Etiket arşivi: Kemalizm

Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT’tan çağrı

Ç A Ğ R I M I Z D I R

 

Batı emperyalizminin 21. yüzyılın Sevr’i olarak yürütmekte olduğu BOP ile dört yandan kuşatılmış olan ülkemiz, içeriden de yoğun saldırı altındadır.

Ulusal Birliğimizi tarumar eden bu ağır saldırılara karşı, halkımızı birleştirebilecek tek güç; kuşkusuz Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emaneti ve düşünceleridir.

Atatürk sevgisi ve ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ, toplumumuzun çimentosu olarak günümüz koşullarında yaşamsal önemdedir.

Bunu bilenler, açık ve gizli saldırılarını, büyük Atatürk’ün şahsına ve tabii Kemalizm’ e yöneltmektedirler.

​    Ne acıdır ki, Cumhuriyetimize ve Atatürk’e yapılan saldırılar giderek sıradanlaştırılmakta, umursamazlık ve kanıksanmışlık iklimi yaratılmak için her türlü algı operasyonu yapılmaktadır.

Bu saldırıları göğüslemesi gereken kurum ve kuruluşlar ise, yeterli ve etkin tepki verememekte; hatta zaman zaman sessiz kalmanın ötesinde, bu kurumların içinden de sinsi ve açık saldırılar gelebilmektedir.

Cumhuriyetimize ve büyük Atatürk’e yapılan saldırıların, gelecekte daha da yoğunlaşacağını gören Prof. Dr. Muammer Aksoy önderliğindeki 50 Cumhuriyet aydınının 1989 yılında kurduğu Atatürkçü Düşünce Derneği ( ADD ), bu İHANETE tek başına kalsa da dimdik karşı durabilecek en önemli Demokratik Kitle Örgütüdür.

ADD, kurucularınca büyük hedeflerin örgütü olarak kurulmuştur. Varlık nedeni; “ Türk İstiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek”, emperyal tuzakları bozmak, ülkemizi ve ulusumuzu bölmek isteyen emperyalistler ve işbirlikçilerinin hain emellerine engel olmaktır. Bu dün olduğu gibi bugün de zordur; emek, bilgi, inanç, kararlılık ve cesaret ister ve elbette bedel ödemeyi gerektirir.

Nitekim; kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy, bu bedeli canıyla ödemiş, sonraki yıllarda Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ve bazı şube başkanlarımız da tıpkı O’nun gibi emperyalizm uşağı DİNCİ-FAŞİST ÇETELERCE katledilmiş, bazı Genel Başkan ve yöneticilerimiz ise, aşağılık kumpaslarla zindanlara atılmıştır.

İçinde bulunduğumuz karmaşa ortamı, üzücüdür ki ADD’ye de uzanmıştır. Etkisizleşmiş, güçsüz düşürülmüş, kendi içinde bölünmüş örgütümüz; bu saldırılar karşısında sesini yeterince duyuramamış, geniş halk yığınları bu sessizlik nedeniyle umutsuzluğa kapılmıştır.

KEMALİZM’in gerçek anlam ve değerini, GEÇMİŞİN ÖVÜNCÜ OLMASININ ÖTESİNDE, GELECEĞİN PUSULASI OLDUĞUNU bilen, günümüze ilişkin çözümler üreten, halka umut aşılayan bir ADD, yalnızca üyelerimizin değil; bütün yurtsever halkımızın özlemidir.

GÜÇLÜ VE BÜTÜNLEŞMİŞ BİR ADD YÖNETİMİ, ülke geneline yayılmış özverili örgütümüzü ayağa kaldıracak, böyle bir gücün varlığı saldırganlara meydanın boş olmadığını gösterecek, caydırıcı olacak, dostta güven, düşmanda korku ve kaygı yaratacaktır.

Bugün Atatürkçü devrimcilerin en önemli görevi, Muammer Aksoy’un örgütünü ayağa kaldırarak CUMHURİYETİN KURUCU AYARLARINA DÖNME HEDEFİNİ HALKIMIZIN ÖNÜNE KOYMAKTIR.

Bu görevi gerçekleştirebilmek için, korona salgını nedeniyle ertelenen Olağan Genel Kurulumuzda,
Saygıdeğer örgüt yöneticilerimizin de görüşlerini alarak, deneyimli bir kadro ile,
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİMİNE ADAY OLDUĞUMUZU
örgütümüz ve kamuoyu ile paylaşıyoruz.

Yaraları sarılmış, küskünlük ve kırgınlıkları aşılmış, herkesin birbirine sevgi ve saygı ile sarıldığı bir ADD; ancak güçlü bir önderliğin yaratacağı eşgüdüm ve ortak istek ile olanaklıdır.

Bu ortak isteği yaratabilmek için, örgüt kültürümüze ve geleneklerimize uygun olarak herkesi kucaklayacağız. Kimseye karşı önyargı taşımaksızın, başka adaylar olsa da uygarca yarışacak, sonuç ne olursa olsun; omuz omuza, yılmadan, yorulmadan hedefe yürüyeceğiz.

Kim olduğumuzu, varlık nedenimizi, görevimizi biliyoruz. Hiçbir siyasal yapının arka bahçesi asla olmayız, ancak siyasete yön verir, yol gösteririz. MUSTAFA KEMAL Atatürk’ten başka fikir önderi aramayız. O’nun dışında kimsenin ASKERİ olmayız. Buldukları her kıbleye seccade serenlerle de, neo-liberal rüzgârlarla savrulanlarla da, saray kapılarında icazet arayanlarla da yürüyecek yolumuz yoktur.

Salgın nedeniyle şimdilik tarihi belirsiz olan Genel Kurulumuzla ilgili çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Yakında bilginize sunmaya  hazırlandığımız program ve projelerimize, örgütümüzün siz değerli üyelerinin çok istediğimiz ve önemli saydığımız katkılarını bekliyoruz.

​    Yeniden güçlü bir ADD için, örgütlerimizi yurdumuzun her yerinde KEMALİZM’in kutup yıldızı yapmak için birlikte yürümeye kararlıyız.

Bu kararlı duruşumuz ve sarsılmaz inancımızla bütün yönetici ve üyelerimizi en içten duygularla selamlıyor, saygılarımızı sunuyoruz.

YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ VE GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE !

YAŞASIN KEMALİST CUMHURİYET !

YAŞASIN ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ !


Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT
Ve Arkadaşları
25 Kasım 2020, Ankara

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Bedri Baykam
bedri.baykam@gmail.com 
Cumhuriyet, 16 Temmuz 2020
CHP’nin çoğu üyesini üzen, neredeyse sadece yöneticiler ve seçilmesi istenen adayların katılacağı kurultayla Ayasofya olayı birbirinden ayrılabilir mi?

Kılıçdaroğlu, partide Atatürkçülüğün ve laikliğin savunulması üstüne önemli bir cephe oluşturmadı. Kritik noktalara yerleştirdiği siyasetçilerin yarısı liberal, bir kısmı 10 Aralık hareketinden gelen, belki bir kısmı TESEV günlerinden beri dostluğunu sürdürdüğü isimler. Laiklik, Lozan, Kemalizm, Atatürk’ün kararları konusunda hassas bir CHP Genel Başkanı olsa, herhalde Ayasofya konusunda, “dine saygıyı” elden bırakmadan yeri göğü inletirdi. Bütün dünyanın hümanizmi, diplomatlığı ve filozofluğunu öve öve bitiremediği Mustafa Kemal’in, kültürlerin, dinlerin ve medeniyetlerin kesişme noktası İstanbul’da dâhiyane bir şekilde dengelediği bu hareketin kalıcı evrensel değerini CHP Genel Başkanı’nın algılayamaması hayret verici. Erdoğan’ın, Atatürk ve Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararı algılayamayıp kendini tutamayarak “Esasında tek parti döneminde alınan bu karar tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı, çünkü Ayasofya ne devletin ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür” demiş olması üzücü ama pek şaşırtıcı değil. Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun “Açıyorsanız açarsınız. Bunu siyasi rant alanına dönüştürmek kadar büyük bir yanlış yok” sözleriyle yetinmesi ve CHP’nin parlamentoda hiçbir açık muhalefet yürütmemesi pes dedirtiyor.

90’ların ortasına kadar SHP ve özellikle Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, Atatürk’ün izlerine ve laikliğe yönelen tehlikeleri görmezden gelme üzerine kurulmuştur. 1989’da, Türk Ceza Kanunu’ndan şeriatçı propagandayı engelleyen 163. maddenin kaldırılması, SHP’nin Özal döneminde Atatürkçü sola attığı en büyük kazıktır.

Kılıçdaroğlu’nun seçtiği yol

Göreve gelişinin henüz 4. gününde verdiği demeçlerde “27 Mayıs’ı yapanlar şimdi utanıyor” demişti. Aynı şekilde “Dersim” olayına bakışı, “farklı” yaklaşımı, 2010 yılında verdiği “laiklik tehlikede değil” ve 2012’deki “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” demeçleri, Kemalist bir CHP Genel Başkanı’ndan uzak bir profilin izdüşümleriydi. Öte yandan, Cumhurbaşkanı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, Abdullah Gül’ü uygun görebilmek, 2018 seçimlerinde Haluk Pekşen ve Hüsnü Bozkurt gibi Atatürkçü çıkışlarıyla o dönem halkın gönlünü fetheden milletvekillerini tasfiye etmek, Hüseyin Aygün, Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekâroğlu, Muhammet Çakmak gibi etnik siyaset yapan veya İslamcı kimlikleriyle bilinen insanları ana listelere almak, kesin bir ters kadro mühendisliğine işaret ediyor. Benzer birçok sebep, Sayın Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi, 20. yüzyıl CHP tarihini ve partinin soyağacını iyi bilmediğini, Türk siyasetinin köşe başlarına hâkim olmadığını ve sürekli tekrarladığı şekilde CHP’yi 1930’ lardaki, 40’lardaki kimliğinden koparmaya çalıştığını göstermiştir.

Ayasofya konusunda CHP’nin veremediği tepkiler, geçmişte gösterdiği duruşlarla maalesef uyumlu! Atatürk’ün partisinde genel başkanlık yapan biri, büyük önderin en alkışlanacak evrensel boyutlu siyasi ve diplomatik hamlelerinden biri üstünden haddini aşan ve onu “tarihe ihanet etmekle” suçlayanlara karşı elini masaya vurup ayağa kalkamıyorsa, grup toplantısında Erdoğan’ı Danıştay’da yaşananlar konusunda ikiyüzlülükle suçlamakla yetinip, Meclis’te somut karşı duruş sergileyememişse, ne halkın nabzını tutabilmektedir ne de hangi koltukta oturduğunun farkındadır!

Meral Akşener ise camiye dönüştürme tartışmasında olumlu görüş sunmasına karşın, Erdoğan’ın bu sözlerine karşı gereken yanıtları en sert şekilde verebilmiştir. Bu, -başta Kılıçdaroğlu- herkes adına düşündürücüdür. Atatürk’ün Ayasofya’yı Cami-i Şerif olarak tescil ettiğini vurgulayan Akşener, “Bu gerçek ortadayken öyle hukuki hatadan söz etmek, daha da ötesi utanmadan tarihe ihanet yakıştırması yapmak, makamı ne olursa olsun kimsenin haddi değildir” diyerek, Atatürk kızına yakışan bir ders vermiştir.

Kılıçdaroğlu’nu ilgilendiren tek konu “Ben bu, konuda karşı durursam, daha sonra bu seçimlerde fatura olarak önüme konur mu, bana din düşmanı denir mi?” olmuştur. Aynen yakın geçmişte ne zaman alkol ve cinsel içerikli sansür, heykel saldırıları vesaire olduğunda CHP üç maymunu oynadıysa “Aman bana alkol veya çıplaklık düşkünü demesinler” diye çağdaş toplumda üzerine düşen tavırları göstermemişse, burada da CHP’nin oynadığı rol hiç farklı değildir.

Ali Rıza Öztürk’ün kritik ikazları

Eski CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, Danıştay kararının üç açıdan gayri hukuki olduğunu, (davacı derneğin dava açma ehliyeti bulunmaması, davanın 60 günlük süresinin geçmiş olması -evet, çünkü geçen süre 86 yıl!- ve aynı konuda daha önce açılmış davalarda verilmiş emsal ve kesinleşmiş hükümler bulunması) ve burada esas hedefin Atatürk Cumhuriyeti’nin Danıştay üzerinden tasfiye edilmesi olduğunu vurguluyor.

  • “Bu karar ile karşıdevrimi pekiştirmenin, Lozan’dan rövanş almanın yolu açılmıştır. Atatürk’ün imzasının çöpe atılması değildir tek sorun. Sorun, Atatürk’ün kurduğu demokratik laik hukuk devleti olan Cumhuriyetin tasfiye ediliyor olmasıdır. Sorun, herkesin gaflet ve dalalet içinde seyrediyor olmasıdır.”

Bir hukukçu olmadığım için, Sayın Öztürk’ün önemli sözlerini iki kaynaktan içerik olarak doğrulattım: Biri Sayın Yekta Güngör Özden, diğeri Sayın Sabih Kanadoğlu. 92 yaşındaki annem, Öztürk’ün çarpıcı yorumunu okuduktan sonra uyuyamıyorsa ve bu ortamda CHP Genel Başkanı bütün enerjisini kendisine muhalif hiç kimsenin giremeyeceği bir kurultay düzenlemeye verebiliyorsa, burada muhalefette ağır ve ciddi bir sorun var demektir. Şu ortamda, Atatürkçü duruş sergileyen her CHP’linin ısrarla kadro dışı bırakıldığı bir anlayış, bu insanların içeri girip muhalif duruş bile sergileyemedikleri bir kurultay ile çiftleşiyorsa, durum çok vahim demektir!

Behramoğlu’nun tarihe tokat gibi bıraktığı satırlar…

En son, Ayasofya konusunda işin tarihsel özüne dönersek: Gerçekten bugün kime neyi kanıtlamaya çalıştığımızı anlayamıyorum. Bizans’ı 567 yıl önce fethetmiş olduğumuz konusunda şüphe duyan mı var? Atatürk’ün evrensel “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen duruşuna hiç mi hiç uymayan bu Danıştay kararıyla dünyanın tepkisi üzerimize çevrilmişken, Ataol Behramoğlu’nun dünkü makalesinden şu satırlara dikkat:

  • “Kutsal olan evrenseldir. Herkesin eşi, çocuğu, mabedi, sadece onun değil bütün insanlığın kutsalıdır. Savaş hukuku bile, yenilenin en temel insan olma haklarını korumaya yönelik ilkelere sahiptir.. Yaşadığımız çağda, insanlığın bugününde, savaşta ya da barışta, kimden ve kime karşı olursa olsun, kutsalları çarpıştırmak, bir kutsal adına bir başka kutsala tecavüz, ayıptır, günahtır, suçtur, küçüklüktür.”

