Etiket arşivi: Halide Edip

Sivas Kongresi

Sivas Kongresi

PROF. DR. HAKKI UYAR

Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması, yüzyıllardır Batı karşısında gerileyen Osmanlı Devleti’nin sonunu da beraberinde getirdi. İmzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, Sevr Barış Antlaşması’nın habercisi gibiydi.

İttihatçı liderlerin yenilginin ardından ülkeyi terk etmeleri, yerlerine gelen rakiplerinin (Hürriyet ve İtilaf Fırkası) galip ve işgalcilerle işbirliğine yönelmesi beraberinde bir iktidar boşluğu da yarattı. Eli kolu bağlanan bir millet, etkisiz kılınmak istenen bir ordu ve işbirlikçi hükümet, kara günlerin habercisi gibiydi.

Başkanlık sorunu Devlet otoritesinin ve gücünün ortadan kalkması, Moğol istilası sonrası Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla oluşan küçük beylikleri ve Timur-Yıldırım Beyazıt savaşı sonrasındaki Fetret dönemine benzemektedir. İşte Sivas Kongresi de oluşan otorite boşluğunu ortadan kaldırmayı ve milli birliği sağlamayı amaçlıyordu.

Kongrede yaşanan ilk sorun başkanlık sorunuydu. Mustafa Kemal Paşa’nın kongreye başkan seçilmesi engellenemedi. Bu sorunun ardından bir diğer sıkıntı, kongrede edilecek yemin metni konusunda yaşandı… Kongre, milli” bir dava peşinde olduğu için İkinci Meşrutiyet döneminin parti kavgalarının buraya yansıması istenmiyordu.

Bu nedenle particilik yapılmayacağı üzerine yemin edilmesi önerilmekteydi. İlk iki gün yemin metninin nasıl olacağı, İttihat ve Terakki’nin adının yer alıp almayacağı, İttihat ve Terakki’nin yemin metninde eleştirilip eleştirilmeyeceği ciddi bir şekilde tartışıldı.

İlginç bir şekilde İttihat ve Terakki kadroları genel olarak Milli Mücadele yanlısı bir tavır içine girerken (aralarında mandacılar, yerel direnişten yana olanlar vs. olsa da) Hürriyet ve İtilaf Fırkası yönetici ve üyeleri ise Milli Mücadele karşıtı, İngiliz yanlısı bir tavır içindeydiler. HİF üyesi olup Milli Mücadele’yi destekleyen istisnai birkaç kişi vardır. Rıza Nur ve Sivas HİF yöneticisi Emiri Paşa (Emir Paşa Marşan), Mustafa Kemal’den yana tavır aldı. Hatta Birinci Meclis’te milletvekili olarak bulundu.

Manda fikrinin kongreye damgasını vurdu. Fikri destekleyenler genel olarak bakıldığında İstanbul ağırlıklı bir yapıdır. Wilson Prensipleri’nin etkisindeki grubun etkili bir lobi olduklarını, iyi propaganda yürüttüklerini söylemek gerekir. İsmail Fazıl Paşa, Kara Vasıf, Refet Bele, Bekir Sami ve İsmail Hami (ünlü tarihçi İsmail Hami Danişment) beyler önde gelen temsilcileridir. Bunlara karşı olarak Anadolu delegeleri bağımsızlık yanlısıdır.

Manda fikrinin bağımsızlığı zedelemeyeceği, manda fikri rahatsız ediyorsa yerine zaheret” (yardımcı olma) denilebileceği, ABD’nin Filipinleri medenileştirdiği gibi bizi de medenileştirebileceği (Halide Edip’in Mustafa Kemal Paşa’ya mektubundan), mevcut gelirimizin borçlarımızın faizlerini bile ödemeye yetmeyeceği dile getirilen konulardı. Hami Bey, manda kelimesinin anlamına takılmayalım, diyordu.

MANDA MESELESİ

Manda fikrinden yana olan Kara Vasıf, kongrede görüşlerini şöyle ifade etti:

… müstakil yaşamağa vaziyet-i maliyemiz müsait değildir. (…) Parasız, ordusuz ne yapabiliriz? Onlar tayyare ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyoruz! Onlar dretnot (bir savaş gemisi türü) yapıyorlar, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. Bu hallerde bugün istiklalimizi kurtarsak bile yine günün birinde bizi taksim ederler.”

