Etiket arşivi: İsmet Paşa

30 AĞUSTOS ZAFERİ ve 9 EYLÜL’ün GÜNCEL ANLAM ve ÖNEMİ

30 AĞUSTOS ZAFERİ ve 9 EYLÜL’ün GÜNCEL ANLAM ve ÖNEMİ

(Bu Söyleşi, Çorum Haber ve Çorlu Devrim gazetelerinde 07-11 Eylül 2018 günlerinde 5 bölüm olarak yayınlanmış, 09 Eylül 2018’de web sitemize konmuştur.)

SORULAR : Mustafa AYDINLI (E. Teknik Öğretmen)

YANITLAR : Prof. Dr. Ahmet Saltık, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
ve Mülkiyeliler Birliği Üyesi   www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Mustafa AYDINLI
: Sayın Hocam, 30 Ağustos ‘zafer günü’ olarak simgeleşti ancak 26 Ağustos’ta başlayıp, 9 Eylül’e dek uzayan 14 günlük çok ilginç bir tarihsel süreç var. Bu sürecin güncel anlamını ÇORUM HABER okuyucuları için kısaca özetler misiniz?

Ahmet SALTIK : Değerli Aydınlı, size ve bu söyleşi fırsatını sağlayan Çorum Haber Gazetesine teşekkürle başlamak isterim öncelikle.

26 Ağustos 1922, İsmet Paşa’nın adlandırmasıyla “Başkumandan Meydan Muharebesi“ nin Afyon Kocatepe’den (1874 m rakımlı) başlatıldığı tarihtir. O günün belirlenmesinde işgal edilmiş Anadolu’da zamanın hızlanmış akışının ve koşulların asıl belirleyiciliği varsa da, Mustafa Kemal Paşa’nın kullandığı bir inisiyatif de vardır : O da, Alpaslan ve ordularınca Malazgirt ovasında 1071’de Bizans ile (Romen Diyojen) yaşanan meydan savaşı ile 851 yıl sonra yine aynı güne denk düşürmektir.

Bu ince esprinin – hesabın nedeni ise, 10 Ağustos 1920’de son (36.) Osmanlı Padişahı
VI. M. Vahdettin’in Sevr Anlaşmasını onaylaması ile kadim anayurt Anadolu’nun bile elden çıkışı ve emperyalistlerce işgal edilişidir. Bilindiği gibi Osmanlı Meclis-i Mebusanı, İstanbul’un İtilaf Devletlerince işgal edilidiğinde basılmış ve milletvekilleri tutuklanmış, sürülmüştü.
Tarih 16 Mart 1920 idi. Mustafa Kemal Paşa, bu çok acı olayı yüksek zekasıyla bir anlamda fırsata çevirmiş ve Anadolu’da – Ankara’da ivedilikle bir Milli Meclis toplanmasını tasarlamıştı. Bu önemli girişimi 23 Nisan 1920’de başarıya ulaşmış ve Ankara’da ilk Meclis BMM (Büyük Millet Meclisi) olarak 115 üye ile toplanmıştı. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kapanmasından 40 gün bile geçmeden. M. Kemal Paşa bir strateji dehası olduğundan, tüm ayrıntılara hak ettikleri önem verilmektedir. Dolayısıyla ilk iş, bir Meclis’e sahip olmaktır. Gecikilmemelidir, zamanlama da çok önemlidir, seçilen sözcüklerde.. Yeni Meclisin adı Osmanlı Meclis-i Mebusanı değil, “Büyük Millet Meclisi’ dir. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa, Batı’ya mesaj vererek moral üstünlüğü yakalamaya çalışmaktadır. Osmanlı tebaasının değil ama Türk Milletinin Meclisi gene vardır, hemen yenisi oluşturulmuştur ve yeri Ankara’dır. İşgalci emperyalistlerle savaş, Anadolu’nun bağrında ateşlenecektir. Uluslararası ilişkilerde, dağıtılan bir Meclisin Ankara’da, 40 gün geçmeden toplanmasının anlamını muhataplar iyi kavramıştır.

Bir bölümü İstanbul’dan kaçabilen Osmanlı mebusları, bir bölümü Erzurum – Sivas Kongre süreçlerinde oluşturulan kadrolarla, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan ilk Meclis, Sevr’i tanımadığını ve imzalayanları da (son Osmanlı Padişahı Vahdettin) “hain“ ilan ettiğini tüm dünyaya duyurmuştur. Bir başka anlatımla, Sevr Anlaşması tanınmadığına göre, Anadolu’nun işgali de reddedilmekle, bu amaçla bir Kurtuluş Savaşı başatılacağı ilan edilmiş oluyordu.

Mustafa Kemal Paşa Başkanlığında ilk Meclis İngiliz emperyalizminin işgalci maşası Yunan birlikleri ile 2 kez 1. (6 -10 Ocak 1921) ve 2. İnönü muharebelerini (23-31 Mart 1921) başardı. Garp (Batı) cephesi komutanı İsmet Paşa, bu zaferleri ile, M. Kemal paşa’nın deyimi ile,
salt düşmanı yenmekle kalmamış, Milletin “makus“ (aksi giden) talihini de kırmıştır. Ardından, Sakarya’nın doğusuna geçerek Polatlı’ya dek yaklaşan, İngiltere adına Megali İdea hayalleri ile kışkırtılarak vekalet savaşı (proxy war) yürüten Yunan orduları ile Sakarya Meydan Savaşı verilmişti. M. Kemal Paşa komutasında 23 Ağustos – 12 Eylül 1921 arasında 22 gün – 22 gece süren büyük savaş başarılmış ve Yunan orduları püskürtülmüştü. 1683’teki 2. Viyana kuşatmasından 239 yıl sonra ilk kez Batı karşısında gerileme durdurulmuştu, ancak ne yazık ki, öz yurt topraklarında..

Fakat işgal bitirilebilmiş ve Sevr tümüyle yırtılabilmiş değildi. Sevr uyarınca İtilaf devletleri hemen hemen tüm Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Bize koşullu olarak bırakılan orta Anadolu 286 bin km2 idi, o da gereğinde işgal edilebilecekti Sevr Anlaşması uyarınca ve bu toprak parçacığı salt Karadeniz’e açılabiliyordu. Ege, Marmara, Akdeniz ile deniz sınırı yoktu! M. Kemal Paşa, bu duruma isyan ile 30 Ağustos sabahı ordularına “Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!“ komutu vermişti. O dönemde Ege – Akdeniz bir bütün olarak görülüyor ve Akdeniz olarak adlandırılıyordu.

Anadolu’nun işgaline son vermek için bir “Kutsal İsyan“ başlatmak gerekiyordu Hasan İzzettin Dinamo’nun ünlü tarih romanına verdiği adla. Bu amaçla hazırlıklar olağanüstü zor koşullar ve yokluklar içinde yürütüldü 26 Ağustos’ta başlatılacak vatan savunması için. Daha 13 ay önce, Tekalif-i Milliye yasası ile perişan durumdaki Anadolu halkının elinde ne varsa yarısına saha sonra ödenmek üzere el konmuştu. Demiryolları imtiyazını Batılı şirketlere kapitülasyon olarak vermişti Osmanlı. Doğu cephesinden mühimmatı Batı’ya sevk edebilmek, ancak,
gayr-ı müslim tren makinistlerinin ensesine tabanca dayayarak olanaklı olabiliyordu.

Sayısı iki yüzbini aşan asker varlığı ve İngiltere’den “satın alınan“ ağır silahlarla Yunan ordusu
Batı Anadolu’yu işgal etmişti. Savaş hukuku diye bir şey tanımıyor, zulüm yapıyor,
ırza geçiliyordu. Elde ne kaldı ise denk bir askeri güç toplanmalı ve bu işgalci – talancı ordu Anadolu’dan sökülüp atılmalıydı..

İşte 26 Ağustos 1922 sabahına bu koşullarda (konjonktürde) gelinmişti. Mustafa Kemal Paşa, Malazgirt Meydan Savaşı kazanımları Sevr ile Osmanlı tarafından elden çıkarıldığı için,
bir tür rövanş, Sevr’in intikamı peşinde idi. Alpaslan’ın ve ordularının ruhları şad edilecekti yeniden. İşte bu tarih bilgisi, bilincidir ve başlıca moral – motivasyon kaynağıdır o yokluklar içinde. Mustafa Kemal Paşa, Mareşal rütbeli bir üstün asker olarak 15 gün içinde savaşı kazanabileceğini hesaplamıştı. Ancak 9 Eylül’de İzmir’e girildi ve plan 1 gün önce bitti.
Bunu da espriyle karşılayan ve .. kabahat bende değil.. çok çabuk dağıldılar… anlamında sözler söyleyen, Mustafa Kemal Paşa idi. Saldırı (taarruz) planlarını öbür Paşalar tümüyle onaylamamış, karşı çıkanlar olmuştu ama O, kendi sözleriyle, .. tarih önünde tüm sorumluluğu üstlenerek… kendi savaş planını üstün başarıyla uygulamıştı.

9 Eylül 1922’de 26 Ağustos 1071’in Sevr ile yitirilen rövanşı alınmış oldu.

Çanakkale savaşları kazanıldığında da Mustafa Kemal Paşa, “Hektor’un öcünü aldık.. “ diyerek Anadolu tarihi ve kültürüne –Troya’lılardan yana, Akha’lılara karşıt olarak– sahip çıkmıştı.

Mustafa AYDINLI : Kuşku yok ki 30 Ağustos, Anadolu halkının tarihinde emperyalizme karşı verilen mücadelede bir altın sayfadır. Ulusal övünç günüdür. Yakın tarihimize ilişkindir.
Fakat AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R. Tayyip ERDOĞAN’ın son iki yıldır,
varlığımızı borçlu olduğumuz yakın tarihimizi bırakıp 1000 yıl ötesine Malazgirt zaferine dikkat çekmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Ahmet SALTIK :  Öncelikle, Mustafa Kemal Paşa’nın uzun yıllar çok yakınında yer alan,
Devrim Tarihimizin canlı tanığı olarak yazan değerli yazar Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya
adlı yapıtından kısa bir alıntı yapmak isterim : (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, syf. 363)

  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”

Erdoğan’ın bu tür kaynaklar yerine tam tersine Cumhuriyet – Atatürk karşıtı kaynaklardan ve sınırlı ölçüde beslendiğini, yakın tarihimize ilişkin ciddi bir nesnel bilgi birikimi olmadığını hemen herkes biliyor ve görüyor. Dolayısıyla koşullandırmaların ürünü yanlış turum ve davranışlar sergiliyor. Bu saatten sonra değişmesini beklemek tam bir hayalcilik olur. Ancak siyasal yaşamın zorlamaları karşısında, politik opportünizm gereği kimi popülist davranışlar gözlenebilir. Böyle de olmakta nitekim ve AKP’nin Atatürk’ün mirasına sahip çıkan parti olduğunu (!) söylemeye dek irrasyonel sınırlara taşıyabiliyor söylemlerini. Hocası Erbakan da, yaşasaydı Atatürk’ün kendi partileri olan Refah’a katılacağını savlamaya dek ileri gitmişti!

26 Ağustos’ta Dumlupınar yerine başka yerlere gidenler… Alpaslan’ın 1071’de bize sunduğu Anadolu’yu, sizin övündüğünüz Osmanlı, Sevr ile Batı’ya terketti. Malazgirt ve İstanbul dahil. 3,5 yıl süren işgali, Osmanlı’nın düşmanla işbirliğine karşın Mustafa Kemal önderliğinde
bu halk sonlandırdı. Osmanlının kabul ettiği Sevr’i 1. Meclis yırtıp, onay verenleri vatan haini ilan etmese idi, bu gün ne Erdoğan ne de Etienne de la Boetie’nin ünlü deyimi ile gönüllü köleleri olurdu.. ve Malazgirt Türk toprağı değildi! Tarihe ve bu toprakların mazlum insanlarına ihaneti bırakın.. ATATÜRK havalanını hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç mi hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç gerek yokken kapatıp – taşıtıp, adını silip, Alpaslan Havaalanı yapmak, ülke ekonomik bunalımda iken Ahlat’ta saçma sapan gerekçe ile Saray hülyası kurmak.. çok yönlü oyunlardır ve tarih gerçekleri yazacak, bunları yapanları ise bu Ulus asla bağışlamayacaktır! Gerçek ulusal tarihimiz önemsiz gösterilip ikincilleştirilmekte, AKP iktidarı kendince seçenek (alternatif) tarihini yaratmaya çabalamaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılması da neredeyse Kurtuluş Savaşı düzeyine (!) yükseltilmeye çalışılmaktadır, resmi tatil yapılmıştır!

Mustafa AYDINLI : 30 Ağustos yalnızca Türk toplumu için değil, aynı zamanda Emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş savaşımı veren mazlum uluslara da örnek ve önder olmuştur. Öbür mazlum ulusların kurtuluş ve cesaretini tetikleyen bu utkunun (zaferin), dünyada yarattığı yankıları özetler misiniz?

Ahmet SALTIK : Önce Anadolu’daki yansımalarına bakmak uygun olur. Yunan askeri birlikleri İzmir’de denize döküldü. Ölenler ve ordu komutanı General Trikupis dahil tutsak edilenler dışında kaçabilenler, ne buldularsa denize açıldılar ve Yunanistan’a geri döndüler. Ancak
Türk ordusu karşısında geri çekilirken Batı Anadolu’da, Ege’de yapmadıkları mezalim kalmadı. Her yeri yakıp yıkarak çekildiler, köprüleri, yolları tahrip ettiler. Hayvan sürülerini taradılar
ve su kuyularına doldurdular.. Frengili (Sifiliz’li) askerlerine sardıkları battaniyeleri Ege köylülerine dağıtarak bu hastalığın salgın yapmasına neden oldular.. İzmir’i tam anlamıyla ateşe verdiler.. Bunları kin ve düşmalık adına değil, tarihsel nesnel bellek oluşması adına anımsatıyoruz. Buna karşın, savaşta tutsak alınan Ege Yunan ordusu komutanı General Trikupis, Mustafa Kemal Paşa’nın çadırında kendisine ikram edilen kahvenin ve insancıl davranışın (örn. kılıcının alınmayışının!) karşılığını adeta ödedi : Ölünceye dek her yıl, 10 Kasım’da Mustafa Kemal Paşa’nın Selanik’te doğduğu eve giderek saat 09:05’te saygı duruşunda bulundu. Türkiye’de iyi bilinen kimilerinin bağışlanmaz bir vefasızlıkla “.. 10 Kasımlarda Anıtkabir’de sap gibi durma.. “ benzetmesi yapması çok acı vericidir ve köklerini yozlaştırılan Türk Eğitim sisteminde, tekke-tarikatlarda aramak gerekir.

Ayrıca eklemeliyiz ki, Yunan kralı Venizelos, çok ağır 1922 yenilgisinden yalnızca 12 yıl sonra 1934’te, Mustafa Kemal ATATÜRK’ü Nobel Barış ödülüne aday gösterebilmiştir! Örnek bir davranıştır ve hem Mustafa Kemal Paşa’nın gerçek değeri için hem de Venizelos’un büyük devlet adamı oluşuna ilişkin net, güçlü bir kanıttır. Türkiye de, 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın zor koşullarında, Dumlupınar gemisi ile Yunanistan’a buğday yardımı yapmıştır.

9 Eylül’de Batı Anadolu’da Yunan işgalinin sonlandırılmasının ardından İzmir limanındaki İngiliz donanması da çekildi. Mustafa Kemal Paşa’nın orduları, “Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!“ komutunun gereğini yerine getirmişlerdi. Yengin (muzaffer) Başkomutan ordularını kuzeye, Bursa taraflarına yönlendirdi. İtilaf devletleri ateşkes (mütareke) istediler
ve 11 Ekim 1922’de Mudanya’da İsmet Paşa başkanlığındaki Türk kurulu (heyeti) ile
ateşkes antlaşması imzalandı.

Bu Antlaşma Kurtuluş savaşının askeri bölümünü bütünüyle bitiren bir antlaşmadır. Bundan böyle politik görüşmeler (müzakereler) dönemi başlamıştır. Bu sayede İstanbul ve Doğu Trakya, savaşılmadan kurtarılan yerler olmuştur. Büyük Taarruz ile Anadolu toprakları Yunan işgalinden kurtarıldıktan sonra Türk Ordusu İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya Bölgesine yönelmiştir. Doğu Trakya’da Yunan, İzmit ve Çanakkale’de İngiliz, İstanbul’da ise İtilaf Devletleri askerleri vardı. Daha sonra Türk birlikleri Çanakkale ve İzmit’e yönelince burada bulunan İngiliz askerleri ile çatışmaya girildi ve İtilaf Devletleri TBMM’ye çağrıda bulundular. Yeniden savaşılmadan İstanbul ve Boğazlar işgalcilerin elinden kurtarıldı. Bu yenilgiler yüzünden İngiliz Başbakanı L. George, görevinden istifa etmek zorunda kaldı. (https://antlasmalar.com/mudanya-ateskes-antlasmasi/, erişim 03.09.2018)

Hindistan özgürlük savaşımının öncüsü Mahatma Gandhi, tarihe geçen, .. Mustafa Kemal İngilizleri yenene dek biz onları yeryüzü tanrısı olarak biliyorduk.. sözlerini söylemiştir..

