Etiket arşivi: Hasan Âli Yücel

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 70 Yaşında

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
70 Yaşında!

70._Yil_afisi

Dostlar,

Ankara Üniversitesi Cumhuriyet’in kurduğu ilk üniversitedir.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi ise Cumhuriyet’in kurduğu 2. tıp fakültesidir.

Osmanlı’dan kalan çağdışı ve karşı devrimci Medrese, Cumhuriyet Devrimi’nin genç ve idealist Tıp Doktoru Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip tarafından Üniversite Reformu ile İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmüştü. 1933 Reformunun ardından 12 yıl sonra da
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve dönemin
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel‘in çabasıyla açılmıştı..

Bu seçkin Cumhuriyet kurumu 70 yılını bitiriyor..
Devasa başarılara imza attı.. Binlerce hekim ve uzman yetiştirdi..
Sayısız hastaya şifa verdi..
Günümüzde, ülkemizin TIP BİLİMLERİNDE AMİRAL GEMİSİ birkaç seçkin biriminden biri.. Hemen her alanda öncü.. Birkaç hastanesi ile, 2000’in üstünde hastane yatağı ile Türkiye’nin en büyük hastanelerinden biri, 500’e yaklaşan akademisyen tıp hocası ile neredeyse bir Fakülte değil; TIP ÜNİVERSİTESİ ölçeğinde..

19 Ekim 2015 günü bu büyük mutluluk paylaşılacak…
Program duyurusu yukarıda..
Biz de 21 Mayıs 2004’ten bu yana, 11,5 yıldır bu seçkin ve saygın kurumun öğretim üyesiyiz.
Kıvanç içindeyiz..
Ülkemizin en iyi Tıp Fakültelerinde yetişme olanağı bulduk. 1971’de Hacettepe’de tıp eğitimine başlamıştık. 1977’de İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, yine bu 2 kurumda Halk Sağlığı dalınza uzmanlaşmıştık. Londra ve Texas Tıp Fakültelerinde de çalışma olanağımız olmuştu.. Nisan 1988 – Mayıs 2004 arasında ise en uzun (16+ yıl!) süre emek verdiğimiz Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni elbette hiç unutmuyoruz..

Ülkemizin – Cumhuriyetin eğitim kurumlarının bize verdiklerinin ürünüyüz bütünüyle.
Vefa borcumuz bitmez, bitmeyecek.. Kurumlarımızı bu aşamaya getirenlere şükranımız sonsuz.. Biz de nöbetimizi en yüksek sorumlulukla tutmaktayız.. Emeklilik Kasım 2020’de.. Daha 5 koca yıl var.. Yapacak da çooooook işimiz..

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi‘nin 70. yılı herkese kutlu ve mutlu olsun..

Program içeriği yukarıdaki afişte.. O gün saat15:00 – 16:00 arasında Prof. İlber Ortaylı‘nın da bir konferansı olacak..

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com


GELECEĞİN EĞİTİMİNDE FELSEFENİN YERİ

Dostlar,

Değerli Eğitimbilimci dostumuz Sayın Doç. Dr. Haluk ERDEM, geçtiğimiz ay (26.02.2015)
Hasan Âli Yücel Anmasında Ankara Üniversitesi 100. Yıl Salonunda konuşmacılardan biriydi ve önemli katkılar vermişti.

20150226_Hasan_Ali_Yucel_Anmasi

Sayın Erdem’i geçtiğimiz aylarda da Ulusal Eğitim Derneği‘nde dinleme ve sonrasında
tartışma (bilimsel anlamda) olanağı bulmuştuk.

Bu kez, yoğunlaştığı alanda, Eğitim Felsefesi bağlamında ve geleceğin eğitiminde
felsefenin yeri sorunsalı (problematiği) konusunda kendisini dinleyeceğiz keyifle..

Emeği için şimdiden kendisine teşekkür ederiz.

Duyuru posteri aşağıda..

İlgi ve bilginize sunarız.

GELECEĞİN EĞİTİMİNDE FELSEFENİN YERİ

Egitimde_Felsefe'nin_Yeri
Bize göre ülkelerin eğitim dizgeleri, kimi vazgeçilmez değerleri, tutum ve davranışları
Dünya insanına kazandırmalı.. Bu bağlamda Felsefi öngörüleri – beklenti ve hedefleri olmalı

Geleceğin / günün eğitim sistemi yeniden yapılandırıcı (re-kontrüksiyonist) olmalı..
Laik olmalı,
Akla ve bilime ya da bilimsel akılcılığa dayanmalı..
Karma, kızlı – erkekli olmalı..
Fırsat eşitliğine, kamusal desteğe dayanmalı..
Uygulamalı – beceri kazandırıcı olmalı..
Eleştirel – sorgulayan – demokratik – özgür bireyler yetiştirmeli..
Temel insan hak ve özgürlüklerine saygıyı içselleştirmeli..
Bireye yaşama ilişkin özyeterlik, yetkinlik kazandırmalı..
…..

Sevgi ve saygıyla.
11.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com 

Nasıl Verimli Olabiliriz?


Nasıl Verimli Olabiliriz?

portresi


 

Halit SUİÇMEZ, PhD
Kalkınma İktisadı Uzmanı
6.11.14, Ankara

 

Ankara’nın ılık bir Ekim akşamında Kuğulu Park’ın sarı-turuncu-yeşil yaprakları arasında oturdum.

Delikanlı bir genç yaklaştı ve “Oturabilir miyim?” dedi, nezaketle.

“Buyur evlat” dedim gülümseyen bir sevecenlikle.

Yer göstermem belli ki hoşuna gitti ve saygıyla oturdu. Elindeki gazetenin
“eleman arayanlar” sayfasını dikkatle incelemeye başladı. Bir ara başını kaldırararak;

“Abi, hiç bana uygun iş yok, aylardır işsizim.” dedi, yalvaran hüzünlü gözlerle.

“Sana uygun iş nedir?” dedim, suskunca bekledi bir süre, sonra da;

“Artık ne iş olsa yapacağım abi.” dedi, bıkkınlıkla.

Çelişkisini yüzüne vuramazdım elbette. Bu kez ben sustum, bakıştık göz göze,
sanırım sonunda anlaştık sözsüz..cümlesiz..

Daireye (İşyerime) doğru yürürken, “eskiden kaleme aldığım bir yazıyı güncelleyip yayımlayayım” dedim ve başlığını da “İnsan nasıl verimli olur?” şeklinde koymayı tasarladım.

Gizli ve açık işsizliğin yaygın olduğu ekonomilerde işgücünün marjinal prodüktivitesi-verimliliği-üretime katkısı- düşüktür veya sıfıra yakındır.

Bir insan aşağıdaki ilkeler üzerine düşünüp, kendisini bu çerçevede yeniden gözden geçirirse, üretkenliği hakkında kimi ip uçları edinebilir.

VERİMLİLİK İLKELERİ

1-Aklı Etkin Kullanmak. Her anda ve mekanda, her olayda bilim ve akılcılık ilk
hareket noktamız olacaktır.

2-Kendini/Çevreyi Tanımak. Biz kimiz, çevremiz nedir, özelliklerimiz, gücümüz, yeteneğimiz, yetilerimiz, potansiyellerimiz nelerdir, koşulları biliyor muyuz?

3-Doğru İşi Yapmak / Doğru yönde seçimler yapmak. Yaptığımız iş kişisel duruma uygun mu, yeteneğe ve sevgiye mi bağlı işler peşindeyiz?

4-İşi Doğru Yapmak / İşini  bilimsel tekniklere uygun yapmak / İşini aşkla yapmak.

5-Zamanı Etkin Kullanmak / Planlamak. En başta zaman olmak üzere
tüm kaynaklarımızı planlamalıyız.

6-Mekânı Etkin Kullanmak. İşyeri, ev, büro gibi alanları en etkin kullanım gerekir.

7-Çok Yönlü Gelişme Çabası İçinde Olmak. Bir-iki alanda derinlikli uzman olsak da, tarih, felsefe, iktisat, sanat, bilim, edebiyat gibi alanlarda da geniş bilgimiz olmalıdır.

