Etiket arşivi: Hüsnü MERDANOĞLU

ŞALOM ALEYKE?

ŞALOM ALEYKE?

 

Hüsnü MERDANOĞLU

 

Selamun aleyküm” İbranicedir.

Aslı “şalom aleyke” dir

Şalom M.Ō. 1000’li yıllarda yaşamış zalim, acımasız ve katliamcı ilk Yahudi-İsrail kent devleti kralının adıdır.

Aleyke ise; “üzerine, dâhil, tâbi, tabâ” yani “Kral Şalom’un milletindenim” demektir.

Bugün “şalom aleyke” – selamün aleyküm diyerek selamlaşanlar, üç bin yıl önceki bir Yahudi kralın milliyetindenim diyen ve bunu esenleşme sanan gafillerdir.

Türkçede esenleşme sözcüğü varken özellikle İbranice “selamün aleyküm” demeyi Müslümanlık sananlar öğrensin, bilsin isterim…

Bilgiyi paylaşma nedenim, bilinçsizce ve cehaletle hareket edilmemesini arzuladığım içindir. Yazdıklarımdan tereddütü olanlar olursa, konuyu araştırıp doğru olanı kendileri kolayca görebilir, bulabilir.

Ülkemin Müslümanlık diniyle yoğun biçimde haşır neşir olan kesimi, “Hem Yahudi’yle hem de Hristiyan’la dost olmayın” derler ancak Yahudilerin kurduğu dinleri inanç ve esenleşme biçimi edinirler!?

Dinler işte böyle bir rivayet batağıdır; tabii ki önyargısız sınayıp, sorgulayabilen ve bilimsel kuşku duyabilenler için…

Karşılaşmalarda;
– iyi günler,
– günaydın,
– gününüz aydın olsun,
– iyi akşamlar,
– iyi geceler.

Uğurlamalarda (ayrılırken);
– uğur(lar) ola,
– uğurlar olsun,
– güle güle,
– esen kalın,
– görüşmek üzere,
– görüşürüz,
– sağlıcakla kalın,
– mutlu kalın..

şeklindeki kullanımların daha doğru seçimler olduğu kanısındayım.

Sağlıcakla kalın.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN BAŞARILI OLMASI İÇİN BİR DEĞERLENDİRME

KONUK YAZAR 

Hüsnü Merdanoğlu's profile photo

Hüsnü MERDANOĞLU
ADD Çankaya Şubesi Üyesi

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN
BAŞARILI OLMASI İÇİN BİR DEĞERLENDİRME

Tüzüğünde belirtildiği üzere; Atatürk devrim ve ilkelerini yok etmek için, açık ya da kapalı  plânlı ve sinsi çalışmalaralar içinde olanlara karşı, “O’nun devrim ve ilkelerinin gelecekte de egemen olmasına katkıda bulunma ve onlara bekçilik yapma zorunluluğunu nedeniyle 19 Mayıs 1989 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) kurulmuştur.

Dönemin Bakanlar Kurlunun 28.03.1993 tarihli ve 93/4239 sayılı kararıyla “Kamu Yararına Çalışan Dernekler” statüsüne de kavuşmuş olan ADD, 28 yıllık süreçte (kurucu genel başkanlar dışında) iyi yönetilemediği için; kurumlaşmasını tamamlayamadığından, amaç ve hedeflerin gerçekleştirememiş, adına yaraşır gelişmeyi göstermemiştir.

En az elli bini sorumluluğunu yerine getirmeye hazır olan, iki yüz bin kadar üyesi 370 kadar şube (şube sayısı bir zamanlar 500 kadar idi) çokluğuna sahip olan ADD, kurumsallaşmasını sağlayabilseydi; birkaç radyo ve televizyon kanalları, birkaç vakıf ve okullarını yönetiyor konumda bulunması gerekirdi. Böylece; kamuoyunu Atatürk ilkeleri doğrultusunda yönlendirebilen güce erişir ve yaralatacağı hizmetleri nedeniyle görüşüne başvurulun sivil toplum kuruluşu olurdu.

Bilinen gerçektir ki; Atatürk devrim ve ilkelerine karşı örgütlenenlerin güçlü bir altyapısı mevcuttur. Yayınevleri enstitüleri, öğretim merkezleri ve yayın organları, yüzlerce vakıf ve şirketleri bulunmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi yurt dışında maddi kaynak ve benzeri destek sağlayan tarafları vardır.

Kendine bağlı hazır kurulmuş olan mevcut vakfı (Ata Vakfı) bile etkin duruma getiremeyen ADD, mevcut durumu ile kamuya yararlı olmadığı gibi, kendine ve üyelerine de yararlı olamayan bir konumda bulunmaktadır. Oysa kamuoyunun bir kesimi adında “Atatürk” olan bu kuruluşun adına yaraşır olmasını, güven vermesini beklemiştir.

ADD, kuruluş yılarında topluma güven verdiği için şu anda Genel Merkez’in kullandığı daireler, üyelerin bağış katkıları ile alınmıştır. Zaman içinde ADD, kamuoyundaki güvenini yitirmiş olmalı ki, bir yandan üye ve şube sayısı azalma sürecine girmiş, gönlü Atatürk ilkelerinden yana olan varsıl yurttaşlar, ADD yerine başka derneklere yardım yapar olmuşlardır. Örneğin “Huysuz Virjin” olarak bilinen Seyfi Dursunoğlu, varlığını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine (ÇYDD) bağışlamıştır. (ADD ile aynı yıl içinde kurulan ÇYDD bu bağışı hak etmiştir. Şöyle ki; söz konusu kuruluşun resmi sitesine yansıtıldığına göre bu süreçte ÇYDD tarafından; 71344 üniversite öğrencisine burs verilmiş, Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerde -ADD’nin varlık gösteremediği doğu ve güneydoğu Anadolu illeri de dâhil-  okuyan bu öğrencilerden mezun olmuş olanlardan; 2192 genç doktor, 1849 genç öğretmen, 1375 genç mühendis, 607 genç avukat, 526 genç hemşire, 482 genç iletişimci, 324 genç güzel sanatlar mezunu, 221 genç diş hekimi, 181 genç eczacı, 136 genç mimar, 112 genç veteriner, 85 genç psikolog, 77 genç turizm ve otelci, 43 genç bankacı, 24 genç denizci, 47 genç tercüman, 20 genç sivil havacı, çağdaş bireyler olarak iş yaşamına atılmışlardır.)

ADD kurulduğu ilk yıllılarda benim de içinde bulunduğum Eğitim Kurulu aracılığıyla gençlerin yetişmesine ağırlık vermişti; yüzlerce gencin ilgisi nedeniyle dernek binası koridorlara dek dolup taşmakta idi. İçim sızlayarak belirtmek isterim ki, kurucu kadroların başlattığı bu hizmetler önlenmemiş olsa idi ADD, 28 yıllık süre içinde bir değil birkaç Aziz Sancarın yetiştirilmesine katkı verebilirdi.

****
Adında Atatürk olan her kurum ve kuruluşun öncelikli görevi; Atatürk devrimlerinin önde gelen ilkelerinden laikliğin, din ve düşünce özgürlüğünün temeli olduğu bilinciyle, kimsenin iknacına (başörtüsü de dâhil) müdahale etmeden, toplumsal barışı sürekli kılmaya yönelik çaba içinde olmalıdır.

Cumhuriyetimizin yetiştirdiği değerlerden biri olan Oktay Sinanoğlu’nun vurguladığı gibi; “Atatürkçülük” şu yalana indirgendi: ‘Atatürkçülük’ eşittir “laiklik”, eşittir “Müslüman düşmanlığı”. Sonunda halk aydınlara ve devlete husumetle bakar oldu.

ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı’nın internet ortamında 1 Mayıs 2016 günü paslaştığı aşağıda değindiğim ayet eleştirisi Bu bağlamda değerlendirildiğinde kimlerin işine yarayacaktır? ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı söz konusu iletisinde şunlara değiniyor:

MUTLAKA BİLMENİZ GEREKEN 3 AYET !!!

Değerli arkadaşlar,
Bu gün sizlerle Kur’anın Mekke’de vahyolunan surelerinden 3 ayeti paylaşmak istiyorum. Bu ayetlere göre Kuran Arap Peygamberi aracılığı ile Araplar için Arapça indirilmiştir. Arapların dışındaki kavimlerin (Milletlerin) ayrı bir inancı olabileceğine bizzat Kuran bu ayetlerle işaret ediyor. Takdir size kalmış.

1-Yusuf Suresi, 2,
2-İbrahin Suresi 4,
3-Kafurun Suresi 6

ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı’nın 3 ayet eleştirisi karşısında, en az 3 soru sormak gerekir: Bu eleştiri ile

1-ADD’ye mi?
2-Atatürkçülüğe mi?
3-Laikliğe mi? Hizmet etmiş olunuyor?

Kur’an’ın duyurulmasında bugüne dek yüzyıllar geçmiş, ülkemiz nüfusu da dahil milyonlarca insan tarafından benimsenmiş bir olgunun gündeme taşınması, günümüz bilge adamı Yaşar Nuri Öztürk’ün şu tespitlerinde anlam bulmaktadır:

“Biz, laik ve Atatürkçüyüz diyerek, dine, dindara, gerçekleri bilen düşünce adamlarına sırtarını dönenler, meydanın dinci talan çetelerine terk etmiş oldular. Laiklik adına basiretsizlik üretenler, dincilere dolaylı destek vermiş oldular.

“Dinciliğin bütün şansı, solculuk ve Atatürkçülük adına hezeyan sergileyen ekiplerin yanlışlarıdır.”

*****
ADD üyeliğinde bulunmuş olan bir yazar (Yılmaz Dikbaş) “Atatürkçüler Yenildi” adını taşıyan yapıtında, ADD ile ilgili şu değerlendirmede bulunmuştur:

Kemalizm’in temel ilkelerinden olan; antiemperyalizm, ulusal egemenliğe bağlılık ve devrimcilik ilkelerini çıkaranlar ADD adlı sivil toplum örgütünde toplanmışlardır.  Atatürkçüler yenildi Kemalistler kazanmalı.

(Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Vural Savaş’ın ADD yönetimi yönelik çok ağır değerlendirmesini merak edenler için “Emperyalizmin Uşakları, Bilgi yayınevi, Ankara, 2005, 2. Baskı syf. 118’e bakmalarını önermekle yetiniyorum.)

Üzerinde Atatürk resmi olan takvim satışları yaparak, Atatürk ticareti yapan bir konuma düşürülen ADD’nin tarihi ile ilgili bugüne dek en kapsamlı çalışma olan ADD’NİN KİTABInda (Tekin yayınları, birçok ADD yönetim kurulu üyesi ve ADD üyelerinin  böyle bir kitaptan haberdar oldukları bile kuşkuludur)  şu düşündürücü cümleler yer almaktadır:

  • “ … ABD ve AB ve İsrail’lilerinin yakından izlediği” vurgusu dikkat çekici olduğunu belirterek yinelemek isterim ki; adında “Atatürkçü” sözcüğü olan ADD’nin Kemalist üyeleri; ADD’nin Atatürk resimli takvim satan durumundan kurtarılarak, yurttaşlara güven veren bir sivil toplum kuruluşuna dönüştürmeleri için sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”

Kemalizm; zoru başarmaktır. Hiç kuşkusuz ADD’nin mevcut üyeleri içinde birçok Kemalist bilinçte üye vardır. ADD’nin adına yaraşır düzeye erişebilmesi için 2016 Haziran ayı içinde yapılacak genele kurul bir fırsattır.

28 yılın eksikliklerini gidermek için ADD’nin hedefi; Aziz Sancar niteliğin bilim adamları yetişmesine katkı vermek olmalıdır.

Dernek yönetiminde başarı; özverili, sorumluluğun bilincinde ve birbiri ile dayanışma-yardımlaşma içinde olan kadroların, derneğin tüzüğün amacına yaraşır projelerin gerçekleştirmelerine bağlıdır.

Henüz adayların belli olmadığının rahatlığı ile belirtmek isterim ki; ADD Genel Yönetimine aday olacaklar; tüzük hükümlerine uygun açıklayacakları inandırıcı projelerle delegelerin oylarını istemeli ve yönetime geldiklerinde, açıkladıkları projeleri gerçekleştirip gerçekleştirilmediklerine göre değerlendirilmelidirler.

Derneği atlama tahtası olarak görmeyen, dernek amaçlarına uygun projeleri gerçekleştirmek için yönetime gelen bir kadro sayesinde, Kemalizm’i atağa kaldıran mümkün olabilir.

ADD’nin çeşitli organlarında görev almış, sorumluluğunun bilincinde bir ADD üyesi olarak ve saygı ile.

Mayıs 2016.

=================================================

Dostlar,

Yorumsuz sunuyoruz değerli dostumuz Sayın Hüsnü Merdanoğlu‘nun yazısını..
O’nun, çok değerli kitaplarıyla Aydınlanmaya ve özverili – nitelikli hizmetleriyle
ADD’ye paha biçilmez hizmetleri oldu uzuuun yıllardır.. Hala olabilir ve mutlaka olmalı..

ADD Bilim Danışma Kurulu Başkanı Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘ın paylaştığı yukarıda geçen
3 Kuran suresi hakkında Sn. Ercan yanıt yazarsa onu da sitemizde yayımlarız.

Ancak yaklaşık 2 haftadır bu 3 sureyi sitemizin manşetinde tuttuğumuz da izleyicilerimizin bilgisi içindedir.. Elbette beklenen bir “yarar” vardır bundan bize göre de.

ADD’nin hazin halleri konusunda Sn. Merdanoğlu’nun yazdıklarına biz de bütünüyle katılıyoruz.
Şimdiki başkan 6 yıldır “tek adam” mantığıyla ADD’yi güdükleştirmiş, bir yığın katıksız Kemalist ADD’den kopmuş, uzaklaş(tırıl)mıştır.. Biz de bunlardan biriyiz.. Bu sitede yayımlanan yazılarınızı okurlarımız biliyorlar.. Bunlara ADD web sitesinde, Dergisinde gerekçesiz olarak yer verilmiyor… Yazılı başvurularımız bile yanıtsız kalıyor hukukçu genel başkana!?

ADD hiçbir döneminde, son 6 yılda olduğu ölçüde güç yitirmedi ve kötü – dışlayıcı yönetilmedi!

Sevgi ve saygı ile.
28 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

AKP Alevi Haklarını ve AİHM Kararlarını Neden Görmezden Geliyor?

 

AKP,
Alevi Haklarını ve AİHM Kararlarını Neden Görmezden Geliyor?

 

Dostlar,

Yukarıdaki başlığı bu gün, 21.12.14 günü Ulusal Kanal‘da
20:00 – 22:00 arasında işledik.

Sayın Gazeteci – Yazar Necdet SARAÇ İstanbul’dan,
Av. Kazım Genç de Ankara’dan konuğumuz oldular.

36 yıl önce 19-25 Aralık 1978 günleri arasında neredeyse 1 hafta süren 1978 Maraş Alevi kırımının masum kurbanlarını (resmen 110 dolayında, fiilen beş yüzü aşkın!) anarak başladık. Sn. Saraç son birkaç yıldır Maraş’a giderek bu anmalara katılıyor. Bu yıl bilindiği gibi Valilik, “olaylar çıkmasın, provokasyon olmasın” (!) gerekçesi ile her tür anma girişimini yasakladı.. Gerçekten traji-komik bir durum.. 1 hafta boyunca hunhar – barbar – kanlı kırımı engelle(ye)meyen Devlet, 36 yıl sonra bile insanların yüreklerine sığdıramadıkları acılarını yaşamalarını engelliyor.. Valilik bu yasakçı hukuk dışı tutumunu derhal sonlandırmalı, örtük sıkıyönetimi kaldırarak anmalar için gerekli güvenlik ortamını sağlamalıdır. Uzun yıllar “travma sonrası stres bozukluğu” yaşayan Alevi toplumu, adalet duygusu da tatmin edilmediği için, neredeyse süregen (kronik) yas sendromu içine giriyor. Öğrenilmiş çaresizlikle içine kapanıyor ve toplumdan kendisini yalıtarak yalnızlaşıyor. Öbür toplum kesimleri ile kaynaşarak sosyalleşmesini tamamlayamıyor. Böylelikle halkı bir arada tutan kederde – tasada – kıvançta birlik – ortaklaşma gerçekleştirilemiyor.

Sosyal psikoloji açısından son derece sakıncalı hatta tehlikeli bir durum..

Unutulmasın, Kerbela faciası 1375 yıl önceydi ve 72 insan çölde aç – susuz bırakılarak kadın – çocuk – yaşlı demeden kırılmıştı. Katliam, İslam Peygamberinin soyu kurutularak Halifeliğin Abbasi’lerden Emevilere geçişini hedeflemişti Şam valisi Yezid. 1375 yıl sonra bile tüm dünyada on milyonlarca Alevi – Şii – Caferi, çok az da olsa bir bölüm Sünni insan toplu kırımın yasını tutmakta her yıl Muharrem ayında. 12 gün susuz ve çile içinde oruç tutarak yasını yaşamaktadır.

Bu tür kapsamlı kırımlar Türkiye’de ne yazık ki belli aralarla neredeyse dönemsel (periyodik) nitelik kazandı. Ulusal birliğin kurulup – pekiştirilmesini apaçık dinamitleyen kökü dışarıda senaryo ve tezgahlardır bunlar..

Son 40 yılda Maraş – Çorum – Sivas katliamları sahnelenmiş ve yüzlerce Alevi yurttaş öldürülmüş, onbinlercesi kapsamlı göçlere zorlanmış (tehcir!);  toplumsal yaşamın dışına itilmişlerdir.
Nüfusun demografik yapısı, etnisite politkaları ile değiştirilmektedir.

Aleviler, bir yandan da 1982’den bu yana Anayasaya konan zorunlu din dersleri ile assimile edilmeye başlanmışlardır. Toplu cinayetlerin eylemcileri ve azmettiricileri yakalanıp adalete teslim edilmemiş, Alevi yurttaşların adalet gereksinimi gözardı edilmiştir.
Bu politikalar halkı bütünleştirici – kaynaştırıcı değil tersine ayrıştırıcı ve hatta düşmanlaştırıcıdır. 1990’larda 31 Ocak 1990 günü, ADD kurucu genel başkanı Prof. Muammer Aksoy’un öldürülmesiyle başlanan  cinayetler 15 yıl kadar sürdürülmüştür.

Vurgulanması gereken bir husus da tekil ya da toplu öldürmelerin katillerinin ve iç – dış azmettiricilerinin bulunmaması ve yargıda hesap vermemeleridir. Böylelikle ortaya çok ürkünç (vahim) bir gerçek çıkmaktadır :

  • Devlet suça ortaktır! 

Ortada çooook sayıda toplu – tekil cinayet vardır ve aradan geçen onca zamana karşın “faili meçhul” (!) kalabilmiştir. Üstelik devletin onca gücü – olanağı varken.. Kimi katiller ödüllendirilerek milletvekili bile yapılmış, katil sanıklarının avukatları bakanlığa dek yükseltilebilmiştir!

*****

Bu durum (zulüm!) sürdürülemez..

Bir devletin en temel işlevi tartışmasız olarak yurttaşlarının can güvenliğini sağlamaktır.

Böyle olmak gerekirken tersine Devlet suça ortaksa;
orası sözün bittiği ve Devletin tüm meşruluğunu yitirdiği yerdir.