Kongre sırasında –özel bir sohbette- Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyor:

  • “İstanbul’dan gelen arkadaşlarımız hâlâ bu manda konusunda nasıl ısrar edebiliyor ve bunun bağımsızlığı engelleyici olmadığına inanıp inandırmaya çalışıyorlar?”

‘HASTALIKLI RUH HALİ’

“İstanbul’dakiler ve buradakiler umutsuz ve hastalıklı bir ruh haline sahip insanlardır. Yabancı işgalinin baskısı altında cesaret ve ümitlerini kaybetmiş olmanın verdiği üzüntüyle ve hastalıklı bir ruh haliyle hareket ediyorlar. Bunun başka türlü açıklaması yoktur.”

Yine aynı özel sohbette Tıbbiyeli Hikmet, manda aleyhtarı olarak şunları dile getirmişti:

  • Paşam, temsilcisi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun reddeder ve ayıplarız. Varsayalım ki manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i ‘vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı’ adlandırır ve lanetleriz.”

Mustafa Kemal Paşa’nın Tıbbiyeli Hikmet’e verdiği yanıt da şöyle idi:

  • “Evlat, için rahat etsin. Gençlikle gurur duyuyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!

Amerikan mandaterliğini ehveni şer (kötünün iyisi) olarak görenlerin baskısı o kadar çoktu ki Mustafa Kemal Paşa sık sık kongre genel kuruluna ara vermek zorunda kalıyordu.

4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde ülkedeki tüm Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) çatısı altında birleştirildi. Erzurum Kongresi sırasında kurulan Heyet-i Temsiliye tüm ülkeyi kapsayacak şekilde genişletildi.

TARİHSEL BENZERLİK

Bu kongrenin bir başka önemi de; bir yandan Mondros Ateşkes Antlaşması ertesinde ortaya çıkan kurtuluş yollarından Tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak ve bölgesel kurtuluş yolları birleşirken, diğer yandan Amerikan mandaterliğini savunan kitlenin de birleşen iki yol içinde çözünmesinin sağlanmasıdır. M. Kemal Paşa’nın önderliğinde birleşmesidir. Bu birleşmeye katılmayan ve ihanet çizgisine kayan İngiliz himayesini savunan İstanbul Hükümeti ve Padişah-Halife idi.

Damat Ferit Paşa hükümetini istifaya zorlamak için İstanbul’la iletişim bağlantısı (telgraf) kesildi. İstanbul’un Anadolu ile bağlantısının kesilmesi, Bizans’ın İstanbul’a sıkışarak Anadolu ile bağının kesilmesine ve Türklerin Anadolu’yu tümüyle fethine benzetilebilir. İstanbul Hükümeti de Bizans gibi İstanbul’a sıkıştı. Damat Ferit Hükümeti istifa etti. Meclisi Mebusan seçimlerinin önü açıldı. Misakı Milli kararını bu Meclis alacaktı. Dolayısıyla İstanbul, asi ilan ettiği Anadolu’daki hareketle masaya ilk kez Sivas Kongresi’nin sağladığı başarı ile oturdu (Amasya Görüşmesi).

SEMBOL ŞEHİR

Sivas, Milli Mücadele’nin birkaç sembol şehrinden biri… Milli birlik yolunda ilk adımın atıldığı, İstanbul Hükümeti ve işgalcilere karşı kararlı bir direnişin sergilendiği, ilk gazetenin çıkarıldığı (İrade-i Milliye), ilk kadın örgütlenmesinin (Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti) yapıldığı şehir… Ankara’dan sonra Milli Mücadele’nin en önemli şehri… Sivas olmasaydı, Ankara da olmazdı. Sivas’ın Madımak olaylarıyla değil de hem Türk tarihindeki ve hem de Milli Mücadele’deki yeriyle anılmasını, değerinin bilinmesini diliyorum.

