
13 Aralık arasındaki 21 gün! 2-3 savcı 120 milyon sayfalık dava dosyasını 3 haftada okuyacak, değerlendirecek ve 13 Aralık’taki 270. duruşmada da 275 sanık için
teker teker ne ceza isteyecekse onu bildirecek..

Benzetmek uygun mu bilinmez ama, yörüngesinde usul usul salınarak dönüp duran uydu, birden roketleme yaparak hızlanacak ve yörünge değiştirecekti. Karar verilmişti, açıklanacaktı. Balyoz davasında da öyle yapılmıştı. Yurtseverler darbe girişimi suçlamasıyla yaşam boyu hapis cezası almışlar, yaklaşık 18-20 yıl ceza yemişlerdi. Yargıtay da onarsa, bu insanlar, yaşları da genellikle ileri olduğundan, hapislerde ölecekti!

  • Artık kamuoyu vicdanı bu kadarını da kaldıramazdı.

AKP’nin Cumhuriyet bayramını bile yasaklama, Ata’nın anıtlarına çelenk sunumunu engelleme.. gibi akıllara seza davranışları (kim yönlendirdi ise “sağolsun” mu diyelim?) halkın sabrını taşırmıştı. 29 Ekim ve 10 Kasım 2012 halk eylemleri artık korku duvarının aşıldığını kanıtladı. 13 Aralık’ta da Silivri’deki “canlar” ın imdadına koşulacaktı..

Silivri savaş alanına döndü!

Demokratik kitle örgütleri ile İP ve CHP kendiliğinden harekete geçerek eylemi düzenlediler. TGB ve ADD en önde işlev üstlendiler..

CHP açık destek verdi eyleme ve 50 dolayında vekil Silivri’ye geldi..
(Toplam 135 vekili var CHP’nin ve 2’si – Balbay ve Haberal- Ergenekon tutuklusu)..

  • Demokrasi ve insan hakları havarisi BDP’den “tık” çıkmadı..

MHP ise, içeride 1 vekili -Engin Alan- olmasına karşın sütre gerisindeydi her zamanki gibi.

Anaysal kural olarak yargılamalar “açık” olduğundan ve yurttaşların da bu duruşmaları izleme hakkı olduğundan, yıllık iznimizden kesilmek üzere 1 günlük özür izni istedik Fakültemizden ve 12 Aralık 2012 gecesi, üyesi olduğumuz ADD Çankaya Şubemize gittik. Ücretimizi cebimizden ödeyerek, kiralanan otobüste arkalarda bir yer bularak oturduk. 22:00 sularında 40’a yakın yoldaş yola koyulduk. Yaşı 70’i aşan, ADD önceki Genel Yazmanlarından Seher Yıldırım öğretmen de hasta eşini bırakıp gelmişti.
Yüzler tanıdıktı..

2 mola ile, 9 saat dolayında bir yolculukla otoyol üzerinde “Silivri Ceza ve İnfaz Kurumu” yazan tabela önünde durduk.. Sabah 07:00 gibiydi ve Trakya’nın dondurucu soğuğu görev başındaydı.. Uzun yıllar Trakya’da yaşamış, İstanbul-Edirne arasında kardan yollarda kalmışlığımız ve İstanbul-Edirne treninde donma tehlikesi atlatmışlığımız vardı.. Sözde soğuğa dirençli sayardık kendimizi ama, doğanın şakası yoktu. Çantamızda bir miktar kumanya, el feneri, çakı.. da vardı. Cep telefonumuzun şarjı da doluydu vs.

Nereye ve ne yapmaya gidiyorduk? Altı üstü Silivri Cezaevinde bir duruşmaya katılacak ve akşam saatlerine dek de kararı bekleyecektik. Üşüyüp yorulduğumuzda otobüsümüze girip dinlenebilir, ısınabilirdik belki de??..