8-Verimliliği Ölçmek – İzlemek – Değerlendirmek. Ürettiğimiz işlerdeki verimliliğimizi,
“en az girdiyle en yüksek ve nitelikli çıktı sağlama” formülasyonuna uygun biçimde “çıktı / girdi” oranına göre hesaplamalıyız.

9-Soruları Doğru Sormak. Neyi, niçin, nasıl yapıyoruz?
Sorularını hep doğru bir felsefi temelden sormalıyız.

10- Kaynakları Tam Kullanmak. Kaynakları ziyan etmemeliyiz.

11- Kaynakları Etkin (Akılcı) Kullanmak. Yerinde ve zamanında, uygun bileşimde (miktarda) kaynak kullanımına özen göstermeliyiz.

12- İşleri Önceliklendirmek. En önemli ve acil işlerden başlayarak öncelik sırası uygulamalıyız.

13-Fayda-Maliyet Analizi Yapmak. Her işin getiri ve götürüsü önemlidir.

14- Toplumsal Faydayı Düşünmek. Bireysel fayda ile toplumsal fayda çelişebilir. Toplumsallık hep göz önünde tutulacaktır.

15- Tüm Çalışmanın Yeniden Gözden Geçirilmesi. Yapılan işin yeniden tasarımı, uygulanması, değerlendirilmesi, ileriye dönük yeniden planlanması ve
bu gelişim döngüsünün sürdürülmesi.

*****

Aşağıda konu ile ilgili olarak büyük yazar Hasan Âli Yücel’in bir yazısı verilmiştir:

VERİMLİ İNSAN

Zararlı bir alışkanlık yazıp bozmak; bir satır bozuk oldu mu o yaprağı yırtmak;
birkaç yaprak yırtınca da o defteri kaldırıp atmak…

Bu alışkanlık, çocukla birlikte büyüyor. Defterde, kalemde çocuk kadar küçük olan
“yeni baştan” usulü, yaş ilerledikçe yaşamın her bölümüne yayılıyor.

Bir şeyi yok etmeden düzeltmeye alışmak da gerekli. Başlanan birşeye devam etmek ve onu bitirmek insan iradesinin başarısıdır. Bunun zıddına, biz “maymun iştahlılık” deriz. Maymun iştahlı örneğin bir atkı örmeye başlar, bitirmeden başka bir işe geçer; bir kitabı okumaya koyulur, sekiz on sayfa bile okumadan onu atar, bir diğerinin yapraklarını karıştırmak ister.

Hayatın her aşamasında başarılı olmak için, insanlığın uzun deneyimler sonunda elde ettiği ilke şudur: İyiye başlamak, iyi başlamak ve iyi bir yoldan devam edip onu bitirmek. Kıymeti ne olursa olsun, eser sahibi olabilmek için bundan başka çare yoktur. Başlarken her şey güçtür, ilk zamanda o güçlüğe katlanmalı. Devam edince aynı şey sıkıntı verir; bu sıkıntıyı sineye çekmeli. Fakat eser bittiği zaman duyulan zevk, bütün güçlükleri, bütün bu çekilmiş sıkıntıları karşılayacaktır.

Bizzat hayat da bir eserdir. Ölüm gelip de insan, gözlerini doğrudan doğruya dünyaya kapayacağı zaman: “Ben şu işi yaptım, şu kitapları yazdım, şu sözleri söyledim, şu insanları yetiştirdim, şu iyilikleri ettim, şu kalpleri kazandım” diyebiliyorsa, en büyük eseri olan hayatını özenle bitirmiş olur. Bütün ömrü yazboz tahtası olanların bu mutluluğa ermelerine, verimli bir insan olmalarına olanak var mı?

Hasan Âli YÜCEL http://www.insanidegerleregitimi.com/admin/pdf/iH_SabirveSebat_oyku2_2012.pdf

FAKİR BAYKURT ÖLÜMÜNÜN 15. YILINDA ANKARA’DA ANILIYOR


FAKİR BAYKURT ÖLÜMÜNÜN 15. YILINDA ANKARA’DA ANILIYOR

Fakir_Baykurt_anmasi_16.10.14
Türk edebiyatının önemli adlarından
Fakir Baykurt, ölümünün 15. yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Hasan Ali Yücel Salonu’nda gerçekleştirilecek
bir etkinlikle anılıyor.

16 Ekim 2014’te saat 14.00’te başlayacak etkinlik, Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merkezi ile
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şubesince düzenleniyor. 

 

Etkinlik Ankara Üniversitesi ÇOGEM Müdürü Prof. Dr. Sedat Sever,
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ayşe Çakır İlhan
ve YKKED Ankara Şubesi Başkanı Dr. Alper Akçam’ın açılış konuşmalarıyla başlayacak. Etkinlikte Fakir Baykurt’un yaşam öyküsünü anlatan bir belgesel de gösterilecek. Belgeselin ardından Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak’ın yöneteceği ve Doç.Dr.Haluk Erdem, Dr.  Niyazi Altunya, Varlık Özmenek ve Araş.Gör.Sedat Karagül’ün konuşmacı olduğu, Fakir Baykurt’un çeşitli yönlerinin anlatıldığı
bir açıkoturum düzenlenecek.

İmecemize katılın…

Dr. Alper Akçam
YKKED Ankara Şubesi Başkanı

===================================================

Dostlar,

Fakir” i anma etkinliği, aramızdan ayrıldıktan 15 yıl sonra yukarıdaki gibi..

Emek verenler, hep siz okurlarımız gibi dostlarımız..

Özellikle biri, deyim yerinde ise ATOM KARINCA gibi çalışıp üreten
Dr. Alper AKÇAM meslektaşımız..

Emek verenler sağolsunlar.. Bize  de destek vermek düşüyor..

Öte yandan, Fakir Baykurt adına düzenlenen Onur Ödülü de önümüzdeki ay sahibine verilecek.. Biz de EĞİTİMİŞ üyesi olarak bu seçici kurulda (jüride) idik.

Fakir” salt bir edebiyat adamı değil.. (tiyatroya da uyarlanan “Yılanların Öcü” öyküsü zihnimize kazınmış örneğin).. Türk öğretmenlerinin 1970’lerdeki örgütlenme savaşının, TÖS’ün, TÖB-DER‘in efsane önderi, örgütenme savaşçısı..

TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) 12 Mart 1971 askeri darbesi döneminde kapatıldı.. Aydınlık – devrimci öğretmenler Dernek ile (TÖB-DER) ile sürdürdüler savaşımlarını. 1990 sonrasında ise, merhum Prof. Alpaslan IŞIKLI‘nın 1982 Aanayasası’nın memurların sendikalaşmasını engellemediği yorumu (sonrasında
Prof. Mesut Gülmez‘in katkılarıyla..) önümüzü açtı ve memur sendikalaşması başladı. Eğitim Sen, Eğitim Bir Sen, EğitimİŞ böylece yapılandı. Memurlarda sendikalaşma %72’lerde… Ne var ki, memur sendikalarının hükümetle (işverenle) toplu sözleşme ve grev olanağı yok.. Son sözü önce Hakem Heyeti (hükümet ağırlıklı) gerçekte Hükümet söylüyor.. Böylesi güdük bir örgüt de gerçek anlamda sendika olamıyor..
Dernek – sendika arası melez, Türkiye’ye özgü bir yapılanma oluyor.
Bu anti-demokratik ve hukuk dışı sınırlamaların kaldırılması gerek..

AKP 12 yıllık tek başına iktidarında pek çok anayasa değişikliği yaptı.. Hep nalıncı keseri gibiydi.. Sonki 12 Eylül 2010 halkoylaması ile dayatılan 26 maddelik kapsamlı değişiklik idi.. YÖK’e dokunmadılar örneğin. Sendikacılığın ise deyim yerinde ise
içine ettiler ve 1’den çok sendikaya üyelik hakkı (!) vererek emek sendikacılığını böldüler.. İşçilerin yaklaşık %11’i (12 Eylül 1980’de % 50 idi!) sendikalı, bunların da ancak yarısı toplu sözleşme yapabilecek durumda (500 bin dolayında)..
Çoğu kamu işçileri.. İşçilerin %95’i gerçek anlamda sendikal örgütten yoksun!