SONER YALÇIN : Birinci Vazife Yürüyüşü

Birinci Vazife Yürüyüşü

portresi_kasketli

 

 

SONER YALÇIN
SÖZCÜ, 18 Mayıs 2016

(AS: Bizim katkılarımız ve kapsamlı power point sunumumuzu erişkesi aşağıda..)
“Başka bir aşk istemez, Aşkınla çarpar kalbimiz.
Ey vatan gözyaşların dinsin, Yetiştik çünkü biz…”
Tarih: 29 Haziran 1921.
Cemal Edhem, Mülkiyeli iki arkadaşıyla birlikte yolculuk belgesi almak için İstanbul Polis Müdürlüğü’ne başvurdu. Polis, üç gencin İnebolu’ya gidip Ankara’ya geçeceklerini anladı.
Birbirlerini tanıdıklarını ve Ankara’ya gitmeyeceklerini söylediler. Polis, gülümseyerek evraklara mührü bastı ve bir uyarıda bulundu:
“Etraf İngiliz ajanlarıyla kaynıyor; onları kuşkulandırmamak için gemiye ayrı ayrı binin;
ve gemide de yan yana gelmeyin!..”
Gönüllü üç Mülkiyeli, Mustafa Kemal‘in Ordu’ya yardımcı olması için “Milli Müfrezeler”kurulması emrini duymuşlardı. Kurtuluş Savaşı’na nefer olmak için yola çıktılar…
İki ay sonra…
Ankara’da başını Halide Edip‘in çektiği bir grup İstanbul’a ateş püskürüyordu.
Vatanın kurtuluşu için İstanbul’dan sadece subaylar Anadolu’ya geliyordu.
Osmanlı münevverleri ise sadece üzüntülerini ve dualarını paylaşıyordu!
Halide Edip soruyordu:
  • “Yunan, aydınlarından ‘Paleolog Ordusu’ oluştururken, bizler neden ‘Fatih Alayı’kuramıyoruz? Anadolu’da binlerce genç çarpışırken, İstanbullu; Tokatlıyan Oteli’nde, Büyük Cadde’de, salonlar köşesinde konuşmakta, eğlenmektedir. Elle tutulacak kadar karanlık ve ıssız ovalarda, sarp dağlarda, geceleri düşman baskını bekleyen Anadolu karşısında; İstanbul’un nurlu sokaklarında kadınlarla dolaşan birçok genç ve zinde vardır. Mitinglerde ant içenler nerdedir?”
(Haksız da sayılmazdı; Kuruluş Savaşı’nda İstanbul 108 şehit verirken; örneğin Konya 2.316, Ankara 2.045, Kastamonu 1.888, Çorum 1.516, Tokat 769 kişiyi şehit verdi!)
Kurtuluşun neferi
Anadolu’ya giden bir avuç öğrenciden biriydi Cemal Edhem…
1900 doğumluydu. Diyarbakırlıydı. Babasının görevde olduğu Bağdat’ta doğmuştu.
Babası, Doktor Binbaşı İbrahim Edhem Hakkı, 1915’te Kafkas Cephesi’nde şehit olmuştu.
Annesini ise bir yıl sonra kaybetmişti.
Parasız yatılı okuduğu İstanbul Sultanisi’nde 11. sınıfa geçtiğinde 1917’de askere alınmış, Mondros Antlaşması‘ndan sonra terhis edilmişti.
Mülkiye Mektebi tekrar açılınca bu okula kayıt yaptırmıştı.
İtilaf güçlerinin 55 parçadan oluşan filosunun İstanbul’a gelişine tanıklık etmişti.
Sadece İstanbul değildi; Fransızlar Adana’yı işgal ettiklerinde eğitim işini üstlenen
Albay Normand, okullarda Fransızcayı zorunlu hale getirmişti.
Antlaşma maddelerine uymayan İngilizler Musul’u, İskenderun’u işgal etmişlerdi.
Osmanlı Eğitim Bakanlığı ise, hazırladığı genelgeyle öğrencilerin ve öğretmenlerin
siyasetle ilgilenmelerini ve eylem yapmalarını yasaklamıştı.
1908 (II. Meşrutiyet) Temmuz Devrimi’nin bayram olarak kutlanmasına artık izin yoktu.
Tutuklamalar başlamıştı. İdamlar başlamıştı.
  • Vahdettin kurtuluşu İngilizlerde arıyor;
  • Mustafa Kemal ve arkadaşları ise, Vahdettin’e darbe yaparak
    kurtuluşun yöntemlerini tartışıyordu.
Daha Bandırma Vapuru’nun sefere çıkmasına bir ay vardı.
Nisan 1919…. Henüz 6 aylık Mülkiyeli idi Cemal Edhem.
Direnişin-kurtuluşun sembolü Mülkiye Marşı’nı yazdı:
“Beklesin,
Türkoğlu’nun azminde kuvvet bulmayan.
Sel durur, yangın söner,
Elbette bir gün ey vatan.
Süslenir, oynar yarın,
Dün ağlayıp matem tutan.
Ey vatan gözyaşların dinsin,
Yetiştik çünkü biz…”
Ve iki yıl sonra Anadolu’nun yolunu tuttu Cemal Edhem. Zaferin neferi oldu…
Cumhuriyet’in inşasında kaymakam, vali, büyükelçi olarak hizmet vermeyi sürdürdü.
Sizler! İstanbullular! Cemal Edhem’i hatırlatmamın nedeni var.
Mülkiye Marşı’nı anımsatmamın nedeni var.
Yarın…