Koronavirüs ve batmakta olan güneş

Koronavirüs ve batmakta olan güneş

Savaşlar, iç savaşlar, taht savaşları, ayaklanmalar, ekonomik krizler, doğal afetler, salgın hastalıklar gibi nedenlerle devletler de karaya oturabilir. Bazıları bu olağanüstü koşullardan enkaza dönüşmeden kurtulabilirler. Bazılarının bu olanağı olmaz. Tarihten silinirler. Bazıları da enkaz üzerine yeni bir ruhla yeni bir kimlikle ve taze bir güçle yeni bir devlet kurarlar.

DÜNYA DEMİR TARIYOR

Dünya Savaşları, iklim değişikliği, çevre felaketleri, doğal afetler, küresel ısınma, ekonomik krizler ve salgın hastalıklarda da dünya demir tarar. Ancak Homo Sapiens‘ten bu yana dünyada yaşamış olan 100 milyarın üzerindeki insanın kurduğu topluluk, kabile, millet, devlet sistemleri her ne kadar milyonlarca yıl önce insanın denetimidışında beş ayrı yok olma (extinction) süreci ile karşı karşıya kalsa da topyekûn ortadan kalkma tehdidi ile hiçbir zaman karşılaşmadı. Bu nedenle çeşitli nedenlerle demir tarayan dünya, asla karaya oturup enkaza dönmedi.

Ancak 1945 sonrasında yerküre ilk kez insan marifeti ile kendi kendini yok edecek ve altıncı yok olma sürecine girecek kendini yok etme (self extinction) potansiyeline sahip bir dönemi başlattı. Bu sürecin işaret fişeği Japonya’da nükleer silahın patlatılmasıydı. Nükleer silahlar insanlık tarihinin yarattığı en büyük yıkıcı güç oldu. İnsanlık, tarihinde ilk kez kendi kendini yok edecek süreci kendi iradesi ile başlatıyordu. Bu irade Amerikan iradesiydi. Bu nedenledir ki Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan Amerikan atom bombalarının mimarı Oppenheimer, Manhattan projesinin ilk testi başarılı olunca kutsal bir Hint kitabında okuduğu şu cümleleri sarf etmişti: “Şimdi ben ölüm ve dünyaların yok edicisi oldum.” 2012 kayıtlarına göre, dünyada 8 devlet (ABD, RF, İngiltere, Çin, Fransa, Hindistan, Pakistan, İsrail, K.Kore) her an kullanıma hazır 4400 nükleer silaha sahip. Eğer depolarda tutulanlar dahil edilirse kabaca 19000 nükleer silahtan bahsediliyor. Yıkım gücü dünyada neredeyse canlı bırakmayacak kadar büyük. Canlı kalanlar da radyasyon tehdidi ile yaşamak zorundalar.

ÇEVRESEL TEHDİT

Diğer yıkım çevreden geldi. 18. yüzyıl sonunda sanayi devriminin; 20. yüzyıl başlarında petrol çağının başlamasıyla yerküredeki en gelişmiş canlı türü olan insan, doğayı kontrol etme gücünü katladı. Bu süreci başlatan asıl sebep, insanoğlunun kazanma hırsının kontrol altına alınamamasıydı. Liberal kapitalist Batı hem kazanmak hem sömürmek hem de iyi yaşamak istiyordu. 21. yüzyıla girdiğimizde kabaca 4,5 milyar yaşında olan yerkürede insan, 200 bin yıldır varlığını sürdürüyordu. Medeniyetlerin en erkeni 10 bin yıl öncesine; Tek tanrılı dinlerin ilk kitabı bile kabaca 5 bin yıl öncesine dayanıyordu. Son 260 yılı saymazsak insanlık ve ekonomi kas ve rüzgâr gücü üzerinde yükseldi. 1773 yılında İngiliz James Watt’ın sitim makinesini bulmasından sonra her şey değişti. Yerkürenin sunduğu olanaklar ile önce kömür, yüz yıl sonra petrol, endüstriyel medeniyeti insan aklının tahmin edemeyeceği boyutlarda geliştirdi. Ancak doğayı da mahvetti. Petrol, enerjiden, plastiğe, gübreden kimya sanayine insan hayatının her alanına nüfuz etti. 21. yüzyıl biterken doğalgaz talebi artmaya başladı. Neticede hidrokarbonlar yani petrol, doğalgaz ve kömür insanlığa tarihte emsali olmayan büyük bir enerji arzı ile gelişme sağlarken, başta karbondioksit salınımları ve plastik, gübre vb. desteklediği yan ürünler ile doğayı mahvetti. Bugün insan dışındaki biyolojik tüm varlıklar yerkürede insan olmasa 100 kat daha az yok olacaklar. 1970’den sonra dünya nüfusu 2 kat artarken, vahşi hayvan nüfusu tam 2 kat azaldı. Bazı bilim insanları bu dönemi altıncı yok olma dönemi olarak isimlendiriyor. Atmosferdeki CO2 düzeyi milyonlarca yıllık tarihte yaşanmadık ölçüde yüksek. Okyanusların binlerce metre derinliklerindeki dünyaya oksijen temin eden organizmalar ölüyor. Denizler, nehirler ve göller ölüyor. Küresel ısınma sunucu buzullar eriyor. Deniz seviyesi yükseliyor. Kuraklıklar, su baskınları, kasırgalar artıyor. Katı atıklar yüzünden okyanuslarda Türkiye büyüklüğünde plastik adalar oluşuyor.

KOVID-19

Yerküre eriyen buzulları, yok olan canlı türleri, perişan edilen yağmur ormanları, neoliberal kapitalist sömürüye teslim edilen tüm varlıkları ile imdat sinyalini veriyordu. Yani yerküre demir tarıyordu. Kapitalist sistem, 18. yüzyıldan sonra dünya gemisinin kaptan köşküne geçmişti. Protestan ahlakı ile şekillenen kapitalizm emperyalizme evrilmiş, iki dünya savaşını ve soğuk savaşı kazanmış olmanın rahatlık ve şımarıklığı ile neoliberal kapitalizme dönüşmüştü. Sözde demokrasi maskesi altında emperyalist etki alanını genişleten bu sistem, sahip olduğu sermaye gücü, kültürel güç, psikolojik üstünlük ve yok edici nükleer askeri gücü kullanarak ulus devletlerin doğal kaynaklarını kontrol edecek tüm mekanizmaları ortadan kaldırdı. Artık doğanın kontrolü neoliberal elitlerin eline geçmişti. Sınır tanımıyorlardı. Gemi, 21. yüzyılın ilk yarısında doğanın tüm uyarılarına rağmen ısrarla karaya oturmaya kararlıydı. Zira sistem yanlıştı; teori yanlıştı. Pratik yanlıştı. İnsanlık intihar ediyordu.

  • Tüm dünyan nüfusunun %1’lik bölümü, küresel gelirin yüzde 80’ine sahipti.

Gelir dengesizliği, nüfus artışı, doğanın yok edilişi artık iç içe geçmişti. Bu dengesizlik sadece insanın insanı sömürmesinden kaynaklanmıyordu. Bu aynı zamanda neoliberal kapitalist ekonominin doğayı sömürmesinden de kaynaklanıyordu. Nükleer silahları geliştiren küresel sistem bu sefer doğayı yok ediyordu. Kovid-19 bu süreci durdurdu. Öte yandan küresel ekonomik sistemin demir taramasını hızlandırdı.

YENİ DÜNYA DÜZENİNDE GEMİYİ KURTARMAK

Bir aydır neredeyse 3 milyar insanı evine hapseden virüs, dünyanın ve doğanın kurtulabileceğini ispat etti. Yaratacağı yeni düzen milyonlarca ölü ve yaralı ile mahvolmuş şehirler ve devletleri yaratan bir dünya savaşı üzerinden değil, salgın bir hastalık üzerinden kendine yol açıyor. Batı, yarattığı iki devasa kötülüğün (nükleer ve çevre tahribatı) daha büyük felaketlere yol açmadan kontrol altına alınması gerçekliği ile yüzleşiyor. Ulus devletlerin güçlenme döneminin önü açılıyor.

Bu yeni dönemde Kemalizm öğretisinin yani “6 Ok“un her birinin sükûnet, refah, barış ve istikrar için her devlete rehber olacağını söyleyebiliriz.
Zira Kemalizm doğaya, insan hayatına, devlete, millete saygılıdır.
Devletçi, halkçı, laik, milliyetçi, cumhuriyetçi ve devrimcidir.
Asya çağında Kemalizm’i rehber edinecek yenilenen dünya, karaya oturan insanlığı
selametle açık denize çıkaracak tek reçetedir.
Türkiye’de yeni arayış içinde, hâlâ çöken Atlantik sistemden medet umanlar
ve ulusalcılığı hastalık olarak görenlere hatırlatalım.

Titanik 108 yıl önce, 14 Nisan 1912 günü gece 23.35’te buzdağına çarptığında, kaptan dahil yolcu ve mürettebattan yani 2200 kişiden hiç kimse geminin 2 saat 45 dakika sonra batacağını tahmin etmiyordu. Ne yazık!

Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan bu topraklar, bugün bile Titanik artıklarını yaratmaya devam edebiliyor. Sorun onların ortaya çıkması değil. Onların dedelerini Mütareke döneminde gördük. 1919 yılında Sadrazam Damat Ferit, İngiltere Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe’a şöyle diyordu:

  • “Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.”

Sorun bu gibilerin batmakta olan güneşi doğuyor diye pazarlamaları ve bu yüzsüz yalana inananların varlığıdır. Bu güzel ülkede kısa dönem çıkarları nedeniyle bu yalana hâlâ inanan ve inanmak isteyenleri kripto FETÖ’cüler, açık Atatürk düşmanları ve sahte Atatürkçülerin yoğunlaştığı günümüz konjonktüründe ikaz etmek görevimizdir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 15 Ocak 2020

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 15 Ocak 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

SAPIK
Düzce’nin Kaynaşlı İlçesi Belediye Başkanı MHP’li Şahin, kadın milli takımın zaferinden sonra “açılıp saçılacaksın, kendini teşhir edeceksin sonra da Tokyo’ya gidiyoruz diye sevineceksin. Dünya şampiyonu olsan ne yazar?” dedi.

Kadını yalnızca cinsel obje olarak gören sapık böyle olur,
Belediye başkanı değil  cumhurbaşkanı olsa bu yobazı kim okur ?…

EVLİLİK
RTE, medyanın evlilik dışı yaşamı özendirdiğini söyledi.
Medyanın çoğunluğu kimin emrinde?…

KAR
AKP Genel Sekreteri Fatih Şahin, AKP dönemine ait bir fotoğraf üzerinden Mansur Yavaş’ın karla mücadelede sınıfta kaldığını yazdı.
Beyni kardan üşümüş…

VİCDAN
Eşinin yüzüne asit atan adama 13 yıl hapis verilmesini az bulan RTE, “Kanun maddesine değil vicdanınıza uyun” diyerek yargıya çağrıda bulundu.
Hukuktan anlamayanın diyeceği budur,
Adamın vicdanı gemiyi gemicik görmeye yatkınsa ne olur?..

YASAK
Mahmut Ülker, Ergün Poyraz’ın “ÜLKER” hakkında yazdığı kitabı yayımlanmadan yasaklattı.
İşte yargıda vicdan!…

CIMBIZ
Geçen yıl toplu iğne ve cımbız ithalatına 9.3 milyon $ ödemişiz.
AKP milli uçağı 2019’da uçurdu!. Milli otomobil de 2022’de yürüyecek.
Toplu iğne ile cımbız da 2023 hedefine girer…

FETÖCÜ
Zonguldaklı gazeteci Cevdet Akgün;
“AKP tarafından hakim yapılan Ereğli eski ilçe Başkanı Adem Öztürk, FETÖ’nün para kasası Bank Asya’nın iki avukatından birisi idi. Sınavsız hakim yapıldı. Kamuyu ilgilendiren bu meseleyi haber yaptık. Yaptığımız haber için cezaevine gidiyoruz.” diyerek cezaevine girdi.
Neymiş? RTE/AKP FETÖ ile mücadele ediyormuş!…

KAZ
Sanatçı Tuğçe Kazaz hazırladığı bir videoda, Kemalizm ile arasına mesafe koyamayan Allah ile arasına mesafe koyar” ifadesini kullandı.
Kaz az maz değil!..

YARIŞ
AKP’li Zeytinburnu Belediyesi, Cumhuriyet Koşusu’na 746 bin TL harcadı. Kenya’dan ve Etiyopya’dan sporcu getirtildi.
Cumhuriyete mi, savurganlığa mı koşturuyor?…

BİLGİLİ
RTE, TV programında; “Bir tarafta darbeci var, bir tarafta meşru hükümet var. Meşru hükümetle darbeci arasında arabulucu olunur mu?  Uluslararası hukuku bu adam (Kılıçdaroğlu) bilmiyor” dedi.
Üç gün sonra Putin geldi. Arabulucu oldu.
Biliyor!…

BÖLÜCÜ
CHP İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu, Selvi Kılıçdaroğlu, Dilek İmamoğlu ve Başak Demirtaş ile birlikte Selahattin Demirtaş’ın “Devran” isimli kitabındaki öykülerin Jülide Kural tarafından sahnelendiği okuma tiyatrosuna katıldı.
AKP’nin akili Kadir İnanır da oradaydı.
Demirtaş ve HDP bölücü değilse, katılanlar bölücü yalakası değildir…

GÜVENİLİR
Bahçeli, “CHP’ye güvenimiz yok!”
Kendisi en güvenilir kişiliktir de!…

BAŞKAN
Recep Tayyip Erdoğan, İsmailağa Cemaatinin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun oğlu Ahmet Ustaosmanoğlu ve halefi olarak gösterilen Hasan Kılıç’ı ziyaret etti.
Feto boşuna FETÖ olmadı…

VEFA

Erdoğan, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı, ömrünü Kıbrıs davasına adamış merhum Denktaş’ı vefatının 8. yıl dönümünde saygı ve rahmetle yad ediyorum.” ifadelerini kullandı.
Adamı neredeyse Türkiye’ye sokmayacaktı. Kimin devlet adamı olduğunu biraz geç anladı…

GÜNDOĞDU
Yandaş Star’ın saldırgan yazarı Ersoy Dede, Gündoğdu Marşı’nı DHKP-C (terör) marşı olarak niteledi.
Fikir değilse bağımsız,
Bağımsızlık marşı olur fikirsize çuvaldız…

KANAL
Yeğeninin Boğaz geçiş verileri ile Kanalın gerekli olduğunu açıklayan Ulaştırma Bakanı, bu kez de ”Bizim hesaplamalarımıza göre gemi geçişlerinden yılda beş milyon $ kazanacağız” dedi.