ÖZELLEŞTİRME ile emek sendikacılığı avuç içinde kar gibi eritiliyor.
Kamu bir de taşeronlaşarak aynı kırımı yapıyor.. Oysa pek çok uluslararası
hukuk metninde (ILO sözleşmeleri, İHEB, Avrupa Sosyal Şartı..),
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşma ve sözleşmede, Anayasada emekçiye
bir hak olarak düzenleniyor sendikal örgütlenme.. AB metinleri de dahil..
(SÜTAŞ‘ın sendikalaşan emekçisini işten atan utandırıcı yasa dışı uygulamasını kınayan yazımıza bakılması..
(Emekçinin sendika hakkını tanımayan SÜTAŞ’ı protesto – boykot çağrısı;
http://ahmetsaltik.net/2014/10/09/emekcinin-sendika-hakkini-tanimayan-sutasi-protesto-boykot-cagrisi/)

Asgari ücret 891 TL (bekar, 18+ işçi). Yoksullık sınırının altında.. Ulusal gelir 10 bin doları aşmışmış yılda kişi başına.. Bölünce ayda 2000 TL düşüyor her kişiye.
Ama asgari ücret bunun yarısı bile değil! 25 milyon resmi kayıtlı çalışanın % 41’i
asgari ücretli.. (ÇSGB ve Sendika verileri) ve kayıtdışı kölelik, işsizlik çok yaygın.
Çalışma ortamları sağlıksız, güvensiz, insan onuruna hürmetsiz.. Çünkü
Emek sendikaları darmadağın, paramparça.. Sermaye – işveren sendikaları ise
kaya gibi, monoblok! Onyıllardır 1 tane; TİSK..

Sevgili “Fakir” (Baykurt), senden sonra çok yol alamadık örgütlenme haklarımız bağlamında.. Biliyoruz üzüleceksin ama sürdüreceğiz emeğin sendika hakkı savaşımımızı.. Hem daha 50 yılı yeni aştı bu kavgamız sen başlatalı..

Seni özlemle anıyoruz ve arıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
16.10.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ


KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ

portresi

 

 

Altan ARISOY 

 

Ana çizgisini bağımsızlaşma, ulusallaşma, aydınlanma ve çağdaşlaşma olarak belirleyebileceğimiz Kemalist savaşımın içinde en çok bozulan, hırpalanan, oynanan, yozlaştırılan alan ulusal eğitimimizdir.

İnsanın doğa ile savaşımını kazanabilmesi, her deneyimden öğrendikleriyle yeniden üretmesine, yeni donanım ve üretim ilişkileriyle kendini geliştirmesine ve savaşımını sürdürmesine bağlıdır.

20. yüzyıl başlarında doğaya daha egemen olan toplumlar emperyalizm çağına ulaştı. Bu devletler yeryüzünün bütün kaynaklarını ele geçirmek amacıyla birbirlerini kırıp dünya halklarını sömürgeleştirirken ezilen ulusların emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı Anadolu’da kazanıldı.

On iki milyonluk bu topluluğa aydınlanma ve çağdaşlaşma yıldızlar kadar uzaktı.

Pazar için üretim bir yana, aileler kendilerine yetecek bir üretimden bile yoksundu.Üretici genç erkek nüfus azalmış, eldeki olanaklar tüketilmişti. Salgın hastalıklar ortalığı kavuruyordu. İnsanlar, virane haline gelmiş olan Anadolu’da yüzde doksan beşlere varan bir bilisizlik içinde ağaların, şeyhlerin, batıl İslamcılığın katı baskısı altında umarsız yaşıyorlardı. Gelenekleri ve inançları gereği yazgılarına boyun eğerek, Allah’ın bir mucize göstermesini bekliyorlardı.

Mustafa Kemal öncülüğünde bir avuç aydın bu kez sürekli kurtuluşun yolunu çizmeye çalıştı; Bağımsızlığı korumanın ve güçlü bir devlet olmanın tek ve en güvenilir yolu; ulusal birlik içinde, sadece kendi gücüne güvenerek aydınlanmak, ulusal ekonomiyi kurmak, varsıllaşmak ve çağdaşlaşmaktı.

Bunun için öncelikle ulusa güven vererek çalışmak, ulusa güvenmek, ulusal bilinci yaratmak gerekliydi. Bu yüzden, Atatürk’ün orduya ve özellikle Türk ulusuna sonsuz bir güven duygusuyla bağlanması, yaşamını onlara adaması, kendine hiçbir pay çıkarmadan onları her fırsatta yüceltmesi devrim hareketlerinin başarılmasında en önemli etken olmuştur.

Amaca ulaştıracak yol eğitimle açılacaktı. Kurtuluşun hemen ardından, orduların utkusunun geçici olduğunu, asıl kurtuluşun eğitim ordusuyla sağlanacağını söylemesinin anlamı budur. Daha Sakarya Savaşmasının sıcak günlerinde ( 16 Temmuz 1921) Ankara’da toplanan öğretmenler kongresinde, silahıyla savaşan Türk Ulusunun beyni ile de savaşmak zorunda olduğunu söyleyerek, yaratılacak yeni kültürün temel özelliğini belirtmişti :

Batıdan ve doğudan gelen bütün etkilerden uzak, ulusal özyapı ve tarihimize uygun bir kültür !.. “

1922’de anı defterine şu notları düşmüştü :

Okul sayesinde, bilim ve fen sayesinde Türk ulusu, Türk sanatı, Türk edebiyatı bütün güzellikleri ile kendini gösterecektir ! “

1924 Ağustosundaki “öğretmenler birliği” kongresinde, öğretmenlerin görevini açıklıyordu :

Öğretmenler, cumhuriyetin özverili öğretmen ve eğiticileri, yeni kuşağı sizler yetiştireceksiniz. Yeni kuşak, sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri sizin ustalığınız ve özveriniz derecesiyle orantılı olacaktır… Hiçbir zaman aklınızdan çıkmasın ki, cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar ister !.. ”

1924 Eylülünde ise Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmada, Yeni Türk cumhuriyetinin yeni kuşağa vereceği eğitimin ulusal olacağını belirttikten sonra şöyle seslenmişti :

Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak ahmaklıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmadır.Yalnız bilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki … evrimini algılamak ve ilerleyişlerini … izlemek gerekir. “

Ve eğitim konusundaki en güzel özdeyişlerinden bir başkası:

Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir toplum olarak yaşatır; veya o ulusu köleliğe ve yoksulluğa sürükler… “

Atatürk’ün eğitim ve öğretmenlerle ilgili değerlendirmeleri bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Ana konumuz olmadığı için hepsini belirtemiyoruz. Ancak, yaşamı boyunca en çok ilgilendiği konulardan birinin eğitim ve öğretmenler olduğunu, yakınlarının sorusu üzerine, asker olmasaydı öğretmen olmayı istediğini söylerken ne demek istediğini düşünmemiz ve önemini kavramamız gerekiyor.

Yukarıdaki alıntılardan anlaşılacağı üzere, ulusal eğitim dizgemizi Atatürk belirlemiştir, diyebiliriz. Bu sistem; ulusal, laik, bilimsel, üretici (pratik, uygulamalıüretime dönük), ve karma olmalıdır.

Böyle bir eğitim dizgesi nasıl yaratılacak; ülke çapında kimlerle, nasıl uygulanacak ve kökleştirilecektir?

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği eğitim alanında verilecek savaşımı kazanmaya bağlıdır. En önemli işlerimizden biri milli eğitim işleridir, demesinin anlamı budur.

1924 yılında 12,5 milyon nüfus ve 10 bin öğretmen vardır. Bunların 7 bini alan dışından görevlendirilmişlerdir. Geriye kalanlar da medrese eğitimlidir. Yani, istenilen eğitimi kavrayıp verebilecek öğretmen sayısı hiç yok gibidir.