19 Mayıs 2016’da İstanbul’da “Birinci Vazife Yürüyüşü” var.
Türkiye Gençlik Birliği (TGB), 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyor. Saat 12.00’de; İstanbul Şişli’de Atatürk Evi‘nde toplanılacak.
Saat 14.00’te; Dolmabahçe’ye yürüyüşe başlanılacak.
Ve, saat 18.00’de; Maçka Küçükçiftlik’te Timur Selçuk’tan Feridun Düzağaç’a kadar
değerli sanatçıların katılacağı konser başlayacak.
Katılacak mısınız?
Bakınız… Kurtuluş Savaşı’nın yiğidi “Onbaşı Halide Edip”, bağımsızlığın merkezi Ankara’dan İstanbullulara şöyle sesleniyordu:
– “Şimdi neredesiniz? İçinizden hani on kişilik bir ‘İstanbul Tümeni’, her eri milli rüyanın gerçeğini seçmiş ve o rüyaya aşık olmuş; her biri şikayetsiz ve dayanıklı bir er gibi,
bu topraklar üstünde gerekirse toprak yiyerek, aziz Türkiye’yi omuzlarında taşımak için,
neden bizimle beraber değil? Bir gaye ve fikir ordusunu İstanbul çıkarmayacak mı?”

O gaye ve fikir ordusu görev başındadır; TGB.

Siz! İstanbullular! Bu büyük yürüyüşe katılmak için daha ne bekliyorsunuz?

Bitsin artık şu şikayet etmeler, sürekli mızmızlanmalar,
sorumluluğu başkasının omuzlarına yıkmalar!
Bugün en büyük ihtiyacımız, cesarettir.
İnsanımıza bu yüce iradeyi kazandıracak olan sizlersiniz.
TGB yürüyüşüne katılarak bunu gerçekleştirebilirsiniz.
Haydi…
Cemal Edhemlerin oğulları…
Cemal Edhemlerin torunları…
Cemal Edhem’in dava arkadaşları…
Hep birlikte haykıralım:
  • “Ey vatan, göz yaşların dinsin, yetiştik çünkü biz…” 

    *********************

    Teşekkürler çook değerli gazeteci – yazar Soner Yalçın dostumuza bu nefis yazı için..

    Biz, 19 Mayıs 2016 günü sabah 10:30’da Ankara Kızılay – Güvenpark’ta toplanacak ve
    CHP Genel Başkanı Sn. K. Kılıçdaroğlu‘nun da katılımı ile Yüce Atatürk’ümüzü ANITKABİR‘de ziyaret edeceğiz..

    136 yansıdan oluşan kapsamlı 19 Mayıs konferansımızın görsellerini izlemek için
    lütfen tıklar mısınız??