Daha ilk andan, planın son tümcesi buzlu sulara düştü. Jandarma yolları kesmiş,
cezaevine en az 2 km kala otobüsleri durdurmuştu. Sıkıca sarınarak dışarı çıktık uykusuz ve yorgun gözlerimizle. Rahatlıkla -10’lara yakın algılanan bir ayaz bizi tokatlayarak kendimize getirdi. Bagajdan sesbüyütürü indirdik, rahatlıkla 20 kg gelirdi.. Erdal Tüt arkadaşımızla bize kaldı bu aygıtı en az 2 km öteye taşımak. 2 tekerleği vardı ama ağırlığa teslim olmuş, yanlara açılarak gövde ağırlığını yere indirmişlerdi!
O donduran soğukta işimize yaradı bu sorun.. Erdal bey de ben de üşümemiş,
hatta terlemiştik bu aleti çadır kampa dek 2 km ve de yokuş yukarı taşırken..

**************************

Çadır kamp iç burkuyordu.. İkinci işimiz WC kuyruğuna girmekti. 1’er tane erkek-kadın sahra tipi WC vardı ve yaklaşık 15 dakika salt çiş için bu kuyrukta bekledik..

Ardından, canlı sayılamayacak düzeyde yanan sobanın olduğu çadıra girdik..
Odun ve kömür parçaları teneke teneke istiflenmişti ve ön sıralar doluydu..
Yaşlılar vardı.. Hem biz yaklaşık 20 kg’lık sesbüyütürü 2 km taşımış ve aslında
çok ısınmış, üşümemiştik!

Çevreyi incelerken, Silivri Direniş Çadırları “Komutanı” Hıdır Hokka ile yüz yüze ve
göz göze geldik.. Birşey söyleyemedik, kendisini eğilerek selamladık ve sıkı sıkıya
epey sarıldık.. Kollarımız gevşediğinde, gözlerimiz nemli ayrıldık..

***************************************

İnanılmaz bir güzellik!.. Yol kenarında mercimek çorbası kaynıyordu.. 1 bardağı 1 TL..
sesbüyütür (hoparlör) taşıyıcı ortağım Erdal bey ve biz 1’er bardak kaptık hemen, bitmeden..

İlk gözümüze ilişen, heybetli bir cami oldu.. Yerleşke girişinde 2 adet oldukça yüksek minareli ve yüksek kapasiteli bir cami yapılmıştı son gelişimizden bu yana, hızla..

Çevrede yürürken bir yığın tandık sima ile karşılaşıyor, tokalaşıyor, kucaklaşıyorduk.

1996’dan bu yana 16+ yıldır ADD örgütünün içinde idik.. Yüzlerce noktada 1500’e yakın (binbeşyüz!) görsel aydınlanma konferansı vermiştik.. Birkaç yüz aydınlanma makalesi yazmıştık. ADD örgütünde, CHP’de, İP’te, TGB’de… çook sayıda dostlar vardı..
Güç alıyorduk birbirimizden..

Duruşma salonunu biliyorduk. Önceki yıl ilk gelişimizde salonda duruşma izleyebilmiştik. Balbay’ın eşi ve kızıyla yan yana oturmuştuk. Ocak 2011 idi.. Teselli vermiştik, Haziran 2011 seçimlerinde Balbay vekil seçilir ve serbest kalır.. diyorduk. % 50 tutturduk
ya da % 50 tutturamadık!. Balbay vekil seçildi ama serbest bırakılmadı!
Bunu öngörememiştik!

Duruşma salonu kapısı önünde 2 kademe barikat vardı. Jandarma işi sıkı tutuyordu.
İlk barikata yüklenildi bir süre sonra.. Tarık Akan, Rutkay Aziz, Kars’taki İnsanlık Anıtı yıkılan yontu sanatçısı Mehmet Aksoy… ak saç ve de sakalları ile en önlerdeydiler.

Silivri savaş alanına döndü!

İlk barikat devrildi..

  • “Bir miktar” gaz
  • “Bir miktar” cop
  • Ve de “Bir miktar” basınçlı su.. ikram edildi..

Silivri savaş alanına döndü!

bizlere o dondurucu soğukta..

Silivri savaş alanına döndü!

Sanırız Türk Jandarması-Türk askeri, kendi yurttaşına çok da haşin davranamıyordu??

Silivri savaş alanına döndü!

Duruşma salonu avlusu girişindeydik. Tam bir izdihamdı ve kesinlikle adım atamıyorduk. Ayaklarımız zaman zaman yerden kesiliyor, göğsümüz sıkışıyor, nefes alamıyorduk.