Ülkede barış ve adaletin sağlanması başarılamazsa kalkınma ve istikrar da hayal olur.. Türkiye’nin bu profile uyan görünümü büyük acı vericidir ve artık mutlaka düzeltilmesi zorunluğu vardır.
Bu bağlamda, sayıları 15-20 milyondan az olmayan (belki daha da çok!) olan Alevi – Bektaşi yurttaşlar, ülkenin asli kurucularından olarak son derece temel beklentiler içindedir ve istemlerinin daha fazla ötelenmesi olanağı kalmamıştır :

===============================================

1. Aleviler, inançları yüzünden hiçbir ayrıma uğramadan
eşit yurttaş” olmak istemektedir.

2. 1826’lardan bu yana süregelen mallarına el koymanın sonlanmasını ve bunların geri verilmesini istemektedirler.

3. Cemevlerinin kendi belirledikleri ibadet (tapınç) yeri olarak tanınmasını istemektedirler.

4. Zorunlu din dersleri, Sünni öğretinin ideolojik aracı ve assimilasyon yöntemine dönüşmüş olup mutlaka kaldırılmalıdır.

5. DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) kaldırılmalı ya da Alevilerin de adil temsil olanağı sağlanmalıdır. DİB, muazzam bütçe payları ve devasa vakıf fonlarıyla 140 bin çalışanı ile (yeterince denetlenebiliyor mu??), DİB Başkanı’nın Devlet protokolünde
50. sıralardan 10. sıraya uçurularak yükseltilmesi sonucu (Şeyhülislam!?) Başkanlık bir fetva makamı kılınmış ve laik devlet yapısına tümden aykırı düşmüştür. Merhum Prof. İlhan Arsel‘in
söylemiyle hurafe üretmeye devam etmektedir! Prof. Arsel,
dine eleştirileri yüzünden ölüm tehditleri almış ve yaşamının uzunca yıllarını yurt dışında (ABD) geçirmek zorunda
bırakılmıştır! İmam Gazali‘den bu yana 600 yıldır İçtihat kapısı kapatılarak İslami kaynaklar yenileşmeye kapatılmış, adeta dondurulmuştur.

6. Türkiye, Anayasasının  da öngördüğü bağlamda mutlaka laik bir devlet olmalı (başta md. 2, 24 ve 174) ve giderek sekülerleşerek çağdaşlaşmalıdır.

Alevilik ve ülkemizdeki sorunları konusunda uzmanlığı tartışmasız, basılı kitapları yayımlanmış olan Sn. Hüsnü Merdanoğlu,
program sırasında bize ulaşmaya çabalamışlar,
ancak stüdyoda internet erişimi sağlanamadığından katkılarını alamamıştık. Program bitiminde gördüğümüz uyarılarına göre listeye 7. bir madde eklenmelidir:

7. Alevilerin isteklerine yönelik sayın Saraç’ın belirtikleri yanında, Alevilerin günümüzde bile yanlış tanınmalarına neden olan Osmanlı dönemi fetvalarının, Osmanlı-Safevi sürtüşmesi sürecinde birer psikolojik savaş kalıntıları olduğunun, bu fetvaların içeriğinin doğru olmadığının da siz aydınlarca ve ülkemizin birliği ve bütünlüğü yanında olanlarca sürekli dile getirilmesi gerekmektedir.

Sn. Merdanoğlu’nun uyarı ve katkısı son derece yerindedir. Özellikle Osmanlı Şeyhülislamı Ebussuut‘un fetvalarının hiçbir temeli olmayan, bir din adamına (!?) asla yakışmayan söylemleri ayrımcı, kışkırtıcı, düşmanlaştırıcı ve tümüyle uydurmadır. “Şeyhülislam” sanını almış, İslam Dininin şeyhi,
onu yorumlamaya – aktarmaya en yetkili kılınmış birinin (gerçekte İslamda ruhban sınıfı yoktur ve herkes dinini Kuran’ı okuyarak yorumlar; Peygamber bile salt elçidir, tebliğden öte yetkisi yoktur!..) böylesine nifakçı tanımları – fetvaları bir insanlık suçudur ve günümüz Diyanet İşleri Başkanlığınca yalanlanarak son derece olumsuz etkisi kırılmalıdır.

     Dinin kamusal alan dışına çıkarılması zorunludur.

Batı uygarlığı, ancak Hıristiyanlıkta reformla Kiliseyi
salt bireysel
inanç alanına iterek günümüz uygarlık düzeyine erişmiştir.

Benzer reform, İslam dininde de yapılmak zorundadır.

================================================

Çağımız İNSAN HAKLARI ÇAĞI’dır!

Bu bağlamda yeterince yerleşik hukuk metni vardır ve bu metinler uluslararası bakımından geçerli ve yürürlüktedirler, ulusalüstüdürler.

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) 1948’den yana
en başta gelenidir.

Avrupa Konseyi’nin belirlediği İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) 2. sırada önemli belgedir. İHAM (İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi) bu Sözleşmenin yaptırımı olan
yargı organıdır.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi 3. sırada sayılabilir.

Türkiye, bu uluslararası insan hakları sisteminin üyesidir, içindedir. Fakat uygulama bu yönde değildir. Üstelik 1982 Anayasasının 90. maddesinin son fıkrasında Mayıs 2007’de yapılan devrim niteliğinde değişime karşın!

Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma

MADDE 90./son fıkra :

  • “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek: 7.5.2004-5170/7 md.)
  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

İnsan hakları sistemine taraf olan Türkiye, aykırı kamusal uygulamaları ile AİHM’nde en çok mahkum edilen birkaç ülke içindedir. AKP hükümetleri ile 2002 Kasım’ından bu yana bu karne  – sicil daha da olumsuzlaşmıştır. AKP, Anayasa Mahkemesi kararı ile Laikliğe aykırı işlem ve uygulamaların odağı durumuna gelmiştir fakat ne yazık ki hala iktidardadır! Ülkeyi dincileştirme azim ve kararındadır. Birkaç hafta önce yapılan 19. Milli Eğitim Kurultayı (Şurası) kararları ve 12. CB Bay RTE’nin orada yaptığı konuşma tam anlamıyla dehşet vericidir. AKP, örtük -fakat artık açık- 2023 gündemi ile Türkiye’yi bölünmüş bir dinci faşist Anadolu Federe İslam Devletine dönüştürme azim ve kararlılığındadır.

Alevi hakları ülkenin en önemli sorunlarındandır
ve laik düzenin korunması salt Alevilerin sorunu değildir.
Sorun hukuksal olmaktan çıkmış ideolojik düzleme taşınmıştır. Ülkedeki tüm yurttaşların Türkiye’yi demokratik bir ülke kılmak ve Cumhuriyetin temel niteliklerini korumak yükümü ve sorumluluğu vardır. Anayasanın 2. maddesinde tanımlı Cumhuriyetin 6 temel niteliği, 4. maddede değiştirilmesinin önerilmesi bile olanaksız kılınarak kurucu irade tarafından pekiştirilmiştir ve mutlaka uyulması gerekmektedir. AKP hükümetlerinin bu meşruiyet dışı tehlikeli gidişi terk etmeleri gerekmektedir.

Uluslararası toplum; insan haklarının çiğnenmesinin ülkemizde ağır ve sürgit nitelik kazanmasından kaynaklanan süreçte, uluslararası hukuka bütünüyle uygun olarak, etkili BM yaptırımları uygulama (ekonomik – ticari – politik – diplomatik – mali -askeri..), Avrupa Konseyi’nden atılma … gibi araçlara – etkili yaptırım olanaklarına sahiptir.

Alevilere dönük her türlü ötekileştirme – ayrımcılık (diskriminasyon)
insanlığa karşı suçlardır ve gecikmeden son verilmelidir.

Türkiye, büyük ATATÜRK‘ün “Yurtta barış Dünyada barış” ilkesinin gereklerini yerine getirmelidir. 10. Yıl Söylevi‘nde yer alan “imtiyazsız – sınıfsız kaynaşmış bir kitle olmak” hedef alınmalıdır.

*****

Ulusal Kanal‘daki açık oturumumuzdan çıkarımlarımız yukarıda kapsamlı olarak özetlenmiştir.

Tüm insanları, Hünkâr Pir Hacıbektaş‘ın evrensel öğretisi
“eline – beline – diline sahip çıkmaya” çağırıyoruz..

Her ne arar isen insanda ara
Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir..
Hararet nardadır sacda değil
Keramet baştadır taçta değil 

Sevgi, muhabbet kaynar yanan ocağımızda,
Bülbüller şevke gelir, gül açar bağrımızda,
Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda,
Aslanla, ceylanlar dosttur kucağımız..

Hacı Bektaşı Veli

Sevgi ve saygıyla
22.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not : Laik – bilimsel – parasız – karma eğitime ve eğitim emekçilerinin haklarına sahip çıkma bağlamında 20.12.14 günü Ankara Tandoğan meydanından basın açıklaması yaptıktan sonra Güven Park’a dek yürümek isteyen, bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ üyesi öğretmenlere polisin uyguladığı hukuk dışı orantısız şiddeti insan hakların aykırı ve kabul edilemez buluyor esefle kınıyoruz! İlgililerin cezalandırılmasını istiyoruz.
Benzer şiddet eylemlerine AKP iktidarının kesinkes son vermesini istiyoruz.

* Program kaydı elimize geçtiğinde YouTube‘a yükleyeceğiz..
* Bu yazının pdf formatı için lütfen tıklayınız:

AKP_Alevi_Haklarini_ve_AIHM_Kararlarini_Neden_Gormezden_Geliyor_ULUSAL_KANAL

10 Aralık 2014 İnsan Hakları Günü : 1937-38’de Tunceli-Dersim’de Neler Oldu?


10 Aralık 2014 İnsan Hakları Günü :

1937-38’de Tunceli – Dersim’de Neler Oldu ??

10_Aralık_Dunya_Insan_Haklari_Gunu

 

 

 

 

 

Dostlar,

Tunceli – Dersim olayları, tarihin çok acı olaylarından biridir.
Çok söylenmiş ve yazılmıştır.
Siyasiler de genellikle gerçeğin peşinde olmamış, siyasal sömürü konusu edinmişlerdir.