    19 Mayıs 1919 Kuvayı Milliye Ruhu ve Yaşadıklarımız

    19_Mayis_1919_kuvayi_milliye_ruhu_ve_gunumuz

    Sevgi ve saygı ile.
    19 Mayıs 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

 

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

Prof. Dr. Süleyman Çelİk

Atatürk, düşmanının deyimiyle “dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelen büyük bir dahidir.” (AS : İngiltere Başbakanı Lloyd George!)

9 Eylül 1922’de düşman denize döküldükten sonra İngiliz donanmasına ait zırhlılar Güzel İzmir’imizin limanından demir almak zorunda kalınca,
Büyük Britanya İmparatorluğu Parlamentosunda muhalefetteki İşçi Partisi, Hükümet hakkında gensoru önergesi verir. Muhalifler Hükümeti ağır biçimde eleştirirler.

“Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile birlikteyken yendiğimiz Türklere, yalnız başına iken nasıl yeniliriz?
Üstelik karşımızda Türklerin hepsi de yoktu. Müslümanların
Kutsal Halifesi Padişah ve ona bağlı olan asıl güçler bizim yanımızdaydı. Karşımızda sadece, ellerinde hiçbir şey olmayan,
bir avuç eşkıya vardı.”
derler.

Eleştirileri yanıtlamak üzere Başbakan Lloyd George söz alır:

Yapılan tüm eleştiriler haklı” der. “Doğrudur. Karşımızda, ellerinde hiçbir şeyleri olmayan bir avuç eşkıya vardı.
Ancak hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. Büyük dahiler dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelir. Ne yazık ki yüzyılımızda bunu Allah Türk Milletine nasip etti. Bu nedenle yenildik.”

der ve sorumluluğun kendisine ait olduğunu kabul ederek
“istifa ettiğini” bildirip kürsüden iner.

Atatürk’ün büyüklüğü konusunda başka dünya liderlerinin, komutanların, düşünürlerin söylemiş olduğu binlerce söz var. Bunlar içinde benim önemsediğim, mazlumlar içinde emperyalizme karşı ilk başkaldıranlardan biri olduğu için, çok saygı duyduğum Hindistan Bağımsızlığının önderi Mahatma Gandi’nin sözüdür. Arkadaşlarıyla birlikte Kurtuluş Savaşımızı büyük bir heyecanla izleyen Gandi, 

“Mustafa Kemal Paşa İngilizleri yenene kadar,
Allah’ın İngiliz olduğuna inanırdım.”
demiştir.

* * *

Atatürk Türk Milletinin kurtarıcısıdır.
O’ndan başka kurtuluşun olanaklı olduğuna inanan yoktu.
Yalnızca çıkarlarını düşünen ve düşmanla işbirliği yapmaktan çekinmeyen hainler değil, vatanseverler de kurtuluş umudu görmemekteydiler.
Bu nedenle “olmasaydı olmazdık”.

“Olmasaydı olurduk” diyenler de haklı. Evet, olabilirlerdi ama, Neyzen Tevfik’in dediği gibi, “anaları gene olurdu fakat babaları belli olmazdı!” Kanıt istiyorsanız, görsel medyanın, uluslararası iletişimin bu denli yaygınlaştığı, Birleşmiş Milletlerin ve öbür uluslararası insan hakları örgütlerinin bunca etkin olduğu 21.Yüzyılın başında Bosna’da yaşananları anımsayın…

Başlangıçta Atatürk’ün yanında yer alanlar, yalnızca O’na inanan, Çanakkale’de ‘imkansızı mümkün kılmış olması’ nedeniyle,
“yaparsa O bir şey yapabilir” diye düşünen bir avuç vatan severdi.

Birlikte Samsun’a çıkanlar bile umutsuzdu. Nitekim Kurmay Başkanı
Hüsrev Gerede Havza’dan Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı mektupta
bunu belirtmekte ve özetle “boşa kürek çekiyor gibiyiz” demektedir.

Çare arayan vatanseverler, “ehven-i şer” arayışına girdiler ve
“Amerikan mandası” peşine düştüler. Oysa Sevr planını hazırlayan Amerikan Başkanı Wilson’du.