Ardından Lozan görüşmelerine geçilmiş ve bir ara Batının kapitülasyonlar için ısrarı yüzünden kesilen görüşmeler, son derece çetin pazarlıkların sonunda, 24 Temmuz 1923’te bitirilmiştir (8 ay!). Bu görüşmelerde de Türkiye’yi İsmet Paşa başkanlığında bir kurul ziyaret etmiştir.
(Kurulda bizim ailemizden hukuk profesörü Veli Saltık danışman olarak bulunmuştur.)

Lozan barışı ile günümüzde de geçerli Misak-ı Milli sınırları çizilerek Sevr Anlaşması yürürlükten kaldırılmış, Osmanlının başımıza bela ettiği kapitülasyonlardan kurtulunmuş
ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve tanınmış oldu. 06 Ekim 1923’te İngiliz birlikleri İstanbul’dan ayrıldı.. 16 Mart 1920’de gelmişlerdi, 3,5 yıl Osmanlı padişahının onayı ile kaldılar, hatta Vahdettin İngiliz Muhipleri (Sevenleri) Derneği kurdurmuş, üye olmuştu; işgali meşru, buna direnen Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını asi – isyancı ilan ederek,
Şeyhülislam fetvasıyla idam fermanı çıkarmıştı. Fatih’in 1453’te aldığı İstanbul’u son
Osmanlı Padişahı İngilizlere teslim etmiş, yeniden kurtaran ise Mustafa Kemal Paşa olmuştur.

Tüm bu zorluklara karşın emperyalizmin sıcak savaşta, meydanlarda yenilmesi ilk kez oluyordu. Ana hatlarıyla Çanakkale savunmaları, İnönü Savaşları, Sakarya ve Dumlupınar meydan savaşı başarıları, dünyada geniş yankı doğurdu. Yukarıda da değindiğimiz üzere, dönemin ABD’sinin yerinde olan, üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiltere ve ortakları (7 Düvel!) Türklere yenilmiş, İngiltere’de hükümet düşmüştü bu yüzden..

Lozan Barış Anlaşması ile Türkiye’nin bağımsız – egemen bir devlet olması onayalanınca, örnek olma etkisi daha da büyüdü ve Cezayir, Tunus, Hindistan başta olmak üzere ulusal kurtuluş savaşlarına umut oldu. Fransız sömürgenliğine karşı dövüşen Cezayirli özgürlük savaşçılarının göğsünde Mustafa Kemal Paşa’nın fotoğrafı vardı. Tunus ve Ceayir bayrağında bizimki gibi ay ve yıldız yer aldı. Dahası, onlarca yıl sonra Küba’nın, Bolivya’nın İspanyol sömürgeciliğinden kurtulması için yürütülen özgürlük savaşlarında öldürülen Dr. Che Guevera’nın sırt çantasından Mustafa Kemal Paşa’nın NUTUK’u çıkmıştı (Fransızcası)!
Keza Küba’nın efsane kurucu önderi Fidel Kastro da kurtuluş savaşlarında Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs Samsun stratejisini örnek aldıklarını Havana Büyükelçimize (Bilal Şimşir) belirtmişti.

Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde başarılan destansı Türk bağımsızlık savaşı, özellikle
2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında benimsenmek zorunda kalınan sömürgesizleşme (de-kolonizasyon) süreci için temel belirleyicilerden olmuş ve yeni kurulan BM (24 Ekim 1945) sistemi, pek çok sömürgeyi özgür – egemen ülkeler olarak üye yapmak zorunda kalmıştır. İnsanlık tarihine verdiğimiz bu katkılarla, Türkiye ve Türk Ulusu olarak övünebiliriz.

Mustafa AYDINLI : Emperyalist güçler ve uzantıları, 30 Ağustos sürecinde ne bekliyorlardı, neyle karşılaştılar, 30 Ağustosun tarihin akışındaki yeri nedir? Yenen ve yenilenler bağlamında 30 Ağustosun sonuçları nedir?

Ahmet SALTIK : Değerli Aydınlı, bu sorunuzu önemi ölçüde yukarıda yanıtlamış oldum sanırım. Eklemek gerekirse, Batı Anadolu’da Yunan işgali kesinleşecekti, Yunan ordusunun  yenilmesi akla – hayale gelecek şey değildi. İngiltere hem Büyük Yunanistan (Megali İdea) uğruna Yunanları kışkırtmış hem de bu savaşta onlara silah satmıştı. Ege’nin 2 yanı Yunanistan’ın olacak, Büyük İyonya yeniden canlandırılacaktı (ihya edilecekti).
Ayrıca Trabzon çevresinde de Rum Pontus Krallığı yeniden kurulacaktı. Boğazlar ve çevresi
İngiliz egemenliğine bırakılıyordu. Doğuda bir Kürt ve Ermeni devleti kurulacak,
Güneydoğu Fransızlara bırakılacaktı.. Yukarıda da değindiğimiz gibi, orta Anadolu’da şimdiki topraklarımızın 1/3’ü kadar, salt Karadeniz’e açılabilen, 286 bin km2 toprak bize adeta sürgün yeri olarak emaneten bırakılıyordu; gerek gördüklerinde buraların da işgali Sevr Anlaşmasına göre olanaklıydı. Padişah İstanbul’da kukla olarak tutulacaktı ancak TBMM 1 Kasım 1922’de Saltanatı kaldırınca (Lozan görüşmelerine TBMM hükümeti ile birlikte Osmanlı da çağrılınca), son padişah, İngiliz işbirlikçisi Vahdettin, 15 gün sonra, bir İngiliz zırhlısı ile (Malaya) kaçmak zorunda kalacaktı. Böylece Osmanlı Saltanatı fiilen sona erdirilmiş oldu. 1299’da Söğüt’te kurulan Osmanlı devleti, 10 Ağustos 1920’de resmen bitirilmiş idi.

1914’te 2,5 milyon km2 toprağı olan Osmanlı İmparatorluğu, topraklarının %90’ını yitirmişti. Sevr ile 286 bin km2 olarak öngörülen anayurt, tanımlanan Misak-ı Milli sınırlarına
Musul dışında ulaşılarak yaklaşık 800 bin km2 vatana erişilmiş oldu. Erdoğan’ın sarayında muhtarlara yanlış söylediği gibi değil.. Onca vatan toprağını Lozan’da yitirmedik,
tersine Sevr ile verdi Osmanlı; Lozan Anaşması ile, Sevr’de bize bağışlanan toprağın yaklaşık
3 katı elde edildi. 12 Ada da Lozan’da verilmedi, 1912’de İtalyanlara bıraktı Osmanlı.
Bir cumhurbaşkanı bunca önemli bir tarihsel bilgi hatasına nasıl ve niçin düşer,
takdirini okyucuya bırakalım.

Mustafa AYDINLI : 30 Ağustosu yeni kuşaklara tam olarak anlatabiliyor muyuz?
Sizce aksayan yönler var mı? Varsa nasıl olmalıydı?

Ahmet SALTIK : Ne yazık ki hayır.. Tablo, AKP iktidarıyla birlikte giderek daha da olumsuzlaşıyor.

Oysa SÖYLEV’inde (NUTUK’ta) Mustafa Kemal Paşa tüm gerçekleri yüzlerce belgeye dayandırarak yazıyor.. Hem tarih yapan hem de yazan olarak. Bakınız Sevr ve Lozan Anlaşmaları için karşılaştırarak ne söylüyor :

  • Saygıdeğer Efendiler, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri öteki barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!

Dikkat buyurulsun, Atatürk Sevr Antlaşmasını savaşta yenilen bir devlete dayatılan
herhangi bir anlaşma olmaktan farklı olarak;

Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış
– Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış
– büyük bir suikast!
– Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer

olarak tanımlamaktadır. Açıkçası Türk ulusunu – halkını Anadolu’nun ortasında hapsederek orada birkaç onyılda bitirmek, yok etmek ve tarihten silmek.. Yani apaçık SOYKIRIM!
Bir halkı, Türk halkını kökten yok etme planı ve suçu! Lozan Antlaşması ise bu planı
boşa çıkarmış, ulusun ve ülkenin bekasını sağlamış eşsiz bir başarının belgesidir;
Türkiye’nin hem tapusu hem de dokunulmaz tabusudur!

Yakın tarihimizin salt öğretimi değil, Türkiye’ye kol – kanat gerecek bilinç, sorumluluk ve özgüven kazandırmak üzere sistemli eğitimin verilmesi, ülkemizin bekası için zorunludur.

Mustafa AYDINLI : Sayın Hocam, verdiğiniz bilgiler için ÇORUM HABER ve Çorlu Devrim gazetelerinin okuyucuları adına teşekkür ediyorum.  Eklemek istediğiniz başka konular varsa eklemenizi rica ediyorum ve başka bir söyleşide görüşmek dileğiyle…

Ahmet SALTIK : Değerli Aydınlı, önemli hizmetiniz için sağolunuz. Çorum Haber Gazetesi
ile Çorlu Devrim Gazetesi ve sizin gibi aydınlık okuyucularını dostlukla selamlamak isterim.

30 Ağustos Zafer Bayramı bir kez daha kutlu olsun 96. yılında! 1. Dünya Paylaşım Savaşını kazanan ülkelere karşı yenilenler arasından ulusal kurtuluş savaşımı başlatabilen olmadı.
Devasa Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalandı, koca Almanya’ya çok ağır Verasilles Antlaşması dayatıldı, çıt çıkmadı. Yalnızca Anadolu halkı Büyük Atatürk öncülüğünde
isyan etti (Kutsal İsyan; H. İzzettin Dinamo) ve meşru savunma direnişi ile, son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in onayladığı Sevr Antlaşmasını ”yok” sayarak, imzalayanları hain ilan etti ve gerçekte soykırım amaçlı Sevr’i tarihin çöplüğüne attı. İşte 30 Ağustos Zaferi ve ardından Lozan Barış Antlaşması, böylesine büyük bir varoluş kalkışmasının, soykırımı hedeflenen bir ulusun öz savunmasının (nefsi müdafaa!) özgürlükçü onur belgesi ve anahtarıdır.
(Kutsal Barış; H. İzzettin Dinamo)

Yüce ATATÜRK, neredeyse yüz yıl öncesinden hala günümüze ışık tutuyor :

  • ”Bilelim ki, kazandığımız başarı ulusun kuvvetlerini birleştirmesinden ileri gelmiştir.
    Aynı başarıları ileride de kazanmak istiyorsak, aynı temele dayanalım ve aynı yolda yürüyelim.”

Oysa AKP iktidarı, 16 yıldır kendisine oy verenler ve vermeyenler diye niteleyerek ulusumuzu ikiye böldü. Tabanını pekiştirmek (tahkim etmek) üzere bu yöntemi ağır düzeyde ve sürekli kullandı. Seçim kazanma uğruna ulusun bütünlüğü feda edildi. Bu politika olağanüstü yanlış, hemen durdurulması gereken stratejik bir hatadır.

Yurtta barış, dünyada barış“ sözleri Mustafa Kemal ATATÜRK’ün uluslararası yazına (literatüre) çok değerli bir evrensel armağanıdır.

Yüce önder Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşımızın şehitlerine, merhum gazilerine minnet ve şükranımız sonsuzdur.

Bu borcu ödemenin tek yolu, kutsal emanet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek bağımsız – onurlu yaşatmaktır.

Hakiki cumhuriyetçiysen Kürt hareketiyle çözüm ararsın

Hakiki cumhuriyetçiysen
Kürt hareketiyle çözüm ararsın

Prof. Dr. Korkut Boratav

AKP’nin de-facto bir İslamcı rejim inşa etmeyi ve cumhurbaşkanlığına süresiz dokunulmazlık kazandırmayı öncelik edindiğini söyleyen Prof. Korkut Boratav’a göre AKP ile Fethullahçılar çatışmasalar, önlerini kimse alamazdı. Öte yandan Boratav’a göre mevcut gidişata karşı durabilecek toplumsal ve siyasal güçler ortak bir cephe oluşturamaz ama ortak bir muhalefet inşa edebilir. Boratav, laik-demokrat Kürt hareketiyle “aydınlanmacı Kemalistler” ve bunun ortasında kalan muhaliflerin tek seçeneğinin de ortak muhalefette olduğu görüşünde.

Bir yanda defnedilmiş bir anneyi toprağın altından çıkarmakla tehdit eden ırkçı güruh, diğer yandan bu vahşetin dehşetine kapılanlar. Türkiye ortadan ikiye değil, her yanından çatlayıp yüzlerce parçaya bölünmüş görünüyor. Kendinden başka herkesi düşman belleyenlerin başlattığı savaşa karşı direnenler de var, onlara uyum sağlayanlar da; bu dehşet saçan vahşete karşı direnenler de var, sessiz kalıp seyre dalanlar da. Peki, tarihin neresindeyiz? Bu sorunun yanıtını kestiremeyecek düzeyde karanlık bir tünelde gibiyiz.
*****
………………….
…………………….
MUSTAFA KEMAL ve İNÖNÜ PROLETARYA DEVRİMCİLİĞİNE RAKİPTİR

Peki bu ülkede neden çoğunlukla sağ akımlar egemen oldu?

Aydınlanmacı akımın egemen olduğu dönemleri unutmayın. Türkiye’deki Ortaçağ kurumlarını tasfiye eden büyük dönüşümü sağ değil, aydınlanmacı kanat yapmıştır. Hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, tevhid-i tedrisat, tekke ve zaviyelerin kapatılması…

Ama çok partili hayata geçişle birlikte çeşitli kesintiler bir yana Demokrat Parti,
Adalet Partisi, ANAP ve AKP’ye kadar devam eden bir süreç var.

Büyük dünya dengeleri içinde Türkiye, esas olarak Amerikan yörüngesine oturmayı tercih etti. İsmet Paşa’nın bütün aydınlanmacı özelliklerine rağmen, Sovyet sempatizanlığının sınırı vardı. Mustafa Kemal’in de vardı. Her ikisi de sosyalist değil ve aydınlanmacılıkları sosyalizme varılmaz. Marksist literatürle konuşacak olursak, küçük burjuva devrimcileri olarak proletarya devrimciliğiyle rakiptirler. Birleşebilirlerdi ama bu biraz da iç sınıfsal dengelere bağlıydı.

Mustafa Kemal, Milli Mücadele’yi kongrelerle örgütledi; Sovyetleri örnek aldı. Ama Türkiye toplumu kongrelerinin bileşimini esas olarak Anadolu’nun orta ve üst mülk sahibi sınıflarının katılımıyla gerçekleştirdi. Küçük burjuva radikalizmi o sınıfları sürükledi. Dolayısıyla bu bir proleter devrimciliği değildi ve aralarında daima bir mesafe oldu.
******
……….
………
SARRAF DAVASINI AMERİKAN USULÜ
BİR UĞUR MUMCU YAZINCA ANLAYABİLECEĞİZ

Sizce Batı şu an nasıl bir Türkiye tahayyül ediyor?

Siyasi odaklar büyük ihtimalle Türkiye için daha ılımlı bir geçiş modelini tercih edecekler. Yani keşke büyük bir koalisyon gelse diyorlardır. Fazla belirsizleşen bir iktidar yerine daha istikrarlı bir ittifak oluşması özlemleri olduğunu tahmin ediyoruz. Ama bu özlemi hayata geçirme manivelaları yoktur. Onun için kısa vadede gidişat değişmeyecek, acılarını da biz çekeceğiz.

ABD, Rıza Sarraf davasından ne amaçlıyor sizce?