  1. Hesap bilmiyor,
  2. Geçiş yapacakları keriz zannediyor,
  3. Milleti salak yerine koyuyor,
  4. RTE istedi diye öyle diyor…

 

 

 

Kışlalı: Türkiye’ye adanmış bir ömür…

Kışlalı: Türkiye’ye adanmış bir ömür…

Mustafa Balbay

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

21 Ekim 1999 Perşembe sabahı, 9.45 sıralarıydı. Gazetedeki günlük haber toplantımız bitmiş, Cüneyt Arcayürek’le kahve içimi gündem sohbetine tutuşmak üzereydik. 
Ahmet Taner Kışlalı’nın komşularından acı bir telefon geldi: 
“Kışlalı’nın aracına bomba koymuşlar… Az önce patladı… Hastaneye götürdüler…” 
Arcayürek’le fırlayıp çıktık. Hastaneye kaldırılmış olması, içimizde bir umut ışığı yaktı; acaba yaralı kurtulmuş olabilir mi? 
Soluğu Bayındır Hastanesi’nde aldık. Kapının önündeki görevlilerden umutlu bir haber beklerken, iki kişi sarıp sarmalanmış bir şeyle içeri girdi. Kışlalı’nın kopan kolu araçta kalmıştı! Birden bir yere çarpmışım gibi iki elimi başıma götürdüm… Çok geçmedi görevliler, başsağlığı dilediler. 1990’lı yılların başında art arda yitirdiğimiz Prof. Muammer AksoyÇetin Emeç, Turan Dursun, Doç. BahriyeÜçok, Uğur Mumcu’nun ardından Kemalizm deyince ilk akla gelen isimlerden Prof. Kışlalı da alçakça bir saldırı ile aramızdan koparılmıştı.
***
İlk şokun ardından aklımıza 29 günlük kızı Nilhan Nur, eşi Nilüfer Hanım geldi. Hastanenin üst katlarında bir odada doktor gözetiminde tutuluyordu. Bir yakını, “Bebeğini düşün” diyebildi. Yaşama sırası Nilhan Nur’daydı… 
Katledilişinden 15 gün kadar önce Batıkent ADD’den Mehmet Ali Gürbüz aramıştı: 
“Sen ve Kışlalı Hoca’yla bu akşam oturmak istiyoruz… Önemli bir konuyu paylaşacağız.” 
Kışlalı’yı aradım. İşi olduğunu ya da başka bir yoğunluğunu söyleyebilirdi. Bütün içtenliğiyle, sıcak bir ses tonuyla, gülümser bir ifadeyle şöyle dedi: “Bu akşam bebeğimi seveceğim…” 
Kışlalı bütün özelliklerinden öte, insandı. İnsan kimliğini düşüncelerine 180 derece zıt kişilerden de esirgemezdi. Düşüncelerinde militan, davranışlarında centilmendi. 
Centilmen bir devrimciydi.
***
Kışlalı’nın kıyımı 1990’lı yıllar karanlığının en acı olaylarından biridir. Önceki katliamlarla birlikte O’nun da öldürülmesiyle fikirsel çölleşme daha da büyüdü. 
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusu ve Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy… 
Kalpaksız kuvvacı Uğur Mumcu… 
Kemalizmin kale burcu Prof. Kışlalı… 
Atatürkçü olmanın hedef olmakla eşanlamlı olduğu bir dönem… 
Devamında AKP iktidarı geldi. 
Bugün Kışlalı’yı aramızdan koparılışının 19. yılında anacağız. Kendisini Türkiye’nin aydınlık geleceğine, Atatürkçülüğe adamış Kışlalı’yı unutmamak, unutturmamak hepimizin ortak sorumluluğudur. 
Atatürk’e, katledilen aydınlarımıza olan borcumuzu ancak onların düşüncesini bu ülkenin yönetimine taşıyarak ödeyebiliriz. Son noktayı Kışlalı’nın eskimeyen cümleleriyle koyalım: 

  • “Laikliği kabul etmemiş olan İslam ülkelerinin, bilimin ve teknolojinin gelişimine katkısı sıfır düzeydedir. Bütün Arap ülkelerinin bu alana katkısı İsrail’in %4’ü kadardır. Bir zamanlar tersiydi. Batı, Türkiye’yi ne tümüyle içine almak ister, ne tümden dışlamak… İçine alırsa ‘eşit’ hale gelir, dışına alırsa ‘kullanamaz’ olabilir. 
  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.”
    ===================================
    Dostlar,

    Yüreğimiz yangın yeri..
    O tarihte biz ADD Edirne Şubesi Başkanı ve Genel Merkez Onur Kurulu üyesi idik.
    Merhum Kışlalı ile yoğun işbirliğimiz vardı. Edirne’ye davet etmiştik ve nefis bir konferans vermişti 75 dakika boyunca. Ardından, bitmeyen sorulara yanıt vererek.. Yumuşak, sevecen, bilgiye ve insan sevgisine dayalı bir içerik, ses tonu ve beden diliyle..

ADD Genel Başkan Yardımcısı idi kendisi ve İzmir’de Uluslararası Atatürk Kurultayı (Simpozyumu) düzenlemişti. Edirne’den bir minibüs dolusu genci oraya götürmüştük. Bize İngilizce – Türkçe çevirilere 2 yönlü dikkat etme görevi vermişti; alanın özel terimleri – kavramları vardı ve çevirmenler genç, bir ölçüde alana yabancı olabilirlerdi.. (Nitekim “AYDINLANMA” ‘lightening’ diye çevrilince yabancıların suratı ekşimiş ve uygun biçimde “Enlightenment” diye düzeltmiştik.. Kişinin yabanı dil bilgisi anadilindeki bilgi birikimini aşamıyor..)

Kışlalı’nın 19 yıl önce bu gün, 21 Ekim 1999 sabahı alçakça öldürülmesinin ardından biz de 1 yıl süre ile yakın polis korumasına alınmıştık. Edirne Valisi Koru Engin beyefendi bizi makamına davet ederek, İl Jandarma Alay Komutanı Albay ve İl Emniyet Müdürünün varlığında uyararak yakın tehdit ve tehlikeyi açıklamıştı.. (Sayın Vali Engin, ADD Edirne şubesinin yeni yerine taşınmasında davul – zurnalı şenliğimize katılmış ve oyun oynamıştı!)

ADD çalışmalarımızı hiç kesmemiş, Türkiye’nin her yerinde konferanslarımıza devam etmiştik yakın polis koruması altında.. İzleyen yıl Şube Başkanlığını bırakıp Genel Merkez yöneticisi olduğumuzda ülkemiz ve yurt dışında Aydınlanma çabalarımızı daha da artırarak sürdürmüştük. O’nun yerini doldurmak haddimiz değildi ama en azından vargücümüz ve içtenliğimizle çaba gösteriyorduk.. Ülke içinde – dışında, imamhatipler dahil okullarda, salonlarda, meydanlarda, askeri birliklerde, emniyette, jandarmada, radyoda, TV’lerde, üniversitelerde 1996’dan bu yana 1510’u aşan görsel (yansılarla) konferanslar verdik..

Merhum Kışlalı’nın ruhu şad olsun..

O bize aşağıdaki altın öğüdü bıraktı..

  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür!”

Bu yalın bilimsel saptama günümüzde, dün olduğundan çok daha geçerli..
Kadim – Aydınlık Anadolu halkı “hancı” dır..
Kervana aykırı olanlar dökülecek / ayıklanacak ve aydınlık tarihe – geleceğe diyalektik yolculuk asla engellenemeden sürdürülecektir.

Türkiye’nin ve insanlığın geleceği kesin olarak bilimsel akılcılıkla kurulacaktır ki bu olguya Mustafa Kemal ATATÜRK neredeyse 100 yıl önce işaret etmişti :

  • Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve fendir..
  • Bilim ve fen dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, sapkınlıktır..
  • Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir..

Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır; hiç kimse bu gerçeği aklından çıkarmamalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BİR CUMHURİYET VALİSİ ve EŞİNİN KÖY ÇEŞMESİ ÖYKÜSÜ…

BİR CUMHURİYET VALİSİ ve EŞİNİN
KÖY ÇEŞMESİ ÖYKÜSÜ…

 

Konuk yazar : Mustafa AYDINLI
24 Nisan 2018, Çorlu

TARİHE, KÜLTÜRE ve ÖRNEK CUMHURİYET VALİ’NİN HATIRASINA VEFA BU MU?

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ulusal kurtuluş savaşımız bitmiş, Cumhuriyet kurulmuş fakat peşinden hemen yeni bir savaş başlamıştı. Bu elbette, koskoca bir imparatorluğun küllerinden doğan genç Cumhuriyetin ekonomi, eğitim, kültür ve çağdaşlaşma savaşımıydı. Avrupa’nın Hasta Adamı Osmanlı, son dönemde girdiği tüm savaşları yitirmiş Düyun-u Umumiye nedeniyle maliye felç olmuş. Ülkenin yeniden inşası için, hemen İzmir İktisat Kongresi toplanıyor. Bugün kimilerinin beğenmediği Lozan’la Ülkenin ekonomik anlamda yüreğini ağzına getiren kapitülasyonlar kaldırılıyordu. Ancak ülkeyi paylaşmaya aday İtilaf Devletleri Osmanlı’nın borcu saydıkları 161 milyon altın lira istiyorlardı. Lozan’da yoğun mücadeleler sonucu bu borç ancak 107 milyon altın liraya düşürülebildi. Ödeme 99 yıllık zamana yayılmasına karşın Türkiye, Cumhuriyetin özverisi sayesinde Cumhuriyetle başlayarak (1923) 1954 yılına dek bu borcun tümünü 31 yılda ödeyerek sıfırlamıştır.

Tüm bu olumsuzlukların yanında bir de dünya çapında 1929 ekonomik bunalımı başgösterdi. Genç Cumhuriyet bu çetin koşullarla boğuşurken bir yandan da ekonomik kalkınma atılımları yapıyor, örneğin 1925’te temeli atılan Alpullu Şeker Fabrikasını 1926’da hizmete açıyor. Ülkeyi demir ağlarla örüyordu. İşte bu zorlu koşullara karşı çağdaşlaşmayı gerçekleştiren Devrimin ve mucize gibi gerçeğin adına Kemalizm diyoruz. Koşullar böyleyken asıl konumuz, Türk köylüsü ne durumudaydı? Hayvancılık, tarım, yaşam biçimi ne durumdaydı?

1930’ların başından söz ediyoruz. O dönem köylere okul yapabilmenin düşü bile kurulamıyor. Önce aş, iş, yiyecek ekmek ve içecek su gibi yaşamak için temel gereksinimin karşılanabilmesi doğal olarak her şeyden önce geliyor.  Bu nedenle aş, iş ve içecek su olmadan kimsenin okul yapmayı düşünecek durumu yoktu. Hatta 1930’lu, 40’lı, 50’li yıllarda Türk Aydınlarının en temel tartışma konusu köylere önce okul mu yapılsın yol mu yapılsın idi. Kimileri, okul olmadan akılcı düşünemeyen insan yolu ne yapacak; kimileri de yol yoksa okula nereden gideceksin diyordu. Sorun, bitmek tükenmek bilmez tartışma konusuydu.

Oysa köylerde ne okul, ne doğru dürüst yol, ne de pek çok köyde içecek temiz su vardı. Kaynakların çoğunluğu askeri amaçlara ayrıldığı için, nüfusun çoğunluğunun köylerde yaşamasına karşın köylere ayırabilecek kaynak yoktu. Okul, yol, su, sağlık, beslenme, halkın kendi olanaklarıyla ve ilkel koşullarda sağlanıyordu. Hayvanların yavşak, kene, sülük kanını emerken; insanlar ilkel sağlık koşullarında bitle, pireyle, tahtakurusu, sivrisinekle boğuşur durumdaydı. Doğru dürüst sabun, deterjan üretimi yoktu, insanlar yaktıkları meşe küllerini topluyor deterjan olarak kullanıyordu. Çamaşırlar meşe külü ile kaynatılarak yıkanıyordu. Killi toprağı sabun niyetine kullanıp, ellerini killi toprakla yıkıyorlardı. O günün roman ve öyküleri bu yaşam dramlarını konu edinmişti. Günümüz gençliğine masal gibi gelebilir. İşte yazımıza konu olan Çorum Dedesli Ovası Köyleri o günkü koşullarda ülkenin öbür köylerinden farklı değildi. Ülkenin öbür bölgelerindeki köyler de bu yaşam düzeyinin bir tık altında veya üstündeydi.

Dedesli Ovası köylerinin bir bölümünde temiz içme suyu yoktu. Gerçekte her köyün, hayvanları sulamak, temizlik ve bir ölçüde bağ-bahçe için suyu olmasına karşın, tadı acı olduğundan, içmek ve yemek pişirmek için kullanılamıyordu. Elbette yaşamın 1. gereksinimi olan su, çok uzak bölgelerden dağlardan büyük eziyetler sonucu hayvanlarla taşıma yolu ile getiriliyordu.

Evci çeşmesi, ilk suyun çıkış kaynağının Evci’nin Deresi olması nedeniyle, Evci Çeşmesi adını alan çeşme, yoğun olarak gelen geçenlerin özellikle çerçicilik (gezgin satıcılık) yapanların konaklama yeri olması nedeniyle Çerçi Çeşmesi olarak da anılmaktadır. İskilip yolunun 1990’dan sonra 50 m öteye yer değiştirmesi nedeniyle suyun yeri de 50 m ötede yeni yol üzerine alınmıştır. Ancak 50 yılı aşkın Dedesli ovası köylerinin toplamda 7 köyün, arada sular kesildiğinde 10 köye dek su gereksinimini gideren bu emektar çeşme, şimdilerde viran durumdadır.

Bölgeyi besleyecek bu suyun debisi en çok 3 parmak kalınlığındaydı. Söz konusu su, Arpalık köyünün arazisinin bittiği batı kesimi ile Dut köyünün güney, Kertme köyünün kuzeyde arazilerinin kesiştiği noktadaki Gök Kaya’nın bulunduğu yerdir. Buradan çıkan su Evci deresini sulayarak geçtiği için buraya Evci’nin Suyu denir. İçimi son derece yumuşak ve tatlı bir sudur. Ülkenin bütün suları sıralamaya konsa kesinlikle ilk sıralarda yer alacak niteliktedir. Çıkış kaynağı son derece doğal ve temiz, hiçbir yabancı atık karışma riski yok, tümüyle doğal. İçince bağımlılık yapacak derecede lezzetli. Çay ve yemekte kullanınca kattığı lezzet hemen ayırt edilebiliyor. Biz merak edip bir kış günü 15 yıl önce, sudan örnek alarak kimyasal tahlil yaptırdık. Mevsimin kış olması nedeniyle kısmen kar ve yağmur sularının etkisi olabilir. Ancak sonuç şöyleydi: Gıda Mühendisi M. Fatih GÖK’ün yaptığı tahlile göre Nitrat; Yok, Amonyak; Yok, Sertlik; 18 Fr SD.. Sonuç; Normal..