İsmet İnönü, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi komutanlar; Halide Edip, Adnan Adıvar, Bekir Sami (AS: Bekir Sami de askerdi) gibi aydınlar da bunlar arasındaydı. Sivas Kongresi tutanakları bunun belgesidir. Daha sonra Atatürk’ün bir şeyler yapabileceğini görünce hepsi O’nun yanında yer aldılar ve Kurtuluş Savaşı’nda canlarını
ortaya koydular.

* * *

O günlerde ‘Mütareke Basını’nda Atatürk’e saldıran / hakaret eden,
O’na ve arkadaşlarına ‘idam fetvası/ fermanı’ verenler, düşmanla işbirliği yapan hainlerdi. Başlarında Halife Sultan Vahidettin olduğu halde,
Ali Kemaller, Refik Halitler, Refi Cevatlar, Damat Feritler, Rıza Tevfikler, Dürrizadeler, Mustafa Sabriler, İskilipli Atıflar vs. Bunların yazdıkları yazılar, verdikleri fetvalar/ fermanlar, Kuvayı Milliye aleyhtarı bildiriler
İngiliz uçakları tarafından askerlerimizin üzerlerine atılarak firar etmeleri isteniyordu.

Bu hainler işgal güçlerinin desteğiyle, Kuvayı Muhammediye adını verdikleri bir ordu oluşturarak Millicilerin üzerine gönderdiler; yurt içinde birçok
isyan çıkarttılar. Bunlara karşın kazanılan zaferden sonra, köpekliğini yaptıkları düşmanla birlikte yurttan kaçıp gittiler. Fakat emperyalistler, bunların yüzüne bakmadı, çiğnenmiş sakız gibi tükürüp attı.
İngilizler kendilerine sığınan Halife Sultanı bile İtalya sahiline atıp gittiler. Çünkü kendi halkına ihanet edenlere kimse güvenmez ve değer vermez, sadece kullanılırlar. 

Günümüzde de Atatürk’e saldıranlar ya haindir ya da
hainler tarafından kandırılmış geri zekalı / aptal zavallılardır.

Bugün ‘Mütareke Basını’ benzeri medyada Atatürk’e saldıranlara bakın! Her devirde kemiğini yaladıkları efendilerinin köpekliğini yapmışlardır. Örneğin, dün Cem Uzan’ın köpekliğini yapanların, bugün Uzanların düşmanının köpekliğini yapıp Atatürk’e havlamalarında şaşılacak bir şey yoktur.

==================================

Dostlar,

Dün Menemen “Kemal Paşa” Parkı’nın tabelasında ilk 2 harfin “K ve e” silindiğini ve Menemen Belediye Başkanı Sayın Tahir Şahin‘in yarım saat içinde sorunu düzelterek saldırıyı kınadığını sitemizde yazmış, Sayın Başkana teşekkür etmiş ve olayı kısaca değerlendirmiştik.
(http://ahmetsaltik.net/2015/07/30/menemende-ataturke-cok-cirkin-saldiri/)

Dostumuz, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden meslektaşımız,
Atatürkçü Düşünce Derneğinden dava arkadaşımız Sayın Prof. Süleyman Çelik’in yazdıklarına nerede itiraz edilebilir ki?

Olsa olsa söylemi biraz sert bulunabilir..
İnsaf etmek gerekir, fazlasını bile haketmiyorlar mı  bu zavallılar??

Sevgi ve saygı ile.
30 Temmuz 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. yıldönümü


Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. Yıldönümü
“PEK ÇOK ANAM VAR!”
(Prof. Dr. Leziz Onaran’ın anısına)

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı
5 Aralık 1930’a dek bu konuda zorlu bir savaşım verilmiştir. Batılılaşmanın etkisiyle Tanzimat’la (AS: 1839) başlayan kadın eğitimi ve kadın hakları düşüncesi 2. Meşrutiyet’le (AS: 1908) büyük bir sıçrama yapmış, kadınlar, toplumsal yaşamın
hemen her alanında erkeklerle birlikte görev almaya başlamıştır. Bu dönemde kadınlar, dergi ve gazeteler bile çıkarmaya başlamış, dernekler kurarak oldukça etkin bir mücadele yürütmüşlerdir. Prof. Tarık Zafer Tunaya’ya göre 1918’e gelindiğinde
kadın sorunu esas olarak çözümlenmiş bulunuyordu. [1]