Amerika’nın amaçlarının ne olduğu; kimlerce manüple edildiği belli değil şu an. ABD yönetiminin büyük bir karışıklık ve belirsizlik içinde olduğunu biliyoruz. Onun için bu davanın iç dünyasını deşifre etmek çok zor. Mesela Trump’a yakın bir isim olan Rudolph Giuliani, Sarraf tarafından avukat olarak tutuldu ve Türkiye’ye geldi. Trump’ı mı, müvekkilini mi yoksa Türkiye yöneticilerini mi temsil ediyor, bilmiyoruz. Burada kiminle ne görüştüğü de belli değil. Sarraf, New York Federal Mahkemesi’nde yargılanıyor. Suçlamaları yapan Bharara görevden alındı, yeni atanan savcı devam ediyor. New York Federal Mahkemesi’nin savcısı büyük ihtimalle Trump tarafından atanmıştır. Trump’ın iradesine rağmen bu suçlamalara devam eder mi, etmez mi? Trump’ın henüz tam kontrol edemediği bir de Adalet Bakanı var. Dolayısıyla bu iş kontrolden çıkmış dahi olabilir. Bir gün Amerikan usulü bir Uğur Mumcu bunları yazacak ve biz de o zaman hikâyeyi anlamış olacağız.
===========================================
Dostlar,

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinin nam salmış (duayen) hocalarından yaşı 80’i aşan (13 yıldır emekli) Sayın Prof. Dr. Korkut Boratav ile yapılan 9 sayfalık kapsamlı bir söyleşiyi paylaşmak istedik. Söyleşinin künyesi şöyle :

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr  15 Eylül, 2017
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/09/15/korkut-boratav-hakiki-cumhuriyetciysen-kurt-hareketiyle-cozum-ararsin/

Yazı uzun olduğundan giriş, gelişme ve sonuçtan seçmeler sunduk.

Tam metin için lütfen tıklayınız : Hakiki_cumhuriyetciysen_Kurt_hareketiyle_cozum_ararsin

Sevgi ve saygı ile. 14 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

LOZAN’A SALDIRMAK TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN VARLIĞINI – BİRLİĞİNİ İNKAR ETMEK ve EMPERYALİZMİN SEVR CEPHESİNDE YER ALMAKTIR

istanbul_barosu_logosu

LOZAN’A SALDIRMAK TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN VARLIĞINI – BİRLİĞİNİ İNKAR ETMEK ve EMPERYALİZMİN
SEVR CEPHESİNDE YER ALMAKTIR

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır…)

Lozan Antlaşmasıyla var olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişinin, tarihi gerçeklerden yoksun, hangi ruh köklerinden beslendiğini tahminde zorlanmadığımız bir tutumla Lozan’ı küçümsemesi, Milli Mücadele Kahramanları olan Lozan delegasyonu ve başkanına yönelik ağır suçlamaları üzerine konuya ilişkin düşüncelerimizi kamuoyuyla paylaşma gereği duyulmuştur.

Emperyalizmin dilinde Şark Sorunu (Doğu Meselesi) Osmanlı imparatorluğunun paylaşımı ve tasfiyesi projesi idi.  Bu paylaşım sulh yoluyla, masa başında halledilemeyince savaş kaçınılmazlaştı. 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın çıkış nedeni Osmanlı mirasının yağmalanmasıdır.

Birinci Paylaşım Savaşının mağlubu Osmanlı İmparatorluğuna imzalatılan Mondros Ateşkesi sonradan dayatılacak intihar belgesinin, yani Sevr’in önsözü olarak tasarlanmıştı.

Türk milleti ya yok oluş ve zilleti kabul edip tarih sahnesinden temelli silinecek ya da “Ya İstiklal, ya ölüm” parolasıyla son savaşını yapacaktı. Ara çözüm olarak mandayı, yani emperyalizmin vesayeti altına girmeyi önerenlere karşı da cevap benzer şekildeydi: “Mandadan evvel İstiklal!”

Bağımsızlık Savaşının lideri Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadelenin meşruiyet kaynağı TBMM’nin Başkanı olarak sivil, TBMM Ordularının Başkomutanı olarak askeri önderliği olmak üzere iki ağır görevi birlikte yürütmüştür.

Payitahtta Saltanat ve Hilafet Makamının fuzuli şağili Vahdettin ile Mütareke işbirlikçilerinin 10 Ağustos 1920’de gözü kapalı imzaladıkları Sevr paçavrası, Türk Milletinin azim ve kararlığı sonucu ulaşılan zaferle  tarihin çöplüğüne atılmıştır.

Sıra cephede kazanılan askeri zaferin diplomatik sahada tescillenmesi, Yeni Türk Devletinin uluslar arası meşruiyetinin sağlanmasına nin muzaffer komutanı İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa tarafından Lozan’a gidecek Türk heyetinin başkanı (AS: Dışişleri Bakanı) olarak görevlendirilmiştir. Emperyalistler Osmanlı zamanında elde ettikleri ekonomik ve siyasal ayrıcalıkları (AS: imtiyazları, kapitülasyonları) bırakmak istememektedirler. Türkiye’yi ve Türk milletini askeri zaferi anlamsız kılacak bir sömürge olarak denetimlerinde tutma hesapları içindedirler.

Uzun ve çetin müzakereler sonucunda emperyalizmin diplomasi kurtlarına karşı haklı ve mazlumların temsilcileri galip gelecektir. Heyetimiz Lozan’da yalnızca Türklerin değil mazlum Şark milletlerinin direncinin ve taleplerinin de temsilcisi olarak görülmüştür.

Atatürk Lozan Antlaşması için: “Bu antlaşma Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın ortadan kalkmasını ifade eder bir belgedir.” demektedir.

Lozan, siyasi ve hukuki meşruiyeti tescillenmiş bir devletin yurttaşları sıfatıyla hepimizin paydaş olduğu müşterek tapu olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’nin hasmı olsun, dostu olsun yabancı kişi, kurum ve devletlerin Lozan’la ilgili değerlendirmeleri Türkiye’nin tapu senedi olduğu yolundadır.

Durum böyle iken politik dünyamızın, siyasi iktidarın zirvelerinde bulunan kimilerinin Lozan’la ilgili olumsuz değerlendirmelerinin, bir türlü içlerine sindirememelerinin nedenleri üzerinde düşünülmelidir. Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya karşı teslimiyetçi Mütareke hükümetlerinin, işbirlikçilerin, Sevr imzacılarının safında bulunanların günümüzdeki manevi mirasçılarının Lozan’la ilgili takıntıları bahsettiğimiz geçmişte aranmalıdır.

Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Birinci Cumhurbaşkanı ile son Cumhurbaşkanı’nın Lozan’la ilgili değerlendirme ve yaklaşımlarının birbirine tümüyle
ters olması ülkenin sürüklendiği yerin ibretlik örneğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle, uluslararası meşruiyetini sağlayan hukuk belgesiyle sorunlu bir Cumhurbaşkanının, ayaküstü, tarihsellikten ve bilimsellikten yoksun bir kıraathane söylemi tutturması, Türkiye’nin dışarıdaki saygınlığını da ciddi ölçüde zedelemektedir.

Cumhurbaşkanı 29.09.2016 tarihli muhtarlara yönelik konuşmasında, TBMM tarafından onaylanmış ve hukuki manada kesinleşmiş Lozan’la ilgili küçümseyici, alaycı  beyanları, dilinden düşürmediği milli irade ve Yasama organının  üstünlüğü söylemini  inkar anlamına da gelmektedir.

Cumhurbaşkanının Lozan Antlaşmasının 93. Yıldönümü nedeniyle yayınladığı ve halen Cumhurbaşkanlığı resmi sitesinden silinmemiş olan  mesajından alıntılanan aşağıdaki ifadeleri kendilerine hatırlatmak istiyoruz:

Bugün, Cumhuriyetimizin kurucu belgesi olan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının 93. yıldönümüdür.

Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir.

Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.

Lozan Antlaşması’nın içeriği, bu anlamda başta milli irade ve demokrasi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu temel ilkelerin değeri, bugünlerde çok daha iyi anlaşılmaktadır.”

Bu hatırlatmadan sonra da Cumhurbaşkanına sormak istiyoruz: Lozan’la ilgili hangi tarihli beyanınız gerçek düşüncenizdir? Hangisi muhtemel bir aldatılma sonucu söylenmiştir?

Cumhurbaşkanından beklentilerimiz, Lozan’ın kazanımlarının göz ardı edilmesi anlamına gelen gerçek dışı, anlamsız polemiklere bir an önce son verilmesidir.  Uluslararası diplomatik zaferle elde edilen ve tescillenen siyasi sınırlarımızın, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizin, Hatay’ın, İskenderun’un güvenliğinin ve huzurunun sağlanmasıdır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin siyasi varlığının sürdürülebilmesi konusundaki tutarlılık ve kararlılığın sürdürülmesidir.  Mevcut iktidar döneminde Lozan’a ve uluslararası hukuka aykırı olarak Yunanistan tarafından el konulmuş olan adalarımızın işgalden kurtarılmasıdır. Son beklentimiz ise bu tür istisnai makamlarda bulunanların o makamların ağırlığının ve saygınlığının hakkını vermeleridir.

Emperyalizme karşı destansı bir mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi ve tapusu olan Lozan Barış Antlaşmasını, başta Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü olmak üzere kurtuluş kahramanlarını Türk Milletinin gönlünden ve vicdanından silmeye ve itibarsızlaştırmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.

İstanbul Barosu Başkanlığı

=======================================

Dostlar,

Tayyip beyin ABD ziyaretinin hemen ardından –orada kapalı kaılar ardında mneler geçti ise– ülkemizin uluslararası hukukta tapusu ve tabusu  olan Lozan Antlaşması’na saldırmaya cüret edebilmesi küçümsenecek ve geçiştirilebilecek bir olay değildir. Biz olayı BOP çerçevesi içinde değerlendirmeyi uygun görüyoruz. Tayyip bey kameralar önünde onlarca kez “BOP Eşbaşkanı olduğunu ve bu görevi yaptığığını” kendi ağzıyla adeta böbürlenerek açıklamıştır. Bu Projenin Türkiye’yi de parçalamayı öngördüğü, yayımlanan haritalardan ve makalelerden anlaşılmaktadır. Erdoğan’ın 15 Temmuz 2016 ABD destekli FETÖ’cü darbe girişimiyle ülkemizde elinin çok zayıfladığı bir kesitte kartlar yeniden karılarak önüne kimi yeni misyonlar sunulmuş olması kuvvetle olasıdır. Bu olasılık dehşet vericidir.. Tıpkı Tayyip beyin Abramowitzler tarafından keşfedilerek Başbakanlığa hazırlanması, AKP’nin kurdurulması…. gibi..

İstanbul Barosu, yukarıdaki basın açıklaması metnini 2 gün önce 11.10.2016 günü güncelledi. Anımsanacağı üzere biz de “ERDOĞAN LOZAN ANDLAŞMASI’na NEDEN SALDIRIYOR?” başlıklı bir makalemizi web sitemizde yayımlamıştık
(http://ahmetsaltik.net/2016/10/01/erdogan-lozan-andlasmasina-neden-saldiriyor/).

bop_haritasi

BOP (Büyük Ortadoğu Planı) haritası yukarıdadır. Tayyip bey, bu planın gerçekleştirilmesi için ABD başkanları ile eşbaşkan olarak görev yaptığını kendi ağzıyla, kameralar önünde kezlerce yinelemiştir. Harita 2006 Haziran’ında ABD Silahlı Kuvvetleri Dergisinde E. Alb. Ralph Peters imzalı “KAN SINIRLARI” başlıklı makalede yayımlanmıştır :

Peters, R. Blood Borders. US Armed Forces Journal, www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899

Duyumlar değil belgeler ortadadaır.

Bu resmi haritaya göre Tayyip beyin görevi Türkiye’yi bölüp – parçalamak mıdır??

20 milyonu aşkın AKP seçmeni Tayyip beye bunun için mi oy vermektedir??
Bir ülkenin başına bundan daha vahim ne gelebilir??
Erdoğan yarın BOP eşbaşkanlığı görevinden ayrıldığını açıklasa bile ne ölçüde inandırıcı olabilir ve yıllarca bu doğrultudaki çabaları ve sonuçları bir çırpıda silinebilir mi??

Konunun çok ciddi olması nedeniyle her 2 yazının bir kez daha site okurlarımızca okunmasının ve arşivlere konmasının çok yerinde olacağını düşünüyoruz..

Belki vicdanlı AKP’liler uyanır da bu lanetli gidiş ve oyun daha çok gecikmeden bozulabilir!
Durup dururken BAŞKANLIK konusu neden gündeme getirildi? MHP’ye ayar verenler kimler??

BOP Eşbaşkanlığı görevini yerine getirmek = Türkiye’yi bölmek için kadir-i mutlak Başkan olmak gerekiyor anlaşılan Türkiye’ye! Stepne parti o yüzden mi konuşturuluyor??

Türkiye bu yıkıcı oyuna gelecek mi ??
Hiç ama hiç sanmıyoruz.. Gelmeyeceğini umuyoruz, diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
13 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

BİR 17 NİSAN DAHA GELDİ

BİR 17 NİSAN DAHA GELDİ!

ZEKİ KENTEL

17 NİSAN KÖY ENSTİTÜLERİ…!
Köy Enstitüleri’ni kimin kapattığı, kimin kapatmaktan beter ettiğini…
ANADOLU’NUN DİNAMİĞİ ÜLKENİN KALKINMASINA NASIL KATILACAK…?
KÖYE RAĞMEN KÖY İÇİN, MİLLETE RAĞMEN MİLLET İÇİN NASIL OLUR…?
17 NİSAN KÖY ENSTİTÜLERİ...!

Değerli Dostlar,

1940’lı yılların başındayız… Alman orduları; Volga kıyılarında Stalingrad’ta, Bulgaristan’da, Yunanistan da Türkiye sınırlarında, Meriç kıyılarında. Türkiye; yurdun savunması ve bir Alman işgali yaşamamak için 20 yaş kesimi (1317 – 1336 / 1901 – 1920 doğumluları) insanını silâh altına almış. Kahraman ordu, Trakya’da insan boyu kar, diz boyu çamurda yüzbinlerin üzerinde Mehmetçiği ile çadırlı ordugâhta… Ordugâhın savaş hazırlıkları ve yer değişimleri Mehmetçik yaya, malzeme ve mühimmat öküz arabaları, talikalar ve katırlar ile büyük zorluklar içinde yapılıyor. Milli Mücadele’nin yaralarını saramamış yeni devlet, 2. Dünya Savaşı’na girmeden savaşa girmiş kadar zor koşullar içinde. Ekmek, aş yok… Hayvana sap yok, saman yok… Kışın soğuğundan, yazın sıcağından barınacak yer yok…! Cephane var mı, yok mu bilmem ama asker süngü hücumu ile saldırı ve savunma ağırlıklı talim ve terbiye görüyor…!

Haydarpaşa Asker Hastanesi tüm katları, koğuşları ve koridorları; iki katlı ranza, iki katlı kereste raflarda ot yataklarda; soğukların, yoklukların hastalıkların içinde (tifus, ciğer, uyuz, sıtma, zafiyet vb.) şifa bekleyen Mehmetçiklerle koyun koyuna dop dolu. Yeni gelen hastalara boş yatak yok. İlâç yok. Yerli aspirin taklitleri. Kaput bezinden sargılar. Şifayap olan da yok. Eli ayağı tutan memleketine 6 aylık hava değişimi ile gönderiliyor.

İşte bu yokluk ve yoksulluk içinde devlet, bu yokluk ve yoksulluğu kırmak için köye okul götürmek, köylüyü okutmak istiyor. Cumhuriyetle birlikte ülkenin gelişip zenginleşmesinin, kalkınmasının başlangıç noktasının köy olacağı kafalara DANK etmiş durumda. 17 Nisan 1940, Köy Okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirme, yöre kalkınmasında etkin bir görev üstlenmek üzere Türkiye koşullarına özgü eğitim kurumları yasası TBMM’de kabul ediliyor.

Zeki Kentel’in babası Trakya’da bu çadırlı orduğâhta iki yıl geçirdi ve çevresinin diz boyu çamur ve insan boyu karla kaplı o çadırda genç yaşta ömrünü tamamladı. Şehirde yaşama şansımız kalmamıştı. İlkokul diplomamı babama göstermek kısmet olmadı. Annem ile köye, eğitmen olan dayımızın yanına döndük… Dayının çocuklarıyla birlikte kendine zor yeten çorbasına şehirden iki kaşık daha katılmıştı. Babasız yetim kalışının ardından okumak için çırpınan, ailenin de okutmak için çırpındığı, tek suçu şehir ilkokulu mezunu olduğu için Zeki Kentel, KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ‘nün kapısından geri döndürüldü… Belki tüm yaşamı boyunca KEPİRTEPE özlemini, ülke kalkınmasının, köy kalkınmasının rüyalarını süsleyen coşkularının sıcaklığını ve bilincini hiç yitirmeden yaşayan ve yaşatan, ileri yaşında ülke sorunlarına aykırı ve sıradışı yaklaşım içinde bir Zeki Kentel, KÖY ENSTİTÜLERİ gerçeğine aykırı ve sıradışı bir yaklaşım ile karşınızda. Cumhuriyet Türkiyesi’nin ülke gerçeğine, kendi öz kaynaklarına dayalı olarak kurduğu bir eğitim sisteminin adıdır KÖY ENSTİTÜLERİ. Yabana muhtaç olmadan kendini yeniden üreten, kendini, kendi kendine üretken bilgi ve beceriyle donatan bir eğitim kurumunun adıdır KÖY ENSTİTÜLERİ.