20 lisede 1000 kadar, 20 dolayındaki mesleki liselerde de 2500 öğrenci vardır.

İstanbul’da 16 tarikata ait 450 tekkenin bulunması başka bir gerçekliktir.

Darülfünun hocalarının hemen tümü saltanat ve hilafete eğilimlidir. Türk devrimini uzaktan izlemekte, yapılanlara katkı vermek yerine eleştiriler getirmektedirler.

Daha da önemlisi, Anadolu’daki birçok ilçe ve 40 000 köyde hiçbir okul ve öğretmen bulunmamaktadır.

İLKÖĞRETİMDE İLK GİRİŞİMLER

Bu denli olumsuzluğun, yokluğun, yoksulluğun ve halk arasında karşıdevrimci güçlerin etkin olduğu ülkelerde, laik, bilimsel ve ulusal bir eğitimi gerçekleştirmek hayal gibidir. Atatürk’e özenip denemek isteyenler oldu. Fakat, kısa bir sürede yok edildiler.

Atatürk, “ordumuz yok, paramız, silahımız yok” diyenlere aldırmadan savaş alanlarında ulusa utkular kazandırmıştı. Eğitim alanında da utku kazanmak zorunluydu. Yoksa, bütün kazanımların yitirilmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden hiç duraksamadı.

3 Mart 1924 günü kabul edilen öğretimin birleştirilmesi (tevhidi tedrisat) yasası bu alandaki en önemli atılımdır. O denli ki, bugün bile karşıdevrimcilerle verilen savaşımın en önemli alanıdır. Günümüzde öğretim birliği artık yok edilmiştir. Bu birliğin yeniden sağlanması, yitirilen kalelerin yeniden kazanılması, ulusun geleceği için yapılması gereken en öncelikli görevdir.

Eğitim-öğretim, toplumun ulusallaşmasını, aydınlanmasını, çağdaşlaşmasını sağlayacak, ürünlerini on yıllar sonra verecek büyük bir savaşım alanıdır. Ulusun bir bütün olarak sahip çıkmasını gerektirir. Her şeyi devlet babadan bekleyen, eğitimin önemini kavramamış bir toplumda başarılması nerdeyse olanaksızdır. Devletin büyük bir kaynak ayırma olasılığı yoktur. Zaten yetişmiş insan gücü ve sermayesi yoktur. Her şeye sıfırdan başlanacaktır. Bu yüzden ilk yıllarda bakanlık örgütünün, var olan kadroların ve okulların düzenlenmesine önem verilmiştir. Bakanların kişisel çabaları öne çıkmıştır. Özellikle Mustafa Necati, eğitime ve öğretmene verdiği değerle iz bırakan milli eğitim bakanlarımızdandır

Eğitim ve öğretime maddi kaynak yaratmak amacıyla 13 Nisan 1925 te okul vergisi yasası çıkarıldı.

1926 yılında “maarif teşkilatına dair kanun” çıkarıldı. Köye nitelikli öğretmen yetiştirmek için Kayseri ve Denizli’de “Köy muallim mektepleri” açıldı.

1928’de okuma-yazma sorununa Türkçeye uygun ve kolay bir çözüm bulmak amacıyla “Yeni Türk Abecesi yürürlüğe kondu. Bir anda bütünüyle okuma- yazması olmayan bir toplum durumuna düştük. Kısa süre sonra açılan “millet mektepleri” aracılığıyla bu sorun çözümlendi. Atatürk “ başöğretmen” olarak görev üstlendi. Okur-yazar olmayan yüz binlerce kişi yeni abece ile okuma- yazma öğrendi.

KÖY ENSTİTÜLERİNE DOĞRU

Tüm bunlara karşın, köylerin eğitim ve bilim ışığıyla aydınlatılması en önemli sorun olarak duruyordu. 1931 Kurultayında konu tartışıldı. Köye öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulan bir kurulun raporunda ( 1933) köy öğretmeninin niteliğini şöyle belirtiyordu:

“ Öyle bir köy öğretmeni tipi yaratmalıyız ki; o, yalnız köylünün inançlarını işlemek, toplumsal kurumlarını etkilemekle kalmasın. Köyün yüzünü ve ekonomik yaşamını da değiştirsin… “

Bu rapor Köy Enstitülerine giden yolun habercisi oldu. 1935 kurultayı sonunda Köyün okuma- yazma öğrenmesini bir an önce çözmek amacıyla, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapmış, okuma-yazma bilen köy gençleri arasından seçilenlerin kursa tutularak köye gönderilmesi uygun görüldü. Köy gençlerinden ilk grup Eskişehir- Mahmudiye Devlet üretme çiftliğinde kursa alınarak üretici durumuna getirildi. Köylerine gönderildi. Uygulama ertesi yıl üç üretme çiftliğinde sürdürüldü. Bu gençler köyde tarımsal öncülük yapacaklar, okuma-yazma öğreteceklerdi. Eldeki olanaklar ancak bu kadarına izin veriyordu. Böylece “köy eğitmenleri projesi “ Milli Eğitim ( kültür ) Bakanı Saffet Arıkan tarafından gerçekleştirilmiş oldu.

Bu kurslar 1937 yılında çıkarılan 3704 sayılı yasa ile “Köy Öğretmen Okulları”durumuna getirildi. Eğitmen yetiştirmeye de devam edildi.

Birkaç yıllık uygulamanın sonuçları yüzleri güldürmüştü. Soruna daha kökten bir çözüm üretmek gerekiyordu.

İlköğretim genel Müdürü Tonguç bu konuda şunları söylüyordu:

Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına aydın insanın mezarı dikilmedikçe köyün sırlarını anlayamayız. Onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır… “

1938 yılının son günlerinde Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yücel getirildi.

İsmet İnönü:

Özgür vatandaşlardan birleşik bir ulus olmanın çaresi ilköğretimdir.
İlköğretim sorunu insan olmak, ulus olmak sorunudur”

Diyerek bakandan yeni çözümler istedi.

KÖY ENSTİTÜLERİ KURULUYOR

Bu eğilim üzerine,1936 yılından beri ilköğretim genel müdürlüğü yapan ve köy eğitmenleriyle Köy öğretmen Okulları projelerinin mimarı olan İsmail Hakkı Tonguç geliştirdiği “Köy Enstitüleri” tasarımını açıkladı.

17 Nisan 1940 tarihinde yapılan oylamada 3803 yasa ile Köy Enstitüleri resmen kurulmuş oldu. Oylamaya 148 milletvekilinin katılmaması dikkat çekicidir. Bunun anlamı tek partinin üçte birlik bölümünün yasaya karşı olduklarıdır. Görüşmeler sırasında bu tasarının Köy eğitmenleri ve Köy öğretmen okullarının geliştirilmesi olduğu açıklandı. Buna karşın büyük toprak ağaları ve tutucu görüş sahipleri kuşkuluydular.

Tasarım şöyleydi: Her 15-20 köye uygun yerlerde bir Bölge okulu açılacak.10-15 Bölge okulu bir baş öğretmenlik’e bağlanacak. Yine her 15-20 Başöğretmenlik bir köy enstitüsü ile çalışacaktı. İvedilikle Türkiye’deki 40 000 köy için 4000 Bölge ilkokulu yapılacak, bu okullara yetecek kadar öğretmen yetiştirmek için Köy Enstitülerinin sayısını çoğaltma yoluna gidilecekti. Böylece 15-20 yıl içerisinde Türkiye’de ilk okuma-yazma sorunu çözülecekti. Öğretmen gereksinmesi tamamlandıktan sonra enstitüler köylere tarımcı, sağlıkçı gibi teknik elemanlar yetiştirecekti.

Yıllar içinde olgunlaştırılarak geliştirilen bu tasarım tam olarak gerçekleştirilememiştir. Köy enstitülerine en baştan karşı çıkanların engellemesi, paylaşım savaşının yol açtığı sorunlar, iktidar içindeki hoşnutsuzluklar nedeniyle bu büyük eğitim tasarımı tamamlanamamıştır.