Bir gün Çorum Valisi rahmetli Cemal BARDAKÇI’nın, İskilip’ten Çorum’a dönerken denk geldiği bir rastlantı, Dedesli Ovası Köylerinin yaşam biçimini değiştiriyor. Şöyle ki: Dut Köyü kavşağında birkaç kağnının taş yüklü ilerlediğini görüyor. Vali Bey yolda durarak kağnı ile taş götüren köylüye soruyor:

-Kolay gelsin ne yapıyorsunuz?
-Çeşme yapacağız taş götürüyoruz beyim.
-Suyun kaynağı neresi, çeşmeyi nereye yapacaksınız?
-Suyun kaynağı, o karşıda gördüğün gök kayanın dibidir, beyim. Çeşmeyi de Dut Köyü’nün alt başına yapacağız. Yaklaşık 40 kağnı taş çektik, 10 kağnı taş daha çekeceğiz efendim.
-Suyu kendi haline bıraksanız nereye akar, ayrıca aşağıdaki öbür köyler içme suyunu nereden alıyorlar?
-Suyu kendine bırakırsak, Kertme köyünün arazisinden geçip Babaoğlu’nun arazisinden akıp bir ölçüde Hacıbey köyü, Dereköyü, Ferhatlı köyünü geçip Kızılırmak’a dökülür. Ama bu su oraya gidene dek toprak emer, ulaşamaz efendim.
-Öbür köyler sizin oraya çeşme yapmanıza rıza gösterecekler mi?
-Gösterseler de, göstermeseler de yapmaya başladık efendim çeşmeyi.

Vali Bey Uzun uzun suyun kaynağını, debisini, öbür köylere uzaklığını inceledikten sonra; Değerli Dut köylü kardeşlerim; siz pek çok köyün yararlandığı suyu alır tek kendi köyünüze götürürseniz, öbür köylerle aranızda anlaşmazlık çıkar. Huzursuzluk olur, hem de adil olmaz. Biraz önce söylediğin suyun doğal akış yönündeki tüm köylerin bu su, kadim hakkıdır. Bugünkü çeşmenin yapılı olduğu yeri işaret ederek, haftaya suyu olmayan tüm köylülerle burada bir toplantı yapacağım, durumu muhtarlara bildireceğim, herkes oraya gelsin, herkesi dinleyeceğim. Siz şimdilik çeşme yapımını durdurun.. dedi ve Vali Bey yoluna devam etti.

Haftaya Vali Bey’in işaret ettiği yerde yaklaşık 150 kişilik muhtarlar, köylüler, kadın-kız toplanmıştı. Bir süre sonra Vali Bey geldi. Toplanan kalabalığa suyun önemini ve gereksinimi olan köyleri saydıktan sonra, tüm köylerin tam olmasa da ortası sayılabilecek şu anki yeri işaret ederek, çeşmeyi buraya yapmanın uygun olacağını söyledi. Vali Beyin bu söylemine kimsenin itirazı olmadı. İş çeşmenin yapımına gelmişti. Vali Bey Hacıbey köyü muhatarı Satılmış’a (Töremiş) dönerek, “Muhtar, bana 10 kağnı bulabilir misin, Dut köyünün altına yıkılan taşları buraya taşıyacağız.” dedi.  Muhtar yutkundu, “Efendim bizim köyde toplam 10 kağnı yoktur ki..” dedi. ‘’Hem taşı getirsek de taa Gök Kaya’nın dibinden Evci Deresi’nin suyunu buralara nasıl getirelim. Hiç kimsede öyle bir güç, kuvvet yoktur” deyince; topluluğun arkalarında elinde uzunca bir değnekle dikilen, kutmu kumaştan üç etek giymiş, başı vişne çürüğü renginde çemberli, biraz uzun boylu, esmerce, 45-50 yaşlarında bir kadın, kalabalığı yararak en öne geçti. Bir eliyle değneğini yere vururken öbür elini de ders veren bir hoca gibi, yer yer muhtara aradad da Vali Beye Dönerek;

-“Vali Beyim, Satılmış Ağa, Hacıbey köyünün kağnısı yetmezse Babaoğlu var, Dereköy, Eskiören, Ferhatlı köyünde kağnısı olanlar ne güne duruyor? Ben gerekirse 10 değil, 20 kağnı bulurum. Değneğimin ucuna basarak köy köy dolaşırım. Bu sudan salt Hacıbey köyü yararlanmayacak.” dedi. Herkes susmuş bu orta yaşlı nine konuşuyordu. O tam bir çarıklı erkan-ı harpti. O zamanın kağnısı olan ev, bugünün traktörü olan ev anlamına geliyordu. Vali beyin yüzüne bir ışık geldi. Bu esmer kadının özgüveni karşısında gülümsedi ve sevindi.

-Sağ ol nine, işte bu denli hemşerilerim. Önce bir işi yapacağım demek gerek. Gördüğünüz ninemiz gibi.  Senin adın nedir? Hangi köydensin nine?

-Hacıbey köyündenim, adım Güllü, köyde Güllü Kahya derler. (Bir yıl sonra soyadı yasası çıkınca, soyadı 1934’te Güllü Şanan olacaktı..)

-Vali Bey, “Bu iş tamamdır hemşerilerim, suyun Gök Kaya’nın altından çıkarılıp, Evci Deresinden geçip buraya dek getirilmesi başka bir konu. O konuyla ben ilgileneceğim.” dedi ve  Çorum’a döndü.

Vali Bey sözünü tuttu, Gökkaya’nın orada yoğun bir etkinlik vardı. Suyun gözesi iyice açıldı, tam olarak su alacak derinliğe inildi, yaklaşık 500 m Evci deresindne aşağı kanallar kazıldı. Buraya, en ve boyu 5’er m olacak bir oda büyüklüğünde mahzen yapıldı. Üzerine de kazan yazıldı. Su önce burada depolanacaktı. Buraya dek kanalların kazılması, künklerin döşenmesi suyun getirilmesini Vali tümüyle kendi cebinden yaptı. Devletin kasasından bir kuruş harcamadı. Ama kazanın yapımıyla birlikte Valinin de parası bitmişti. Asıl hedeflenen taşların taşındığı yere neredeyse daha bin m yol vardı. Ayrıca oraya da aynı büyüklükte bir depo daha yapılacaktı. Vali Bey Köylülere,

“Şimdilik suyu buradan alın..” dedi. En azından artık her köy, uzak da olsa susuz kalmayacaktı, bir ölçüde de olsa ilkel koşulları yenmişlerdi. Ancak bir ay sonra Valinin eşi rahmetli Nuriye Hanım bu manzarayı görüyor ve çok etkileniyor. Boynundaki gerdanlığını ve kolundaki bileziklerini çıkarıp Valinin masasına koyuyor. Bunca köy susuzluktan zor durumdayken “Gerdanlığın, bileziğin ne önemi var?!” diyor. Suyun hedeflenen noktaya getirilmesini istiyor. Vali de hanımefendiyi kırmıyor, suyu hedeflenen noktaya ulaştırıyor. Çeşmenin üstüne kırmızı mozaikle “Nuriye – Cemal, 25/04/1933” yazdırıyor. Valinin inceliğine ve kadına saygısına bakın ki, ben valiyim deyip kendi adını üste, hanımefendininkini alta yazmıyor.

Romalılar zamanında iki bin çeşmenin olmasıyla övünürlermiş. Latin ozan Ovid, çeşmeler üzerine şiirler yazmıştır. Her Roma çeşmesinde bir öykü kayıtlıymış ve çeşme başında bu öyküler kısaca yazılırmış. Çeşmeler üzerine o denli çok atasözü, şiir ve manilerimiz var ki; araştırma yapsak değil kitaplar ansiklopedilere sığdıramayız. İyi de böylesi varsıl bir kültüre, biz ne zaman ve nasıl günümüzdeki ölçüde duyarsızlaştık? Tarihimize, kültürümüze, vefa duygularına bu denli yabancılaştık? İsterseniz kimilerini aktaralım, okurken ve dinlerken içiniz acımazsa.. Bir atasözümüz;

Bir gün su içeceğin çeşmeye çamur sıçratma..” diyor.

Hepimizin bildiği bir türkü sözleri; Çay senin çeşme benim/ Üstüme düşme benim/ Seninle dalga geçtim/ Sevdiğim başka benim.” Yine bir başka halk türküsü; “Çeşmenin başı güzel/ Dibinin taşı güzel/ Öyle bir yar sevmişim/ Kirpiği kaşı güzel” Başka bir halk türküsü; “Pınarın başında üç kız yan yana/ İçlerinden biri gel dedi bana/ Varolsun seni doğuran ana” Ya şu halk türküsüne ne demeli? “Kız pınar başında yatmış uyumuş/ Ela gözlerini uyku bürümüş” Duygu tellerimizi titretecek bir Başkası; “Pınar başı ben olayım vay vay/ Bulanırsam bulanayım vay vay/ Verin benim sevdiğimi vay vay/ Dilenirsem dileneyim vay vay” 

Öte yandan, ‘Pınar başından bulanır canım oy’ türküsünü, Türkülerin Babası Musa Eroğlu’ndan dinleyip de yeniden dinleme gereği duymuyorsak ya da duygu dağarcığımızın kapıları açılmıyorsa; duygu pınarlarımız kurumuş ve Türk Halk Kültüründen hiç nasip almamışız demektir. 

’’Pınar başından bulanır (Canım oy) / İner ovayı dolanır (Canım oy) / Sende çok haller bulunur (Canım oy)  / Dağlar duman olur/ Çayır çimen olur/
Ben yari görmesem / Halim yaman olur yar yar
Halk kültürünün köşe taşı, duygu seli Karacaoğlan’ın dilinde pınarlar bir başka söylenir. Bir başka dile gelir. Çeşmeler, pınarlar söz konusu olur da Karacaoğlan’ı anmadan nasıl geçeriz? O, aşık olduğu Türkmen güzellerine türkülerinin, çoğunu çeşmeleri konu alarak söylemiştir. 

‘’Akça kızlar göç eyledi yurdundan/ Koç yiğitler deli oldu derdinden/ Gün öğle sonu da Belen ardından/ Saydım altı güzel indi pınara/ Üçü uzun boylu, kaşların süzer/ Üçü orta boylu, zülfünü düzer/ Sandım akça ceren bir çölde gezer/ San kınalı keklik indi pınara/ Karac’oğlan bunu böyle söyledi/ İndi aşkın deryasını boyladı/ Kızlar gitti diye pınar ağladı/ Acıştı yüreğim yandı pınara

İşte Dedesli Ovası köyleri, rahmetli idealist Cumhuriyet Valisi Cemal Bardakçı’yı ve eli öpülesi rahmetli eşi Nuriye Hanımefendiyi rahmetle, şükranla ve minnetle anarlar. Her fırsatta insancıl yüce tutumlarını yad ederler.  Bir vefa örneği sergilerler. Yalnızca yerel halk mı? Oradan gelip geçen, arabasını durdurup su içen herkesin “Hizmeti geçenlerin geçmişlerinin canına değsin” demeden gittiğini duymadım. Oradan su götürüldüğü zamanlar, onlarca insan olurdu çeşmenin başında, uzun sıralar oluşurdu, sabah gelen ancak öğleye iki seneğini veya fıçısını doldurup eşeğine veya atına yükleyip giderdi. Yalnızca insanlar mı; çeşmenin ayağında biriken sulardan hayvanlar ve kurt – kuş öbür canlılar da yararlanırdı. Köylere su gelene dek elli yılı aşkın bu bölgeyi bu su besledi. Bu nedenle 25 Nisan 1933, varolan köylerin suya kavuştuğu tarihtir, çok önemlidir. Nil Mısırlılar için ne denli kutsal ve yaşamsal ise, bu çeşme de yöre köyleri için o denli kutsal ve yaşamsal idi. Gerçi dünyanın her yerindeki ırmaklar kutsaldır ve hepsinin bir öyküsü, anısı vardır. Kiminde aşk anlatılır, kiminde yaşam, kiminde tarih. Her akan su çevresine yaşam verir. Küçük bir derenin bile çevresinde yaşam vardır. Büyük küçük canlılar yaşam bulur.  Ağaçlar vardır, yeşiller suyolu boyunca dizilirler. Su, yaşamın eşitidir. Bir de upuzun ırmakları düşünelim ve öyküsü çok olanı, gizemli olanı, tarihi olan nehirleri düşünelim. Dönemin rahmetli Çorum Valisi Cemal Bardakçı ve merhum eşi Nuriye hanımın örnek toplumsal hizmetini ve değerini anlatmaya sözcükler yetersiz kalır.

Elli yılı aşkın süredir binlerce insana yaşam veren bu çeşmenin şimdiki yıkkın (viran) durumu içler acısıdır. Görenlerin, buralarda anısı olanların içini kanatmaktadır. Açıktan tarihe, kültüre, Vali Cemal Bardakçı ve eşi gibi yardımsever insanların saygın anısına duyarsızlıktır. Eminiz ki; tarih ve kültür bilinci olan, bir toplum olsaydık, bu çeşme korumaya alınır, bakımı yapılır, yanına da çeşmenin öyküsü yazılarak gelecek kuşaklara, bu halk bunca zorluğu aşarak buralara geldi, bu Cumhuriyet, halkını böylesine seven, kişisel ziynet eşyasını bozdurarak köylülerin çeşmesi için harcayacak denli değerli bürokratlar yetiştirdi, diye yazardık. Hem acıyor hem üzülüyoruz; ne tarihin, ne kültürün, ne de vefa gösterilmesi gereken insanların değerini biliyoruz.. Ne de örnek alıyoruz!

Umuyor ve diliyoruz ki; en azından bundan sonra söz konusu çeşmeye gereken ilgi gösterilir, onarılıp eski durumuna getirilir.. Böylelikle, kişisel altınlarını bozdurup bu çeşmeyi köylüler için yaptıranlar ölçüsünde tarihe, kültüre, vefa duygularına karşı saygılı davranmış olacağımızı düşünüyoruz ve ilgisi olan herkesin katkısını bekliyoruz.
================================================
Dostlar,

Yazı uzun, biz sözlerimizi kısa tutacağız : Cumhuriyetin aydınlık ve özverili öğretmenlerinden değerli dostumuz Sn. Mustafa AYDINLI‘ya, bu çok düşündürücü ve öğretici yakın tarih irdelemesi ve yerinde çağrısı için teşekkür ediyoruz. Sayın Aydınlı’nın yazılarına, şiirlerine.. daha önce de sitemizde epey yer vermiştik..

1933’te dönemin Çorum Valisi merhum Cemal Bardakçı ve merhum eşi Nuriye hanımın örnek toplumsal hizmetini, özverisini biz de engin bir şükran ve saygı ile karşılıyoruz. İşte Cumhuriyetimizin başlangıcında böylesine “değerleri” olan kadrolar görevdeydi.

  • Cumhuriyetin Çorum valisi köylüye su getirmek için kendi cebindeki parayı tüketince sıra eşine geliyor, merhum Nuriye hanım da kara gün güvencesi boynundaki sınırlı ziynetini bu amaçla bağışlıyordu. 

Günümüzde içine düştüğümüz yozlaşmaya bakar mısınız! Siyaset, bürokrasi… küpünü doldurmak için sıradan bir araç olarak görülüyor ve kıyasıya kavga bu uğurda veriliyor.. Böyle bir toplum ilerleyebilir mi? Uygar dünyada varlığını sürdürüp insanlık birikimine katkıda bulunabilir ve “değer” katabilir mi??