O günlerin KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ’nün basit yün-aba giysileri içinde köy çocukları, Ankara HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ‘nün temelinde, kerpicinde, duvarında, çatısında emeği olan köy çocukları, ülkenin imarına ellerinin nasırlarını bıraktıkları, yeni nasırlar kazandıkları, ülkede büyük bir hızın, büyük bir değişimin kıvılcımları olmuşlardır. Her yıl 17 Nisanlarda panelde, söyleşide, köşe yazısında, ekranda KÖY ENSTİTÜLERİ üzerine konuşulanları dikkatle izlerim ama sadece izlerim. Bu izlediklerimden kendi dağarcığıma hemen hemen hiçbir şey girmez. Onlar bir kulağımdan girip diğerinden çıkan nostaljilerini, özlemlerini, masallarını anlatırlar. Bunları izlerken gözlerimin önünde hangi anıların, hangi acı gerçeklerin ve hangi özlemlerin dolaştığını sizlere ifade edecek bir gücüm yoktur. Yaşamını, geçimini, çocuklarının yetişmesini sanat okulunun verebildiği üretken bilgi ve elbecerisi ile sağlamış bir kişiden edebi benzetmeler elbette kimse beklemeyecektir.

30-40 senedir bu konuda KÖY ENSTİTÜLERİ hakkında sadece özlemleri dile getirenleri yadırgadığımı da, belki yazımın en sonunda söylenmesi uygun olacak bir sözü yeri geldiğinde yazımın başında da söylemekten çekinmeyeceğimi ve aykırı olacağımı belirtmeliyim. EVET, 1936’larda askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan köy çocukları 6 ay süreli tarımsal uygulamalı kurslarda yetiştirilerek köylerinde eğitmen oldular. Bu deneyimlerin ardından, uygulamaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine ülke eğitimine daha köklü çözüm getirmek amacıyla 17 Nisan 1940, Köy Okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirme, yöre kalkınmasında etkin bir görev üstlenmek üzere Türkiye koşullarına özgü eğitim kurumları yasası TBMM’de kabul edilmiştir. Köye okul girişi 1937 ve 1939 yıllarında Saffet Arıkan‘ın ve Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı ve İsmail Hakkı Tonguç‘un ilköğretim Müdürlüğü dönemlerinde etkin olarak ülke gündeminde kendine lâyık olduğu yeri almıştır. KÖY ENSTİTÜLERİ’ne 5 yıllık köy ilkokulunu bitirenlerle, köyün kendi, sadece okuma yazma bilen insanından 6 ayda eğitmen olarak yetiştirilenlerin okuttukları 3 yıllık köyokullarından çıkan 2 yıllık hazırlık sınıfı okuyan sadece ve sadece köy çocukları alınıyordu.

Sayıları 20’ye ulaşan KÖY ENSTİTÜLERİ’nde genel bilgi ve kültür derslerinin yanı sıra tarımsal ve teknik üretken bilgi ve beceriler kazandırmaya yönelik uygulamalı dersler ağırlıklı idiler. Böylece ENSTİTÜLERİ’N kendi altyapı sorunları da devlete yük olmadan kendi üretkenliği içinde çözülmüs oluyordu. Evet, idealler güzeldi. Fakat bu güzel ideallerın yanında sosyal güvenlik başta olmak üzere birçok eksiklikler vardı. Bu çocuklar kendilerini vatan ve millet için bir kurbanlık görmenin ezikliği içinde idiler. Yasada, zorunlu yirmi yıllık göreve karşılık olarak, değişmez yirmi lira aylık ile hiçbir zaman uygulamaya konulamayan, ekip biçebileceği kadar arazi, hayvan ve araç – gereç verileceği yazılı idi. Cumhuriyetin üzerine kurulduğu mantık içinde, içinden çıktıkları köyün geleneğinden, örflerinden koparılmışlardı. Sanki köydeki kalkınma köylüsüz olacaktı. Sanki köye rağmen köy için mantığı ile yetiştirilmişlerdi. Köyde bir şeyleri kırmak istiyorlardı. Kendilerine öğretilenlere göre belki haklıydılar ama alacakları yoktu. Kendi öz köyünde kendi öz köylüleri ile, kendi insanları ile çatışmalar yaşadılar. Köy ile, Anadolu ile bütünleşmeleri zayıf kalmıştı. Ayni dili konuşamıyorlardı.

Aslolan köyünden kopmadan köylü ile birlikte olmanın sırrı öğretilememişti. Köylünün, kendi çocuklarına sahip çıkması için gerekli ortamın sırrı, davranış biçimi henüz keşfedilmemiş ve öğretilmemişti. Millete mal edilemediler. Kendilerini içinden çıktıkları köye kabul ettirebilmelerinde karşılarına büyük zorluklar çıktı. Bunun için de daha yeşermeden, çevresini yeşertmeden Anadolu’nun dinamiğini ülkenin kalkınmasına katacak Anadolu kırsalının gençliğine karşı acımasız saldırılar yapıldı. Bu acımasız saldırılara karşı hiç kimsenin ama hiç kimsenin gıkı çıkmadı. Evet bir yanlışlık ve bir eksiklik vardı ama kimse buna kafa yormadı, kimse bu soruya yanıt vermek için kendisini üzmedi…. Anılan süreçte, ülkede sürüp giden komünist suçlamasından bu okullar en ağır şekilde nasiplerini aldılar. Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Türk Milli Eğitimine büyük destek veren ve bu okulların kuruluşuna büyük katkısı olan İsmet Paşa bile Hasan Ali Yücel’i ve kendi eseri olan okulları savunmadı. Hasan Ali Yücel bu okullar yüzünden komünizmden suçlu bulundu ve ceza yedi.

Bulunduğum okula, amacı ülkeye kaliteli ve kalifiye işçi yetiştirmek olan bir okula, mezunu olmakla kıvanç duyduğum bir okula, bir spor karşılaşması için beyaz yün ceket-pantolon içinde gelen kız-erkek Anadolu pırlantaları karşılaşma süresince, onlar kadar çulu olmayan sınıf arkadaşlarım tarafından Moskof …., vb. hakaretlere maruz kaldılar. Köylülük bilinci ile karşı çıkışıma bir meydan dayağım eksik kalmıştı. Bugün kuruluş yıldönümlerinde ağıtlar yakan gazetelerin köşelerinin ve manşetlerinin 1950 öncesinde ve sonrasında Kenan Öner’den geri kalan yanları yoktu. Demokrat Parti‘den mebus olmak isteyen, hızlı Atatürkçü (açık olarak yazıyorum, Nadir NadiCumhuriyet, SESSIZ KALARAK) ve başkaları bu saf Anadolu çocuklarına ve okullarına en ağır suçlamaları yaptılar. Bu pırlantalar, askerlik görevini yapmak üzere geldikleri yedek subay okullarında komünist ön yargısı ile “Gözün üstünde kaşın var” kabilinden suçlamalarla kıtalara onbaşı – çavuş olarak çıkarıldılar. Ne yani ayak takımı başımıza bir de subay mı, amir mi olacaktı…!

1946’lı yıllarda İsmet Paşa’nın ülkeye bela ettiği demokrasi! ilkönce bu okulların başını yedi. Öyle ki, KÖY ENSTİTÜLERİ’ne karşı yapılan acımasız saldırılarda okulların kurucusu olan CHP hükümetleri bu okulların yıkımlarının öncüsü oldular. Köy Enstitüleri kapatılırken bu kurumlarla bütünleşmiş olan bir avuç insanın ve Anadolu çocuğunun içine düştükleri acılarından hiç kimsenin ama hiç kimsenin haberi olmadı. Şimdi bana kızacaklar olabilir. Ama işte gerçek bu. Ben KÖY ENSTİTÜLERİ üzerine en az 40 yıldır doğru veya yanlış konuşan, arada sırada da bir şeyler yazan kişi olarak, maalesef gerçek bu. Bana, İsmet İnönü başta olmak üzere, Halide Edip Adıvar, Nadir Nadi, Fethi Okyar, Makbule Atadan, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Şemsettin Günaltay, Celal Bayar ve başka birçok Milli Mücadele adamının (Gazi Mustafa Kemal‘in devrimlerinin en yakın arkadaşlarının) aynı çelişkiyi yaşamadıklarını kim söyleyebilir? Geride başka adam mı kaldı ki….?

BUNLARIN HANGİSİ KÖY ENSTİTÜLERİNİ SAVUNDU…? HİÇ KİMSE SAVUNMADI…!
BUGÜNKÜ KÖY ENSTİTÜLERİ SAVUNUCULARININ HEPSİ, O GÜNLERİ YAŞAMAYANLARIN HEPSİ SADECE BİR NOSTALJİYİ, BİR HAYALİ, BİR ÖZLEMİ, BİR HİKAYEYİ SAVUNUYORLAR…… EVET…. KÖY ENSTİTÜLERİ, Türkiye’nin çağdaşlığı yakalaması için gerekli Samurayları yetiştirecek kurumlar olmamaları için bir neden yoktu… Ama bildiğiniz gibi Japon mucizesi, kaynağını kendi dinamiklerinden, kendi geleneğinden, örfünden alıyordu. KÖY ENSTİTÜLERİ, KÖYLÜ VEYA ANADOLU HALKI İSTEDİ DİYE KURULMAMIŞTI. KAPATILMALARI DA YİNE KÖYLÜ VEYA ANADOLU HALKI İSTEDİ DİYE KAPATILMADI. BURADA ANADOLU GERÇEĞİNDEN SOYUT BAZILARI AĞALARDAN, KIRSALIN AĞALARINDAN SÖZ EDERLER. BURADA SÖZÜ EDİLECEK AĞA KIRSALIN KENDİSİNDEN HESAP SORACAĞI KORKUSUNU YAŞAYAN EGEMEN OLİGARŞİNİN AĞASIDIR. KİMLER KURDU İSE KAPILARINA KİLİT VURULMASI DA ONLAR ELİYLE OLDU! KÖY ENSTİTÜLERİNİN BAŞARISIZLIKLARI KÖYE RAĞMEN KÖY İÇİN YANLIŞLIĞINDAN KAYNAKLANMAKTADIR.

BİZ SEKSEN YILDIR BİR ÇUVALDIZ BOYU YOL ALAMADIYSAK, BUNUN EN BAŞTA GELEN NEDENİ MİLLETTEN SOYUT, ONUN DİNAMİĞİNDEN HABERSİZ KENDİ İÇİMİZDEN ÇIKARDIĞIMIZ, ÖZÜMÜZE YABANCI YETİŞTİRDİĞİMİZ EGEMEN OLİGARŞİDİR. Demokratlığı kimseye bırakmayanlar, KÖY ENSTİTÜLERİ’ne ağıt yakanlar durumu bir kez de Anadolu insanının bakış açısından yeniden değerlemelidir. KÖY ENSTİTÜLERİ’nin bunu gerçekleştirememelerinin nedeni, Anadolu’yu çağa dönüştürme yolunda, kurucuların hareket noktalarının maddi gerçekleri doğru olmakla birlikte; Anadolu’nun sahip olduğu dinamikten, bu dinamiğin çıktığı kültür, örf ve gelenekten soyut olmalarından kaynaklanmaktadır. Hasan Ali Yücel de CHP iktidardan düştükten sonra yayınladığı yazılarda bu somut gerçeğe uzak olduklarını vurgulamıştı. Anadolu’dan soyut bir radikal hareketin, zayıf da olsa varolan demokratik koşullarda başarılı olması mümkün değildir. Bugün dünyada komünizm öcüsü kalmadı ama yeni başka öcüler üretildi. Bugün de vatana büyük katkısı olacak Anadolu dinamiği ve gençler (aynı kırsalın çocukları) benzer dışlanma ile karşı karşıya bulunuyor.

Sonuç olarak bilmemiz gereken, eğer tarihten ibret alacaksak, KÖY ENSTİTÜLERİ komünist yuvasıdır diyenler kimlerdi…? O saf Anadolu çocuklarını Yd. Sb. okullarından gözünün üstünde kaşın vardır denilerek kıtalara er veya onbaşı olarak çıkaranlar kimlerdi…? Hasan Ali Yücel`i bu okullar nedeniyle komünizmden mahkum olmasına seyirci kalanlar kimlerdi? İnönü`nün Yargıtay Başkanı Halil Özyörük DP’den Mebus olmak için Menderes`in yanında idi ve Adalet Bakanı oldu. Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan CUMHURİYET’in Nadir Nadi‘si Menderes`in koltuğunun altında MEBUS oldu. Köy Enstitüleri kapatılırken tek bir kişi evet tek bir kişi karşı çıkmadı. Bugün Köy Enstitüleri gerceğini çok az da olsa kıyısından, köşesinden özlemle AAHHH..AAAHHH….! edebiyatını yapanlar işte o suçluların torunlarıdır. O gün bu okulları suçlayanların çocukları, dedelerinin görevlerine devam ediyorlar. Yine bir başka okulda ama Anadolu`nun kendi kurduğu okullara giden çocuklara hiçbir yol göstermeksizin ve yardım etmeksizin Sen okumayacaksın! Senin okumaya hakkın yok! Sen cahil kalacaksın!” dayatmasını yapıyorlar.” Çünkü onlar köylü, onlar şopar, onlar zenci…!!!

ONLAR AŞAĞILIK KASTIN VE ORADA KALMASI GEREKEN ÇOCUKLARI….!
Üstelik Anadolu’dan köyden çıkıp da, kendi özümüze yabanci bir eğitimle yetiştikten sonra Ankara’da sistemle bütünleşince kendi köylüsüne aynı zenci muamelesini yine onlar yapıyor…! Sistem kendi özünü, kendi kökünü yadsıdığı sürece biz bu kör döğüşüne devam edeceğiz. Dün ülkede egemen oligarşinin iç düşman olarak gördüğü komünist yuvaları KÖY ENSTİTÜLERİ ile komünizm temizlendi. Nazım, Said-i Nursi, vb. içdüşmanlar zindanda çürütüldüler. Bugün yeni içdüşmanlaımız yetişti. Aynı egemen kadro İmam Hatipler ve başörtüsü ile kafayı öyle bulmuş ki, ülkenin kalkınması yolunda, Anadolu kırsalının dinamiğinin ülkenin kalkınmasına katma yolunda gündeminde tek bir önerisi yok… Biz sürekli düşman üretiriz. Dış düşmanımız kalmayınca içeride komünistler ve şeriatçılar sıra ile baş düşmanımız oldular. Dün şeriatçıların desteği ile komünistleri temizledik. Bugün de eski tüfeklerin desteği ile şeriatçıları temizleme savaşı veriyoruz. Ülkenin kalkınmasına sıra ne zaman gelecek….? Ülkenin kalkınmasının projelerini bilen var mııııı…?

Bu yanıtsız soruların karşısında Zeki Kentel de aykırı düşünmeye, eğer fırsat verilirse aykırı söylemeye ve aykırı yazmaya devam edeceğe benziyor.! Bilmem anlatabiliyor muyum ? KÖY ENSTİTÜLERİ, Türkiye Cumhuriyeti‘nin en büyük ve en parlak başarılarından biridir. Ne yazık ki, aynı zamanda da en büyük bozgunlarından biri olmuştur. Milleti adam yerine koymayan bu kafa, bu egemen oligarşi, devam ettiği sürece bu bozgunlar devam edecektir.

Saygılarımla, 14.4. 2016

======================================

Dostlar,

Sayın Zeki Kentel‘in yazısı yeterince uzun ve yeterince “hazin“..
Biz birşey eklemeyelim.. Sitemizde Köy Enstitüleri hakkında epey yazı – sunu var ayrıca..
İkisinin erişkesi aşağıda..

http://ahmetsaltik.net/2015/11/26/24-kasim-ogretmenler-gunu-kutlamasi-kurulusunun-75-yilinda-koy-enstituleri/

http://ahmetsaltik.net/2016/03/18/ulusal-egitim-dernegi-konferansi-koy-enstituleri-sistemi/

Bu örnek kurumları yaratan Mustafa Kemal ATATÜRK’e, İsmet İnönü’ye, Hasan Ali Yücel’e, Saffet Arıkan’a, adsız kahramanlara, sayıları 20 bine varan her biri birer bilge olan mezunlarına selam olsun, aşk olsun!