Nesnel ve birikimli, saygın yazar Prof. Dr. Emre Kongar, Kasım 2014 sonu ve
Aralık 2014 başlarında Cumhuriyet’teki köşesinde ardışık yazılarla bu yakıcı sorunu irdeledi. 9 makale ile..

1. Bir Dersimli Anlatıyor! Cumhuriyet, 28.11.2014
2. TUNCELİ NASIL BİR DERSİM’di?? Cumhuriyet, 29.11.2014
3. Şeyh Sait ve Dersim; Cumhuriyet, 30.11.2014
4Dersimliler ve Cumhuriyet; Cumhuriyet, 02.12.2014
5. Hacı Bektaş Çeşmesinden… Cumhuriyet
, 04.12.2014
6. Dersim Mektubu Üzerine… Cumhuriyet
, 05.12.2014
7. Sorun Tarihte Değil, Gelecekte! Cumhuriyet, 06.12.2014
8. Dersim / Tunceli: Ders Almak! Cumhuriyet, 07.12.2014
9. Aleviler Demokrasinin Güvencesidir.. Cumhuriyet, 09.12.2014

*****
Dersim'de_1937-38'de_ne_oldu

Bu 9 yazıyı tek bir dosyada pdf olarak paylaşmak istiyoruz.
Okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Dersim_Tunceli_Yazilari

Emre hoca 8. yazısını şöyle bağlıyor :

  • “Bence Dersim / Tunceli olaylarından alınacak en büyük ders,
    Alevilere bugün de uygulanan
     ayrımcılığın ve zulmün sona erdirilmesi olmalıdır… Elbette farklılıklarımızla birlikte yaşayacağımız demokratik bir toplum inşa etmek istiyorsak! 

Emre hoca 9. yazısını ise aşağıdaki gibi bağlıyor :

  • Dersim/Tunceli için özür dilemeler, “Özür dile” demeler, CHP’yi, İnönü’yü, Atatürk’ü suçlamalar, zulmü sürekli anımsatıp yaraları kaşımalar ve kanatmalar, bu dışlayıcı politikayı örtbas edemez… 
  • Alevilere eşit vatandaşlık hakları, vicdan ve ibadet özgürlüğü tanınmalı, Cemevleri ibadethane statüsüne kavuşturulmalı, din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı, seçmeli din derslerinin müfredatında Alevi kültürü, tarihsel ve felsefi köklerine uygun olarak yer almalıdır.

Teşekkürler Sayın Kongar..
Artık bu iğrenç duygu – tarih sömürüsüne bir son vermeli..

O sıralarda ağır hasta olan Büyük ATATÜRK ve görevde olmayan önceki başbakan İsmet İNÖNÜ‘nün saygın anılarını kirletme amacıyla günlük siyasete alet edilmesi
son derece yersiz ve yanlıştır; tarihsel kanıtlardan tümüyle yoksundur.

Buna asla izin verilemez!

  • Şahinleşen Başbakan Celal Bayar ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak başlıca 2 sorumludur.
  • Tarihsel fatura bu ikiliye kesilmeli ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
    tüzel kişiliğinin de haksız ve yersiz – kasıtlı yıpratılmasına izin verilmemelidir.

Günümüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti, acı olaylardan 75-80 yıl sonra sürecin
masum mağdurlarına sevecenlikle yaklaşmalı, insancıl ölçülerle yitiklerini gidermeye çaba göstermelidir. Ülkemizde tüm ayrıcalıklar yok edilerek “eşit yurttaşlık”
ortak paydasında demokrasimizi (siyasal ve ekonomik) kulvarlarda geliştirmeye çabalamalıyız..

Toplumsal bellekte travma sonrası stres bozukluğunun kuşaklar boyunca
sürgit süregenleşmesi (örneğin Kerbela vahşeti!) ülkemizin ve halkımızın
yararına asla değildir.

Konuya ilişkin bizim de 5 sayfa dolayında bir makalemiz bu sitede yayımlanmıştı.
Ona da şu erişkeden (linkten) ulaşılabilir :

http://ahmetsaltik.net/2014/11/25/dersim-tartismalari-tunceli-dersim-debates/

*****

Ayrıca Soner Yalçın, Hüsnü Merdanoğlu, Naci Beştepe.. gibi yazarların konuya ilişkin makalelerine de sitemizden erişilerek okunabilir..

*****

10 Aralık 1948‘den bu yana 66 yıl geçti..

Artık, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin (İHEB) tam anlamıyla
yaşama geçirilmesini ve uygulanmasını diliyoruz..

Hatta daha da geliştirilerek “İHEB’in 3. Bin Yıl Türevi” nin yazılmasını..

Türkiye’de de elbette.. Türkiye, BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak
bu Evrensel Bildirge’ye hukuksal olarak taraftır ve Anayasa md. 90 / son fıkra uyarınca
bu Bildirge, iç yasalarımızla denk hukuksal güçtedir. Yine aynı madde uyarınca
İHEB metninin Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülmesi olanak dışıdır. Bunlara ek,
temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası antlaşma ve sözleşmelerin
iç yasalarla çelişmesi durumunda ilki üstün sayılarak uygulanacaktır. (AY md. 90 / son)

Türkiye’nin ve insanlığın bu bağlamda katedeceği daha çooook yol var..
Küreselleşen emperyalizm İNSAN HAKLARININ en büyük engeli, düşmanı!
Öncelikle bu hakları bölücü – ayrıştırıcı olarak ikiyüzlü biçimde kullanıyor.
İkinci olarak da vahşi kapitalizmi sürdürerek milyarlarca insanı yoksullaştırıyor.

Tunceli – Dersim olaylarında da İngilizler ve Fransızlar kışkırtıcı rol üstlenmeseler, kendilerine ulaşan kimi istemlere, “Biz bağımsız – egemen bir Devletin (Türkiye’nin!)
içişlerine karış(a)mayız..” diye geri çevirseler, sorun bu denli yakıcı boyutlara tırmanmayabilirdi. Yardım istemlerini gerekiyorsa Milletler Cemiyeti‘ne taşıyabilir
ve dostane-barışçı çözümlere destek verebilirlerdi.. Bunu yapmamışlar, tersine,
Türkiye’de kanlı gelişmelere çanak tutmuşlardır; bu bir Emperyalizm klasiğidir..

Elbette bu saptamalar Bayar – Çakmak ikilisinin temel tarihsel – politik sorumluluğunu ortadan kaldırmaz, hatta hafifletmez de..

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü‘nün
tüm insanlığa kutlu ve mutlu olmasını diliyoruz.

insan_haklari_ozgur_esit_yasamaktir

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygıyla.
10.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Hüsnü Merdanoğlu : DERSİM’den DERS ALMAK…

 

Dostlar,

Aşağıda yazdıklarımızı 24 Kasım 2014 günü yineleyerek bu dosyayı güncelliyoruz..

Başta hükümet ve Başbakan Davutoğlu olmak üzere herkesi sorumlu davranmaya
ve siyasal sömürü (istismar) kaynağı olarak kullanmamaya;
böylesi davranıştan “utanmaya” çağırıyoruz.

“Dersim modern bir Kerbeladır..” sözü, Başbakan Davutoğlu adına büyük bir ayrıştırma, provokasyon olarak kaydedilmiştir.

Davutoğlu bu ağır hatasından ne zaman utanır bilemeyiz ama
toplumsal barışı kundakladığını dileriz hızla fark etsin ve rotasını düzeltsin.

Haydi RTE‘yi mazur görelim.. (Görülmez ya!?)

Başbakan Davutoğlu Boğaziçi gibi seçkin bir üniversitede siyasal bilimler –
uluslararası ilişkiler (ve Ekonomi) okumuş, bu alanda Profesör olmuş bir kişi.. Kendisinden kamil bilim insanı davranışı beklemek hakkımızdır;
kendisinin de bu yönde davranmak boynunun borcudur.

Neydi Alevi – Bektaşi inancının özü : Eline (İline) – Beline – Diline sahip ol!

Her kim ki bu ilkeye uyar; önce kendini kurtarır..

Sevgi ve saygı ile.
24 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

DERSİM’den DERS ALMAK…

PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü Merdanoğlu

 

 

Dostlar,

Kardeşimiz araştırmacı – yazar Sn. Hüsnü Merdanoğlu‘nun önemli bir kitabını,
2014’ün kritik topludurumuna (konjektürüne) paldır küldür sürüklenirken
paylaşmak istiyoruz :

  • DERSİM’den DERS ALMAK…

İlgi ve bilginize sunarız…

Dersim'den_Ders_Almak_Husnu_Merdanoglu_kitabi
Bu çalışma;
Dersim konusu Alevilik sorunu mudur?

Yoksa Alevilikle doğrudan ilintili olmayan etnik bir konu mudur?

Dersim harekâtı, bir ayaklanma sonucu mudur?

Dersim olaylarının günümüz ayrılıkçı girişimleri ile benzerlikleri nelerdir?

Dersim harekâtında Atatürk’ün etkinliği nedir?

gibi soruların, yansız bir yaklaşımla ve belgelere dayanılarak yanıtlanması,
konunun özenle incelenip, geçmişte yaşanılanlardan günümüz ve gelecek için
kimi derslerin çıkarılıp deneyimlerin kazanılmasına yardım amacıyla yapılmıştır.