Eğitim sistemini baştan sona gözden geçirmek ve Cumhuriyetin başlangıç dönemini son derece büyük dikkatle inceleyerek günümüze güncel ve ivedi çözümler üretmek zorundayız.

  • Eğitimi zorla dincileştirerek ancak o topluma ve tarihe – insanlığa ihanet edilmiş oluyor.

    Sevgi ve saygı ile. 24 Nisan 2018, Ankara 

    Dr. Ahmet SALTIK
    AÜTF Halk Sağlığı AbD, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

     

ULUSAL EGEMENLİK GERÇEĞİ

ULUSAL EGEMENLİK GERÇEĞİ

Konuk yazar : Mustafa AYDINLI
E. Eğitimci – Yazar

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Ulusal Kurtuluş Savaşı diyoruz, Ulusal Egemenlik diyoruz. Bunların olağanüstü zor koşullarda gerçekleştirilerek Cumhuriyetin kuruluşu eylemine Mustafa Kemal mucizesi, ideolojisine ise Kemalizm diyoruz. Bu tanımlamalar asla hamaset değildir. Peki, neden Kemalizm bir mucizedir?

Hep deriz, yedi düvele karşı savaştık.. Kimler var yedi düvelde bakalım: Arap’tan, İngiliz’e, Yunan’dan, Bulgar’a, Fransız’dan Ruslara.. büyüklü küçüklü tüm Emperyalist güçler. Ülke talan edilmiş, her yer yakılıp yıkılmış, İzmir’den, İstanbul’a ülkenin tüm güzide kentleri işgal edilmiş. Yalnızca dış Emperyalist güçler ve uşakları mı? Biga’dan kalkıp yürüyen Anzavur isyanı, Bolu – Düzce’ye dek geliyor. Geçtiği yerlerde çığ gibi büyüyor. Arkasında İngilizler var, şeriatçı söylemlerle adeta ülkenin yüreğini ağzına getiriyor. Unutmayalım o zamanın en büyük tehlikelerindendi. Sonrasında Konya’da Delibaş, Yozgat’ta Çapanoğlu isyanı, daha adını sayamadığımız irili, ufaklı isyanların arasından sıyrılıp Cumhuriyeti kurmak tansıktan (mucizeden) başka nasıl tanımlanabilir? Şimdilerde ise FETÖ’nün, yine dinsel söylemleri kullanarak, arkasına da ABD’yi alarak, günümüzde ülkemize yaptıkları düşünülürse, geçmişle bağlanarak güncel çok daha iyi anlaşılabilir.

Ülkenin on milyon dolayında nüfusu var (1927’de yapılan ilk sayımda 13,6 milyon). En çok %7’si okuma-yazma biliyor; çoğu salt okuyabiliyor. Kadınlarda okuma %1’in altında. 1 erkeğin 4 kadınla evlenebildiği bir dönemde, gelişmiş bir demokrasiyi nasıl kuracağız? Sağda solda Mustafa Kemal’in ne denli demokrat olduğunun tartışıldığını ve bu gevezeliklerin ‘dayanılmaz hafifliğini’ görüyoruz. Demokrasiye doğru yürümek, egemenliği tek kişiden (Padişahtan!) alıp Ulusa vermek değil midir? Tersine, egemenliği Ulus’tan, alıp tek kişiye vermek midir? Bugün yaşadığımız gerçek hangisidir?

Sonunda Yunanı denize dökmüşüz (9 Eylül 1922), İngiliz’i İstanbul’dan kovalamışız. Lozan’da emperyalistlerle eşit koşullarda masaya oturmuşuz. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte işsizliği, yoksulluğu, yiyecek ekmeğe, içecek suya muhtaç savaş artığı bir ülkeyi kucağımızda bulmuşuz. Salt bunlar mı? İşçi yok, işveren yok, sermaye yok, banka yok, mühendis, doktor, hemşire yok, yoklar diyarından koskoca bir ülke yaratmışız. Şimdi ise o yarattıklarımızı satmakla ve yok etmekle meşgulüz. Bu ne ‘yaman çelişki’ dir!? Yoktan var etmeyi adeta tersine çevirmişiz ve varı, Ulusun emeğini – alınterini yok etmeye dolu, dizgin gidiyoruz.

Egemenlik, bir ülkeyi ve ulusunu yönetme, yasa koyma ve bu yasaları uygula(t)ma yetkisidir. Ulusal (Milli) egemenlik ise tüm bu yetkilerin Ulusun kendisinde olması; devleti yönetme, yönetecek kişi ve organları seçme yetkisinin (erkinin) Ulusa (Millete) ait olması demektir.

Atatürk‘ün devlet anlayışının temellerini oluşturan ana ilkelerden en önemlisi, Ulus egemenliğidir. Ulusal egemenlik, devlet içinde en üstün yönetme yetkisidir. Bu nedenlerledir ki; “Egemenlik bağsız – koşulsuz Ulusundur!” demiştir.

Ulusal Egemenlik bayramımız kutlu ve mutlu olsun!

===========================================
Dostlar,

ATATÜRK’ün KOLTUĞUNDA VEFA DOLU (!) MECLİS BAŞKANI ve TBMM’yi TERK EDEN CUMHURBAŞKANI : 23 NİSAN 2018 – TÜRKİYE..

Sitemizin konuk yazarlarından dostumuz Sn. Mustafa AYDINLI‘nın özlü bir yazısını yukarıda sunduk. Teşekkür ederiz emeği ve paylaşımı için. Öte yandan, 23 Nisan 1920‘de 1. Büyük Millet Meclisi’nin toplandığı günden 98 yıl sonraki TBMM’deli özel oturumu içimiz acıyarak izledik. Büyük ATATÜRK‘ün TBMM Başkanlığı koltuğunda oturan zat, açış konuşmasında pek çok ayrıntıya değindi, sayılar verdi; kafasını bir sola bir sağa yatırarak önündeki camdan konuşmasını okudu ancak inat ve ısrarla o Meclisi toplayan, ilk Başkanlığını yapan ve ölüm kalım savaşında tüm kararların orada alınmasını sağlayan Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün adını anmadı! O’na şükranını dile getirmedi, saygısını sunmadı. Bu davranış en hafifinden VEFASIZLIKTIR ve uygar – erdemli insanlara yakışmaz. O zatın dinine de sığmaz ayrıca.. Başımıza ağrılar girdi..

Derken Anamuhalefet Partisi – Devletin kurucusu CHP’nin genel başkanı Sn. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasına demokratik olgunluk göster(e)meyerek sataşan AKP’li vekiller.. Herhalde locadan kendilerini izleyen zata gösterme gereği duymuş olmalılar seçime 5 kala.. Veee Reis’in eleştirileri hazmedemeyerek TBMM’deki locasını terk etmesi.. Başımızın  ağrısına mide bulantısı da eklendi… Toplumu bunca ayrıştırmanın – kutuplaştırmanın – birbirine düşman etmenin ne yararı oluyor AKP’ye hala anlamış değiliz.. Üstelik böylesine özel bir günde..

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında “ulus egemenliğinden” eser kalmamıştır. Padişahın kulları, dün olduğu gibi bu gün de Hilafet – kulluk istemektedir. TBMM artık göstermeliktir, TEK ADAM giderek kadir-i mutlak “aşkın post-modern sultan”a dönüşmekte – terfi etmektedir (!). Son perde, 24 Haziran 2018 baskın – tuzak seçimini AKP = RTE kazanırsa indirilecektir!

Elde kalan göstermelik bir “çocuk bayramı“dır ki orada da Cumhuriyetin aydınlık kız çocuklarını, daha bacak kadarken “başı bohçalanmış” çağdışı figürler sözde temsil etmektedir. Hayır, hayır, hayır, milyon kez hayır!
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün çağdaş uygarlık düzeyini aşmış Türkiye’si bu değil!
Bu, olsa olsa, Batı emperyalizmi destekli gerici şürekanın biat – ümmet kültürünün / takıntısının yoz ve mutlaka, gecikmeden, aşılması gereken sefil, cahil… tezahürü olmalı..

Bakar mısınız rahatlığa!? Seçim öne alınınca, 24 Haziran günü yapılacak üniversite  giriş sınavı da, YÖK hazrete bağlı olduğundan, hemen uyum sağlanmak suretiyle, hızla, 1 hafta ötelenerek sorun çözülmüş ve etkin yönetim sergilenmiş miş miş…

Yahu; hukuk devletinde istikrar, hukuksal öngörülebilirlik… gibi temel kavramlar vardır.
Bu sınava 2,7 milyon dolayında genç – insan girecek. İlgilendirmediği aile yok gibi. Dev boyutlu bir toplumsal olay. Bağlantıları var insanların, olağanüstü birşey olmazsa, sınav sonrası planları var. Turizm bağlantıları, iş bağlantıları… Demokratik hukuk devletinden sorumlu yöneticiler böylesi önemli olaylara saygılı davranır, keyfi değişiklik yap(a)mazlar.. Halka saygılıdırlar.

Yine demokratik bir devlette Üniversiteler ve varsa eşgüdümcü üst organları, siyasal iktidara bağlı değildir; özerktirler bilimsel – akçal ve de yönetsel bakımdan..
Hemen uyum sağlamak suretiyleeee.” övünülecek bir durum değil; mutlak otoriter yönetimin yansımasıdır. Sözün sahibinin iç dünyasına ve demokratik olgunluk düzeyine aynadır. (Bkz. ERDOĞAN 2019 SONRASINI DAVUL ÇALARAK İLAN EDİYOR!)

Perşembenin gelişi Çarşamba’dan bellidir. 24 Haziran 2018 baskın – tuzak seçimini de AKP = RTE bir kez daha kazanırsa; Türkiye’de demokrasinin – hukuk devletinin – çağdaşlığın son kırıntıları da hızla yok edilecek ve Suudi Arabistan, veliaht Prens Salman’ın itiraf ettiği üzere; ABD emriyle din diye halka dayattıkları Vahhabi islam şeriatını terk ederken, ondan boşalan yeri herhalde Türkiye dolduracaktır!?
Üniversitede Cuma namazı izni emir buyuran aleleacele YÖK genelgesi öncü ferman olmalı! (Başta Anayasa md. 24 olmak üzere md 2, md. 137, 657 s. yasa, pek çok uluslararası antlaşma?!

Vah ki vah…
Türk halkı, hızla çökmekte olan bu zifiri karanlığa izin vermeyecektir, ver-me-me-li-dir!

Sevgi ve saygı ile. 24 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Zeki Sarıhan : TAŞ HAVADA DURUR MU?

TAŞ HAVADA DURUR MU?

portresi

Zeki Sarıhan
Ayvalık,7 Ağustos 2016

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Başımıza gelen bunca belalar da kanıtlıyor ki Türkiye halkının halletmesi gereken üç sorunu var.

Biri Bağımsızlıktır ki bizim hem güvenliğimizi sağlar, hem bizi gönençli kılar, hem de milletçe bize onur kazandırarak başımızın göğe ermesine sebep olur.

Biri Aydınlamadır ki, bizi modernleştirir, bilimsel düşünmemizi sağlar. Sorunların altından kalkmamızı kolaylaştırır. Aynı zamanda özgürleştirir.

Biri Halkçılıktır ki, ulusal geliri adil dağıtır ve halka iktidar yollarını açar.

Türkiye halkı esaslı bir aydınlamadan geçmemiştir.

Aydınlanma bilimsel esaslara göre düzenlenmiş ve bilimi kılavuz kabul eden eğitim yoluyla gerçekleşir.

Halkımızın büyük bölümü hiçbir okul eğitiminden geçememiştir. Önemli bir bölümü ancak ilkokul eğitiminden, bir kısmı da orta, lise ve yüksek öğrenimden geçmiştir. Fakat verilen eğitimin de her türlü hurafeyi bertaraf ettiği, cehaleti yok ettiği söylenemez.

1959-60 yıllarında olmalıydı. Daha öğretmen okulunun orta okul sınıflarındaydım. Köyde sayısız batıl inanç içinde şöyle bir inanç duydum :

Mekke yolunda havada duran bir taş varmış. Bu taş, Hazreti Muhammed’in göğe çıkarken üstüne çıktığı taşmış. Peygamber yükselirken (nedense) taş da arkasından yükselmeye başlamış. Peygamber (gene nedense) ona:

“Dur ya Esvet!” demiş! Taş öylece havada durmuş. Hâlâ da havada duruyormuş. Bu hikâyeyi duyunca hiç ikirciklenmeden:

— Olamaz! diye itiraz ettim. Taş havada durmaz!
— Öyle deme kâfir olursun! dediler.
— Durmaz, çünkü hem hava basıncı, hem yer çekimi var.
— Allah isterse durdurur, dediler.
— Durduramaz, dedim. Çünkü evrenin yasaları var. Bu yasalar bozulmaz.

Sonra tanık aramaya başladık. Bu taşı gören var mıydı? Hacca giden birkaç kişi bulduk. Onlar bu taşı görmediklerini, çünkü yollarının oradan geçmediğini söylediler. Ama başka bir yolun üzerindeymiş, insanlar altından geçerken korkmasın diye altına ona değmeyecek biçimde direk de dikmişler…

–Var mısınız, dedim. Diyanet İşleri Başkanlığına bir yazı yazıp soralım.

Bu isteğime karşı gelmediler. Ne de olsa soracağımız yer Diyanet İşleri Başkanlığı idi. Ben Diyanetten “Evet böyle bir taş var” diye yanıt gelmeyeceğine yüzde yüz emindim. “Yok” demesi köydeki bir kör inancın yıkılmasına hizmet edecekti. Mektupta tartışmamızı aktararak yanıt beklediğimizi söyledim. Ne yanıt geldi sanırsınız? Hiçbir yanıt gelmedi… Diyanet mektubumuzu ciddiye mi almamıştı yoksa köylülerdeki bu boş inancın yıkılmasını mı razı olmamıştı, bilmiyoruz.

İneğimiz hastalanıp sütten kesildiği zaman annem elime bir mısır kellesi tutuşturarak bunu Fadik Abu’ya gönderirdi. Fadik Abu’nun okuduğu mısır, ineğin yalına katılacak ve ineğimiz şifa bulacaktı! Annemin hatırı için mısırı okutarak getirir fakat konuyu annemle tartışmaktan da geri durmazdım. Bir insana okunup üflemenin bazı hastalıklarda hasta üzerinde psikolojik bir etkisi olabilirdi ama inek yediği mısıra okunduğunu bile bilmiyordu… Zavallı anneciğim ve annelerimiz, köylerde veteriner vardı da ineklerini ona göstermekten kaçınıyor değillerdi. Çaresizdiler.
*****

Geçirdiğimiz son felaket ve karşı karşıya olduğumuz tehlike gösteriyor ki okumak cehaleti yok edememiş. Üniversite bitirmiş, hatta unvan almış nice insan var ki, Evrim Kuramı‘nın yanlış olduğunu kanıtlama peşinde. Fetullahçılar okunmuş doların sihrine inanıyor ve Ankara Belediye Başkanı Fetullahçıların insanları cinler yoluyla elde ettiğini ileri sürüyor!