Koy_Enstituleri

1930 sonları – 1940’lar cehennemi boyunca sayıları 500’e varan Batı Klasiklerini, çok sınırlı dil bilenlere karşın Türkçe’ye kazandırarak basan, ücretsiz dağıtan, Köy Enstitüsü öğrencilerine , Halkevleri ve Halkodalarında halkımıza akıllıca teşviklerle okutan, tahta bavullarında yavan kuru ekmeğe kitabı katık yapan, insanımızın evrensel kültüre açılımını sağlayan… “Türk Irkçı – Milliyetçilerine” (!?!), başta Hasan Ali Yücel ve Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ olmak üzere “teessüf ediyoruz” (!?!)…Sevgi ve saygı ile.
17 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Ulusal Eğitim Derneği Konferansı : KÖY ENSTİTÜLERİ SİSTEMİ

 

Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına : 27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?


Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına :

27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?

Portresi_Elbistan'in_sesi

(1925 – 1 Mayıs 2013)

Dostlar,

Sayın Hüseyin Avni Güler, Emekli Hava Pilot Kurmay Albay idi ve 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin öncü çekirdek kadrosunda yer almıştı. 12 Eylül 1980 sonrasında
Kasım 1983’te yapılan ilk seçimde – CHP de öbür partiler gibi kapatıldığından-
CHP yerine Necdet Calp başkanlığında yeni kurulan, kendisinin de kurucu olduğu-
Halkçı Parti‘nin İstanbul milletvekili seçilmişti (TBMM 17. Dönem, Kasım 1983 –
Kasım 1987).

19 Mayıs 1989’da, rahmetli Prof. Dr. Muammer Aksoy ve arkadaşları ile birlikte davranarak harman yürekli 50 yiğit, ADD’yi (Atatürkçü Düşünce Derneği) kurmuşlardı.
1993’te ADD Edirne Şubesini kurarak biz de Aydınlanma savaşımına (mücadelesine)
eylemli ve etkin olarak katıldıktan sonra, ADD çalışmalarında kendisiyle yer yer birlikte olma onurunu yaşadık.

2010 yazından sonra ADD Bilim – Danışma Kurulu’nda (BDK) 3 yıl birlikte çalıştık.
85 yaşında idi ilk ADD BDK toplantısına onur verdiğinde (2010).
Toplantılarda ağırbaşlılığıyla dinler, hiç söz kesmez hatta söz verilmedikçe de konuşmazdı.
Söz aldığında da engin deneyimi ve birikimi ile, ölçüsüz yurtseverliği ile son derece yürekli değerlendirmeler yapar ve cesur öneriler sunardı. Zerrece korkusu ve çekincesi yoktu.
Siyasal iktidarın son yıllarda Atatürk karşıtı olarak yapıp ettiklerinden ciddi biçimde rahatsızdı ve bunların bir bölümünü açıkça vatana ihanet ile bir tutuyordu.

27 Mayıs Demokratik Devrim Derneğini kurdu (1990) ve yıllarca tüm giderlerini üstlenerek 2011’e dek yaşattı. Son olarak 27 Mayıs 2012’de 27 Mayıs Devrim Şehitlerini mütevazi mezarlarında O’nun başkanlığında bir avuç sayılabilecek yurtseverle ziyaret etmiştik.
(Ali Nejat Ölçen, MBK Üyesi Suphi Karaman’ın oğlu Suay Karaman, Erdal Tüt, biz. vd.)

3 yıl kadar öncesinde de, ADD – BDK toplantısından çıktığımızda, 23 Nisan 2012 günü Ulus’ta 1. BMM önünde TGB’li gençlerin öncülüğünde yapılan kitlesel basın açıklamasına ve iktidarın yasakladığı Atatürk’ün GENÇLİĞE HİTABESİ‘ni okuma protestosuna katılmıştık.
87 yaşında idi.. bir süre ayakta kaldı, bize yorulduğunu belirtti ama ayrılmak da istemiyordu.
İlk Meclisin dış bahçe duvarında bir yeri (ıslak ve çamurlu) temizleyerek oturmasını sağlamıştık… Sonra da bir taksi ile evine geçirmiştik. Bu etkinlikte E. Alb. Sayın Cemil Denk de bulunmuşlardı.

Web sitemizde yer alan 27 Mayıs 1960 İhtilali – Devrimi 54 Yaşında!
başlıklı yazımıza da bakılmasını dileriz.

Sayın Güler ile 2007’de yapılan bir söyleşi metni aşağıdadır..
27 Mayıs Devrimi sonrası Yassıada Mahkemesi kararı ve MBK onay ile idam edilen
– Başbakan Adnan Menderes
– Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu
– Maliye Bakanı Hasan Polatkan‘ı “demokrasi kahraman” ilan ederek 27 Mayıs Devrimi’ne kinlerini kusanlar ibretle okumalı merhum E. Alb. Hüseyin Avni Güler’in çarpıcı sözlerini.

Sevgi ve saygı ile.
27.5.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

================================================

27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım ?

E. Hv. Pl. Alb. Hüseyin Avni Güler

Atatürk bir gün İsmet Paşa’ya demişti ki:

  • “Biz İstiklâl Mahkemesi’nde imamlar astık. Şu şu rezaletleri yok muydu?
    Vardı. Bütün rezaletleri unutuldu; ama asıldıkları unutulmuyor.”

Bizim de kusurlarımız unutulmuyor. Bugün 60 yaşından küçük insanlar
Yassıada davaları hakkında bir şey bilmiyor, dava dosyaları yayımlanmadı.
Belki bu ikaz, yetkilileri uyandırır.

27 Mayıs 1960’tan 6 Ocak 1961 tarihine kadar ülkeyi Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetti.
6 Ocak’tan başlayarak Kurucu Meclis (Temsilciler Meclisi + Milli Birlik Komitesi) yönetti ülkeyi.

Şayet Yassıada davalarından sonra infaz edilen üç idam kararının onayı MBK’ya
değil de, Kurucu Meclis’e verilseydi, söz konusu üç idam infaz edilmeyebilirdi.
Biz 27 Mayısçılar da “kansız bir ihtilal” diye daha övünçlü bir devrimden
söz ederdik.

Ben 27 Mayıs 1960 Devrimi örgütüne 1958 yılında girdim.
Sekiz yıllık evli idim, rütbem üç yıllık yüzbaşı idi.

Beni 27 Mayıs gizli örgütüne iten birkaç olayı anlatmak istiyorum :

1) 1958 yılında Lübnan’da Müslüman Araplarla Hıristiyan Araplar arasında savaş çıkmıştı. Celal Bayar ve Menderes yönetimi, Lübnan’a silah ve cephane yardımına karar vermişti.
Ben Ankara Etimesgut 12. Hava Üs Komutanlığı’nda Uçucu Seyrüseferci Yüzbaşı olarak görevliydim. Üssümüz, C-47 Bakata uçakları ile görev yapıyordu.

Ben Lübnan’a yedi sefer (sorti) uçtum. Her uçuştan önce uçağımız kapalı sandıklarla yükleniyor, ilk yüklemelerde o zamanki Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu meydana geliyor,
uçağın yüklenişine nezaret ediyordu. Kapalı ve büyük sandıklardaki yükümüzün ne olduğunun biz bile farkında değildik; çünkü bilgilendirilmedik.

1958 yılında Kıbrıs İngilizlerin elindeydi. Uçağımız Kıbrıs üzerinden geçerken İngiliz jetlerine parola veriyor ve gidip Beyrut Havaalanı’na iniyorduk. Uçuşk ekibine birer sandviç ve kola veriyorlardı, uçağımız yakıt ikmali yaptıktan sonra o gece üssümüze geri dönüyorduk.
Sonra Beyrut Havaalanı Müslüman Arapların eline geçtiği sırada alana indiğinde bir uçağımız enterne edildi. Uçuş ekibi tutuklandı. Rahmetli (sonra başka bir görevde düşerek şehit olmuştu) Bnb. Rıza Kalaycıoğlu ve ekibi, iki ülkenin anlaşması sonucu ülkeye getirildi.

Bu olaydan sonra Celal Bayar ve Menderes’in milliyetçi, mukaddesatçı ve Müslüman yönetimi tarafından Lübnan’da Müslümanlara değil de Hıristiyanlara Türkiye’den 85 uçak dolusu
silah ve cephane götürdüğümüzü ve bilmeden onların günahına alet olduğumuzu da öğrendik.
O silahları mermileri kullanan Hıristiyan Araplar belki de binlerce Müslüman öldürmüşlerdir. Beni oyunlarına alet eden o kimselere ben şimdi lanet ediyorum; ama ben, “anıtmezar”larda yatan o kimselerin bu durumunu milletime arz ediyor ve yalan söyleyerek ne mal olduklarını açıkladığım için pişmanlık duymuyorum.

Sonradan bu olayın Meclis’ten geçmediğini, hatta Bakanlar Kurulu’nun kararı bile olmadığını öğrenmiş bulunuyorum. Gene bu olayın gerçek olup olmadığını öğrenmek isteyenler için,
bu görevi yapan havacı arkadaşlardan sağ olanların adlarını veriyorum:

Hv. Plt. Kd. Alb. Ahmet Özsungur, Havacı Uçucu Seyrüseferci Kd. Alb. Nevzat Balaban ve Abdül Aksal. Daha detaylı bilgi isteyenler, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na başvurabilirler.

2) Gene Celal Bayar – Adnan Menderes yönetiminin, son yıllarının dış ülkelerden kredi (borç!) alınamadığı için, 1950 seçimlerinden sonra İsmet Paşa’nın Hazine’de biriktirdiği 128 (yüz yirmi sekiz) ton altının çoğunu dışarıya rehin vererek kredi alması meselesi… Bu olayın da Meclis’ten ve Hükümet’ten geçmiş olması gerekir; ancak o günlerin tanığı olanlar ve basında yazıldığını hatırlaması gerekenler bilgi vermediler.

Gene yükümüzün ne olduğunu bilmeden Londra’ya 2 (iki) tondan fazla altın götürdüğümüzü
ve uçaklar dışında gemilerle, trenle ve tırlarla 100 (yüz) ton kadar altının dış ülkelere rehin gönderildiğini biliyorum.

27 Mayıs’ta Maliye Bakanımız büyük insan Kemal Kurdaş, yaklaşık 96 (doksan altı) ton altını geri getirtti. Sayın Kurdaş, tasarruf bonoları çıkararak memur ve işçilerden alınan paralarla bu görevi başardı.

3) Aynı mukaddesatçı, Müslüman Bayar – Menderes ekibi, Cezayir’de Frasızlara karşı bağımsızlık savaşı veren Müslümanları değil de Fransızları desteklemişti.

Böylece halka dindar olduklarını her fırsatta söyleyerek onları bugünkü iktidar gibi aldatan
bu insanlara, devletin parası ile anıtmezarlar yapılıyor. Bütün Türkiye düşmanları,
şimdiki yöneticilerin seçim kazanması için çalışıyorlar.

Ey geçmiştekiler ve şimdikiler!
Allah aşkına siz kimden yanasınız?
(http://www.turksolu.org/142/guler142.htm, 11.6.2007)

Atatürk’ün En Sevinçli Olduğu An

Dostlar,

Birikimli yazar – aydın Sayın Zeki Sarıhan yine tarihin derinliklerindeki kaynaklardan önemli bir belgeyi paylaşıyor..

Mustafa Kemal Paşa‘nın yaşamda iken tüm malvarlığını Ulusuna bağışlaması..

Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu‘na birer dernek olarak
(Devlet dairesi olarak değil!) çalışmalarını sürdürmelerine elverecek parasal kaynağı vasiyetiyle bırakıyor. Mal varlığı O’nu rahatsız ediyor :

  • “Omuzlarımda Uludağ var!” diyor.

Malvarlıklarını üzerinden düşürdükten sonra de :

  • “İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır.”

sözlerini dillendiriyor..

Günümüzdeki kokuşmayı, onlarca kez ve milyonlarca dolarlık rüşvet aldıkları savlanan Devletin kimi tepe yöneticilerini ve onları koruyup kollayanları gördükçe, Atatürk’ün büyüklüğünü bir kez daha anlıyoruz..

  • Mala mülke tenezzül etmeyen, nefsini tümüyle terbiye etmiş,
    kendi gerçeğini bulmuş, kamil, GERÇEK İNSAN ATATÜRK!

Sevgi ve saygı ile.
18 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

======================================


Atatürk’ün En Sevinçli Olduğu An

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki SARIHAN

Millî Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanı, Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı Atatürk,
en sevinçli anını ne zaman yaşamıştır? Kuşkusuz herkes gibi onun da çok üzüldüğü, sevindiği anlar vardır. Onun sevinçli olduğu anlarla ilgili bir liste yapılmış değildir. Tahmin edilebilir ki askeri okullara yazıldığı, onlardan diploma aldığı zaman çok sevinmiş olmalıdır. Her subay gibi rütbelerini aldığı zamanlar, Ordu Müfettişi olarak atandığında, Erzurum ve Sivas Kongrelerine başkan seçildiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olduğunda da sevinmiş olmalıdır. Hele, düşmanın Sakarya boylarında durdurulması ve onu şan ve şöhretinin doruğuna taşıyan Dumlupınar Meydan Savaşı kazanıldığında sevincine payan olmamalıdır.

Mustafa Kemal Paşa’nın yaşamı, başka sevinçlerine vesile olacak olaylarla da doludur. Cumhurbaşkanı seçilmek az mutluluk mudur? Ardından, hayal ettiği yeni bir düzen için onun emriyle gerçekleşen reformlar için de sevinmiş olması çok doğaldır. Onu sevindirme ihtimali bulunan daha pek çok olay sıralanabilir. Fakat acaba Atatürk’ün yaşamında en sevinçli anı hangisidir? Bunu aşağıda kendisinden öğreneceğiz?

“Bunu vakit geçirmeden yapmalısın”
Tarih 1937 Mayıs ayıdır. Kafasında çok önem verdiği bir karar vardır.
Atatürk’ün Umumi Kâtibi Hasan Rıza Soyak bir görev için Avrupa gezisine çıkacaktır.

Atatürk O’na:

“Çocuk! Çabuk git, gel de artık şu çiftliklerin hazineye devri işini halledelim.
Biliyorsun ben 1927 senesinde Büyük Nutkumu verdiğim celselerden birinde
BMM’ne, bunların Parti’ye ait olduğunu söylemiştim. Bu itibarla devir esnasında hükümetten Parti için bir miktar para alırsak iyi olacaktır. Bakalım; İsmet Paşa’nın dönüşünde meseleyi O’nunla görüşeceğim, en uygun şekli o zamana dek kararlaştırırız.” demiştir.

Soyak, Paris’ten Almanya’ya geçmeye hazırlanırken Ankara’dan nöbetçi yaver telefon eder. Atatürk, Soyak’tan Almanya gezisini yarıda bırakarak derhal yurda dönmesini emretmektedir. O da hemen o akşam yola çıkar. İstanbul’a vardığında Atatürk de buraya gelmiştir. Birkaç saat sonra gemi ile Trabzon’a yola çıkacaktır. Soyak’a İnönü ile görüştükten sonra çiftlikleri bütün tesis ve varlıklarıyla hazineye hibe etmeye kesin olarak karar verdiğini söyler ve Soyak’a şu talimatı verir:

“Sen bu akşam Ankara’ya git. Mevcudu tespit edip bir listesini yap. Ayrıca Başvekilliğe tarafımdan bir mektup hazırla.” Mektubun esaslarını da yazdırır. “Mektup müsvettesini İsmet Paşa’ya göster. Fikrini ve mutabakatını al, sonra bana telgrafla bildir. Bunu vakit geçirmeden yapmalısın. Çünkü Meclis kapanmak üzeredir. Ben istiyorum ki,
tatilden önce durumu Meclis’e arz edilmiş olsun, bunu temin etmelisin!..”

Soyak, denileni yapar. Atatürk adına bir mektup yazar ve bir liste hazırlar.
Müsvette Başbakan tarafından da uygun bulunur. Mektubu ve listeyi telgrafla
Trabzon’da bulunan Atatürk’e arz eder. Atatürk, verdiği yanıtta, uygun bulduğunu, hemen Başbakan’a vermesi gerektiğini, dönüşünde imza etmek üzere
şimdilik telgrafının imza yerine eklenmesini emreder. Telgraf, liste ile birlikte Başbakan’a verilir. Durumun 12 Haziran 1937 günü Meclis’e sunulması kararlaştırılır.

  • “Omuzlarımda Uludağ var!”

Şimdi Trabzon’a dönelim. Atatürk, 11 Haziran 1937 günü bu malları devlete bağışladığı ile ilgili yazısını yazdırmaya başlar.