İçeriye avukatlar, sanık yakınları, milletvekilleri alınıyordu. O arada Balbay’ın eşi ve kızı Yağmur geldi.. Zorlukla yol açabildik ve “içeri” geçebildiler.

İstanbul Barosu Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal ve
Ankara Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu da salonda idiler.
Her ikisi de ceza hukuku hocası idiler..
Duruşmada yargıçlar, savcılar çoooook özenli olmalıydılar.

**************************************

Bir biçimde bu “kademe”yi de geçtik yarım saat kadar süren ezilme tehlikesi sonunda.

Çevrede TV’lerin canlı yayın araçları konumlanmıştı. Araçların üzerinde haberciler kamera başındaydı, elleri “tetikte” idi, anlık beklenmedik görüntüleri kaydetmek için..

Duruşma salonu avlusunda önceki Adalet Bakanlarından, şimdilerde ÇYDD Genel Başkanı, yaşı 80’i aşmış hanımefendi Prof. Dr. Aysel Çelikel (İstanbul Hukuk Fak. eski dekanı) ile ayaküstü söyleştik. Yanında yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel de vardı. Ayşe 32 yıllık arkadaşımızdı. İstanbul ve Elazığ Lepra (Cüzzam) hastanelerinde birlikte çalışmıştık. Van’da tek öğretim üyesi olarak Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda inanılmaz özveri ile hizmet veriyordu. Türkan Saylan‘ın yardımcısı idi, Van 100. Yıl Üniv. Rektörü Yücel Aşkın döneminde rektör yardımcısı idi. O dönemde gözaltına alınmıştı. 4 gün poliste gözaltı ve 8 gün cezaevinde hücre hapsi.. Ayaküstü, biz ısrarla sorunca, vekar dolu bir gülümseme ile özetledi.. Bir yandan da meme kanseri ile boğuşuyordu. Sıklıkla sağaltım için Van’dan İstanbul’a geliyordu.

O arada CHP’den Umut Oran geldi mavi kaşkolu ile.. Salt ceketi vardı.. Tutamadık, salona geçti. Muharrem İnce, Gökhan Günaydın, Emine Ülker Tarhan, İsa Gök vd.
Duruşma salonu dolmuştu ve girişi (fuaye!) balık istifi idi.

*******************************************

Çok üşümüştük..

Aysel Çelikel Hoca’nın arabasına geçip biraz ısındık. O arada Hukuk fakültelerinde etik-moral sorununu ve yargıç-savcı yetiştirme sorunlarını konuştuk. Hukuk okullarında
nasıl oluyor da Ergenekon vb. davalarda hukuku katleden yargıç-savcı yetişebiliyordu? Bu sorunun çoook temellerden ele alınmalıydı.. vs.

Bu arada saat 10:00’u geçmiş ve “içeride”, ADD Genel Başkanı, 42 yıl yargıçlık yapmış Tansel Çölaşan’ın deyimiyle “yargılama tiyatrosu” başlamıştı.

CHP ve TGB’nin 2 otobüsü üzerinden de sürekli konuşmalar yapılıyor, sloganlar atılıyordu. Duruşma salonu önündeki yolda insanlar adeta tek bir blok gibi, paket gibi idiler. Metre kareye en az 7-8 insan düşüyordu. Hem böylece ısınıyorduk da,
ya da daha çok üşümüyorduk diyelim.. (!)

2 otobüs üzerinden centilmence birbirine söz bırakılarak kitleler canlı tutuluyordu.

AYDINLIK yazarı Sebahattin Önkibar, Ulusal Kanal ve Milli Anayasa Forumu’ndan
eski bakan Ufuk Söylemez de aramızdaydı.

Levent Kırca, Ali Sirmen, Ataol Behramoğlu, Mehmet Faraç

Hiç abartısız 100 bine yakın insan vardı orada.
Yüzlerce otobüsü biz saymıştık. Çok sayıda özel oto da vardı.
Epey otobüs de görme alanımızın dışında park ettirilmişti.
Mersin’i, Marmaris’i, Balıkesir’i, Adana’yı, Elazığ’ı, Malatya’yı… görüyorduk.

  • Alanda ADD ve TGB filamaları egemendi..

Derdimiz “içeriye” sesimizi duyurabilmek idi..