Böyle insanların hangi bilimi geliştireceklerini umarsınız? Tıp mı, fizik mi, kimya mı, biyoloji mi? Onların yazacağı tarihten ne hayır gelir? İşte yönetim anlayışlarının bizi nereye getirdiği ortada. Bunların alayı şimdi ülkeyi yönetiyor. Eğitim programlarını saptıyor. Halkın geleceğini belirliyor.

=========================================

Dostlar,

Sayın Zeki Sarıhan‘a dinlencesinde bile durmaksızın Aydın sorumluluğu gereği çabasını sürdürdüğü için teşekkür ederiz. Önemli bir saptamada bulunuyor ve sorunlarımızı 3 temel alanda özetleyerek sunuyor :

1. Bağımsızlık
2. Aydınlanma
3. Halkçılık..
*****
Biz ise soruna ve çözümüne daha geniş kapsamlı, Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün “6 OK” sistematiği ile bakıyoruz.. Şöyle ki :

6_OK_ve_ AYDINLANMA

Görüldüğü gibi bir düşünsel – ideolojik bütünlük içinde önemli 3 adım ya da halka olarak görüyoruz. Sn. Sarıhan’ın dile getirdiği 3 ilke kendi başına, bir ideolojik bütüncüllük içinde uygulama olanağı bulabilir ve etkili olabilir ancak..

Türkiye’nin, Türk Ulusu’nun – Türkiye halkının kurtuluşu KEMALİZM‘dedir..
Büyük ATATÜRK’ün uygarlaşma tasarımıdır..

Türkiye oraya gidecektir, gitmelidir..

Sevgi ve saygı ile.
07 Ağustos 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

İSLAMO-KEMALİZM mi; LİBERO-KEMALİZM mi?

ANKARA KALESİ

İSLAMO-KEMALİZM mi?
LİBERO-KEMALİZM mi?

portresi_renkli

 

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

 

“Türkiye yeni bir genel seçime doğru yol alırken, kamuoyuna yansıyan boyutları ile ilginç tartışmalara sahne olmakta ve bu doğrultuda önceden beklenmeyen çıkışlar gündeme gelerek, bunlar üzerinden ülke seçim virajına doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Üç dönem işbaşında kalmış bir siyasal iktidarın yorgunluğu ile birlikte, siyasal merkezlerin bezginliği de
öne çıkmakta ve seçim kampanyaları beklenmedik bir çizgide gelişmektedir. Geçmişten gelen siyasal gelişmelerin sonucunda Türkiye’de iktidar olma şansı elde eden ılımlı İslam partisi, iktidarını koruma doğrultusunda her yolu denemeye kalkışırken, üç dönem sonucunda
Türk devletinin zamanla parti devletine dönüştürülmesinden fazlasıyla rahatsız olan
siyasal merkezler ile muhalefet partileri de iktidarı bir an önce göndermek için ellerinden gelen her şeyi denemeye başlamışlardır. Geçmişin tartışmaları sürerken içine girilen yeni dönemin çekişmeleri de devreye girince, kimi kez tartışmalar sertleşmekte ama geçen dönemlerden kalan siyasal birikimin koruduğu siyasal olgunluk düzeyinde kavga ve çatışmalar önlenmeye çalışılmaktadır. Emperyalizmin bütün dünyaya dayattığı Makyavelizm Türk siyaset sahnesinde öne çıktıkça, seçim yarışını kazanma doğrultusunda doğru ya da yanlış her konu tartışma zemininde öne çıkarılarak, rakiplere karşı üstünlük elde edilmeye çalışılmaktadır….”

*****

Devamla…

“..Küreselleşme sürecinde, kapitalist sistem yeniden emperyalizme doğru kayarken,
zenginleri ve sermaye kesimlerini yandaş bir konuma getirme doğrultusunda ortaklığa doğru sürüklemiş ve bu durumun topluma yansıyan boyutunda da giderek yoksullaşan halk kitlelerini kapitalist sistemin içinde tutabilmek amacıyla, dini öne çıkararak bu doğrultuda tarikatları ve cemaatları dıştan destekli bir biçimde devreye sokmuştur. Sermaye ve din çevreleri kendi doğal yapıları doğrultusunda gelişmeler peşinde koşarlarken, karşıt bir çizgide tepki gösterdikleri Kemalizm’i eleştirmekten ya da karşı çıkmaktan hiçbir zaman geri kalmamışlar ve
bu doğrultuda ellerine fırsat geçince de, çamur atmaktan ya da saldırıda bulunmaktan da
geri kalmamışlardır. Ne var ki, bu denli keskin hatlarda Kemalizm karşıtı olan sermayeci
liberal kesimler ile dinci cemaat topluluklarının seçim sürecinde Kemalizm konusunda eskisinin tümden karşıtı bir çizgide sempatik davranmaları ve kendilerini Kemalist bir çizgide yeniden tanımlamaya çalışmaları, gerçekten üzerinde durulması gereken fırsatçı bir durumdur.
Geçmişten gelen geleneksel çizgide anti-Kemalist olan kesimlerin birden Atatürkçü görünmeye başlamaları , Türk dilinde var olan bir atasözünün ortaya koyduğu üzere, “Bayram değil, seyran değil ama birileri birilerini neden öpüyor?” sorusunu akla getirmekte ve kafa karışıklıklarının giderilebilmesi için böylesine çelişkili bir durumun arkasında yatan gerçek siyasal nedenlerin ortaya konulması gerekmektedir. Sermaye kesimleri küresel hegemonya peşinde koşarken
ve ulus devleti ortadan kaldırma doğrultusunda Kemalizm’e açıktan karşı çıkarken,
yeni bir ortaçağ özlemi içinde bulunan dinsel kesimler de, modern ve çağdaş cumhuriyetin kurucusu olan Mustafa Kemal’i ve O’nun getirdiği Kemalist sistemi değiştirmek için
her yola başvurarak bir anlamda Atatürk’ten kopmak istemişlerdir. Hal böyle iken
seçim sürecinde hem liberal sermayeci kesimlerin hem de cemaatçı Müslüman kesimlerin Kemalist bir çizgide görülmeye çalışmaları, iyice açıklanması gereken bir çelişkiyi
siyaset sahnesinde ön plana çıkarmaktadır…”

*****

Ve bağlarsak ..

“.. Atlantik emperyalizminin desteği ile iktidara gelmiş olan bir hanım başbakan, bir gün,
Son sosyalist devleti de yıktık.” diyerek ne derece bilgisiz olduğunu ortaya koymuştu. Sosyalizm ile Kemalizm arasındaki farkları bile bilmeyen ve siyasetten habersiz bir hanımın uzaktan kumandalı manüplasyonlar ile iktidara getirilmesi, Atatürk cumhuriyetinin
yara almasına neden olmuştur. Atatürk ilkeleri aynı zamanda cumhuriyetin temel ilkeleri olarak Türk anayasasının giriş kısmında anayasal bir koruma altındadır. Bu yüzden, Atatürkçülük
ya da Kemalizm
Türkiye’de hem bir meşruiyet ölçüsü hem de bir direniş imkanıdır.
Toplumun içindeki herkes ya da her kesim kendi düşüncelerini kamuoyuna benimsetebilmek için Kemalizm’e yanaşmakta ya da Kemalist görünerek çıkarlarını ya da düşüncelerini
topluma kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu yüzden İslamcılar İslamo-Kemalizm peşinde koşarlarken, sermayeci ve küreselci toplum kesimleri de Libero-Kemalizm’i kendi çıkarları çizgisinde kamuoyuna benimsetmeye çalışmaktadırlar. Dincisi ölçüsünde sermayecisi de,
Türk anayasasında güvence altına alınan siyasal ve hukuksal haklar çerçevesinde birlikte
ve ortak yaşayabilmenin arayışı içinde olmalıdırlar.

O zaman Kemalizm’i dinci çizgiye ya da sermayeci çizgiye çekerek toplumun öbür kesimlerine karşı bir dayatmaya kalkma senaryoları ile Türk toplumu bir daha karşılaşmayacaktır.
Atatürk ilkelerinin sağladığı güvenlik ortamında Türk insanının meşruiyet araması son derece doğaldır. Ayrıca baskı ve saldırılara karşı, Atatürk ilkelerinden oluşan Kemalizm,
insanlara ciddi bir direniş ve kendini savunma olanağı getirmektedir. Demokratik rejim ve Cumhuriyet şemsiyesi altında herkes ve her kesim özgürce duygu ve düşüncelerini dile getirecek ve bu doğrultuda siyasal girişimlerde bulunabilecektir. Yaşanan tarihsel sürecin sonucunda bu topraklarda ortaya çıkan Kemalizm, hem Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet (AS: sonsuza dek) payidar kalmasında (AS: yaşamasına) hem de Türk ulusunun geleceğe dönük yolda
emin adımlarla yürümesinde etkili olmaya devam edecektir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet yapısını bozabilecek bir Libero-Kemalizm’e ya da
laik devlet modelini bozabilecek İslam’o Kemalizm’e Türk ulusunun ihtiyacı yoktur.
Ama Kemalizm’in güncellenerek gerçek anlamıyla uygulama alanına getirilmesine,
içinde bulunulan konjonktürde, Türk devletinin şiddetle gereksinmesi bulunmaktadır. (24.5.2015)

******

Yazının tümünü indirmek için lütfen tıklayınız..

ANKARA_KALESI-215_ISLAMO-KEMALİZM_mi

Sevgi ve saygı ile.
24 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yeni Yılda Manzara–İ Umumiye


Yeni Yılda Manzara–İ Umumiye

portresi_renkli


Prof .Dr. ANIL ÇEÇEN

 

 

Kurucu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, Türk ulusunu kurtarmak ve Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kurmak üzere 1919 yılının I9 Mayıs günü Samsun’ çıktığı zaman, o günün dünyasının ne durumda olduğunu ve kendisinin Türkiye’den dünyayı nasıl gördüğünü “Manzara-i Umumiye “ başlığı altında Büyük Söylev’in giriş kısmında dile getirmektedir. Biz de, O’nun çizgisinden ilerleyen Atatürkçüler adına, bugünün koşullarında dünya ve Türkiye’ye Türk devletinin başkenti Ankara’dan bakarken, Türkiye Cumhuriyetini var eden ulusal kurtuluş mücadelesinin önderinin bakışı ile bir durum değerlendirmesine yöneldiğimiz zaman, O’nun kullanmış olduğu “Manzara-i Umumiye “ teriminin en uygun kavram olduğunu görüyoruz.

Yeryüzü haritasının tam ortalarında yer alan Türkiye Cumhuriyeti‘nin
bir dünya devleti olduğunu anımsayarak , hem yurt içine hem de yurt dışına aynı zamanda bakıldığı zaman, her ikisinin bütünlüklü bir biçimde ele alınacağı “Manzara-i Umumiye “ sözcüğü en doğru seçim olarak öne çıkmaktadır. Atatürk’ün bakış açısına , daha sonraki dönemde Atatürkçüler “Kemalizm” olarak isim verdikleri için,
Türk ulusunu ve Türk devletini hem dışarıdan hem de içeriden ele alan Kemalist bakış açısından da “Manzara-i Umumiye” kavramı en doğru seçenek olarak
önem kazanmaktadır.

Atatürk, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla doğru evrilen dünya düzeninde bir durum saptaması yapmağa çalışırken ,her şeyi geçmişi ve geleceği ile birlikte ele alıyor ve gelinen son aşamada durumu her yönü ile açıklığa kavuşturabilmek üzere iç ve dış dinamikleri birlikte ele alarak genel bir değerlendirme yapıyordu . Dünya coğrafyasının merkezi bölgesinde yedi asır boyunca düzen sağlamış ve evrensel barış için güvenlik üretmeğe çaba göstermiş bir imparatorluk devletini batının önde gelen büyük emperyalist güçleri yıkmağa yöneldiklerinde ,Mustafa Kemal yıkılan bir imparatorluktan geride kalan Misakı Milli sınırları içerisinde, eski Osmanlı ahalisini uluslaştırarak bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermenin hesaplarını yaparken geçmişten gelen siyasal tarihin birikimi ile o dönemin uluslar arası koşullarının ortaya koyduğu tabloyu birlikte değerlendiriyordu . Dünyanın tam ortasında yedi asırlık bir hegemonya sonrasında bir imparatorluğun ortadan kalkmasına yol açan bütün nedenleri birlikte ele almak ancak bir Manzara-i Umumiye esprisi içerisinde mümkün olabiliyordu . Bitmiş olan imparatorluktan geride kalan merkez topraklarında ,bir ulus devleti çağdaş modellere uygun bir biçimde kurabilmek ,üç kıtanın çeşitli ülkelerinden kovalanarak göçe zorlanan eski Osmanlı ahalisiyle bir ulusal kurtuluş savaşı yürütebilmek ve bu savaşın sonucunda çağdaş bir ulusu tarih sahnesine çıkartabilmek için ,böylesine bir genel bakışa gereksinme duyuluyordu .

İşte tarihin kilit noktasında ortaya çıkan bir ulusal önder olarak Mustafa Kemal,
insanlık tarihinin hangi noktasında bulunulduğunu , zamanın ruhuna uygun bir biçimde okurken , Manzara-i Umumiyeci bir genel bakış açısını öne çıkarıyor ve bu yöntem ile her türlü gelişmeyi değerlendirmeyi başarılı ve gerçekçi bir biçimde yapabiliyordu . Okul sıralarında aldığı askerlik bilgisi ile birlikte , tarih ve siyaset biliminin desteklerini de ihmal etmeyen Mustafa Kemal , doğru zamanda ortaya çıkarak , doğru bir biçimde harekete geçerek , gelecekte dünya barışının önde gelen güvencelerinden birisi olacak Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kuruluşunu tamamlıyordu . Bir çağ değişimi aşamasında , dünya konjonktürünün gerçekçi değerlendirmesiyle bağımsız Türk devletinin kuruluşuna giden yol açılıyor ve bu yoldan Türk ulusu da , çağdaş bir ulusal yapılanma olarak dünya sahnesindeki yerini alıyordu . Çağdaş uygarlık düzenini oluşturan uluslar ailesi içerisinde Türk ulusu da var oluyordu .
Bu yılbaşıyla beraber , dünya yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarını geride bırakmaktadır .
Bir anlamda , yirminci yüzyılın son yıllarında başlamış olan çağ değiştirme sürecinin son aşamasına gelinmiştir . Atatürk döneminde ,yirminci yüzyılın ilk on beş yılı geride kalırken , yirminci yüzyılın nasıl bir çağ olacağı yavaş yavaş belirmeğe başlamıştı .
Bu yılbaşı ile beraber de , yirmi birinci yüzyılın ilk onbeş yıllık zaman diliminin tamamlanma aşamasına doğru ilerlediği görülmektedir . Çağ değişimi , dünyayı on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla nasıl değiştirerek yönlendirdiyse , benzeri bir köklü değişim riski , yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla doğru geçerken de, benzeri bir doğrultuda ortaya çıkarak devlet düzenlerini köklü bir biçimde sarsıntıya uğratmıştır . Yirminci yüzyılın sona ermesine on bir yıl kala sosyalist sistemin çöküşü ,tıpkı Fransız devrimi gibi gelmekte olan yeni yüzyıla yönelik önemli yansımalar yaratmıştır .Fransız devrimi de yüzyılın bitişine onbir yıl kala gerçekleşmiş ve daha sonraki yüzyılın eskisinden çok farklı bir yapıda tarih sahnesine çıkışında önemli roller oynamıştır .
On sekizinci yüzyılı bitiren Fransız devrimi , on dokuzuncu yüzyılın yapılanmasını hazırlamıştır . Sosyalist sistemin tasfiyesi de , yirminci yüzyılı bitirerek yirmi birinci yüzyıla giden yolu bir başka yönde gündeme getirmiştir . Fransız devrimi ulus devletler çağını açarken , iki yüz yıl sonra sosyalist sistemin tasfiye edilmesi de , ulus devletlerin sonunu getirmek gibi dünyanın hiç de hazır olmadığı bir durumu , bir oldu bitti ile gündeme getirmiştir . İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken , sosyalist sistemin ortaya çıkışı bir karşıt tepki gibi lanse edilmesine rağmen , aslında bir ara model olarak çeyrek asır devam etmiş , Fransız devriminin iki yüzyıl sonra sosyalist sistemin tasfiye edilmesiyle ,bütün dünya ulus devletler sonrasına doğru bir zorlanma ile karşı karşıya bırakılmıştır .