  • “Malum olduğu üzere ziraat ve zirai iktisat sahasında fenni ve ameli tecrübeler yapmak maksadıyla muhtelif zamanlarda memleketin muhtelif mıntıkalarında birçok çiftlikler tesis etmiş idim.” 

diyerek bunları Hazine’ye hediye ettiğini yazar. Bağışladığı çiftliklerin dönümünü, bunlardaki bina, tesisat, fabrika ve imalathaneleri, canlı demirbaşları liste halinde belirtir. Listede gösterilen çiftliklerin toplamı 154.729 dönümdür. Orman Çiftliği’nden başka içlerinde Yalova’da iki, Silifke’de iki, Dörtyol’da iki, Tarsus’ta bir çitlik de vardır.
Yazdırdıkça “Daha ne vardı?” diye çevresine sorar. Kimse ağzını açmaz.
Trabzon Valisi Yahya Sezai Uzay, Atatürk’ün bu bağıştan vazgeçmesini ister.
Bunu söylemelerini Şükrü Kaya ve Tahsin Uzer’den rica eder. Fakat onlar ses çıkarmazlar. Vali nihayet dayanamaz:

“Atatürk’üm ne olur yazdırmayın bu telgrafı. Siz milleti yok olmaktan kurtardınız.
Türk vatanını, Türk tarihini ihya ettiniz, yeniden var ettiniz. Milletin size hediye ettiği
kaç parça şeydir? Bunlar sizde milletin naçiz yadigârı olarak kalsın.” diye yalvarır.

Atatürk, yazdırmayı bırakarak şöyle konuşur:

  • “Vali, çok sıkılıyorum. (İki elini omuzlarının üstüne koyarak) Omuzlarımda Uludağ var sanıyorum. Ben mektepten çıktığım zaman kılıcımdan başka bir şeyim yoktu. Şimdi millet bana çok veriyor, kâfi bana..” der.

Yazdırmaya devam eder. Yazı biter, Atatürk bunların telgrafhaneye götürülüp Ankara’ya çektirilmesini emreder. Telgrafın makbuzunu alınca ayağa kalkıp şöyle konuşur:

“Oh oh, ne kadar hafifledim ve ferahladım!”

Atatürk İnönü’ye çektiği telgraf okunurken heyecan içindedir. Gözleri nemlenmiştir. “Yıllar evvel düşündüğüm bir işi Trabzon’da tamamlamak mukaddermiş.” der.

Atatürk, Başbakanlığa yazdığı yazıyı halka okutmuş ve şöyle demiştir:

  • “Hayatımın hatırlayabildiğim en sevinçli dakikalarını yaşıyorum.
    Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime vermekle ferahlık duyuyorum. İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır.
    Ben büyük millete daha neler vermek istiyorum.”

Atatürk’ün “Daha neler vermek istiyorum” diye ima ettiği şey İş Bankası’ndaki serveti olmalıdır. Nitekim bunu da öldüğü yıl olan 1938’de Dolmabahçeye’ye çağırdığı notere vasiyetname olarak yazdırmış, bankadaki hisselerinden doğan nemayı kendi yakınları ve İsmet Paşa’nın çocuklarının öğrenimi için ayırdıklarının dışında kalan esas bölümünü Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na bırakmıştır.
Cumhuriyet Halk Partisi’ne bırakılan bir pay yoktur. Parti yalnızca bu hesabı yönetmekle görevlidir.

Atatürk bu servetten niçin sıkılmıştır?

Atatürk’ün İş Bankası ve Çiftliklerinin kaynağı, bilindiği gibi Hindistan Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı’na yardım için gönderdikleri yardımın
bir bölümüdür. Savaş sırasında Atatürk’ün banka hesabında tutulan para,
Savaş’tan sonra özel bir banka olan İş Bankası’nın kuruluşunda ve çiftliklerin alınışında kullanılmıştır. Açıkça yazılıp söylenemese de bunun çeşitli dedikodulara konu olması kaçınılmazdır. Nitekim bunun ağırlığını üzerinde hisseden Mustafa Kemal Paşa, Bankanın kuruluşundan ve Çiftliğin alınışından iki yıl geçmeden 1927’de bu paranın Halk Fırkası’na ait olduğunu söylemiştir.

Atatürk’ün çiftlikleri devlete iade kararını yıllar önce düşündüğü, yukarıya alınan kendi sözlerinden anlaşılmaktadır. Bu durum, 1937 Mayıs’ına dek on yıl daha sürmüş,
bu tarihte Atatürk çiftliklerini devlete bağışlamaya kesin olarak karar vermiştir.
Açıkça anlaşıldığı gibi Atatürk, böyle bir servet sahibi olmaktan rahatsızlık duymuş, bunu devlete devretmekle de üzerinden büyük bir yük kalktığını hissetmiştir.
Bu vesile ile O’nun şu sözü her dönemde ibret alınmaya değer:

  • “İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır.”

Kaynak: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivlerindeki belgelere, 1937 tarihli kimi gazetelere, Hasan Rıza Soyak’ın Atatürk’ten Hatıralar C. II (İstanbul, 1973), Trabzon Valisi Yahya Sezai Uzay’ın yayımlanmamış anılarına ve başka kimi kaynaklara dayanarak Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 29, İstanbul, 2011, Kaynak Yayınları, s. 257-263.

 

HARF DEVRİMİ’nin 85. YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN


Dostlar
,

E. İlköğretim Denetmeni (Müfettişi) Sn. Mehmet AYHAN,

portresi

  • “HARF DEVRİMİNİN 85. YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN!”

başlıklı bir makalesini gönderdiler. Kendi deyimiyle bilerek oldukça kapsamlı tutulan makale sıkıştırılmış biçimde dolu dolu 5 sayfa.. (Bize gelen 8 sayfa idi)

Makale şöyle başlıyor :

 

  • “Yazı insanlığın belleğidir. Söz uçar yazı kalır…
    (AS: Verba volent scripta manent)
  • En silik yazı, en güçlü bellekten daha geçerlidir.
  • Kültürün yaratılması kazanılması yaşatılması belgelenmesi ve geleceğe aktarılması büyük oranda yazı ile oluşmaktadır. Çağdaş değerlerin oluşması, aydınlanma, hak hukuk bilim sanat sosyal gelişim vb. konularda yazının rolü yadsınamaz. O halde yazının bulunuşu, medeniyetin gelişmesinde önemli bir kilometre taşıdır. Yazı, tarih boyunca çeşitli coğrafyalarda ve zamanlarda değişimler ve gelişmeler göstermiştir: 
  • Resimler, işaretler resim yazıları (Hiyeroglif) simgeler harfler vb.”

Yazı Devrimi Gerekçeleri

  • “1927’de 13 milyon olan nüfusun %5’i okuryazardı. Halk kitlesi hele kadınlar neredeyse tümden cahildi. Gazetelerin baskı sayısı (tirajı) 30 bini, tüm kitaplıklardaki kitap sayısı70 bini geçmiyordu. Çağdaş uygarlık için harf önemli idi. Yüzyıllardır Arap alfabesinin kıskacında kalan halkımızın aydınlanması için okumanın şifresi alfabenin kolaylaştırılması gerekiyordu. Osmanlıda Cumhuriyetimizin ilk yıllarına dek Arap abecesi (alfabesi) kullanılıyordu.
    Bu abecedeki harfler Arap aksanına uygundu. Ancak, öbür ulusların özellikle Türkçe aksanını zorluyordu.”

Ve Sayın Ayhan çalışmasını şöyle tamamlıyor :

  • İsmet Paşa’nın “Malatya Konuşması” Mustafa Necati’nin “Mehmet Onbaşı Hikayesi” ve daha birçok yazarın öykü ve şiirleri, gazeteler “Yeni Türk Harfleri” ile basılır. Baskı sayısı (tiraj) sorunu mali yönden desteklenir.
  • Osman Zeki Bey’in bestelediği “Harfler Marşı” okullara dağıtılır. Yazı devrimi, bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi sloganıyla Millet Mekteplerinde ve okullarda okuma yazma öğrenilmesi, Türk Dili Tetkik Cemiyeti, dilimizin özleştirilmesi, kitaplıklar basın yayın kitap, dünya klasikleri, öğretimin birleştirilmesi,
    laik okullar, sekiz yıllık kesintisiz eğitimle bir bütünlük içinde
    Cumhuriyet Aydınlanmacılığına yürünür. “

Bu değerli çalışmayı pdf olarak veriyoruz.
Okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

HARF_DEVRIMI’NIN_85._YILDONUMU_KUTLU_OLSUN 

Harf Devrimi‘nin 85. yılında Türk ABC’sine ne yazık ki 3 yeni harf eklendi : Q, X, W

Biz de, Büyük Atatürk‘ün bu görkemli devrimi hakkında 1 Kasım 2013 günü sitemizde bir makalemize yer vermiştik :

85. Yıldönümünde Harf Devrimi’nin Anlamı..

(http://ahmetsaltik.net/2013/11/01/84-yildonumunde-harf-devriminin-anlami/, 1.11.13)

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 2.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

ATATÜRK ve BİLGELİK


Dostlar
,

Sayın Aydemir Ceylan emekli validir.

Aydemir_Ceylan

 

 

 

 

 

Aşağıdaki kitapların yazarıdır :

Bir İhtilal Bir Darbe Arasında 20 Yıl..

Bulutların Üstü..

bulutlarin-ustu-bulutlarin-alti-aydemir-ceylan

Sayın Ceylan bu 2 kitabı ile “Bir Cumhuriyet Valisinin Anıları” nı tarihe mal etmiştir.
Yazmak, önemli bir aydın eylemidir ve de edimidir. Sorumluluk ve cesaret ister.

Google’dan adıyla tarattığımızda 6. sırada, sitemizde yer verdiğimiz aşağıdaki yazısını görüyoruz :

29 Ekim ve 10 Kasım sonrası… ASIL GÖREV ŞİMDİ BAŞLIYOR
(
http://ahmetsaltik.net/tag/aydemir-ceylan-emekli-vali/, 27.11.2012)

Kısa süreli Adana ve Amasya valiliklerinin ardından, yurtsever dik duruşu nedeniyle kızağa çekilerek Merkez Valiliği’ne alınmış ve yaklaşık 20 yıl, yaş haddinden emekli olana dek “bu dışlayıcı – pasif – yıkıcı” görevde tutulmuştur.

Sayın Ceylan, bu acı öyküyü ilk kitabında aktarmaktadır.

Belki de bu kadroda en uzun tutulan merkez valisidir!?

Sn. Ceylan, bu uygulamanın çok ağır bir psikolojik baskı olmasına karşın,
uzun yıllar örnek bir sabır, direnç ve olgunlukla karşı koyarak ruh ve beden sağlığını korumaya çabalamıştır.

Denebilir ki, bu 2 uzun “on yıl”, Sayın Ceylan’ı da Mustafa Kemal Paşa gibi bilgeleştirmiştir.

Öyle değil midir ki; “bilge”, “bilgelik” hakkında yetkin – derinlikli felsefi sorgulamalar yapabilmek sıradan insanlarca başarılabilir mi? Üstelik Yüce Atatürk’ün bilgeliği konusunu yetkinlikle işleyebilmek kolay mıdır?

Sn. Vali Ceylan ile ADD Genel Merkez Yönetiminde birlikte çalışma olanağımız oldu.

Genel Başkan Sn. Yekta Güngör Özden, yardımcıları ise demokrasi şehidi
Prof. Ahmet Taner KIŞLALI
ve Sn. Aydemir Ceylan idi.
Biz de Marmara Bölgesinden sorumlu Genel Yönetim Kurulu Üyesi idik.
Tüm gün, nitelikli mesaisini ADD’ye cömertce ve özveri ile harcardı.

Özellikle ADD Genel Merkez Dergisi O’nun sorumluluğunda, kendileri ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE Dergisi Genel Yayın Yönetmeni iken, düzenli ve doyurucu olarak yayımlandı. Biz de o yıllarda yoğun olarak AYDINLANMA KONFERANSLARI veriyor ve saha izlenimlerimizi, konferans konuşma özetlerimizi makale olarak Dergide yayımlıyorduk. Arşivimizde, 1999’larda ADD Genel Merkez Dergisi’ne  makalelerimizi sunduğumuz yazışmalar bulunuyor Sayın Ceylan ile..  

Dostluklarını bizden eksik olmasınlar, hiç esirgemediler.

Son olarak 31 Temmuz 2013’te Dikili’deki “Lozan Paneli” nde görüştük.
Bizim de çağrılı konuşmacı olduğumuz oturuma teşrif etmişlerdi.. Özlemle kucaklaştık..

Aşağıdaki yazılarını bize göndermişlerdi, tevazu ile.. “Takdirimize sunmakta” idiler. Yanıtlamıştık hemen, “web sitemize koyacağız..” diye..

Kendisine şükranlarımızı sunuyoruz düşündüğü, yazdığı ve paylaştığı için..
Kronolojik yaşları 80’lere yaklaşırken, sağlıklı ve üretken uzun bir yaşam diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
01.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

ATATÜRK BİLGE KİŞİ MİDİR EVET, PEKİ NEDEN?

Aydemir CEYLAN
Em. Vali
Eski ADD Genel Başkan Yrd.

29 Eylül 2013 günü Bergama’da yapılan Atatürkçü Düşünce Derneği
eşgüdüm toplantısındaki konuşmamda özetle şu vurgulamayı yaptım:

“Mustafa Kemal, başında bulunduğu tüm savaşların, özellikle Çanakkale ve Dumlupınar meydan savaşlarının muzaffer komutanıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK aynı zamanda, Osmanlının külleri üzerinde yepyeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan, yalnız ulusunun değil tüm dünyanın hayranlıkla izlediği inanılmaz devrimleri gerçekleştiren büyük bir önder ve devlet adamıdır. Gözleri, kulakları, beyni ve vicdanları mühürlü olanlar dışında herkes böyle bilir, böyle söyler. Ancak; bu niteliklerinin söz konusu edildiği yazı ve konuşmalarda O’nun bana göre çok daha önemli olan bir başka özelliğinden, bilge kişiliğinden yeterince söz edilmez. O nedenle; böylesine toplantılarda olasıdır ki ilk kez, Atatürk’ün tüm nitelikleri yanında, dahası BİLGE VE BİLGELİĞİN TÜM GEREKLERİNİ YERİNE GETİREN, SERGİLEYEN İNSAN olduğuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Kendi dağarcığımdan bilgilerle, bir başlangıç olmak üzere bir yazı yazma çabası içinde olacağım. Dileğim; siz saygın ve seçkin arkadaşlarımın ve özellikle ADD Genel Merkezindeki bilim ve danışma kurullarımızın da bu konuda kapsamlı bir düşün – düşündürme ve toplumla paylaşma çabası içinde olmalarıdır. Bunun, Atatürk’ü ve öğretilerini daha derinden kavrama ve özümsememize, topluma daha sağlıklı biçimde kilitlenmemize getireceği yararları saymaya gerek duymuyorum. Şöyle bir yararı da olacaktır:

Geçmişten günümüze bildiğiniz ve yaşadığınız gibi; Atatürk’ü ve devrimlerini giderek yozlaştırmak, anlamsız hale getirmek bir yana, gönüllerimizde yaşayan sevgisini,
aziz hatırasını da küllemek, yok etmek isteyen kimi yönetenler, sözde aydınlar ve de kıskananlar hep oldu, olacaktır. Bunlara çanak tutan ya da kayıtsız, sessiz kalan kimilerin de vebali diğerlerinden farklı değildir! Kimi, günübirlik yaşayıp yaşamdan ayrıldı, kimi köşesine çekildi, çekilecek! “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” deyişi onlar için de geçerli, unutulacaklar! Zira; yadsıdıkları, kayıtsız kaldıkları, için için kıskandıkları Atatürk gibi bilge bir kişiliğe sahip devlet adamı, aydın değildiler. Kaçının bırakınız insanlığa, ülkemizin, bizlerin geleceğimize ışık tutan, yol gösteren, çağdaş uygarlığa bilimi, sanatı, kültürü temel alarak barış içinde ulaşmamızı öğütleyen bilgece bir sözü var, kaçı NUTUK gibi bir başyapıtı ülkesine armağan etmiş, bilen varsa beri gelsin! Kaçı; Atatürk’ün 100. Doğum yıldönümü nedeniyle UNESCO Genel Kurulunda alınan karardan haberi vardır?”

Bunları söylemiştim Bergama ADD eşgüdüm toplantısında.

ÖYLEYSE
ATATÜRK BİLGE KİŞİ MİDİR EVET, PEKİ NEDEN?