1940 yılında 10 köy Enstitüsü daha açılarak sayı 14’e çıkarıldı. Bu sayı 1946’da 20’ye, 1948’de 21’e çıktı. 1943 yılında Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Başarılı öğrenciler daha sonra orada öğrenim görerek enstitülere, orta öğrenim kurumlarına öğretmen olarak atanıyorlardı.

Köy Enstitülerine 5 yıllık ilkokul öğrenimini bitirmiş köy çocukları alındı. Öğrenim süresi de beş yıldı. Enstitüler ülkenin bütün bölgelerine eşit olarak dağıtılmıştı. Yapımını planlayan mimarlar enstitülerin kurulacağı yerlerde yaşayarak, o yörenin gereksinmesine göre planlar yaptılar. Henüz ergenliğini yaşayan ( 12-17 yaş arası) erkekler ve kızlar, ustaları ve öğretmenleriyle dershane işlik, hamam, yatakhane, yemekhane, ahırlar yaptılar. Uzaktan kanallarla sular getirip, elektrik ürettiler. Tarımsal ürün yetiştirip, hayvan beslediler. İşliklerde tarımda ve çeşitli zenaatlarda kullanılacak araç- gereçler yaptılar. Her enstitü kendine yetecek bir ekonomik birim olduktan sonra ürünlerini pazarladı. Bu paralarla enstitüler donatıldı. Yeni birimler yapıldı.

Köy enstitülerinde eğitim haftada 44 saatti. 22 saat kültür dersleri, 11 saat işliklerde iş içinde öğrenme, 11 saat ise tarım etkinlikleri yapılıyordu. Öğretmen ve öğrenciler bir bütündü. Öğretim ortamında demokratik ve diyalektik anlayışlar egemendi. Sorular sorulur, araştırılır, yanıtlar aranırdı. Hafta sonlarında bir haftalık çalışmalar değerlendirilir, sonuçlara etki eden nedenler tartışılırdı Öğrenciler eleştirildiği gibi öğretmenler de öğrenciler tarafından özgürce eleştirilirdi. Hazırlanan halkbilim, temsil, müzik, şiir ve yazın etkinlikleri öğrenci- öğretmen bütün enstitülüler tarafından izlenerek eğlenilirdi.

Ulusal kültür öğrenilir, benimsenir, çeşitli yollarla öteki enstitülerle paylaşılarak çoğaltılır ve paylaşılırdı.

Talip Apaydın, “köy Enstitülerinde sanat Eğitimi” yazısında bu paylaşımı anlatır :

Çeşitli enstitülerin birbirlerine yapı yardımı için gönderdiği ekipler, oraların türkülerini, oyunlarını buralara taşıdılar. Buralardakileri öğrenip kendi enstitülerine götürdüler. Çok anlamlı bir alışveriş oldu. Kars’ın türküleri Antalya’da, Egenin zeybekleri Hasanoğlan’da, Sivas’ın halayları Kepirtepe’de, Karadenizin horonları Pazarören’de. Tüm ülkenin folklor zenginlikleri toplandı. Genel bir beğeniye dönüştü. Ulusal kültürün tüm yurt köşelerine ulaşmasına Köy Enstitüleri öncülük etti… “

Kitap okumak bir yarıştı. Yeni Türk Abecesi ile yazılan ulusal eserlerin sayısı azdı. Bu yüzden 1940’larda çevrilmesine başlanan dünya klasikleri yaygın olarak okunuyordu. Öylesine ki bir teftiş sırasında çobanlık görevindeki bir kız öğrencinin torbasında, sadece kuru bir ekmekle Antigone adlı yazın yapıtının görülmesi büyük ilgi toplamıştı ! Grek-Latin yapıtları yerine özgün Türk yapıtlarının okunması ulusal kültür açısından yeğlenecek bir durumdu.. Sonradan Köy enstitülü aydınlar bu alandaki boşluğu doldurmada önemli bir işlev göreceklerdir.

Köy enstitüsü mezunları köylerine 20 lira maaşla atandılar. Atandıkları köylerde 20 yıl görev yapmaları zorunluydu. Kendilerine tarım uygulaması yapacak kadar toprak, tarım araç- gereçleri, işlik malzemeleri verildi. Görevleri köy çocuklarını eğitmek, köylüye teknik üretim yöntemlerini öğretmek, köye önderlik yapmak, köy ekonomisini canlandırarak pazara açmak ve Kemalist aydınlanmayı köye yerleştirmekti.

Tonguç bir yazısında şöyle diyordu:

Köy öylesine canlandırılmalı ve bilinçlenmeli ki; onu hiçbir güç yalnız kendi çıkarına insafsızca sömürmesin. Köylüye köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler bilinçsiz ve bedava çalışan iş hayvanı durumuna gelmesinler… “

Cumhurbaşkanı İnönü Köy Enstitülerinden övgüyle söz ediyordu.:

“ Köy enstitülerini cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi sayıyorum. Buradan yetişecek evlatlarımızın başarısını ömrüm oldukça yakından takip edeceğim. Enstitülerle yeni bir millet yaratıyoruz.”

1946 yılının Ekim ayında verdiği bir demeçte de övgüsünü sürdürmüştü:

Benim askeri ve siyasi hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kale almadan diyebilirim ki; öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Bunlardan biri Köy Enstitüleri, diğeri de çok partili hayattır… “

Oysa, 1946 sonlarında Köy enstitülerinin de sonu görünmeye başlamıştı.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN SONU

1945 yılında kurulan DP, muhalefetinin ana eksenlerinden birini Köy enstitülerine dayandırdı. Tefeciler, ağalar, şeyhler ve komprador işbirlikçiler ittifakı Köy enstitülerini hedef tahtası yaptı.

Bu okullara köy çocuklarının alınarak köy-kent ayrımı yapılmasından, karma eğitime; okullarda öğrencilerin çalıştırılmasından, köylülerin okul yapımındaki yükümlülüklerine; 20 yıl zorunlu hizmetin bir mahkûmiyet olmasından, enstitülerin dağ başlarında olduğu, öğretim kadrolarının cahilliğine ve komünist yetiştirdiğine kadar sayısız saldırılar yapıldı. Enstitülü öğretmenlere büyük yetkiler verildiği, kaymakamlara ve diğer bürokratlara karşı geldikleri, otoriteyi sarstıkları söylendi.

Dönemin bazı solcuları da bu eleştirilere bir başka yönden katılıyordu. “Altyapı hizmetleri olmadan enstitülerin köye girmesi ve tutucu köylülerle işe başlaması yanlıştır. Kalkınma bütünüyle ele alınmadıkça okuma-yazma bir anlam taşımaz” diyorlardı.

Devrimin dişle tırnakla kazılarak yükseltilebileceğini unutuyor, Kemalist devrimi savunmak yerine Sovyet propagandasının etkisine giriyorlardı. Oysa, toplumsal, tarımsal ve sanayi altyapısının gökten indirilemeyeceğini biliyorlardı. Günümüzde solun bir kesiminde sürdürülen, söze ve yazıya dayalı romantik kağıt-kalem solculuğu yapılıyordu.

Köy enstitülerinin sonu görünüyordu. Önce enstitülerde komünizm propagandası yaptırdıkları gerekçesiyle Hasan Ali Yücel ve İsmail hakkı Tonguç görevlerinden alındılar. Her ikisi hakkında da davalar açıldı. Yücel, bakanlıkça bastırılan kitapta milli eğitimin niteliklerini milliyetçi ve hümanist olarak gösterdiği ve hümanizmin aslında komünizm demek olduğu savıyla yargılandı. Daha sonraları ise Tonguç bir öğrenciye İtalyan yazar İgnazio Silona’nın Fontamara adlı romanını vermekten komünizm propagandası yapmakla yargılandı. Tasfiye furyası giderek artan bir şekilde sürdürüldü.

M. Eğitim Bakanı R. Şemsettin Sirer 1951 yılında yaptığı açıklamada “500 kişilik kadrodan 400 zararlı” kişiyi temizlediğini itiraf etmiştir.