Yirminci yüzyıla girerken , çöken imparatorluklar sonrasında zamanın ruhu ulus devletler çağının ortaya çıkmasına doğru yönlendirilmiş ama bir yüzyıl sonra da bu kez tamamen tersi bir doğrultuda ulus devletlerin sona erdiği biçiminde bir yaklaşım genel geçerli bir rüzgar olarak bütün dünya ülkelerine yönelik bir doğrultuda, emperyal merkezler tarafından estirilmeğe başlanmıştır . Önceleri ne olduğunu anlamayan dünya kamuoyu , soğuk savaş döneminin koşulları ile oluşturulduğu için ,yeni dönemin koşullarını görmekte,ya da anlamakta epeyce zorluklar çekmiştir . Hiç beklenmeyen bir biçimde sosyalist sistemin tasfiye edilmesi ,dünya ülkelerin de şok bir etki yaratmış ve giderek geleceğin belirsizliği doğrultusunda dünya halkları arasında ciddi bir huzursuzluk dönemi başlatılmıştır . Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasına alışkın olan dünya kamuoyu , bir türlü sosyalist sistemin tasfiyesine alışamamış , önceleri kabül edememiş , sonraları da benimsemekte çok ciddi olarak zorlanmıştır . Birinci ve ikinci dünya savaşları sonrasında , eski batı sömürgelerinin hepsinin siyasal anlamda bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla , iki yüz devletli bir dünya haritasını ortaya çıkarmış ve böylece sömürgecilik sonrası yeni dönemde bu yeni bağımsız devletler , Birleşmiş Milletlere üye olarak kendi bağımsız geleceklerini bir dünya üst örgütlenmesinin koruyucu şemsiyesi altına ciddi bir güvenlik arayışına girmişlerdir . Yeniden sömürge konumuna sürüklenmek istemeyen dünyanın yeni devletleri ,bu doğrultuda hem dayanışma hem de örgütlenme yollarına giderek ,yeni dönemde dünyla dengelerinin zamanın koşullarına uygun bir doğrultuda sağlanabilmesine öncelik vermişlerdir . Soğuk savaş döneminde bazı Asya ve Afrika ülkeleri , geleceklerini sosyalist sistem içerisinde ararlarken , batı yarıkürede yer alan diğer dünya devletleri ,batı güvenlik şemsiyesi altında güven sorununu aşmaya çalışmışlardır . Rusya ve Amerika Birleşik Devletlerinin hegemonyasında bir iki kutuplu dünyada yeryüzünün halkları yeni bir yaşam düzeni ararlarken , iki kutuplu dünyanın soğuk gerginliğini aşmaya çalışmışlar ama bu konuda yeterince başarılı olamamışlardır . Batının kapitalist sistemi ,dünya pazarlarını ele geçirince , sosyalist sistem buna dayanamayarak çökmüştür .Böylece iki kutuplu dünyadan tek kutuplu bir dünyaya doğru yöneliş başlamıştır .

İki binli yılların ilk on üç yılı geride kalırken , ortaya çıkan tablonun bütün yönleriyle belirlenebilmesi için son yüzyıllar arasındaki etki ve tepki ilişkilerinin , birbirini etkileyen değişim çizgilerinin iyi gözlemlenmesi ve bu doğrultuda yapılacak Manzara-i Umumiye değerlendirmeleriyle daha gerçekçi durum belirlemelerine gidilmesi gerekmektedir . Yirminci yüzyıla girerken yirmi devlet vardı . Bu yüzyıldan çıkarken ikiyüz devlet vardır ama iki kutuplu sistem de çökmüştür . İşte bu aşamada giderek küreselleşen tekelci sermayenin patronları bütün dünyaya Amerika Birleşik Devletleri üzerinden bir tek kutuplu dünya dayatmaya çalışmışlar ama çeyrek asırlık bir zorlamaya rağmen bir türlü başaramamışlardır . İkinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan dünya ekonomik sisteminin de kullanılmasıyla , Dünya Bankası ,Uluslar arası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından desteklenmesine rağmen , istenen düzeyde bir tek kutuplu dünya yaratılamamıştır . ABD tek kutuplu dünyanın merkezi gücü olarak dünyanın her tarafına yetişmeye çalışırken , dağılma noktasına gelmiştir . Özellikle ABD içinde çok güçlü bir biçimde örgütlenen Siyonist lobilerin ABD’yi on yıl süre ile İsrail’in güvenliği için Orta Doğu’da savaşa zorlaması yüzünden , ABD dünya kıtaları üzerindeki hegemonyasını yitirmiş ve aradan geçen uzun zaman dilimi içerisinde iki okyanus arasında giderek tehlikeye sürüklenen kendi güvenliğine öncelik vermek noktasına gelmiştir . Tek kutuplu dünyanın tek egemeni olarak bütün kıtaları kendisinin merkezinde yer alacağı bir dünya imparatorluğu peşinde koşarken , aşırı savaş ve güvenlik harcamaları yüzünden ABD , beş trilyon dolarlık bir borç yükü ile çökme aşamasına gelmiştir .

ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanan batının emperyal merkezleri ,bu heveslerinden vazgeçmezlerken , bunların çeşitli oyunlarına bekçi ya da polis rolünde alet olmak durumunda kalan Amerikan devleti , kendi çöküşüne giden bir yolda bu tür oyunlara aracı olarak kullanılmaktan vazgeçmiştir . Obama yönetimi bu doğrultuda gerçekçi davranarak ,yeni kararlarını uygulama alanına getirirken , başta ABD olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde örgütlenen küresel sermaye ve Siyonist lobiler ile karşı karşıya gelmiştir . Baba ve oğul Bush’lar döneminde Siyonist politikalara açıkça alet olan Amerikan devleti ,bu yüzden çok şeyler kaybetmiş ve tek kutuplu dünya masalları peşinde dünya kıtalarının çeşitli bölgelerine sürüklenmek durumunda kalan Amerikan yönetimi giderek saygınlığını yitirme aşamasına gelmiştir . İki binli yılların ilk çeyreği dolarken , dünya ekonomisinin Çin’in eline geçeceği giderek kesinleşirken , ABD’nin bu durumu önlemek üzere artık Orta Doğu merkezli politikalardan uzaklaşarak okyanus merkezli politikalara yöneldiği görülmektedir . Şimdiye kadar tartışma konusu olan bu durum , artık yeni yıla girerken ABD yetkililerinin açıklamaları ile kesinlik kazanmıştır . ABD , yeni dönemde İsrail bekçiliğinden vazgeçmekte ve bu yüzden tehlikeye attığı kendi güvenliğini yeniden tesis edebilmek doğrultusunda okyanus ağırlıklı politikalara öncelik vermektedir . Kendi güvenliğine öncelik vermeyen hiçbir siyasal gücün dünya güvenliğini sağlaması düşünülemeyeceği için , yarım yüzyıllık bir İsrail zorlaması yüzünden başlatılmış olan Orta Doğu macerasına ABD yeni dönemde son verirken , merkezdeki askeri varlığını okyanus bölgesine çekmeğe başlamış ve bu bölgede kendisinden sonra gündemde olacak güvenlik sorununu Nato ile birlikte Türkiye’ye havale etmeye karar vermiştir . Ayrıca , İsrail’in büyüyerek merkezi alana egemen olma politikasının temeli olan İran düşmanlığına da son vererek , bütün batılı büyük devletler ile Avrupa Birliğini yanına alarak İran ile bir küresel barış antlaşmasının imzalanması sağlanarak ,Orta Doğu merkezli bir üçüncü dünya savaşı sürecinin önü kesilmiştir . Özellikle , takvim yaprakları arasında geride bırakılan yıl bu açıdan önemli bir dönüm noktası olmuş ve geçmişten ders alan ABD yönetimi ile birlikte hareket eden batılı güçler , İran ile anlaşarak ,bu ülkeye yönelik haksız bir biçimde uygulanan ambargoları kaldırarak ,dünya basınındaki gerginlik senaryolarına son vererek ,İran gibi bir büyük ülkeyi de dış dünyaya açmışlardır .

İki bin on dört yılına girilirken ,geçen yıldan kalan en önemli sorun üçüncü dünya savaşı ihtimalinin ortadan kaldırılması konusudur . ABD başkanı ikinci kez seçildikten sonra , İsrail’in güvenliği meselesini daha gerçekçi bir doğrultuda değerlendirerek ,bu sorunun bir İran savaşına dönüşmesinin önüne geçmek istemiştir . Bu doğrultuda , hem batının büyük devletleri ile hem de Birleşmiş Milletler güvenlik konseyinin beş sürekli üyesi olan Çin ve Rusya gibi iki dev ülkenin desteklerini almıştır . Küresel sermaye ile ve dünyanın en büyük şirket lobileri ile ortak hareket eden İsrail’in izlediği Siyonist politikalara ABD öncülüğünde batılı güçlerin karşı çıkmalarıyla birlikte ,üçüncü dünya savaşına giden yolun önü kesilmiştir . ABD-Rusya arasında son yıllarda oluşturulan denge siyasetinin sağladığı hareket alanında barış hedefi öne çıkınca , iki dev ülke işbirliği yaparak içinden geçilen son yılda bir üçüncü dünya savaşı başlangıcı tehlikesine izin vermemişlerdir. Siyon planları yapanların hedeflediği, üçüncü dünya savaşı sayesinde kurulacak, Büyük İsrail İmparatorluğu için bir İran savaşı çıkartılmaya çalışılırken ,Amerikan devleti ile küresel sermaye karşı karşıya geliyordu . Obama yönetimi bu aşamada ,küresel sermayenin cirit oynattığı batılı ülkelere tam olarak güvenemezken , Rusya ile ciddi bir işbirliğine girerek , yeni dönemde değişim sürecinin barış içinde gelişmesinin önünü açmıştır . Geçen yıl yaşanan olaylar zinciri , birbiri ardı sıra izlendiğinde böylesine bir tablo ortaya çıkmaktadır . Uğursuz olduğu söylenen bir rakam ile ifade edilen geçen yıl ,bir anlamda bütün dünya için uğursuzluk olabilecek bir üçüncü dünya savaşının çıkışına sahne olabilecekken , Amerikan devletinin sağduyulu insiyatifi ile önlenebilmiştir .

Yıllar öncesinden savaş yılı olarak belirlenen , geçen yıl , tamamen tersi bir doğrultuda savaşın değil ama barışın başlangıç yılı olmuştur . Yeni yılı girerken , Manzara-i Umumiye artık savaşı değil barışı göstermektedir . Böylesine bir durumun giderek kesinlik kazanması da insanlık ve dünya güvenliği açısından çok önemli bir gelişme olarak dünya gündemine oturmuştur . Dünyanın süper gücü konumundaki ,Amerika Birleşik Devletlerinin eskisi gibi saldırgan bir savaştan yana olmaması , Orta Doğu ve İsrail meseleleri yüzünden dünya hegemonyasını kaybetme noktasına gelmesiyle beraber ,Dünya Ticaret Örgütü üzerinden Rusya,Çin,Hindistan ve Brezilya gibi dev ülkelerin küresel siyaset alanına yeni dev ülkeler olarak girmesiyle birlikte ,dünya düzeni tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru bir kayma göstermiştir . Özellikle son yıllarda bu yeni dev ülkelerin , batı hegemonya girişimlerine karşı bir briket seddi oluşturmasıyla artık tek kutupluluk döneminin giderek geride kaldığı görülmüş ve bu yeni duruma uygun düşecek bir doğrultuda uluslar arası konjonktürde olaylar birbirini izlemiştir . İsrail’in yaratmaya çalıştığı İran gerginliğinin sona erdirilmesinde , bu büyük ülkenin dış dünyaya açılarak ilişkilerde yeni bir normallik aranması , dünya barışı açısından önemli kazançlar getirmiştir . Doğu’da Çin , batıda Brezilya ,kuzeyde Rusya , güneyde Hindistan , dünyanın yeni büyük güçleri olarak devreye girerlerken ,artık ABD ağırlıklı eski dünya düzeninden söz etmek geride kalmış ve bu doğrultuda çok kutuplu bir yeni dünya düzeni kendiliğinden devreye girmiştir . Yirminci yüzyıldaki iki kutuplu yapıdan tek kutupluya doğru bir geçişin zorlanmasıyla istenen olmamış , dünya iki kutuplu yapıdan çok kutuplu bir yapılanmaya doğru yönlenmiştir .

Tek kutuplu dünyanın dengesiz olacağı kesinlik kazanınca, sosyalist blokun yerini alarak batı emperyalizmini dengeleyebilecek yeni oluşum dört büyük dev ülkenin işbirliği yaparak öne çıkmalarıyla sağlanabilmiştir . Bu aşamadan sonra ,Brezilya’nın fikri alınmadan güney Amerika’da , Rusya’nın desteği alınmadan Avrupa ya da merkezi alanda , Çin’in düşüncesi alınmadan Asya kıtasında , Hindistan’ın görüşlerine başvurmadan güney Asya bölgesinde herhangi bir adım atmak ya da bir şeyler yapabilmek mümkün değildir . Avrupa kıtasında da bu doğrultuda Almanya bütün gücü ile öne çıkarken , Avrupa Birliği’nin bir büyük Almanya olması gibi yepyeni bir durum ortaya çıkmıştır .

Tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçilirken , ABD’nin mutlak üstünlüğü sona ermekte , ABD’yi kullanan Siyonist lobiler ya da küresel sermaye birlikleri ,artık eskisi gibi kendi çıkarları doğrultusunda şımarık senaryoları uygulama alanına getiremez bir duruma düşmüşlerdir . Haksız ve adaletsiz bir kapitalist sistemin sonuna doğru yaklaşılırken , geçmişin güçlüleri kendi konumlarını koruyabilmek ve bu doğrultuda yeni hegemonya senaryolarını belirli planlar dahilinde uygulamaya getirebilmek çabası içerisinde olmuşlardır . Bu durumun en çok yükünü taşıyan ya da acısını çeken ülkelerden birisi olarak Türkiye ,batının önde gelen emperyal güçleri arasında bir çekişme alanı haline gelmiştir . Bu yüzden bir çok senaryoya sahne olan Türkiye Cumhuriyeti , hem bazı darbe ve ara rejim senaryolarına alet olmaktan kurtulamamış hem de emperyal merkezlerin çıkarları doğrultusunda oluşturulan çeşitli siyasi partilerin yönetimi altında kalmaktan kurtulamamıştır . Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında , Türkiye’de işbaşına geçen hemen hemen bütün siyasal iktidarların okyanusun iki yakası arasında tezgahlandığı çeşitli araştırmalar ve bilimsel çalışmalar ile ortaya konulmuştur . Bu yüzden Türkiye bir türlü tarihten gelen siyasal birikimi doğrultusunda bağımsız hareket edememiş ,batı dünyasının büyük merkezlerinde yetiştirilen siyasal kadroların uygulama alanı olmaktan kurtulamamıştır . Soğuk savaşın katı koşullarında başlatılan bu tür uygulamalar son yıllara kadar devam etmiş ama artık gelinen yeni aşamada ,bu durum da değişme eğilimi içine girmiştir . Türkiye Cumhuriyeti soğuk savaş yıllarında sürekli olarak Sovyetler Birliği ile korkutulurken ,batı bloku içerisinde batıcı siyasal kadrolar aracılığı ile bağımlı bir ülke konumuna getirilmesine çalışılmıştır . Sosyalist blokun dağılmasına rağmen , gene eski dönemin koşulları devam ediyormuş gibi durumlar medya ve basın aracılığı ile yaratılarak , Türk kamuoyunun siyasal gerçekleri görmesi engellenmiştir .

Son yıllarda yaşanılan siyasal olaylar ,artık eskisi gibi batıda yetiştirilen devşirme kadrolar aracılığı ile Türkiye’nin yönetilemeyeceğini ya da bir yerlere eskisi gibi sürüklenilemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur . Avrupa,ABD ve İsrail üçgeni içerisinde sürekli olarak bir yerlere iteklenmeye ya da çekilmeye çalışılan bir ülke olarak Türkiye ,birbirini doğrulayan olayların yaşanması nedeniyle , artık daha fazla gerçeklerin konuşulmağa başlandığı bir ülke konumuna gelmiş ve bu yüzden de batı acentası gibi hareket eden politik kadrolara teslim olmaktan kurtulmaya başlamıştır . Bu yıla kadar birbirini izleyen seçim dönemlerinde , geçmişten gelen koşullanmaların kamuoyu üzerindeki etkisini iyi kullanan siyasal kadrolar halk kitlelerini fazlasıyla kandırarak ülke siyasetinde etkili olma şansını sürdürebiliyorlardı . Ne var ki , artık soğuk savaş döneminin iyice geride kalması ve buradan gelen koşullanmaların etkisini yitirmesiyle birlikte , Türk halkı da gerçekleri görerek hareket edebilme şansını elde edebilmiştir . Bu nedenle , uluslar arası konjonktürdeki gelişmeleri artık Türk ulusu , küresel sermayenin güdümündeki büyük basın organları ya da medya organlarından değil ama , diğer basın ve yayın organlarından izleyerek , batılı hegemonyanın etkisini geride bırakabilme şansını elde edebilmiştir .

Dünyanın ortasındaki bir ülkenin halkı olarak , Türkler artık hak ettikleri daha iyi ve üst düzeyde bir kaliteli yönetime sahip olabilmek için bağımsız bir arayış süreci içine girmektedir . Savaş gerginliğinin giderek geride kaldığı bir aşamada , barış arayışlarının da desteği ile , kamuoyundan gizlenmek istenen gerçeklerin teker teker kesinlik kazandığı ve Türk halkının artık gözlerinden kaçırılamadığı ,son yılda yaşanan bir çok olayın etkisi ile bir kez daha kesinlik kazanmıştır . Basın ve yayın organlarının küresel sermayenin güdümüne girmesi bile , yalana ve çıkarcı senaryolara dayanan egemen söylemin eskisi gibi etkili olmasını sağlayamamıştır . Türkiye’yi batının siyasal çıkarları uğruna , komşu ülkeler ile karşı karşıya getiren ya da düşman konumuna düşüren ,işbirlikçi ve de mandacı politikaların iflas ettiği ve eskisi gibi etkin olamadığı bir aşamaya gelinmiştir .Türk halkı ,dünyadaki gelişmeleri eskisi gibi batı gözlüğü ile değil ama kendi gözleri ile görmeğe çalışmaktadır .

Batı güdümlü bir bakış açısından son yıllardaki gelişmeler ile giderek uzaklaşan Türkiye , geleceğe dönük bir çizgide kendi yolunu ararken , eskisinden daha bilinçli olarak hareket etmek zorundadır . Türkiye’yi gene eskisi gibi batı hegemonyası altında tutmak isteyecek batıcı ve mandacı lobilerin ülke toplumu ve yönetimi üzerinde etkilerini sürdürmek istemeleri karşısında , Türk halkı artık gerçek anlamda ulusal refleksinin etkisiyle hareket ederek bağımlılık çemberini parçalamak durumundadır . Türkiye Cumhuriyetini batı emperyalizminin ya da İsrail siyonizminin bekçisi ya da jandarması olarak merkezi coğrafyada kullanmak isteyenler , Irak ve Suriye savaşlarına Türk devletini sokamayarak önemli ölçülerde başarısızlığa uğramışlardır . On yıl önce Irak savaşına Türkiye’yi zorlayanlar , geçen yıl içinde de Suriye savaşına zorlamışlar ama , her iki girişimleri de sonuçsuz kalmıştır . Türkiye’nin Suriye savaşına girmemesi , İran’a yönelik savaş sürecinin aksamasına neden olmuştur . Şii-Sünni çekişmesine alet edilemeyen Türkiye Cumhuriyeti devleti , bölgedeki hassasiyeti dikkate alarak yeni bir barışçı tutumu kararlı bir biçimde sürdürünce , Suriye savaşının büyümesi önlenmiş , böylece Amik ovası üzerinden Armegeddon savaşı çıkartabilme senaryoları iflas etmiş ve bu doğrultuda kıyamet senaryolarına izin verilmemiştir . Türkiye Suriye savaşına girmeyince , İran’ın da Orta Doğu savaşına sürüklenmesi gibi istenmeyen bir durum öncelikli bir biçimde önlenebilmiştir .Soğuk savaş sonrasının sıcak savaş senaryolarına bilinçli bir biçimde karşı çıkılınca , Türkiye’yi zorlayan kaos ve karışıklık girişimlerinin de önleri kesilmiştir . Etnik ve dinsel köken ayrılıkları ile bu bölgeyi çatışma alanına dönüştürmek isteyenler ,sonunda avuçlarını yalamak zorunda kalmışlardır . Dış destekler yolu ile her türlü ayırımcılığı destekleyen emperyal güçlerin bütün planları sonunda iflas etmiştir .
Geçen yazın başlangıcını , üçüncü dünya savaşının çıkış tarihi olarak hazırlayan emperyalist ve Siyonist merkezler , bu hedeflerini gerçekleştiremeyince , bu kez İstanbul’un ortasındaki en büyük meydanda geniş halk kitlelerinin katılımının sağlandığı çeşitli gösteri olaylarını örgütleyerek , Türkiye’yi önce iç kaosa ,sonra da bölgesel mezhep ve etnik çatışma savaşlarına götürebilecek bir kargaşa dönemine doğru çekmek istemişlerdir . İstanbul’da başlatılan sıcak sivil itaatsizlik eylemleri daha sonra bu doğrultuda görevlendirilmiş kitle iletişim araçları ile sosyal medya örgütlenmeleri sayesinde giderek ülkenin önde gelen büyük kentlerinde de sürekli eylemlere dönüşmüştür .

Ülke seçimlere giderken, siyasal iktidar ile geniş halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi , küresel sermayenin güdümündeki basın yayın organları ile birlikte sosyal medya kanallarını da içine alınca Türkiye sanki bir savaş öncesi döneme doğru çekilmek istenmiştir . Ne var ki , toplumun önde gelen temsilcilerinin sağ duyulu davranışları ile birlikte ve alt kimlikli grupların da her türlü kışkırtma ya da çatıştırma senaryolarına uzak durmalarıyla da ,sivil itaatsizlik eylemleri bir toplumsal patlamaya dönüştürülememiştir . Bazı gençlerin beklenmedik bir biçimde kaybedilmeleriyle ,zaman zaman dalgalanan eylemler zinciri ,beklendiği gibi Türkiye’yi bir iç savaş ortamına sürükleyememiştir . Tümüyle Türkiye’nin Orta Doğu savaşına girip girmememsiyle ilgili gerginlik ortamı ,sivil itaatsizlik eylemleriyle tırmandırılmaya çalışılırken , savaşa karşı olan batılı devletlerin araya girmesiyle , gerginliği tırmandırma eylemlerinin sonuçsuz kalacağı görülmüştür . Yaz aylarında Türkiye’yi sürekli olarak uğraştıran eylemler zincirinin , bir kıyamet senaryosu olan Armegeddon savaşının ön hazırlığı olduğunu , Türkiye’nin bir iç karışıklık ortamının yaratacağı elverişli ortam ile bölge savaşına sokulmak istendiğini , resmi devlet görevlileri zaman zaman açıklamalar yaparak topluma anlatmağa çalışmışlardır . Irak savaşından elde edinilen tecrübelerin desteği ile , Türkiye Suriye savaşları oyununa gelmemiş , aksine İran ile yakın işbirliğine girerek kendi güvenliğini sağlamağa öncelik vermiştir .Dünya konjonktürünün Orta doğu’da kesişmesi yüzünden ortaya çıkan bu olumsuz durum atlatılarak yeni yıla Türkiye’nin barış içinde girmesi sağlanmıştır .

Türkiye dünya ile birlikte yeni yıla girerken , yeni bir muhasebe yapmak zorundadır .İkinci dünya savaşı sonrasında neden batıya bağımlı politikalara tutsak kalındığı artık iyice tartışılarak , Türk devletinin kendi bağımsız geleceğini arama noktasında her türlü emperyal baskı ya da yönlendirmenin dışında hareket edebilmesinin sağlanması gerekmektedir . Ancak bu yoldan ,Türkiye Cumhuriyeti , kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu hedefler doğrultusunda yoluna devam edebilecektir . Laikliği çağdaş ülkeler gibi ana ilke olarak benimseyen Türkiye Cumhuriyetinin , doksan yıl sonra bir din devleti olarak hareket etmesini hiç kimse beklememelidir . Türk devleti , kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu gibi laik,ulusal,üniter ve merkezi devlet yapısı ile hem bölgesinin en güçlü devleti olacak , hem de bu modeli ile bütün Avrasya ülkeleri için bir cazibe merkezi haline gelecektir . Bugünün siyasal kadrolarının artık görmesi gereken bu gerçeklik , tüm emperyal devletlerin Türkiye’ye yönelen dış politikalarında dikkat ettikleri en önemli husustur . Onların ortadan kaldırmak istedikleri bu gerçekliğe sahip çıkmak ve bunu ısrarlı bir biçimde uygulama alanı içinde tutmak ,Türk devletinin geleceği açısından en önemli konudur . Onlar Türkiye’yi küçültmeye ya da zayıflatmaya çalışırlarken , Türkiye Cumhuriyeti de çağdaş uygarlık çizgisinde yoluna emin adımlar ile devam ederek yükselme ve büyüme çizgisini tırmandıracaktır .

Yeni yıla girerken, Manzara-i Umumiye Türkiye açısından daha olumlu bir çizgide görünmektedir . Savaş konjonktürünün geride kalması, dünyanın tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru yönelmesi ,yeni büyük devletlerin kendi bölgelerinde merkez olarak dünya dengelerinin oluşumunda etkin olmaları ,merkezi coğrafyaya yönelen emperyal politikaların iflas etmesi, Türk halkının artık dıştan destekli ya da uzaktan kumandalı siyasetler ile politik kadrolara mesafeli davranmaya başlaması, laik devlet düzenine ters düşerek dine dayalı olarak geliştirilmek istenen yeni politikaların başarısız kalarak etkinliğini yitirmesi gibi olumlu gelişmeler, Türkiye Cumhuriyetinin yakın geleceğinden umutlu olabilmek açısından önemli kazançlar getirmektedir . Türk devletinin kurucusu , Samsun’da Anadolu’ya çıkarken yapmış olduğu Manzara-i Umumiye değerlendirmesini bugünün koşullarında antiemperyalist bir çizgide yenilenirse , ortaya böylesine bir tablo çıkmaktadır.

O yeni bir yüzyılın başlarında antiemperyalist bir çizgide Manzara-i Umumiye
değerlendirmesi yaparak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu . Bugün, O’nun izinden gidenler de aynı çizgide hareket ettikleri zaman , O’nun Türk ulusuna emanet ettiği Türkiye Cumhuriyetini ilelebet payidar kılabileceklerdir.

Yeni dönemde , Manzara-i Umumiye eskisine oranla daha çok Türkiye’nin lehine gelişmeler göstermiştir.

  • Bütün sorun, Atatürk’ün yaptığı gibi, Manzara-i Umumiye’yi doğru değerlendirerek, Türk ulusunun ve devletinin ulusal çıkarlarını en üst düzeyde koruyabilecek
    yeni bir ulusal politik programı Türkiye merkezli olarak
    uygulama alanına aktarabilmek
    tedir.

Türkiye’yi yönetenler bunu başarabildikleri gün , Türk devleti daha üstün bir düzeyde varlığını güvence altına alabilecektir . Her türlü özel çıkarın ya da yaklaşımın ötesinde , Türkiye Cumhuriyeti merkezli bir ulusal çıkış, önümüzdeki seçimler döneminde Türkiye’de genel anlamda etkili olursa, o zaman Manzara-i Umumiye’nin daha çok Türkiye’den yana gelişebileceğini, şimdiden söylemek mümkündür.

İçine girilen seçim yılında, Türkiye Cumhuriyeti Manzara-i Umumiyeyi daha çok kendisinden yana çevirebilecek yeni yönetici kadroların işbaşına gelmesini beklemektedir. Bu da, Türk halkının uyanık bekçiliğine bağlı bir sorun olarak Türkiye’nin önünde durmaktadır. Öncelikli sorun, bu konunun çözüme bağlanmasıdır.