Evet, ATATÜRK yalnız bir muzaffer kumandan, bir büyük devlet adamı değil,
aynı zamanda insanlığa ve içinde yaşadığı topluma önderlik etmiş bilge bir kişidir.
Neden bilgedir sorusunu, bilge kimdir sorusuyla yanıtlamaya çalışalım:

Zekâ, seziş kudreti, yaratıcılık gibi doğuştan gelen özellikleriyle, hep sorarak, sorularıyla varoluşun nedenlerini, erdemliliği gerçek bilginin kaynaklarını inerek araştıran, öğrenen, bunları aklı ve vicdanıyla yoğurarak özümseyen kişi bilge insandır desek çoğu kişinin itirazı olmayacaktır ancak; bu kısa açıklama bilge insanı tanımlamaya yeterli midir,
elbette hayır.

Olsa olsa aydın bir kişide olması gereken kimi niteliklere değinmiş oluruz. Her toplumda olduğu gibi ülkemizde de bu nitelikte insanlarımız yeterince vardır ancak; bilge kişi ile aydın kişi arasındaki ince çizgiyi görmeden her aydını bilge kişi sanma yanlışlığına da düşmemek gerekir.

Eğer bilgiye, ahlaki değerlere dayalı birikimlerinizi, deneyimlerinizi, eğilip, bükülmeden, kendinizi öne çıkarmadan ve kimseyi ötekileştirmeden toplumun ve insanlığın yararına sunamıyor, dahası; karşılaşacağınız engellerde elinizi taşın altına koyup, bedel ödemeye hazır değilseniz, Bilge değil ama aydın kişi sıfatıyla yaşamak da niye yadırgansın ki!

Üstelik; kimilerine kehanet gibi gelecek olsa da, yaşadığı dönemin çok ötesini görebilecek bilge kişilere yaraşır bir başka özellik de sıradayken…

Yukarıdaki anlatımlardan sonra, Atatürk’ün tüm nitelikleri yanında öncelikle neden
BİLGE KİŞİ olduğunu yazmaya gerek var mı bilmem! Yine de UNESCO’nun bir kararını ve değerli bilim adamı Prof. Dr. Süleyman Bozdemir’in yazısını aşağıya ekleyip konuyu noktalayalım.

  • UNESCO Genel Konferansı; Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 100. Yıldönümü’nde, 1981 yılında anılacağını hatırlatarak, UNESCO’nun ilgilendiği
    tüm alanlarda olağanüstü bir reformcu olduğunu göz önünde tutarak, özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğunu kabul ederek, dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek olduğunu ve tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımını gözetmeden, bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına olan inancını anımsatarak, eylemlerini her zaman barış uluslar arası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden yapmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk’ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak üzere, 1980 yılında yapılacak sempozyum hazırlıkları için Türk Hükümeti ile UNESCO’nun işbirliği yapmasına karar verilmiştir.”
  • “Tarihteki pek çok büyük devlet adamlarına ve liderlere baktığımızda onların başarılarında önemli rol oynamış bir bilge-edebiyatçı yanlarının bulunduğunu görürüz. Atatürk de bunlardan biridir. Gazi Mustafa Kemal‘i çağdaşı olan öbür ünlü Osmanlı subaylarından farklı kılan ve O’nu sonunda Atatürk yapan tek özellik, gerçekten salt onlardan daha başarılı bir komutan ve devlet adamı oluşumudur acaba? Yazar ve edebiyatçı Demirtaş Ceyhun “Edebiyatımı Geri İstiyorum” adlı deneme eserinde bunun böyle olmadığını usta bir yazar olarak ortaya koymaktadır.

Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki, Sakarya’daki, Dumlupınar’daki tarihe mal olmuş
üstün komutanlık başarılarının yanı sıra, 19 Mayıs 1919’dan sonraki siyasal yaşamına ve gerçekleştirdiklerine bakılırsa, Atatürk’ün bilge kişiliğinin en az komutanlığı kadar, hatta daha da önemli olduğu açıkça görülür. Sivas ve Erzurum kongrelerinin ardından Ocak 1920’de zar zor toplanabilmiş ve iki ay sonra 16 Mart 1920’de İngilizlerce dağıtılmış Osmanlı Meclisi-Mebusan’ı otuz sekiz gün gibi kısa bir süre içinde kaçan milletvekilleri ile Ankara’da bu kez ‘Büyük Millet Meclisi’ gibi hiçbir özel anlamı bulunmayan, tanıyanı da olmayan bir adla yeniden açmasına, hele hele neredeyse tamamı şeriat ve hilafet yanlısı olan bu milletvekilleriyle savaşı kazanarak laik bir cumhuriyet kurmasına, sonra da başta Türkçe ile eğitim olmak üzere gerçekleştirdiği onca devrimlere bakıldığında Atatürk’ün bilge yönünün ne kadar üstün olduğunu yadsıyabilmek olanaksızdır.

Kısacası Mustafa Kemal‘i, yaşıtı Osmanlı ünlü paşalarından ayıran temel özelliği,
hiç kuşku yok ki, kendisini toplumumuzun yetiştirdiği gerçek anlamdaki birkaç aydından biri yapan bu bilge kimliği, kesinlikle onlarla kıyaslanmayacak kadar yüce bir düşünce adamı oluşudur.

Bilindiği gibi bütün tarih boyunca kişinin bilge ve edebi kimliği, yani insanlığın ideolojik evrimini sağlayan bilgi üretimi ve birikimi de, öncelikle şiirle, türküyle, oyunla, söylenceyle, masalla, öyküyle, mizahla, kısacası edebiyatla oluşturulmuştur. Eski Yunan düşüncesini oluşturan Sokrates’ler, Platon’lar, Aristotales’ler hiç kuşku yok ki Homeros’un, Aisopos’un, Sophokles’in, Aristophanes’in, Pindaros’un şiirlerinin, oyunlarının, öykülerinin eserleridir.

Roma düşüncesinin temelinde Lucretius, Catullus, Vergilius, Horatius, Ovidius gibi
büyük ozanlar yatmaktadır. Rönesans, Dante ile Boccaccio ile başlamıştır. Çağdaş Fransız düşüncesi Villon’ların, Ronsard’ların, Montaigne’lerin, Moliere’lerin, Corneille’lerin, Racine’lerin; çağdaş İngiliz düşüncesi de gene hiç kuşku yok ki Spencer’lerin, Bacon’ların John Lyly’lerin, J. Swift’lerin, Daniel Defoe’lerin, Shakespeare’lerin, Marlow’ların şiirleri, öyküleri, masalları, romanları, denemeleri, oyunları üzerine kurulmuştur.

Bu nedenle Mustafa Kemal de, kendini asker arkadaşlarından farklı kılan bu aydın
bilge kişiliğini, daha ortaokul-lise sıralarındayken başlamış edebiyata olan ilgisinden, okumaya olan düşkünlüğünden kazansa gerek.

Nitekim kendisi de 10 Ocak 1922 günlü Vakit gazetesinde çıkan bir söyleşisinde
“Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşımın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrenmiş oldum. İlgilenmeye başladım. Şiir bana cazip göründü fakat hitabet hocası diye yeni gelen bir zat, ‘Bu tarzı iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ diyerek beni şiirle uğraşmaktan men etti. Şiir yazmak hakkında idadi hocasının koyduğu yasağı unutmuyordum fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bende hep sürdü” diyerek daha Manastır askeri idadisinde (AS : lise) öğrenciyken şiir ve edebiyatla ilgilendiğini, şiir yazmasa bile edebiyata olan ilgisinin daha sonraki yıllarda da sürdüğünü belirtmektedir.

Sınıf arkadaşı Asım Gündüz‘ün anılarında yazdığına göre de, Harbiye’de “Namık Kemal‘in şiirlerini bir defterde toplamış” ve bu şiirlerin birçoğunu ezberlemiştir. Harp Akademisi öğrenciliği yıllarında da “Dünkü vilayetlerimiz olan Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın, Sırpların milli şairleri, ülkelerinin hürriyeti için, birlik ve beraberlikleri için şiir yazarken nerde bizim şairlerimiz?” diye hayıflanırmış.

Salih Bozok‘a Sofya’dan gönderdiği bir mektupta da bir Fransız şairinden şiirler çevirdiğini yazmaktadır. Yani, edebiyata olan ilgisi subaylığı sırasında da sürmüştür.
Agop Dilaçar da bir yazısında, “Fransızcayı çok iyi biliyordu. Fransız romanlarını, şiirlerini Fransızca olarak asıllarından okumuş. Asker arkadaşlarından birinin dul hanımı
Madam Corinne‘e yazdığı mektuplarda bu romanlardan söz etmiştir. Türk edebiyatını, divan döneminden yeni akımlara dek iyi bilir, hele Tevfik Fikret‘i çok severdi” demektedir.

Melda Özverim’in “Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü” adlı kitabında verilen bilgilere göre de, “İstanbul’da bulunduğu sürece Corinne’nin salonunda cumartesi günleri düzenlenen müzik ve şiir toplantılarına düzenli olarak katılmış” ve şiir okumayı yaşamı boyunca sürdürmüştür.

Ruşen Eşref Ünaydın da ‘odasındaki kitaplıkta’ bulunan kitaplara bakıp “Mustafa Kemal Paşa’nın savaşın durgun dakikalarının boşluklarını bile edebiyatla doldurduğu kanısına vardığını” yazmaktadır. Nitekim Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabını okuyanlar da Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşının hazırlıklarının sürdüğü o yoğun günlerde bile vakit bularak kitaplar okuduğunu, özellikle Reşat Nuri’nin “Çalı Kuşu” romanından çok etkilendiğini ve İsmet Paşa‘ya da okuması için verdiğini göreceklerdir.

Atatürk’ün yaşamını kaleme alan farklı yazarların ortak hayranlıklarından biri,
O’nun kitaplarla olan dostluğudur. Çanakkale savaşının en şiddetli dönemlerinden birinde Mustafa Kemal’le görüşmek için cepheye giden gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ün odasını şöyle tarif eder:

“Yazıhanesi üzerinde bir Çerkez kamasının yanı başında Balzac’ın Colonel Chabert’i, Manpassant’ın Boule de Suif’i, Lavendan’ın Servir’i duruyordu…”
Atatürk Fransız yazarların eserlerinin çoğunu aslından okudu…

Anıtkabir Derneği‘nin yaptığı saptamalara göre Atatürk’ün okuduğu bilinen kitap sayısı 3997’dir. Bu kitapların 1741’i Çankaya Köşkü’nde, 2151’i Anıtkabir’de, 102’si İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde, 3’ü Samsun Gazi İl Halk Kütüphanesinde bulunmaktadır. Dernek güzel bir çalışma yaparak, Atatürk’ün okuduğu kitaplarda altını çizdiği,
yanına işaret koyduğu paragrafları ve Ata’nın kendi el yazısıyla düştüğü notları özenle birleştirerek “Atatürk’ün okuduğu kitaplar” başlığı altında 5000 sayfalık 24 ciltlik bir seri halinde yayımladı.

Sami Özderdim‘in özenle hazırladığı “Atatürk Devrimi Kronolojisi”ni okurken her insanın mutlaka başı dönüyor olmalıdır. Şam’dan Bingazi’ye, Çanakkale’den Afyonkarahisar’a savaşlarla, Kurtuluş Savaşıyla yoğrulmuş bir ömür… Saltanatın kaldırılmasından öğretimin birliğine (Tevhid-i Tedrisat), laiklikten harf devrimine dek devrimlere adanmış bir yaşam boyunca en çok ne yaptı diye sorarsak, galiba kitap okudu demek gerekir.

Ne dersiniz; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü böylesine büyük bir düşünür, eşsiz devlet adamı ve yüce bilge bir kişi yapan unsurların başında “O’nun okumaya olan düşkünlüğü ve sahip olduğu yüksek idealler gelmektedir..” dersek bir gerçeği ifade etmiş olmuyor muyuz? Büyük adam olmanın öyle pek kolay olmadığını, insan Atatürk‘ü tanıdıkça
daha iyi anlıyor.

Okuduğu kitapların sadece altını çizdiği bölümler bile 12 bin sayfa tutuyor. 24 yaşında eğitimini tamamladığında tüm ders kitaplarını toplayıp iki ciltlik kitap haline getirdiğini ve sonraki yıllarda yeri geldikçe onlardan yararlandığını görüyoruz. Okul bitti, ders bitti diyen öğrencilerden biri olmadı!…

Atatürk gibi bir dahi yetiştirmiş ulusumuzun bugün içine düşürüldüğü durum yürekler acısıdır. Ne yazık ki eldeki istatistikler halkın okumadığını gösterdiği gibi, aydın geçinenlerin de yeterince okumadığını ortaya koymaktadır. Bilgisizlikleri konuşmalarından ve yazdıklarından olayları analiz edilişlerinden ortaya çıkmaktadır. Okumayan halk televole kültürü ile yetişmekte, böylece bilimden ve çağdaş gelişmelerden kopmaktadır. Belki istenilen de budur! Gerçeklerden koparılmış, yoksul bırakılmış bir halkı gütmek ve dinsel telkinlerle istendiği gibi yönlendirmek daha kolay olmaktadır. Son yıllarda, “neden büyük adam çıkaramıyoruz?” diye soranlara “Okumayan bir toplumdan daha ne bekliyorsunuz?” diye sormak gerekir.

İşin daha da acı yönü, böylesine okuma özürlü bir toplumda yetişen günümüz kuşağı gelecek için daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Çünkü onlar geleceğimizi teslim edeceğimiz emanetçilerimizdir. Onlara okuma alışkanlığı kazandırmak ve
Atatürk’ü doğru bir biçimde öğretmek zorundayız.

Aslında, hepimizin hâlâ Atatürk’ten öğreneceği o kadar çok şey var ki!…

Atatürk’ün büyük eseri Söylev’i okuyan herkes O’nun ne büyük usta bir yazar ve bilge bir edebiyatçı, eşsiz bir düşün adamı olduğunu takdir etmekten kendisini alamamaktadır.

Atatürk’ün yolu, kitap dolu…

Ne mutlu kitap okuyorum diyene!

O’nun yolunda yürüyene… “

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR, Çukurova Üniversitesi. Fizik Bölümü,
(2006, 10 Kasım Armağanı)

Çin ABD’ni geçer mi?


Dostlar
,

Önceki günlerde sitemize Dünyanın 10 Büyük Ekonomisini irdeleyen bir makalemiz olmuştu (http://ahmetsaltik.net/2013/09/19/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/#comment-2265, 19.9.13). Bu makalemizde 2023’te, 10 yıl sonra, Cumhuriyetimizin 100. yılında Türkiye’mizin ilk 10 büyük ekonomi içinde yer alıp alamayacağını değerlendirmiş ve basit bir matematiksel öngörü ile bu beklentinin neredeyse olanaksız olduğunu belirtmiştik. Politikacıların, yeterli eğitimi olmayan
halkı utanmadan aldatmayı sürdürdüklerinden yakınmıştık.

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan da kısa bir yorum yazmıştı makalemize..
Önemli olanın salt sayısal büyüklükler olmadığını, bu verilerin insan gönencine de yansımasının gerektiğine değinmişti ek yerinde olarak. Biz de o yazımızın altında
yer alan yorumu yanıtlamıştık kısaca.

Evet, BM Kalkınma Programı UNDP’nin (United Nations Development Program)
her yıl Kasım ayında yayımladığı İnsansal Gelişim İndeksi HDI (Human Development Index) bu bağlamda belireyici bir ölçüt ve Türkiye AKP iktidar olduğunda 82. sırada iken son verilerle 92. sıradayız. Yaklaşık 10 puan gerilemiş durumdayız.

Bu verileri RTE’nin nefret söylemi ile andığı “Dışişlerinin monşerleri” (!?) de hazırlamıyor, can düşmanı bellediği CHP de.. Birleşmiş Milletlerin resmi verileri ve ülkelerin aktardığı bilgilere göre düzeneniyor.

Dolayısıyla, elbette Türkiye de son 11 yıla varan AKP iktidarında ağır borçlanmalarla (toplamda 221 milyar Dolardan, 700 milyar doları aşkın..) ve bizzat Başbakan RTE’nin ağzından “servetin ciddi manada el değiştirmesine” karşılık; 80 milyon insanın emeğiyle yerinde saymamıştır, kimi göstergeleri iyileşmiştir. Bu sonuç, 80 milyonluk koca toplumun dizginlenemez öz potansiyelidir.

Ancak Dünya ile aramızdaki makas daha da açılmştır.
Bildik benzetme ile biz yürüyoruz ama Dünya daha hızlı yürüyor ve bizi geçiyor..