Osmanlı yönetimi Mondros Mütarekesi‘ni kabul etmekle, hem Osmanlı’nın sonunu getirmiş hem de Sevr Antlaşması dayatması ile karşı karşıya kalarak,
emperyalist güçler tarafından Anadolu’nun bölüşülmesine zemin hazırlamıştır.
Bu bağlamda, Anadolu’nun paylaşılması yanında Ermenistan ve
Kürt devletlerinin kurulmasını da kurgulayan egemen güçler
,
etnik ayrımcılığı kışkırtmışlardır.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’un 9 Temmuz 1919 ve 21 Temmuz 1919’da hazırlayıp Londra’ya gönderdiği rapordan:

  • “Binbaşı Noel, Abdülkadir ve Bedirhanoğulları ile görüştü. Abdülkadir satın alındığı takdirde güçlük çıkaramaz. Binbaşı Noel, Kürt şefleriyle görüşbirliğine varırsa, bundan büyük yararlar sağlayacağını söylüyor. (…) Kürtler henüz
    Mustafa Kemal‘e karşı ayaklanmadı. Noel bunu başarabileceğinden emin.”

İngiliz Yüksek Komiserliğinin görevlisi Hohnel’in Sir Tilly’e gönderdiği
21 Temmuz 1919 tarihli rapordan:

  • “Türkleri zayıflatmak maksadıyla, Kürtleri Türklerden dikkatli ve temkinli bir şekilde kopartmanın iyi bir fikir olduğu…”

İngilizlerin İstanbul’daki Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Webb’in,
Dışişleri Bakanı Lord Curzon‘a 19 Ağustos 1919 günü gönderdiği rapordan:

  • “Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan Ermenistan’ı himaye edecek;
    geri kalan dört il ise Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakılıyor.”

İngiliz ajanı Kindston’un 28 Kasım 1919 tarihli raporundan:

  • “Kürtlere ne kadar inanmasak da onları kullanmamız
    çıkarımız gereğidir.”

*****

Eşe – dosta ve de “ilgilisine” armağanlık..

İbretlik..

Bir kez daha teşekkürler Sn. H. Merdanoğlu ve 2014’te yeni ürünler dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
30 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

ÇANAKKALE KAZANILMASAYDI DUMLUPINAR KAZANILAMAZDI


Dostlar,

Sayın Hüsnü Merdanoğlu kardeşimizin enfes

ÇANAKKALE KAZANILMASAYDI DUMLUPINAR KAZANILAMAZDI

yazısını da bir gün sonraya bıraktık.. Bu ziyafet ve anma 1 günde bitsin istemedik..

Sayın Merdanoğlu’nu da çok başarılı makalesi için içtenlikle kutlayarak
ve paylaşımı için teşekkür ederek..

Sevgi ve saygı ile.
19 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==========================================

ÇANAKKALE KAZANILMASAYDI DUMLUPINAR KAZANILAMAZDI

PORTRESI_husnu_merdanogluHüsnü MERDANOĞLU
ADD Yazı Kurulu Üyesi

Takvimler 1915 yılı 18 Mart’ı gösteriyordu. Sabahın erken saatleri idi. Düşman gemileri Çanakkale Boğazı’nın önünde namlularını; Rumeli Mecidiye, Namazgâh ve Hamidiye Tabyalarına çevirerek bu hedefler yoğun topçu ateşi altına alınmış, göz görü görmüyordu. Savaş yalnız karada değil, yer altında hendeklerde, tünellerde, denizde ve deniz altında sürüyordu.

Savaşa neden olan devletlerin başında İngiltere ve Fransa geliyordu. İngiltere,
28 Ocak 1915’te Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmaya karar verince, bu karara
Fransa da ka­tılmış, birlikte Osmanlı Devletini Osmanlı’nın müttefiki Almanları yok etmeyi,
kendi müttefikleri Rusya’ya yardım etmeyi, İstanbul’u ele geçirmeyi planlıyorlardı.
18 Mart’tan önce İngiliz donanması, 19 Şubat 1915′te deniz harekâtına başlamış,
13 Mart 1915′e dek Türk siperlerini bombardıman altında kalmıştı. 18 Mart saldırısı, düşman ve Türk güçleri için kader anı idi.

Yer altında (tünellerde) süren savaş daha da çetin geçiyordu.

  • Buralarda (yeraltı tunellerinde!) savaşan asker zaman zaman, kendi günlük ihtiyacı için kazdığı atık ve kirli sular içine düşerek yaşamlarını yitiriyorlardı.

Yer üstünde ise kan, duman ve çığlık birbirine karışmış mermi yağmurundan ve çıkan yangınlardan kurtulma uğraşı yanında düşmana göz açtırmamak için olağanüstü çaba sürüyordu.

“Yardım” anlamına gelen “Nusret” adlı mayın gemisi çok gizli bir çalışmayla
son mayınları Çanakkale Boğazı’na döşemeyi başarmıştı. Bu mayınlara isabet eden
İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin kaptanları, gemileri birer birer batmaya başlayınca Çanakkale’nin geçilemeyeceğini, Boğazların elde edilemeyeceğini anlamaya başladılar. Vurucu gücünü mayınlara çarparak yitiren düşman güçleri, Türk topçusunun yerinde atışlarının hedefi olarak, güçten düşmeye başladılar. Ak­şama doğru bir tansık (mucize) gerçekleşti; o dönemde en güçlü silahlara sahip düşmanlar gemilerinin geri kalanları, yenilgiyi kabul ederek geri çekilmek durumunda kaldılar.

İleri yıllarda Ulusun, yazgısını değiştirecek Mustafa Kemal’in askere verdiği;

  • “Ben size taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum.
    Biz ölünceye kadar geçe­cek zamanda yerimize başka kuvvetler,
    başka kumandanlar ge­çebilir!”
    (18 Mart sonrası Gelibolu kara savaşlarında, 25 Nisan 1915, Conkbayırı)

içerikli emri, ilahi bir emir gibi işe yaradı. Askerlik tarihinde örneği olmayan bu emri alan Türk askeri, asker olma onurunu taşıyanlarda olması gereken; yurt savunması için ölümü göze aldı, öldü.. öldü..

O tarihte Osmanlı’nın müttefiki olan Alman General Liman Von Sanders,
Yarbay Mustafa Kemal ile birlikte savaşta yaralandıktan sonra iyileştirilip cepheye gönderilecek askeri teftiş ediyorlardı. Bu teftişte şöyle bir olay gerçekleştir:

Teftiş sırasında, Ordu Kumandanı Liman Von Sanders, dikkatini çeken bir erin önünde durdu askerin göğsüne bir yumruk attı. Bu hazırlıksız darbeyle karşılaşan er,
sırtüstü yuvarlanıverdi. Alman Generali, Mustafa Kemal’e

“Bunlarla mı savaşacağız, bunları mı cepheye göndereceğiz?”

diyerek sert bir sesle bağırıyordu.

Mustafa Kemal geride kalarak, yere düşen ere yaklaştı. Sessizce kulağına

“Sen nasıl düşersin? O bizden değil yabancı bir kumandandı.” dedi.

Er “Bilmiyordum kumandanım.” dedi.

Mustafa Kemal, Liman Von Sanders’e yetişip;

Paşam, aynı hareketi aynı ere yeniden yapabilir misiniz?

diye sordu. Kendinden emin olarak Liman Paşa askere yaklaşıp, aynı hareketi yapmak için kolunu havaya kaldırmıştı ki, Mehmet umulmadık bir kıvraklıkla Liman Von Sanders’in göğsüne tekmeyi indiriverdi.

Neye uğradığını şaşıran Liman Von Sanders tepetaklak yere düştü.
Mustafa Kemal, Paşa elinden tutup O’nu kaldırırken, bir yandan da teskin ediyordu.

“Paşam, biraz önce harp etmez dediğiniz er, dostunun karşısında olduğu için
yere düştü. Şimdi de size yaptığı bu hareketle Türk askerinin düşman karşısında
nasıl çelikleşeceğini göstermiş oldu.” dedi.

General Sanders hem mahçup, hem de memnun olarak Mehmet’in alnından öpmüştü.

Mehmetçiğin alnından öpülmesini sağlayan, O’na yön vermeyi bilen komutanlar olmuştur. Çanakkale’de Türk erinin alnından öpülmesini sağlayan Mustafa Kemal (Atatürk), Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda önceki savaşlardan geri kalan erler ile
tarih yazmayı başardı. Yurdumuzu işgal edenlere karşı son tokat Dumlupınar’da
(22 Ağustos 1922) atıldı ve yurdun kurtuluş yolu açıldı. On binlerce şehidimizin yattığı Çanakkale’de on binlerce düşman askeri, Türk askeri ile yan yana yatmaktadır.
Bu savaş, son yıllarda Osmanlı’nın yenilgiler yaşadığı Balkan felaketi, Sarıkamış bozgunu karşısında Türk’ün halen ayakta olduğunu kanıtladı. Moralleri düzeltti.

Ulusal Kurtuluş Savaşına, bu moral ve Çanakkale’de üstün nitelikleri ile kendini kanıtlayan Mustafa Kemal’in komutasında girildi. Çanakkale Savaşı kazanılmasa idi, önce başkent İstanbul, daha sonra tüm yurt ele geçirilmiş olacağı ve bozuk bir moral ile genel bir savaş yapılamayacağı için, Dumlupınar kazanılamayabilirdi.

Ulusumuzu yok etme planının ilk aşaması olan Çanakkale Savaşı, Türk askerinin gerektiğinde yurdunun ve ulusunun özgürlüğü için canını seve seve verebileceğinin
en bü­yük kanıtlarından biri olmuştur. Kazanılan utku, Ulusumuzu yok olmaktan kurtardığı gibi, ulusumuzun kurtarıcısı Mustafa Kemal’in üstün başarılarını öne çıkararak
lider olmasını da sağlamıştır. Bu nedenle Çanakkale Savaşı tarihimizin en önemli savaşla­rından biridir.

Mustafa Kemal (Atatürk) başta olmak üzere, Koca Seyit Onbaşı’dan,
Mehmet Çavuşa ve on binlerce kahramanlara yarışır yurttaş olmak için,
onları saygı ve rahmetle anmak yanında, onlar gibi yurtsever olmak gerekir.

Ne mutlu ülkesinin bağımsızlığı için canını feda eden kahramanlara
ve onlara yaraşır olma çabası içinde olanlara.

