Şiddetin tanımını, sözlüklerdekinden değişik şekilde yapmaya kalkışırsak, “Olağan ve barışcıl yollardan yapamadığını ve beceremediğini ya da yapmayı tercih etmediğini gerçekleştirmek için başvurulan yol-yöntem” diyebiliriz.
Biraz da kişilerin ve toplumların eğitim ve olgunluk düzeyleri ile bağlantılı, doğru orantılı şekilde yaygınlık gösterir. Çarşamba günü Konya’da bir saldırganın silahından çıkan kurşunlara hedef olan bir hekim ve sekreteri ile İstanbul’da ayrı ayrı mekanlarda yine silahlı şiddete kurban giden bir avukat ve müvekkili, bu toplumun maalesef damarlarına ve iliklerine kadar nüfuz etmiş “şiddet eğiliminin” bedelini ödemişlerdir. Kendileri gibi yüzlerce, binlerce başka insan gibi.
Sadece siyasi amaçlı şiddetin değil, aynı zamanda toplumsal boyutta, sokakta, çarşıda pazarda, trafikte, işyerinde ve evlerde yaşananlardan bağımsız değil, “hastane koridorunda, poliklinikte, acil serviste, avukat yazıhanesinde” işlenen cinayetler.
- Doktora ve sağlık çalışanına yönelik şiddeti, tabii ki ayrı ve özel bir başlıkta konuşuyor ve tartışıyoruz. Neticede, hepimizin canını korumak ve gözetmek, hayatımızı kurtarmak, kritik bir durumda hayata döndürmek gibi kutsal bir görevi olan insanların korunması özel bir önem taşıyor.
Üstelik de belki de hekimliğin tarihi kadar eski bir “Yakınımın ölümünden sorumludur” düşüncesiyle işlenen intikam kokulu cinayetler, uygar bir toplumda asla kabul edilmemesi gereken tepkilerdir. Hiçbir hekim “yüzde yüz yaşam garantisi” ile tedavi hizmeti veremez. Velev ki, hekim ya da başka sağlık personeli hata yapmış olsun, tıp alanında “malpractice” (sağlık hizmetinde hata sonucu ölüm veya sakatlığa yol açma) diye bilinen ihmal ya da kazaların bedeli “cinayet” olamaz.
Ancak, şunu da unutmayalım, daha küçücük çocuklarına evde parmak sallarken “Öldürürüm seni!..” sözcüklerini cömert biçimde kullanan, kadınlarına ve kız çocuklarına yönelik şiddeti “sıradan ve doğal bir hak” gibi gören bir toplumdan söz ediyoruz. Evden başlayarak okulda, işyerinde, kışlada, karakolda ve hatta parlamento çatısı altında, tekmeyi yumruğu, sopayı veya “eline ne geçerse onunla” şiddeti “olağan biçimde kabullenmiş” bir toplumuz.
Bu arada, çok ilginç bir detayı da atlamamak için hatırlatmak zorundayım.
Çarşamba günü Konya’da işlenen cinayetten sadece 24 saat önce, İstanbul’da bir özel hastanede, bir mağdur hasta yakınının haklı ve anlaşılabilir tepkisini ulusal çapta alkışlayan pek çok insan “Vallahi ben olsam…” diye şiddeti savunan muhabbetler yapmamış mıydı?
Anlatımlara bakarsak, 56 yaşındaki babasının “Anjiyografiye geç alınması, çeşitli aşamalarda ihmal sonucu geç müdahale edilmesini ve belki de bu ihmaller zinciri sonucu hayatını yitirmesini” haklı bir feryatla protesto eden aile, görünümlerine bakılırsa “görece medeni sınırlarda” tepki gösteriyorlardı. Ama pek çok insan, öyle bir durumda “Eline ne geçirirse, gidip doktor odası basmayı” aklından geçirmiyor mu bu ülkede?
Anlatmak istediğim şey, bu işin (yine haklı olarak hepimizin dillendirdiği üzere) sadece Sağlık Bakanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nın, genelde devletin hâlâ ciddiye almadığı ve yeterli önlem almama aymazlığı içinde olmasının çok ötesinde bir geri planı var. Dün öğle saatlerinde İstanbul’da hekimlerin yapmaya çalıştığı yürüyüşü şiddetle bastırmaya çalışan da aynı devlettir. Copla vurarak, kalkanlarla itip kakarak, biber gazı sıkarak protestoyu engelleyen devlet, poliklinikteki silahlı zorbaya bir şey yapamayan devletle aynı devlet.
Haklı taleplerinin yerine getirilmemesini protesto edip “başını alıp başka diyarlara göç etmek isteyene” hitaben “Giderlerse gitsinler be!..” diye sıkılmadan – utanmadan kapıyı gösteren de aynı devlet. Benzer her konuda olduğu gibi bu konuda da ilaç, yani bu zehrin karşılığı olan “panzehir” belli. Toplumun tüm bireylerini ve kesimlerini, bugünkünden çok daha ileri bir eğitim ve bilinç düzeyine getirecek politikalar.
Yukarıda da ayrıntılı biçimde dikkat çektiğim gibi, aileden yani çocukluktan başlayarak, “meselelerini şiddetle değil, konuşarak-tartışarak çözme odaklı” bir toplum yaratabilmek. En ufak bir yol verme, “sen geçtin, ben geçtim” tartışmasında, sopaya silaha davranan bir toplum olduğumuz ve en basit bir siyasi münazarada küfür etmeden konuşamadığımız, TV’lerde her gece “Aslında şuna bir uçan tekme atmak geçiyor içimden” üslubu ile tartışamadığımız gerçeğini, aynaya baktığımızda hepimiz görüyoruz değil mi?
Bu sarmaldan çıkamadığımız müddetçe, yani “şiddet genini değişime uğratamadığımız, damarlarımızdaki kanın şiddet içeren alaşımını dönüştüremediğimiz, Kurtlar Vadisi, Eşkıya bilmem nesi filmlerine özenmediğimiz” müddetçe, bu tür cinayetleri ve cenazeleri daha çok yaşayacağımızdan emin olabilirsiniz. Bu acı gerçeği hatırlamaz ve hatırlatmazsak, dün yaşananlar gibi kısır bir “Deja vu” döngüsünde debelenip duracağız.
İtiraf edin, yaklaşık bir yıldır bir mafya liderinin kullandığı “Ulan hepinize kan kusturacağım lan!..” üslubunu alkışlayıp, bazı siyasetçilerin “lütfen’li, sayın’lı, rica ederim’li” üslubunu ‘fazla ince bulup’ küçümseyen bir toplum değil miyiz?
İtiraf edin… Bu sarmaldan çıkmamız lazım.