Dönem koşulları düşünüldüğünde bu sayı oldukça kabarıktır.

Oy kaybetmemek ve DP iktidarına engel olabilmek amacıyla 1950 seçimlerine değin Köy enstitüleri projesinden ödünler verilmeye devam edildi. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Karma eğitime son verildi. Öğretim programlarında değişiklikleri yapıldı. Yenileri açılmadı. Bütün eğitmen kursları kapatıldı. Köylülerin okul yapımındaki yükümlülükleri kaldırıldı. Kasaba çocukları da enstitülere alınmaya başlandı.

Kısaca daha DP iktidara gelmeden köy enstitülerinin özgün nitelikleri CHP tarafından yok edilmişti

DP iktidar olunca tartışmalar ve karalamalar yine alevlendi. Eski suçlamalar yinelendi .Köy enstitüleri kötü amaçla kurulmuşlardı. Bakan Tevfik İleri sorunun komünizmle mücadele sorunu olduğunu vurgulamıştı.

Bu arada Marshall ve Truman doktrinleri uygulanıyordu. Türkiye, Batı İttifakı ile bütünleşerek yardımlar alıyordu. Bu planlar çerçevesinde 12 yeni eğitim projesi geliştiriliyordu.

Sonunda 27 Ocak 1954 tarih ve 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kapatıldı. Hepsi birden İlköğretmen Okulları’na dönüştürüldü.

SONUÇ

Köy enstitüleri kaynağından 17 bin öğretmen, 7.500 sağlık memuru, 9 bin kadar eğitmen yetişti. Bunlar o günlere kadar okul, öğretmen görmemiş binlerce köye ışık oldular. Feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ve toprak rejimini değiştirmeye, Atatürk’ün özlediği devrimi köylere yerleştirmeye çalıştılar. Köylüyü sömüren zorbalara, eşraf ve simsara, dinsel bağnazlığa, köylüye yukarıdan bakan bürokrasiye, mistisizme karşı çıktılar.(*)

Köy enstitüleri, köy çocuklarına açılan okul kapısı oldu. Ben değil, biz diyerek tüm etkinlikleri bir bütünün parçaları olarak yaptılar. Köy enstitülerinden yetişen öğretmenler, sanatçılar ve aydınlar, yapıtlarıyla, yaptıkları toplumsal önderliklerle kalıcı izler bıraktılar.

Köy enstitüleri kapatılalı yarım yüzyılı geçti. Günümüzde her yıl artan bir şekilde anılıyor. Bunun nedenlerinden biri eğitim alnında içinde bulunduğumuz kargaşa çıkmazdır. Özellikle eğitim birliği ilkesinin- bir devrim yasası olarak- bozulması, yabancı misyon okullarının, yabancı dille eğitimin, kuran kursları ve mahalle mektebi niteliğindeki geri dönüşlerin yoğunlaştırılmasıdır. Öte yanda üretim için eğitim yapılmamakta, liseleri ve üniversiteleri bitiren gençlerimiz niteliksiz işgücü olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Köy enstitüleri konusunun güncel tutulmasının bir nedeni de yerlerine kurulan 1954-1974 öğretmen okullarının Köy enstitülerinden izler taşımasıdır. Enstitüler öğretmen okullarına dönüştürülse de birtakım özellikleriyle öğretmen okullarının içinde yaşatılmışlardır. Enstitü öğretim kadrolarının göreve devam etmesi, müzik- folklor çalışmaları, işliklerde ders araç gereci yapımı, tiyatro ve diğer sanatsal etkinlikler sürdürülmeye çalışılmıştır.

Öğretmen okulları köy enstitülerinin son kalıntılarıdır.

Öte yandan bugünkü eğitim sorunlarımıza da ışık tutacak niteliktedirler. Köy enstitüleri uygulamalarından şu sonuçları çıkarabiliriz:

  • Eğitim insanı bir bütün olarak, her yönüyle geliştirmelidir.
  • En iyi ve en başarılı eğitim yöntemi iş içinde, (yaparak ve yaşayarak) , üretim için eğitimdir.
  • Eğitim; ulusal, bilimsel, laik, demokratik ve karma olmalıdır.
  • Kemalist aydınlanma devrimi eğitim yoluyla tamamlanmalıdır.

Köy enstitüleri yarım kalmış bir düştür.

Türkiye cumhuriyeti, geleceğinin aydınlık olmasını ancak tarihten, bilimden ve deneyimlerinden alacağı derslerle sağlayabilir.

Hiçbir yabancı tasarıma araç olmakla değil…

Çünkü, yabancıların bizim sorunlarımızı dert etmeleri için hiçbir neden yoktur.
Onlar, kendi sorunlarını fatura edecek toplumlar ararlar. Bu dersi onlardan aldık.

Kendi tarihimiz daha ötesini de öğretiyor. Yeter ki öğrenmesini bilelim.

Geleceğe ilişkin düşlerimizi daha uzağa ertelemek, dünyamızın bütünüyle kararmasına yol açabilir.

Geleceğimizi popülist siyasetlere kurban edemeyiz.

Yediden yetmişe ayağa kalkmak zamanıdır.

Onur ÖYMEN : Köy Enstitüleri’nin Kuruluşunun 74. Yıldönümü Kutlaması


Köy Enstitüleri’nin Kuruluşunun 74. Yıldönümü Kutlaması

Portresi_gulumseyen

 

 

Onur ÖYMEN

 

 

Köy Enstitüleri’nin Kuruluşunun 74. Yıldönümü Kutlaması

Cumhuriyet tarihimizin en önemli eğitim ve çağdaşlaşma projelerinden biri olan
Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun 74. Yıldönümünde
bu projenin önderleri olan

İsmet İnönü‘yü,
Hasan Ali Yücel‘i,
İsmail Hakkı Tonguç‘u,

Çalışma arkadaşlarını ve bu Enstitülerden yetişerek köylerde yaşayan çocuklarımıza uygarlığın ışığını taşıyan öğretmenlerimizi saygıyla anıyoruz.

Saygılar, sevgiler.

Onur Öymen

SAVAŞTEPE KÖY ENSTİTÜLÜ HÜSEYİN KOCAKÜLAH’tan Dersler ve Zeytinin Teri


Dostlar
,

Bir 17 Nisan daha geldi.. KÖY ENSTİTÜLERİ‘nin sevgin (aziz) anıları ve acısı yüreğimizde tazelenir hep.. Aşağıdaki yazı bir meslektaşımızdan bize yıllar önce ulaşmıştı ve yazan bu anısını yazarak paylaşan sevgili meslektaşımız
Dr. Mehmet Uhri ile telefonla görüşerek kendisine teşekkür etmiştik.

Yazı 31 Temmuz 2006’da “benimturkiyem@yahoogroups.com” üzerinden paylaşılmıştı ve “Zeytinin Teri” başlıklı idi. Bu güzelim anı, bugünlerde gene dolaşımda..
İyi ki öyle.. Dr. Uhri’ye çok teşekkür edeiz bu anısını yazdığı ve paylaştığı için.. Savaştepe Köy Enstitüsü bitirenlerinden, bu yazının kahramanı “Hüseyin Kocakülah” amca, dileriz yaşamda ve esenlik içinde olsun.. Aşağıdaki fotoğrafta 90 yaşında iken kendisi ile söyleşi yapan Dr.Yasemin BRADLEY ile birlikte.. (25.7.2013)

Sevgi ve saygı ile.
15 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

SAVAŞTEPE KÖY ENSTİTÜLÜ HÜSEYİN KOCAKÜLAH’tan Dersler ve
Zeytinin Teri

Dr. Mehmet UHRİ

Aklın yolu birdir. Aşağıda yazılanlar bire bir yaşanmış bir olay. Yine aynı yönü işaret ediyor. Cehalet her kötülüğün anasıdır, deriz. Ülkemizde cehaletin aşılıp, üstüne kültür de eklenmedikçe bir değişimin olmasını beklemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

” Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe karşın arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe’ye dek gidebilmiştik. Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı.
Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla. Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi.

“Motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden” söz etti.
Bir süre daha bakındı.. Sonra “buldum galiba” diye haykırdı.