“Tutsaklar” bizi göremiyorlardı ama çokluğumuzu, kararlılığımızı, coşkumuzu ve kararlılığımızı duyumsamalıydılar..

Var gücümüzle sloganlara katılıyorduk.. Sesimiz kısılmıştı..
“İçeriden” haber aldık, sloganlarımız, marşlarımız, türkülerimiz, ıslıklarımız, düdüklerimiz, yuhlarımız.. duyuluyordu!

Öğleni bulmuştuk.. Güneş biraazcık gülümsüyor ama ısıtamıyordu ne yazık ki..

Acıkıyor, susuyorduk.. WC büyük dert idi.
Yorgun ve uykusuzduk. Oturacak bir yer bile yoktu..
Sloganların da sürekli ve canlı olması gerekiyordu.

Yol kenarlarında sandviç, ayran, meyve suları hatta gezgin (seyyar) köfteciler,
çiğ köfte satanlar .. görev başında idi.

Şu köşede de Çadır Kamp yararına 2013 takvimi satılıyordu 5 TL’ye.
Yanıbaşında da

  • “Silivri Tutsak Üniversitesi” nin yayınları..

Otobüslerimiz en az 2 km ötede idi ve gidip bir süre dinlenmek, ısınmak hem olanaklı değildi hem de aklımıza gelmiyordu.

“İçeriden” haberler geliyordu.
Başkan HH Özese, 21 dosya yetmezmiş gibi 22. dosyayı (Danıştay saldırısı) Ergenekon dosyası ile birleştirme isteğinde idi. Olacak şey değildi! Dava bitmesin isteniyordu.. 120 milyon sayfa devasa oylum (hacım) okunmuş, incelennmiş değildi ki!

  • SÖZCÜ‘nün bir haberinde bu dosyanın salt okunması 456 yıl gerektiriyordu!

İçeride unutulanlardan Sevgi Erenerol‘un avukatı dışarı atılmak isteniyordu.

Salondaki 200 avukat O’nu sardılar ve robokop jandarmaya vermediler..
Biz de “dışarıda”  200 bin kişi direniyor, “içeridekilere” destek veriyorduk.

Duruşmaya 4 kez ara verildi.

Savı MA Pekgüzel, esas hakkında görüşünü sun(a)madı..
Avukatlara zorla da olsa, gönülsüz söz verildi.

Akşam 16:00’yı geçmiştik.. 9-10 saattir ayakta, canlı, sürgit bir miting yapıyorduk..
Herhalde Guiness Rekorlar kitabına girecek denli uzun bir miting idi.

Milletvekilleri “içeriden” çıkıp otobüs üstünde halka bilgi veriyorlardı.
Onbinlerce insan inat ve sabırla, kararlılıkla direniyordu..

  • Çooook ilginç ve heyecan veren bir eylem daha yaptık :
  • El ele vererek, on binlerce yurtsever, yerleşkenin çevresini sardık..
  • Kilometrelerce insan zinciri oluşturmuştuk. 
    Balçık çamura dizlerimize dek bulaşmıştık.
  • Lojman sakinleri meraklı ve ürkek gözlerle biz el ele tutuşan insan zincirine bakıyorlardı pencerelerinin ardından.. (Bu eylem bizim fikrimizdi..)
******************************************
Karanlık basmıştı.. “İçeride” duruşma (Tiyatro!?) sürüyordu.
Varillerde ateş yakıldı.. Çook üşüyorduk. Sabahın dondurucu ayazından sonra,
ısıtmayan güneş de çekilirken, Trakya’nın dondurucu soğuğu çöküyordu yeniden.
ADD Genel Başkanı, 42 yıl yargıçlık yapmış, Danıştay Başkanvekilliğinden (Başsavcı) emekli Tansel Çölaşan otobüsün üzerinde idi ve aşağıdaki sözleri söyledi..

13aralik2012t

Bu tiyatro daha sürecekti ve biz kezlerce buraya gelecektik..

Bizden söz istedi, söz aldı hep bir ağızdan..

Yavaş yavaş dağıldık.. Yollarımız uzundu.. 2. gece de başlarımız yastık görmeyecek, sabaha dek yolculuk yapacaktık. 14 Aralık 2012 sabahı da işimizin başında olacaktık..