Bu bakımdan,

  • AKP’nin son 10-11 yıllık ekonomi politikaları tam bir fiyaskodur!

Başbakan İktisatçı olunca böyle oluyor galiba.. (Gerçi RTE’nin diplomasını gören yok??)
İktisat profesörü bayan başbakan Tansu Çiller döneminde de böyle oldu..
Enflasyon % 154’e fırlayınca 5 Nisan 1994 kararları ile alarm programı yürürlüğe konmuştu.

Sn. Prof. Ercan, bu konuyu farklı bir açıdan irdelemekte..

Biz, ağır bunalımdan çıkışın ancak MİLLİ EKONOMİ ile, ÜRETİM ile olabileceğinin
altını çizmek istiyoruz. 24 Ocak 1980 Kararları (http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/) ile küresel emperyal ekonomik sisteme eklene Türkiye, 33 yılda yarı sömürgeliği aştı.. Kurtuluş için zaman ciddi biçimde azalıyor. Ama Başbakan hala halkı CHP iktidarında gaz, tüp, yağ vb. kuyrukları olabileceği sopası ile aldatmayı sürdürüyor.. İyice yaklaşan, altında kalacğı ağır yıkımın ne yazık ki ayrımında değil..

Ya ekonomiden anlayan AKP’liler, danışmanlar, uzmanlar…
Hepsi mi “saadet zinciri” nin nemalan(dırıl)an halkaları??

Gemi batınca ne olacak??
Hesaplar yur dışında mı??

Alağıdaki 3 görsele dikkat..

Büyük Atatürk‘ün 17 Şubat 1923’te, Lozan görüşmelerinin Batı’nın kapitülasyonlarda ısrarı yüzünden kesilmesi üzerine (4 Şubat 1923),

  • Batı’ya yanıt olmak üzere İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi

açış konşmasından alıntılar..

O yokluklar içinde 1151 temsicinin 15 gün yıkık – yanmış İzmir’de hanlarda kalarak ülkemize olağanüstü iktisat politikaları çizdiği kongre..

Ve tüm yokluklara karşın kararlılığı görerek Batı emperyalizminin Lozan görüşmelerini yeniden başlatmasını sağlayan Kongre.. Çünkü İsmet Paşa Lozan’da sıcak savaşta yenilen Batı emperyaliminin kabuledilemez dayatmalarını rededince, İngiliz Başdelegesi Lord Kürzon, bilinen tehdidini yönelterek;

İsmet Paşa, isteklerimizi reddediyorsun, bunları cebimize koyuyoruz ama ülkene döndüğünde her yer harap – yıkıktır.. Dış krediye mahkumsun.. Para da bir bende bir de ABD’de var. Gelip borç istediğinde, bu kağıtları cebimizden çıkarıp önüne koyacağız..

İnönü de bilinen yanıtını verir : O zaman çıkarırsınız.. Şimdi bizim haklı isteklerimizi kabul etmelisiniz..

Görüşmeler kesilir (22 Kasım 1922 başlangıç – 4 Şubat 1923 kesilme).
Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de topladığı Türkiye İktisat Kongresi ile Batı’ya
bu anlamda yanıt vermektedir :

– İktisaden de varolacağız, şantajlarınıza boyun eğmeyeceğiz, restinizi görüyoruz..

Batılı emperyalistler, Mustafa Kemal Paşa’nın dize getirilemeyeceğini bir kez daha anlarlar ve Lozan görüşmelerinin 2. bölümü, büyük ölçüde bu Kongrede sergilenen kararlılık ve Gazi’nin Ordu’ya savaş hazırlığı buyruğu vermesi üzerine başlatılır
(23 Nisan 1923 – 24 Temmuz 1923 bağıtlanma).

Bu Kongrenin işlevini hiç böylesine okumuş muydunuz??

Slide1 Slide2 Slide3
Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================================

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Ali_Ercan_portresi
Değerli arkadaşlar,

“2023 te Türkiye’nin Dünyadaki ilk 10 Büyük ekonomi arasında yer alacağı” yönündeki resmi demeçlere karşın, IMF tarafından yayınlanan kestirimler arasında büyük farklılıklar var. Örneğin IMF’nin 2018 kestirim listesi (yuvarlatılmış yaklaşık rakamlarla) aşağıdaki gibidir. Türkiye 1 trilyon 200 milyar dolar GNP (Toplam Ulusal Gelir, GSMH) ile 17. sırada; daha doğrusu şu andaki sıralamada büyük bir değişiklik yok.  21 trilyon dolarla ABD yine başı çekiyor. 

 
İki ay önce sizlere Çin’in ekonomik sıralamada ABD’yi  yakalaması üzerine bir öngörümü yollamış ve şunu sorgulamıştım; 
Çin ABD’ni geçer mi? 
 
Çin’in zaman ortalamasında kararlı bir biçimde ilerlediğini,
her yıl ABD ekonomik gücüne biraz daha yaklaştığını söyleyebiliriz.
Satır içi resim 1
 
 
1975’te Çin’in GSMH’sı ABD’nin beşte biri kadardı, şimdi yarısına geldi.
(Dünyanın 2. büyük ekonomisi oldu) Böyle giderse en geç 2040’ta Çin’in ABD’ni yakalayıp geçeceğini söyleyebiliriz.

Bir yandan da nüfusunu
“kadın başına bir çocuk” programıyla dizginlemeye çalışan Çin, gönenç katsayısını kesinlikle daha da yükseltecektir. Bu koşullarda,
2050’de Çin’in ABD ayarında bir süper güç olacağını söylemek olanaklı. 
Şimdi 1,35 milyar olan Çin nüfusunun 2050’de 750-800 milyon ve kişi başına
ulusal gelirin 50 bin dolar düzeyinde olacağını kestiriyorum. 
 
IMF’nin bu kestirimine göre 2040’ta değil, çok daha önce, 2030’larda Çin,
ABD’nin önünde olacak demektir. Ve iletiyi şöyle bitirmişim:
 
Çin, kuruluşunun 100. yılında Dünyanın doruğunda (zirvesinde) olacak.
Peki, Türkiye kuruluşunun 100. yılında hangi düzeyde olacak dersiniz? æ
 
Tabii, marifet Dünyanın ekonomisi en büyük ilk 10 Ülkesi arasında olmak değil;
marifet Dünyanın en gelişkin ilk 10 Ülkesi arasında yer almaktır.
Türkiye bugün 90-100 arası bir yerde bulunuyor gelişmişlik sıralamasında. æ

 
————————–
2018 Ülkeler ve GNP
 ABD   21,0  trilyon $

 AB   20,0
 Çin   15,0
 Japonya   6,0
 Almanya   4,0
 Brezilya   3,4
 Rusya   3,2
 Fransa   3,1
 İngiltere   3,0
 Hindistan   3,0
 İtalya   2,3
 Kanada   2,2
 Avustralya   1,8
 G.Kore 1,7
 Meksika  1,7
 İspanya  1,5
 Endonezya  1,5
 Türkiye   1,2
 Hollanda   0,9
 S. Arabistan   0,9
 İsveç   0,7
 Tayvan   0,7
  İsviçre   0,7
 Polonya   0,7
 
not. Şu anda ~800 milyar dolar GNP olan Türkiye’nin 5 yıl içinde 1200 milyar dolara çıkması için yıllık %8,5 gelişim hızı varsayılmış, ki, pek gerçekçi değil.
 
2018 Dünya GNP toplamı ~100 trilyon $, 2000 rakamı olan ~40 trilyon dolarla kıyaslanırsa, 18 yılda ortalama % 5,2’lik gelişme var demektir;
~ %1,2 nüfus artışını çıkarırsak
küresel ölçekte net % 4 /yıl
gelişim hızı 
varsayılmış demektir. 
 
İktisatçılar ne der, bilmiyorum ama, bence bu  küresel finans balonunun ~% 4/yıl oranında şişirilişi ve doların değer kaybından başka bir şey değil. Eğer doların değer kaybı (enf) %2,5 kadarsa o zaman küresel ölçekte yaratılan gerçek artı değer %1,5/yıl olurdu… æ

30 Ağustos’u Doğru Anlamak


Dostlar,

26 Ağustos 1922 sabahı Kocatepe’den başatılan Büyük Taarruz sürüyordu günümüzden 91 yıl önce bu gün de..

26 Ağustos’tan başlayarak sitemize konuya ilişkin yazılar koymayı sürdürüyoruz.
9 Eylül 1922’de işgalci Yunan birliklerini silip – süpürme eylemi tamamlanmış olacak.
Mehmetçik, Ege’yi işgalden kurtararak, yalın ayak, sırtında yükü ve elinde silahı – süngüsü ile ama seller gibi İzmir’e akmayı sürdürüyordu 91 yıl öncesinde..

30 ağustos 2004

 

Şimdilerde ise kimi zibidiler türediler,
30 Ağustos Zafer Bayramlarında
Bayrak geçit töreninde ayağa kalkarak
saygı selamı vermiyorlar !?

 

O bayrak ki, muzaffer Başkomutan Mustafa Kenal Paşa 9 Eylül’de (1922)
İzmir Hükümet Konağı’na girerken merdivenlere serilen işgalci ve zalim Yunanların bayrağını çiğnememiş,

  • “Bayrak, bir ulusun onuru ve namusudur, çiğnenemez..”

diyerek kaldırtmıştır.

Günümüzde Bayrak geçit töreninde ayağa kalkmayan kimi kendini bilez soysuzlar, gerçekte kendi namus ve onurlarına saygısızlık etmektedirler. Bu çıplak gerçeğin bile ayırdında ol(a)mayacak denli gafildirler (aymaz) ve dalalet (sapkınlık) içindedirler.

Bunlar, Mustafa Kemal Paşa‘nın Kadim SÖYLEV‘ini bitirirken
GENÇLİĞE SESLENİŞ ile kapanan bölümdeki “.. dahili ve harici bedhahlar..” ın
ta kendisi olsalar gerektir.

Ama mutlaka tepeleneceklerdir!

Aşağıda, Cumhuriyetimizin ağabeyi, 91 yaşındaki bilge insan
Dr. Müh. Ali Neejat Ölçen‘den bir makale sunuyoruz..

  • 30 Ağustos’u Doğru Anlamak

Sayın Ölçen’e teşekkür ederken, tarih çınarının makalesini okuyalım ve 30 Ağustos’u doğru anlayalım.. Ona hürmet kusuru etmeyelim..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 5.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

30 Ağustos’u Doğru Anlamak

olcen

Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN

30 Ağustos, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yaratılmasını sağlayan temel utkumuzdur (zaferimiz).

“Ulus-devlet” bütünlüğünü karmaşaya sürüklemekte olan siyasal partilerin üyeleri;
eğer Mustafa Kemal Ata­türk, Cumhuriyeti temel alan Devletimizi yaratmış olmasaydı, boyunla­rınızda Haç olacaktı.

Eğer Osmanlı Devleti sürüp gitseydi, Halife ve de Padişah olan kişinin ayaklarına kapanıp el etek öpecektiniz. Meclisi Mebusan’ın mutfağında bulaşıkçısı bile olamayacaktınız.

  • Nankörlüğünüzün utancını ne zaman duyacaksınız?

Ülkeyi karmaşaya sürüklenen, gerici ve emperyalizmin uşağı kadrolara sesleniyorum:

– Eğer adam olduğunuzu sanıyor ve Türkçe konuşabiliyorsanız, Camiye gidip
kötüye kullandığınız dinin gereğini yerine getiriyormuş gibi namaz kılıyorsanız,
bu 30 Ağustos sayesin­dedir.

Ey aydın geçinen ve 30 Ağustos’u kutlayan aydınlarımız sizlere de sesleniyorum.Bugüne dek 30 Ağustos’u aranızda doğru yorumlayan bir kişiye rastlamadım.

Böylesi utkular’ı (zaferler’i) kutlamakla yetinilmez, o utkuların yarattığı kurumlara bilimle, akılla, donanımla sahip çıkmak gerekir. O utkular savaş alanından önce karargâh’ta kazanılır. Utkuyu yaratacak olan o ka­rargâh’ta:1. Hazırlanan savaş stratejisi,
2. Stratejinin planları,
3. O plânların uygulanacağına ilişkin kararın verileceği gün ve saat ,
4. Savaş planlarını uygulayacak asker gücünün yapılanmasındaki tu­tarlılık,
koşul konusudur.

30 Ağustos utkusunun mimarı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa,
bu 4 ko­şulu yürürlüğe koyarken Yunan ordusunu Sakarya meydanına çek­menin
koşul olduğunu görmüş ve onun gerçekleşebilmesi için Eskişehir’in Yunan ordusu tarafından işgalinin gereğine karar vermişti. 30 Ağustos utkusunun kazanılması
bu yanlış sanılan (gerçekte doğru olan) kararın sonucudur.

Ne yazık ki, aydın kesimlerden ve onların örgütlerinden yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yaratılmasına olanak sağlayan 30 Ağustos utkusuna ilişkin coşkusal kutlamaların ötesine geçilmediğini görmenin hüznünü yaşamıştır bu satırları yazan kişi (Ali Nejat Ölçen).

Mustafa Kemal’in Cumhuriyetine sahip çıkacak olan kadrolara 30 Ağustos utkusunun geri planda unutulan yazgısını açık­lamaya gereksinim du­yuyorum:TBMM’nin gizli celsesinde Başkomutan Mustafa Kemal bakınız du­rumu nasıl açıklıyor:“18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa’nın cenubî garbisinde Karacahi­sar’da bulunan karargahına giderek, vaziyeti yakından mülahaza et­tikten sonra, İsmet Paşa’ya
şu direktifi verdim: Orduyu Eskişehir şi­mal ve cenubunda topladıktan sonra,
düşman ordusuyla büyük bir mesafe koymak lazımdır ki, Ordu’nun tanzim, tenkis ve takviyesi mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya şarkına kadar çe­kilmek la­zımdır.”

Başkomutan Mustafa Kemal, savaş utkusunun gereği olan yukarıki 4 ilkeden en önemli olanını; “savaş planının uygulanması için asker gücü­nün yapılanması” koşulunu sağlamak amacıyla İsmet Paşa’nın Karacahisar’daki karargâhına gitmiştir.
Şimdi dikkat ediniz, aldığı ve uygulanması için verdiği direktifi’nin kamuoyunda
yanlış yorumlanaca­ğını da bilerek o kararın gereğini şöyle açıklamıştı:

“Bu tarzı hareketimizin en büyük mahzuru, Eskişehir gibi mühim mevakimizi ve
çok araziyi düşmana terk etmekten dolayı efkarı umumiyede hasıl olacak manevi sarsıntıdır. Fakat az zamanda, is­tihsal edilecek muvaffakiyetli netaiçle,
bu mahzurlar kendiliğinden zail olacaktır.”

30 Ağustos utkusunun kazanılmasını sağlayan karar budur. Düş­manın Eskişehir’de oyalanması gerekiyordu. Bu karar alınmadıkça, Yunan ordusunu Sakarya meydanına çekmek olanaklı değildi. Nite­kim 30 Temmuz 1921 günü TBMM’nin gizli celsesinde “Heyeti Vekile Reisi” Fevzi Çakmak, sorulara şu yanıtı verecektir:

“Eskişehir’in işgali bizi sulha icbar edemez. Zaten Eskişehir’in bizim için mühim olan fabrikaları kısmen buraya (Ankara’ya A.N.Ö.) nakle­dilmiştir. Şimendifer
akşam tahrip edilmiştir. Düşmanın istifadesini mucip hiçbir şey bırakılmamıştır.”

30 Ağustos utkusunu yaratan bu stratejik kararın kimi aydınlarımız tarafından hala
ne denli yanlış yorumlandığına tanık olmaktayız. Ör­neğin, Necati Akgül adlı bir yazar, Eskişehir’e Yunan ordusunun giri­şini İsmet Paşa’nın geri çekilme kararının sonucu olduğunu yazmak­tadır. O’na göre “Sakarya Meydan Savaşında İsmet Paşa yoktur. Çünkü O, Altıntaş bozgununa neden olmuş ve bir tahta sandalya üze­rinde uyuya kalmış”! Böyle yazıyor kitabında. Bu kişi, Sakarya Meydan Sa­vaşını Başkomutan Mustafa Kemal’dan çok iyi biliyor olmalı! Ger­çek dışı art niyet ürünü bu yazıların
hiçbiri için kitabında tek bir satır dipnota rastlayamazsınız.

Yukarıya aktardığım bilgiler, TBMM’nin gizli celselerindeki görüşmeleri temel alarak hazırlanmış ve 20 yıldır yayınlamakta olduğum Türkiye Sorunları kitap dizisinin 71. sayısında (Ocak 2008) yer almıştı.

Ali Nejat Ölçen