“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur.
O takdirde döşemelerin ıslak olmalı” dedi.. Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;

– Doktor musun?
– Evet.
– Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum.
Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının yakınmalarını dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi. Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı.

Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege’nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe’ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla
baş başa yaşadığından dem vurdu. – Neden buraya yerleştin?

– Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü‘nün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel Maarif Vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.

– Peki bu tamircilik işi nereden çıktı? – Dedim ya, bilmezsiniz sizler, Köy Enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara.
– Yani elinizden çok iş geliyor.
Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi, soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı.
Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti. – Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
– Nasıl yani?
– İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup; – Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
– “Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi?” diye soracak oldum.. Hanımına baktı gülüştüler.
– Hurma zeytini bilir misin?
– Bilmem. Hiç duymadım.
– Ege’nin kimi yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
– Eeee.
– Köy Enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de öbür insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı, insanı. Yaşama hazırlıyorlardı.

Sustuğumu görünce, Hanımından boşalan bardakları doldurmasını
rica etti.
– “İşte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum.” dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.

Dr. Mehmet Uhri

Not  : Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve Köy Enstitülerine emek verenlerin anısına adanmıştır. 

” Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin sorumluluğuna ortak sayılır.”  /  Mustafa Kemal ATATÜRK

” İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur.” Atasözü

“TANRI, istencini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi istençlerini egemen kılmak için TANRI’yı kullanırlar.”  Giordano Bruno

“Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama; Adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremeyeceğimiz bir zaman asla olmamalıdır!..” Elie Wiesel (Nobel Barış Ödülü Sahibi)

Hasan Ali Yücel : Tiyatro, Orkestra, Opera ve Bale Medeniyet Meselemizdir

Hasan Ali Yücel : Tiyatro, Orkestra, Opera ve Bale Medeniyet Meselemizdir

İŞİN ÖZÜ

portresi

Hüseyin Akbulut
Kültür Bakanlığı Eski Müsteşar Yrd.

Cumhuriyetin kuruluşundan hemen 6 ay sonra, saray orkestraSInın Ankara’ya getirilerek Cumhurbaşkanlığı titriyle donatılması ve halka konserler vermek üzere yeniden örgütlenmesi, bir yıl geçmeden Musiki Muallim Mektebi’nin Cumhuriyetin kurduğu ilk yüksek öğretim kurumu olması konusunda, Atatürk’ün; kendisini ziyaret eden genç bilim insanlarına yaptığı bir değerlendirme çok aydınlatıcıdır.
Değerlendirme şöyledir:

En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, kişiye, önce kendi
iç dünyasını unutturmayı, sonra da onu yeni bir aleme yöneltmeyi gerektirir,
onun için çok zordur. Çok zordur ama behemehal yapılacaktır.”

Mustafa Kemal Atatürk; sanatın ve sanat alanı içinde özellikle müzik sanatının insanı “değiştirme, geliştirme” gücüne vurgu yapmaktadır.

Olguyu, önemli bir müzikçinin değerlendirmesiyle de verelim. Ünlü orkestra şefi
Ernest Ansermet, müziğin bu gücünü, derinlikli bir çözümlemeyle ve şöyle anlatıyor:

Duygu etkinliği, insanın kendi oluşunu sağlayan ilk şeydir. İnsan, kendi ve
dünya için başka her şeyden önce, evrende düşünen ve davranan bir ‘ben’ olmadan önce duygusal (psişik) bir varlık olarak vardır. Bunun özü, var oluşumuzun çıkış noktası, duygusal bilinçtir…”

 “Müzik faaliyeti boyunca müzikçi de, dinleyici de müziksel imgelerin açık, kendilerinin bilinçsiz bilinci olurlar. Başka deyişle kendilerini unuturlar ve müziğe dönerler…”

“Müzik, böylece bizi gerçek dünyadan çıkartarak çevremizdeki uzay içinde,
fizik dünyamızın bir izdüşümü olan imgesel bir uzay-zaman dünyasına götürür.
Bu müziksel zaman, bizim iç zamanımızın bu ses dünyası üzerindeki izdüşümünden başka bir şey değildir. Duygu faaliyeti ile iç dünyamız bu olayla değişmiş ve zenginleşmiş olarak gene kendimize döneriz. İşte müziğin mucizesi budur…”

Ernest Ansermet de çok daha sonra 1963’te, Mustafa Kemal Atatürk gibi müziğin değiştirici, geliştirici bu mucizevi gücünden söz etmektedir. Cumhuriyeti kuranlar,
çağcıl yeni bir insan ve yeni bir toplum inşa etmek istediler. İnsanı değiştirme gücü nedeniyle de sanat, özellikle müzik sanatı, kuruluşta ussal (rasyonel) bir anlayışla,
bu nedenle önemle ele alındı.

Özetlersek; Musiki Muallim Mektebi’nin, müzik eğitimcisi yetiştirme görevi yanında yaratıcı icracı sanatçı yetiştirme işlevi yetersiz kalınca, Milli Musiki ve
Temsil Akademis’ine yöneliş, deneme niteliğindeki ilk Türk Operası Öz Soy’un icrasında yaşanan sorunlar ve görülen yetersizlik üzerine, acilen Konservatuvarın kurulması kararı ve konservatvuar bünyesinde kurulan Tatbikat Sahnesi çabalarıyla Operanın, Tiyatronun, Balenin kuruması.

Tarihsel değerlendirmeyi, 1941 yılında, ilk opera temsilinden sonraki konuşmasıyla Hasan Ali Yücel yapıyor:

  • “Gözden uzak tutulmamasını özellikle istirham ederim ki;
    insanlığın en müthiş savaşlarından birini yaptığı böyle bir devirde ve
    harp yangınının dumanları ve kızıllıklarının göklerimize vurduğu
    böyle bir zamanda tiyatro ile, opera ile meşgul olmamız;
    güzel sanatlar davasına nasıl ciddi bir mana verdiğimizin
    kuvvetli bir işareti sayılmalıdır.
    Biz, tiyatro ve opera şeklindeki temsil sanatını,
    uygarlık sorunu (medeniyet meselesi) olarak alıyoruz…”

Cumhuriyeti kuranlar tiyatroyu, orkestrayı, opera ve baleyi bir “uygarlık sorunu” olarak gördüler. 90 yıl sonra bugünün sorusu ise, “medeniyet meselesi”ni sürdürüp sürdüremeyeceğimiz sorusudur?

Can Yücel Şiiri : Her Şey Sende Gizli !

Dostlar,

Efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel‘in oğlu
“Can Baba” dan (Can Yücel) derin iletiler içeren bir şiir..

Mustafa Kemal Paşa, bir gün, yanında bulunanlara

  • “Türk milleti ne zaman kendîni kurtulmuş sayabilir?” diye sorar.

Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler- Sonra Hasan-Âli söz alır;

“Paşam,” der; ”

  • Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse,
    o zaman kurtulmuş olur.”

****

  • Her Şey Sende Gizli !

İyi okumalar..
Sevgi ve saygı ile.
26.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================

divider_yesil_fiyonk

Canyucel

Her Şey Sende Gizli
. . . . . .
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
. . . . . .
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme, bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
. . . . . .
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundandır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
. . . . . .
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
. . . . . .
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…

Can YÜCEL

divider_yesil_fiyonk

Köy Enstitüleri : Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri


Dostlar,

17 Nisan 1940.. Köy Enstitüleri’nin açılışı.. 73 yıl geçti..

27 Ocak 1954.. Köy Enstitüleri’nin kapatılışı.. 59 yıl geçti..

Tüm engellemelere karşın “Yeni Kuşak Köy Enstitülüler” yetişti! 

Örgütlendiler ve Derneklerini kurdular.
Başında, değerli meslektaşım Dr. Alper AKÇAM var..
http://www.ykked.org.tr/ web sitesi etkin ve çok öğretici..

AYDINLANMA IŞIĞI SÖNMEYECEK… ilkesiyle çalışmaktalar..