ŞEYH SAİT AYAKLANMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

ŞEYH SAİT AYAKLANMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Hüsnü MERDANOĞLU

Mondros ve Sevr antlaşmaları ile tutsak edilen Osmanlı İmparatorluğu sonrasında yeni bir Türk devleti kurulması için başlatılan kurtuluş ve kuruluş savaşında, sadece düşman ile savaşılmamıştır. Başta İstanbul hükümetti olmak üzere iç ve dış güçler, Kuvayı Milliye’nin başarısız olması için sürekli olarak ayaklanmaları kışkırtmışlar ve desteklemişlerdir. Kurtuluş ve kuruluş savaşından günümüze kadar çıkarılan ayaklanmaların sayısal görünümü oldukça düşündürücüdür; Ulusal Kurtuluş savaşı sürecinde 21, cumhuriyetin ilanından sonra da 33 olmak üzere günümüze kadar
54 ayaklanma olmuştur. Bu ayaklanmalardan PKK adını taşıyanı halen sürmektedir. Bu sayı, altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu döneminde görülen ayaklanmaların neredeyse iki katıdır.
Ayaklanmaların dış destekli olduğunun birçok kanıtı bulunmaktadır. 28 Temmuz 1920 günü Amiral Sir F. de Robeck, Lord Curzon’a şunları yazmıştır: “Kürt meselesi hakkında sizin fikrinizi biliyorum, daha kesin bir karara varmanız için bunu yazıyorum. Damat Ferit bana geldi, sulh anlaşmasına göre Kürtler ayrı bir devlet olacaklardır, Kürt liderleri Mustafa Kemal’i sevmezler, çünkü o Bolşevikliği getirmek istiyor. Siz Mustafa Kemal’den nefret ediyorsunuz çünkü o sizin yaptığınız an¬laşmayı kabul etmiyor, o halde Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı bir¬likte kullanalım”
Aynı Amiral 26 Mart 1920 günü Lord Curzon’a şunları yazmıştır:
“Kürdistan Türkiye’den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Erme¬nilerle Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul’daki Kürt Ku¬lübü Başkanı Said Abdülkadir ve Paris’teki Kürt delegesi Şerif Paşa emrimizdedir…”
Mustafa Kemal Paşa, tüm sorumluluğu omuzlarında taşıyan bir önder olarak, “ülkeyi yabancıların boyunduru¬ğundan kurtarmak ve bağımsızlığını kazandırmak için” çıktığı yolda, bir yandan iç ayaklanmayla uğraşmış, diğer yandan İstanbul Hükümetince ölüme mahkûm edilerek, başına ödül konmuş bir “asi” gibi gösterilmeye çalışılmıştır. “Dışarıdan bakan bir göz, uğruna yaşadığı ve bir ömür boyu emek verdiği özlemlerinin tümünün sona erdiğini sanabi¬lirdi.” Ancak O, umutsuz gibi görünen koşullara karşın, belirlediği yol¬da yürüdü. Kurtuluştan sonra sarf ettiği; “Ben Erzurum’dan İzmir’e, bir elimde silâh, bir elimde sehpa, öyle geldim” söylemi, yaşadığı koşullar ile aynen örtüşmekteydi.
**
13 Şubat 1925 günü Şeyh Sait başkanlığında Genç ilçesinde başlatılan Şeyh Said ayrılıkçı ayaklanması da; yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal bütününe, başlatılan devrim sürecine yönelik bir ayaklanma olmuştur. Bu süreçte hem cumhuriyet kurulmuş hem de demokrasinin yerleşmesi için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Ne var ki yeni kurulan parti, cumhuriyet düşmanlarının barınağı durumuna getirilmiştir. Öte yandan Bükreş’te toplanan Hilafet Kongresinde devrik padişah Vahdettin taraftarları, Türkiye’de suikastlar düzenleyerek ve isyan çıkararak, karşı ihtilal kararı almışlardır. Karşı ihtilali hazırlamakla görevli ihtilal komitesi, ülke içinde gizli bildiriler dağıttırmış, gezici hocalar ve seyyar satıcılar eliyle devrim (inkılâp) hamlelerini kötületmiş, hilafet lehine kamuoyu hazırlamaya başlamıştır.
Bu aşamada Şeyh Sait’i, hem hilafet komitesi hem de İngilizler desteklemişlerdir. Ayrıca I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması kesinleşince bir Kürt devleti kurmak için örgütlenen Kürt Teali Cemiyeti de, cumhuriyetin ilanından sonra “komite” ye dönüşerek, aradıkları fırsatı bulmak için çalışmalarını sürdürülmüştür. Beklenen fırsatı bulduklarını sananlar, Şeyh Sait’e destek vermişler ise de, karşılarında Cumhuriyet’e kanat germe onurunu ve özverisini koruyan, Türk Ordusunu bulmuşlardır.

Günümüzde Kuzey Irak olarak bilinen Musul sorununun çözümsüzlüğe itildiği bir aşamada ve Musul petrollerinde gözü olan emperyalist beklentiler güdümünde çıkarılan Şeyh Sait Ayaklanması, 15 Nisan 1925’te Şeyh Sait’in teslim olması ile sonlanmıştır. Ayaklanma sonrasında Atatürk, şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“… Türkler, Cumhuriyetin korunmasına, vatanın gelişmesine ve milletin yükselme yolunda çalışmasına engel olmak isteyenlerin uğrayacakları hayal kırıklığını kesin olarak ispat etmişlerdir. Muhakkaktır ki, milletimizin takip ettiği kurtuluş ve çalışma yolunda ilerlemekten başka bir hal kabul edilemez.”
Bu değerlendirmeler ışığında bilinmelidir ki;
-Kurtuluş yolunda ilerleyebilmek için; devleti yönetenler, yönetim sorumluğunu bilinciyle vatanı gelişmesine engel olanları hayal kırıklığına uğratma yeteneğine ve kararlılığına sahip olmalıdırlar.
-Ulusal amaca hizmet eden kuruluşlar, amaçlarından saptırılıp saygınlıklarına gölge düşürülürse, bu gölgede; güvensizlik, anarşi ve ümitsizlik çoğalır. Ümitsizlik ise geleceği tehlikeye düşürür.
Yine unutulmamalıdır ki;
Ulusal Kurtuluş ve Kuruluş Savaşımız; “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” başlatılıp kazanılmıştır. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm, bizi yutmak isteyen kapitalizm var olduğu sürece iç ayaklanmalar açıktan ya da örtülü olarak destek bulacak ve emperyalizme karşı savaşın sürecektir. Emperyalizme karşı süren savaşta barılı olmanın önde gelen koşulu ise ulusal bilinç, ulusal birlik ve bütünlüktür.

Muammer Aksoy’un Aydın Sorumluğu

 

Dostlar,

Kardeşimiz sevgili Hüsnü Merdanoğlu‘nun,
Devrim Şehidimiz Prof. Dr.  Mumammer Aksoy anısına
değerli yazısını paylaşmak istiyoruz..

Teşekkür ederiz Sayın Merdanoğlu..

Sevgi ve saygı ile.
31 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

Muammer Aksoy’un Aydın Sorumluğu

PORTRESI_husnu_merdanoglu

 

 

Hüsnü MERDANOĞLU

 

Aydın kişi; kendini aydınlatmış olan ve toplumun bilinç düzeyini artırmak için, aydınlatma görevini kendine görev edinendir. Ülkemizin yetiştirdiği onurlu hukukçulardan ve Atatürkçü Düşünce Derneğinin Kurucu Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy, Atatürk’ün aydınlığından yararlanarak, aydınlanmış ve aydınlığını topumla yansıtma onurunu taşıyarak, 31 Ocak 1990 günü bir suikast sonucu yaşamını yitirmiştir.

Bilinen gerçektir ki; Ulusal Kurtuluş Savaşımız, bağımsızlığımıza el koyan emperyalizme karşı yapılmıştır. Yine tarihi gerçektir ki; Kuvayı Milliye koşullarında yapılan anlaşmalar ile Lozan Antlaşması dâhil, Atatürk döneminde yapılan tüm uluslararası anlaşmalarda ve Kemalist Devrim’in yapı taşlarının yerleştirilmesi sürecinde, sürekli olarak ülkemizin tam bağımsızlığına öncelik verilmiştir.

Muammer Aksoy, Kemalizm için vazgeçilmez olan tam bağımsızlık konusunu iyi anlayan bir aydın olarak, aydınlatma görevini yerine getirirken tam bağımsızlık konusuna ayrı bir önem vermiştir.

Türk Devriminin öncüsü Atatürk, günümüzde de anlamını, önemini ve
güncelliğini koruyan, tam bağımsızlığı şöyle tanımlamıştır:

  • “Tam bağımsızlık demek, elbette siyasa, ekonomi, adalet, askerlik,
    kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir.
    Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve
    ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir….”

Nitekim kuruluş mücadelesinin ilk yazılı belgelerinden olan Amasya Genelgesi’nde;

“Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.”

vurgusuna yer verilerek (AS: 22.6.1919) başlatılan kurtuluş ve kuruluş sürecinde,
sürekli olarak tam bağımsızlık (esas bağımsızlık) göz önünde tutulmuştur.
Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, kurtuluşumuzu gerçekleştiren, tüm Kuvayı Milliyecileri için;

“… Kuvayı Millliyeyi âmil ve iradeyi Milliyeyi hâkim kılmak” formülü,

kutsal bir parola olarak benimsemişlerdir.

Tam bağımsızlığa dayalı olarak sürdürülen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile kazanılması yurdumuzun bağımsızlığını sağlamakla birlikte, emperyalistlerce ezilen, sömürülen uluslar tarafından örnek alınması, onlara “ulus” olma bilincini aşılaması yönünden de anlamlı olmuştur.