Birbirimize söz vererek, kucaklaşarak, gözlerimizde ve gönüllerimizde anlaştık.

Hüzünlü gözlerle ÇADIR KAMP GÖNÜLLÜLERİ İLE VEDALAŞTIK..
Biz evlerimize dönüyorduk ama onları vahşi kış ortasında yazıda, çadırlarda bırakıyorduk.

  • Vicdanlarımız isyanda; dudaklarımız dua mırıldanmada idi..

20 kg’lık sesbüyütürü 2 km, bu kez yokuş aşağı kim taşıyacaktı?
ADD yöneticilerimiz bu kez başka 2 “babayiğit” buldular..
Onlar da (Ömer ve Reşat) sanırız akşam ısındılar, günün üşümesini attılar belki de!
Bu alet daha çok yeniydi ve garanti kapsamında onarımını yaptırmak önemsediğimiz bir konu oldu otobüste.

İtiraf edelim ki, otobüslerde söyleşi için kimsede enerji yoktu.
Kalorifer saatlerdir tam kapasite açıktı ve insanlar giysilerini çıkar(a)mıyordu.
Yaman soğuk iliklerimize işlemişti..

2 saat kadar sonra kendimizi zor attığımız bir lokantada kurtlar gibi açtık..

Sonrasında da derin uykularda, birbirimizin üsütüne yığılarak gece yarısını geçtik
ADD Çankaya Şubemizin önü son duraktı.. Eve vardığımızda saat 03:23 idi..

Zor ve zorki bir duş ve bitkin, yatağa seriliş..

******************************************

Sonuç                                                              :

* Sanırız herkes artık halkın sabrının taştığını gördü.
* Halkın bu sürece seyirci kalmayacağını ve el koyacağını da algıladı.
* Sevgi Erenerol’un avukatı duruşma (Tiyatro!?) salonundan dışarı çıkarılamadı.
* Jandarma albayına yasalara aykırı emre uymanın suç olacağı söylendi ve
O da bunu dinledi.
* Silivri’nin duvarları çatladı; Bastil benzeri yıkılma yemini edildi..
* Savcı esas ilişkin görüşünü sun(a)madı.
* Avukatlara söz verilmek zorunda kalındı.
* 13 Aralık 2012 günü, Ergenekon davasının da Balyoz gibi acımasız hükümlerle bitmesi
engellendi.
* İzleyen duruşmalarda da halk orada olacak ve bu insanlık tarihine geçecek
direniş-dayanışma sürdürülecek, sonuç da alınacak..

  • Bastil kalesinin duvarları yıkıldı; zincirleri kırıldı da Silivri’ninki mi direnecek?

Bu kararlı, yürekli, özverili kitlelere son derece akıllı siyasal önderlik gerek.
Bu da başlıca CHP’ye düşüyor.
Helva için her şey fazlasıyla var..
CHP bu harcı karabilmeli.. yoksa kasırganın altında o da kalacak..

Sözlerimizi, Ergenekon tertibi tutuklu sanığı, Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay‘ın “13 Aralık Çağrısı” adlı köşe yazısından (sitemizde var) bir alıntı ile bağlayalım :

  • “…O gün Silivri’ye gelmekle her şeyin bitmeyeceği açık.
    Devamında adaleti arayış ateşini söndürmemek gerekiyor.
    Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi ayağa kaldırmak, 
    artık CHP’nin hem sorumluluğu hem gücü…”

Ve soralım                                 :

1. Bu dava neden Ankara ya da İstanbul’da, dünyanın sayılı büyük adliyelerinde (Çağlayan’da?) değil de cezaevinin ortasında, ülkenin taaa öte ucunda,
Trakya’nın yazısında?

2. Bu dava salonu neden özellikle yaklaşık 350 kişilik ve neden salon dışına kamera ile görüntü verilmiyor, daha büyük salonlarda ve Ankara-İstanbul merkezinde görülmüyor?

3. TV’den neden verilmiyor ??

4. Bu ve benzeri-türevi davalar hangi merkezlerin psikolojik savaş planlarının ürünü?

Dosyanın tümü pdf olarak da okunabilir, arşivlenebilir..

13_Aralık_2012_Silivri_Kusatmasi_Izlenimlerimiz

Sevgi ve saygı ile.
17.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net