Bu gün İzmir’de bir etkinlikleri var.. Aydınlanma Onur Ödülü’nü,
bilge insan DOĞAN HIZLAN’a sunacaklar..

Bir de panel var elbette, güne not düşecekler..
İzmirli dostlar kendilerini çok şanslı saymalı bu oturum nedeniyle..

Bu görkemli kurumların benzerlerini, günün koşullarına göre yeniden yaratmak
ve işlev kazandırmak gerek.

Çünkü halkın eğitimi sorunu aşılamadı. Devrimi koruyup – kollayacak kuşaklar yeterince üretilemedi.

Büyük Atatürk,

  • “Cumhuriyet fikren, ilmen ve bedenen güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister..” uyarısında bulunmuştu.

Atatürk Devrimi = Anadolu Rönesansı denklemi çok net ve kesindir.

Köy Enstitüleri bu denklemin anahtarı idi; mutlaka kaldığı yerden devam etmeliyiz.

Prof. Dr. John DEWEY, Büyük Atatürk‘ün ABD’den davet ettiği ve görüşlerinden yararlamdığı bir eğitmbilimci idi. Bakın ne diyor Köy Enstitüleri için :

  • “Hayalimdeki eğitim kurumları ‘
    Köy Enstitüleri olarak’ Türkiye’de kurulmuştur.”

imeceye_cagri

Bir kez daha BOZ URBALILARA selam olsun!

Sevgi ve saygı ile.
17.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

EKONOMİ POLİTİK
Cumhuriyet 27.4.11

Prof. Erinç Yeldan

portresi

Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri

Geçen hafta Anadolu devriminin en önemli köşe taşlarından birisinin,
23 Nisan Egemenlik Bayramı’nın yıldönümünü kutladık.
Bu ay içinde genç Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından bir diğeri ise
17 Nisan 1940 tarihinde kurulmuş olan Köy Enstitüleri idi.

  • Köy Enstitüleri projesi, okuma yazma oranı %5’i bile bulmayan
    Anadolu gerçeğinin kendi tarihini yaratma mücadelesidir.”
     desek yanlış olmaz.

Tümüyle Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde
Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel ile dönemin İköğretim Genel Müdürü
İsmail Hakkı Tonguç bizzat yönetmişti.

Köy Enstitüleri, geleneksel “derse ve kitaba dayalı eğitim” yerine, yaşamın pratiği içinde, “iş için, iş içinde eğitim” ilkesi eğitim anlayışıyla kurulmuştu.
Dahası, her Köy Enstitüsünde öğrenciler kendi okullarını ve üretim atölyelerini kendileri inşa ediyor; kendi öğretmenlerini yetiştiriyordu. Öğretmenleri ise gerek öğrencilere, gerekse köylülere pratik tarımsal üretim tekniklerini, okuma yazmayı ve temel bilgileri öğretiyordu.

1940-46 arasında Köy Enstitülerinde on beş bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve kapatıldığı 1954 yılına dek 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam
17.251 köy öğretmeni yetiştirilmişti.

Ancak, Köy Enstitüleri, yalnızca okuma yazma, temel bilgiler ve pratik üretim eğitimi ile değil, aynı zamanda sanat, edebiyat ve müzik eğitimi alanlarında da öncü kurumlar olarak tanınmaktaydı. Öğrenciler, geleneksel saz, keman ve mandolin gibi müzik aletlerini öğrenmekte ve oluşturdukları bandolarda 17 Nisan ve 29 Ekim şenlikleri başta olmak üzere konserler vermekteydi. Hasan Âli Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı döneminde çok sayıda dünya edebiyat klasiğini Türkçeye tercüme ettirmişti.

Köy Enstitüleri, öğrencileri her yıl 25 tane (ayda 2 tane!) klasik romanı okumakla yükümlüydü.

Köy Enstitüleri, kanımızca Anadolu gençlerinin birer yurttaş olarak gelişimine
4 alanda öncülük etmiştir:

İlki, Köy Enstitülerinde eğitim gören gençler konuşmayı ve kendilerini ifade etmeyi öğrenmişlerdir. Bu konuda çok sık anlatılan bir öyküye göre, İsmail H. Tonguç bir enstitü ziyaretinde öğrencilere sorduğu sorulara yanıt alamaz. Genç öğrenciler utançlarından Tonguç’un yüzüne bile bakamazlar. Bunun üzerine Tonguç
şu yorumda bulunur:

“Anadolu köylüsü 600 yıldır susturuldu. Bundan böyle bu öğrencilerimize yalnızca matematik ve fen ilimlerini değil, aynı zamanda konuşmayı da öğretmeliyiz”.

Köy Enstitüsü öğrencilerinin ikinci kazanımı haklarını arama kararlılıklarıdır.

Alev Coşkun’un bize aktardıklarına göre, öğrenciler, öğretmenleri ve yöneticileri ile birlikte her cumartesi günü toplanmakta; karşılıklı olarak yakınmalarını bildirmekte ve açık eleştiri ve özeleştiri ortamında demokratik hak arama bilinci geliştirmekteydiler.(*)

1940’ların baskıcı ortamında verilen bu demokrasi sınavı, gerici, karşıdevrimci çevreler tarafından “komünistlik öğretiliyor” propagandası yayılarak engellenmek istenmiş ve bu mücadele, Enstitülerin kapatıldığı 1954 yılına dek sürmüştür.

Köy Enstitülerinin üçüncü kazanımı laik ve çağdaş eğitim anlayışını Anadolu insanına tanıtmasıdır. Bilimsel kuşkuculuk, öğretileni sorgulamak, sanat, edebiyat ve müziğe yakın ilgi Köy Enstitülerinin ana eğitim felsefesini oluşturmaktaydı.
Ama daha da önemlisi, (dördüncü olarak) Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler bir arada karma eğitim yapıyor ve birlikte okuyor, birlikte çalışıyor ve
birlikte üretiyordu.

Kadın erkek eşitliği ve yurttaşlık bilincinin temellerinin atıldığı Köy Enstitüleri,
kısa zamanda büyük toprak sahiplerinin, ağaların ve Cumhuriyet Türkiye’sinin karşıdevrimcilerinin ortak düşmanı haline geldi.

“Komünizm tehdidi”, “Din elden gidiyor”, “Halkımız din eğitimi alabilecek imam ararken gençlerimiz komünistlik öğreniyor.” türünden gerici propagandalar, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Marshall yardımı aracılığıyla Amerikan emperyalizminin güdümüne girdiği yıllarda Köy Enstitüleri büyük bir karşı saldırıyla karşılaştı.

Nitekim köy ağaları bir yandan kırsal kesimde kendi egemenliklerinin sonu olabilecek Köy Enstitüsü eğitim sistemine karşı çıkarken bir yandan da

ABD; Türkiye’ye sağladığı mali destek karşılığında

– “beş yıllık kalkınma planları” ve 

– Köy Enstitüleri”leri gibi “Sovyet sistemine benzer uygulamaların” 

kaldırılmasını talep etmekteydi.

Karşıdevrimci muhalefetin saldırılarının yükselmesiyle birlikte 1947’de Köy Enstitülerinin müfredatları değiştirildi ve sonunda da 1954 yılında Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından kapatıldı. İsmet İnönü“CHP oy yitiriyor kaygısıyla” bu gelişmelere sessiz kaldı.

Köy Enstitülerinin tarihçesi, özellikle genç okurlarımız için geçmişte kalmış,
nostaljik bir proje olarak görünebilir. Oysa bu proje çok sayıda akademik araştırmaya konu olmuş, tüm dünya eğitim yazınında büyük ilgi uyandırmış bir ulusal yurttaşlık projesinin atıldığı çok önemli bir adımdır.

  • Köy Enstitüleri; Anadolu İhtilali’nin ve yarım bıraktırılmış
    Anadolu Rönesansı’nın 
    son derece önemli bir mihenk taşıdır.

 

Nice 17 Nisan’lara…

_________________________

(*) Alev Coşkun, “Hasan Âli Yücel, Aydınlanma Devrimcisi”,
Cumhuriyet Kitapları, Nisan 2007.