Öyle ki, Fransız yazar Pierre Benoit, Anadolu’da emperyalistlerin yenildiğini işiten Arapların tepkilerini şu cümlelerle günümüze aktarmıştır:

“Kudüs’te toplanan on binlerce Arap, minarelere ve kulelere yerleştirilen İngiliz mitralyözleri, zırhlı otomobillerdeki İngiliz askerleri karşısında, semayı dalgalandıran
bir gürleyişle coşkun ve korkusuz haykırıyorlardı;

Yaşa Mustafa Kemal Paşa!

Atatürk’ün öncülüğünde yönetilen Türkiye’nin, sömürülen uluslara örnek olması, emperyalist güçlerin huzurunu kaçırmış ve emperyalist güçler, Atatürk’ün O’nun devlet yaşamına yansıttığı Kemalist Devrimin açıktan ya da örtülü düşmanlığını yürütmüşler ve yürütmektedirler.

Tam bağımsızlık kolay elde edilmemiştir!

Bir yandan iç ayaklanmalar kışkırtılırken, bir yandan Mustafa Kemal Paşa
ve yakın arkadaşları için idam fermanları çıkarılmıştır. Bir yandan da her dönemde geçerli olan din sömürücülüğünden yararlanılarak Kuvayı Milliyeciler
başarısızlığa uğratılmaya çalışılmıştır.

Ne var ki, Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllardan başlayarak; ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel yönlerden tam bağımsızlığımız kuşatma altına alınmıştır.

Ülkemiz bir yandan kuşatma altına alınırken bir yandan da, bağımsızlık bilinci yani
ulusal (milli) ruhun gerilemesine göz yumulmuştur.

Küreselleşme süreci bahane edilerek ulus ve tekil (üniter) devlet yapısına gerek kalmadığı dayatılmış, hemen her aşamadaki ulusal eğitim izlenceleri yozlaştırılmıştır.
Oysa Kemalist kadro, bağımsızlığımızın güvencede olması için çağdaşlığı da içinde barındıran ulusal eğitim izlencesini uygulamış, güçlü Türkiye için ulusal gücümüze dayanan güçlü Orduya önem vermiş, Ordumuzu ve halkımızı başkalarına muhtaç etmemek için, Kumu İktisadi Kuruluşlarını işletmeye açmışlar, Sadabat Paktı,
Balkan Paktı gibi uluslararası dostluk anlaşmalarını yürürlüğe koymuşlardır.

Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesi olarak bilinen ve gelecek kuşaklara
vasiyet özelliğini taşıyan metinde; koşullar ne olursa olsun görevin,
“Türk istiklâl ve Cumhuriyetini korumak” olduğu vurgulanmıştır.

Bunun anlamı tam bağımsızlığı (siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız) korumak,
elden çıkmış ise yeniden elde etmektir.

Muammer Aksoy,
Atatürk’ün tam bağımsızlığa ne denli önem verdiğini, şu yerinde tespitle açıklamıştır:

  • “Mustafa Kemal Atatürk’ün, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasındaki hemen bütün konuşmalarında, genelgelerinde, telgraflarında, bildirilerinde asıl amaç olarak, hep bağımsızlık (istiklal) kavramına yer vermiştir. Bütün bu konuşma ve yazışmaları okuyanlar, bir tek düşüncenin perçinleşmesi için ‘sanki bir demircinin, elindeki çekici, aynı noktaya yüzlerce kez, binlerce kez vuruşunu’
    görür gibi olurlar.
  • Çünkü Tam bağımsızlık,
    Atatürk’ün kurmak istediği Türkiye’nin “baş ilkesidir.

Yurttaşlarımızın; yeniden açık ve örtülü kuşatılmışlıktan, vesayetten ve uyuşukluktan kurtulabilesi için; yöneticilerimiz Atatürk öncülüğünde geçekleştirilen
Ulusal Kurutuş Savaşı’nın amacını kavrayarak
ve bu Savaşı ruhundan
cesaret alarak sorumluluklarının ayırtına varmalıdırlar.

Aydınlar bu konuda ısrarla yöneticileri ve toplumu uyarmalıdırlar.

Toplumun yazgısını etkileyecek düzeyde aydın olma görevini yerine getirenlerin aydınlığından, toplumun aydınlanmasını istemeyenlerin rahatsız olmaları da doğaldır.

Bu nedenle tarihte, toplumu aydınlatma görevi üstlenmiş birçok aydın insanın canına kıyılmıştır.

Muammer Aksoy da bu aydınlardan biridir.

Doğal almayan ise, toplumun aydınlanmasından rahatsız olanlara teslim olarak aydınlatma görevini yapmamaktır.

Ne mutlu, aydınlatma görevini yerine getirme onurunu taşıyanlara.
Ne mutlu, aydınların ışığından yararlanmasını bilenlere.

Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi

Dostlar,

Sayın Hüsnü Merdanoğlu Sivas’lı bir yurtsever aydınımızdır.

Temel niteliğinin ARAŞTIRMACILIK olduğunu söylerek sanırız yanlış olmaz.

Araştırır ve yazar..

Bir Atatürk sevdalısı olarak elbette nesnel ve bilimsel akılcılığa dayalıdır.

Yazdığı 3 temel kitap aşağıdadır.. Okunmalı ve değerlendirilmelidir.

Tarihi Gerçekler Işığında Dersim'den Ders Almak

Kemalizm ile Bütünleşen Alevilik

Kemalizm İle AB'nin Çelişkisi

Sivas’ın Şarkışla’sından çıkan bir Anadolu aydınlanmacısı olarak,

“Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi” 

başlıklı makalesini paylaşmak istiyoruz..

Kendisine teşekkür ederek..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 5.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi

husnu merdanoglu

Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu Üyesi

Osmanlı İmparatorluğu’nun, emperyalizme teslim olduğunun ve tarihe gömüldüğünün belgesi olan Mondros Ateşkesini (Mütarekesini, 30 Ekim 1918) izleyen günlerde, ümitsizliğe düşen Türk ulusu, bir çare bulmak için çeşitli yerel kongreler düzenlemeye başlamışlardır. Ne var ki, yaklaşan tehlike Türk ulusunun vatansız kalmasına yönelik bir tehlike olduğu için yerel kongreler ile ulusal çözüm bulmak mümkün değildi.

Bu koşullar altında Samsun’a çıkan (19 Mayıs 1919) ve ülkenin doğusuna yönelen Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında 21 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi ulusal olduğu ölçüde bölgesel kongre özelliğindedir. Erzurum Kongresi’nde doğu (şark) illerini yakından ilgilendiren kararlar alınmıştır. Erzurum’da alınan kararların en önemlilerden birisi Heyet’i Temsiliye’nin (Temsilciler Heyeti’nin) kurulması ise de; “Kuva-yi Milliyeyi amil ve iradeyi milliyeyi hakim kılmak” (ulusal güçleri etkin, ulusal iradeyi egemen kılmak) esasının kabul edilmesinin ayrı bir önemi bulunmaktadır.

Bir başka önemli karar, Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında yapılan gizli bir toplantıda alınınmış ve bu toplantıda Mustafa Kemal Paşa şu tehlikelere dikkatleri çekmiştir:

  • “… Büyük karşı koymalar, ihanet ve hıyanetle karşılaşacağımız kuşkusudur. Ulusal mücadeleye atılanların ortadan kaldırılması için, Saray, hükümet (Osmanlı) ve yabancı devletler kuşkusuz ki ilk andan başlayarak harekete geçeceklerdir. Ayrıca yer yer memleket halkının da kandırılması, isyanlar, ihtilaller çıkartılması ve bütün bu olumsuz hareketlerin ulusal mücadele aleyhine gelişmesi mümkündür. Daha kim bilir, akla gelen ve gelmeyen ne düzen ne bozgunculuk, ne tuzaklarla karşılaşacağız.
    Ulusal mücadeleyi milletin büyük çoğunluğuna dayanarak hızlandırmak ve düzenlemek zorundayız. Memlekette ve elimizde, tek tepe, tek kurşun kalıncaya kadar uğraşma isteğimiz sürekli olarak korunacak ve korunmak zorundadır.”

Mustafa Kemal Paşa’nın bu öngörüsü Sivas Kongresi sırasında ortaya çıkmaya başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa’yı yakından tanıyan İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuat Cebesoy’un babası) o ölüm kalım günlerinde bile kışkırtmalar, siyasal hırs ve hiziplerin etkisiyle kongre başkanlığına aday olmuştur. Sayısız engeller gibi bu engel de aşılmış ve 4 Eylül 1919 günü toplanan kongrede öncelikle “İttihatçılık” sorunu gündeme getirilmiştir. Böylece Sivas Kongresi’nin hiçbir siyasal partiye dayanmadığının tutanaklara geçmesinde ısrar edenler olmuştur.

Sivas Kongresi ülkenin çeşitli yörelerinden gelen delege ve temsilcilerle toplandıktan sonra, ülkenin geleceği ve yazgısı ile ilgili bütün sorunların tartışıldığı bir ulusal toplantı olmuştur. Özellikle büyük emperyalist ülkelerle işbirliği içindeki mandacı kesimlerin manda yönetimi konusundaki ısrarlı tutumları, Sivas Kongresi sırasında gündeme gelmiş ve uzun süre tartışılmıştır. Ne var ki, vatanı düşman işgalinden kurtarmak üzere yola çıkan Kuvayı Milliye kadrosu ve taraftarlarının ulusalcı çıkışları ile her türlü mandacılık önlenmiş ve Kongre kararlarına manda konusu yansıtılmamıştır. Bu yönü ile Sivas Kongresi’nin, Türk tarihi içinde gerçekleştirilen ilk ulusal kongre özelliğindedir.

Manda sorununu çözüme kavuşturan, ulusalcıların tek bir dernek altında (Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Derneği) çalışmalarının kararlaştırıldığı Sivas Kongresi sürecinde, yapılan çalışmalar Anadolu halkına ve yerel yöneticilere iletildiği için ülkede bir birlik ve bütünlük güveni doğmaya başlaması üzerine, ülkenin her yanından
Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmek üzere Sivas’a telgraflar yağmaya başlamıştır.
Öyle ki, Sivas’ta parlayan ışığın aydınlığından yararlanarak, ulusal güven duygusu pekişmeye başlayan halk, işgalcilere karşı dik durmaya da başlamışlardır.
Örneğin, Afyonkarahisar’daki askeri depolarda bulunan silâh ve cephaneyi kendi denetimindeki yereler taşımak isteyen 300 kişilik bir İngiliz müfrezesi,
Afyonkarahisar halkının birlik ve direnciyle önlenmiştir.

Sivas Kongresi’nden sonra önemli bir gelişme de, Türk kadınının ulusal mücadeleye fiilen katılması olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’yı çok memnun eden ilk Anadolu kadını dernekleri, Sivas Kongresinden sora kurulmaya başlanmıştır.

Sivas Kongresi ve tümü ile Ulusal Kurtuluş Savaşı süreci göstermektedir ki;
ulusun haklarını korumak için uğraş vermek her şeyden önce, maddi ve manevi cesaret yanında özveri gerektirmektedir. Sivas Kongresi’ne işgal altındaki İstanbul’dan yeterince delege katılmamıştır. Bu davranışın gerekçesi oldukça düşündürücüdür.
Sivas Kongresi öncesinde, 20. Kolordu Kurmay Başkanı Ömer Halis Bey’in,
9 Ağustos 1919 günü Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği telgrafta, şu bilgiler
yer almıştır:“– İstanbul’dan delege gönderilmiyor. Onlar yapılan işleri uygun görmemekle birlikte, atılgan bir duruma girmek istemiyorlar. İstanbul’dan delege gönderilmeyecektir. Gönderilmek istenen kişiler, orada verimli, başarılı iş göreceklerine güvenmediklerinden, boşuna para harcamak ve yolculuk sıkıntıları çekmeme için
yola çıkmıyorlar.”

Bu bağlamda şu tarihsel gerçeği de bilmek gerekir ki; her zaman onurlu ile onursuzlar, dik duranlar ile teslimiyeti yeğleyenler var olmuşlardır. Ancak her zaman onurlu davranışı sergileyenler saygı ve övülerek anılırlarken, teslimiyetçiler yerilmişlerdir.

Ne mutlu, ulusal onurunu korumak uğruna gerekir ise yaşamını da hiçe sayarak, mücadele içinde olanlara.

Hüsnü MERDANOĞLU
4.9.2013

ADD 24 YAŞINDA!


ADD 24 YAŞINDA!

PORTRESI_husnu_merdanoglu

 

 

 


Hüsnü MERDANOĞLU

Yurt sorunlarına duyarlı 50 kişi tarafından 19 Mayıs 1989’da kurulmuş olan
Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) günümüzde 400 şubesi ile ülkemizin en büyük sivil toplum kuruşlarından biridir.  ADD’nin kuruluş nedenlerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde yaşanmış olan olumsuz gelişmelere karış, özellikle günümüzün sosyal medyanın etkisi altında yetişen gençlerimize Atatürk, dolayısıyla yurt sevgisi ve yurttaşlık bilincinin aşılanmasıdır. Bunun için; başta Genel Başkanı olmak üzere tüm yönetici ve ADD üyelerine
önemli sorumluluklar düşmektedir.

ADD kuruluşunda görev alan ve üye olanlar için, çalışmanın nasıl bir özveri, ciddiyet
ve kararlılık gerektirdiğini; Atatürk’ün 15 yıl içinde yaptıklarını anlayarak ve ADD’nin kurucularından ve kurucu Genel Başkanı olan Prof. Dr. Muammer Aksoy’un çalışma temposunu anlayarak örnek almak mümkündür.

Atatürk’ün yaptıklarını anlatmak bu yazının kapsamını genişleteceği için
Muammer Aksoy’un yaptıklarına kısaca değinmek gerekir ise şu özet bilgilere ulaşmak mümkündür:

ADD’nin kuruluş sürecinde Türk Hukuk Kurumu Başkanı olan Muammer Aksoy, 12 Eylül döneminde Atatürk adının her aşamada kullanılarak yıpratılmasına karşı çıkmıştır. Hukuk devletini, Atatürk ilkelerini ve ulus devlet bütünlüğünü yılmadan, çekinmeden korkmadan savunmuştur. Siyasal iktidarların, Cumhuriyet yönetimine
ters düşen her uygulamalarını yargıya taşımaktan asla geri durmamıştır.
Muammer Aksoy, Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesinin kaldırılmasına karşı çıkan hukukçulardan olmuştur. Prof. Aksoy, halen failleri bulanmayan bir suikast sonrası öldürülmüş ise de (31 Ocak 1990), sonsuza dek yurtsever bir kişi olarak bilinme onurunu taşıyacaktır.ADD’nun kurucularından ve Onursal Başkanı olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Güç Birliği Çağrısı” başlıklı yazısında şu hususlara dikkatleri çekmiştir:“Katilleri hala bulunamayan Devrim Şehidi Prof. Muammer Aksoy tarafından kurulmuş olan Atatürkçü Düşünce Derneği, bir bildiri yayımlayıp Atatürkçü kuruluşları, laikliği koruma yolunda güç birliğine çağırdı. Buna ilişkin bir haberi Cumhuriyet Gazetesi’nin 30.7.1990 tarihli sayısında okudum. Derneğin yönetim kurulunca kaleme alınıp bir örneği bana da ulaşan bildirinin önemli bölümlerine, bu derneğin kurucu üyesi ve onursal başkanı kimliğiyle, bugünkü yazımda yer veriyorum:

  • “Bilindiği gibi, Atatürk yeni Türkiye’yi kurarken,
    – yapıtının temelini laiklik ilkesiyle atmış,
    – gövdesini ise cumhuriyetçilik ilkesiyle örüp çatmış,
    – özü kültür, özgürlük ve bağımsızlık bilinci olan
    – ulusalcılık ilkesini harç diye kullanmıştır.
    – Devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerini de uygulama yöntemi, işlevi ve amacı olarak belirlemiştir.
    O büyük devrim ustasının özene bezene ortaya çıkardığı ve üstüne titrediği
    bu yapıt, kendisi ölünce, ilkin, bakım ve koruma yetersizliği nedeniyle yıpranırken, giderek, savsaklamadan saldırıya dek varan aykırı davranışlar dolayısıyla çatlayıp dökülmeye başlamış, son zamanlardaki açık ve kapsamlı yıkıcılık uygulamalarıyla da çökmeye yüz tutmuştur.
    Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk ulusunun çağdaşlık yolundan saptırılması ve uygarlaşmaktan alıkonulması için neredeyse yarım yüzyıldır sürdürülen planlı, sinsi gericilik etkinlikleri günümüzde büyük bir ivme kazanırken, ‘kör kör parmağım gözüne’ denebilecek pervasız uygulamalar biçimini almıştır. (…)

(…)

Dindarlığın meczupluğa ve gösterişe dönüştürüldüğü tarikatçılık, kişilerin kolay ün, etkinlik ve çıkar kazanmalarına, dolayısıyla dinin devlet işlerine karıştırılmasına ve siyasal araç olarak kullanılmasına yardımcı olduğu içindir ki; ATATÜRK tarafından yasaklanmıştı. İlgili Devrim Yasası, 1982 Anayasası’nın 174. maddesiyle yürürlükleri tanınan ve güvence altına alınan yasalar arasında yer almasına karsın bugün ülkemiz, hortlamış tarikatların ve us yoksunlarıyla politikacı ya da çıkarcı sahte dindarlar içeren tarikatçı kalabalıklarının cenneti durumundadır. (…)

Görev unvanlarının basında ‘cumhuriyet’ sıfatım yalnız kendileri taşı yan Türk Adaletinin ‘iddia makamı’ sahipleri bütün bu olayları sütre gerisinden sessizce izlemektedirler. (…) “
Yukarda yazılanlar, 1990 yılının Ağustos ayında Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış olduğu dikkate alındığında, Atatürk’ün şu sözünü anımsamamak elde değil;
“Biz, büyük bir devrim yaptık. Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumu yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir.”

Atatürk’ün öncülüğünde merkezi, ulusal ve üniter bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, küreselleşme sürecinde emperyalist beklentiler doğrultusunda, aynen Osmanlının son döneminin olduğu gibi hedef tahtasına oturtulmuştur. Sağ-sol, etnik ayrılık, mezhepsel bölünme gibi senaryoların gündemde olduğu bir ortamda, ADD’nin Türkiye’nin Kemalist ilkeler doğrultusunda yönetilmesi için çaba içinde olması, hem adında bulunan “Atatürkçülüğün” hem de tüzüğünün gereğidir. ADD görevini yerine getirme yolunda ilerlerken 24 yıl sürecinde çeşitli engel ve olaylarla karışlamıştır. Gereksiz yere olağanüstü genel kurul toplanması ve ADD Genel Merkezinin ve şubelerinin bombalanması bu olumsuzluklardan bazılarıdır.

Asıl olumsuzluk ise; radyo, televizyon gibi kamuoyunu yönlendirecek yayın organına bugüne kadar sahip olamayan ADD, gençlerimize ve tüm yurttaşlarımıza başucu kaynağı olacak özeliklere Atatürk kitaplığı seti düzeyinde bir yayın serisini gerçekleştirememiştir.

24 yıl önemli bir zaman dilimidir. Atatürk’ün yolunda olmak ve ilklerine sahip çıkmak her şeyden önce Atatürk gibi çalışkan ve özverili olmayı gerektirir. 15 yıl içinde her yönden yokluk ve yoksulluk içinde süren savaşı kazandıktan sonra, Türkiye’yi yeryüzünün en saygın ülkesi konumuna yükselten Atatürk’e yaraşır olmak ve adında “Atatürk” olan derneğin üyesi olmak daha çok sorumluluk ve özveri gerektirmektedir.

Hüsnü MERDANOĞLU (18.5.13)