1919 sonbaharında Son Osmanlı Mebuslar Meclisi için seçim hazırlıkları yapılırken
kimi gazeteler kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını gündeme getirmişlerdir. Vakit gazetesi, ABD’de bu konunun ele alınmış olmasını vesile sayarak Türk kadınlarına da seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda bir sormaca yapmış, Halide Edip, Nakiye Hanım, Kız Öğretmen Okulu müdürü gibi bazı tanınmış kadınların görüşlerini sormuş, gazete Kız Öğretmen Okulu’nun son sınıf öğrencileri arasında anket bile yapmıştır.[2] Siyasal haklarını ilke olarak savunmakla birlikte kadınların da bu konuda henüz açık bir programa sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Buna karşılık mebus seçimlerinde bazı yerlerde Halide Edip Hanım’a oy verildiği görülmektedir.[3]

Bu tarihlerde Batılı kadınlar, seçme ve seçilme hakkı konusunda dünya kongreleri düzenlemektedirler. 1913’te Budapeşte’de toplanan Kadınlara Seçme Hakkı Verilmesi Milletlerarası Cemiyetler Birliği’nin toplanmasından sonra 16 ülke kadınlara siyasal haklar tanımıştır. Bunlar Danimarka, İrlanda, Hollanda, Almanya, Avusturya, Bohemya, Macaristan, Lehistan, İsveç, İngiltere, Rusya, Kuzey Amerika’dan dokuz eyalet, Kanada, Rodezya, Afrika’nın doğusundaki İngiltere sömürgeleri ve Jamaika’dır.

Bundan sonraki kongre Haziran 1920’de Cenevre’de toplanmış, bu toplantıya Küba, İspanya gibi ülkelerin kadın örgütleri de katılmıştır. Kongre’de Türk kadınlarını Kıbrıslı Mustafa Paşa’nın kızı ve İspanya Elçiliği Müsteşarı Ferruh Niyazi Bey’in eşi Azize Hanım temsil etmiştir. Ahmet Cevdet’in İsviçre’den gönderdiği yazıya göre kongrede konuşmacı Azize Hanım pek çok alkışlanmıştır.[4] Ancak o daha çok Türk kadınlığının çektikleri ve ülkenin bağımsızlığını anlatmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kadınlara seçme hakkı ilk kez 15 Kasım 1921’de Köy ve Bucak Yönetimi Kanun Tasarısı görüşülürken ele alınmıştır. Tartışma bucak (nahiye) yönetimi için yapılacak seçimlerde kadınların da hesaba katılıp katılmayacağı konusundadır. Daha çok muhafazakâr tutumlarıyla tanınan ama bazı demokratik istemleri ileri sürmekten de geri kalmayan İkinci Grubu mensup Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, 20 evli bir köyde üç erkek bulunabileceğini, kalanının kadın olduğunu, bunların genel yaşama katılıp vergi verdiklerini, ancak bu zavallıların birtakım adamların elinde tutsak olduğunu söyleyerek “Şûraya kadınlar da girmelidir.” demiştir (AS: Şura, Nahiye-Köy Yönetim Kurulu). O’nu, radikal mebuslardan Tunalı Hilmi Bey, oturduğu yerden “Yaşa, yaşa!” sesleriyle desteklemiştir. Sözlerini sürdüren Hüseyin Avni Bey, mebuslardan duygusallığa kapılmamalarını, mademki kadınlardan “aşar” (AS: 1/10, ondalık tarım ürünü vergisi, öşür) alınıyor; onların haklarını da vermek gerektiğini, yüzlerce kadının mütegallibe erkeklerin (AS: Haksız ve yolsuz güçle hükmetmeye çalışanlar, zorbalar, derebeyleri, mütegallibeden bir adam..) tutsağı olduğunu,
oysa üç-dört haneye bakan, aile reisi olan kadınlar bulunduğunu anlatarak
“Büyük Millet Meclisi, aile reisi olan kadının seçim hakkını teslim etsin.” demiştir.

Kırşehir Mebusu Müfit Efendi, O’na oturduğu yerden bir sataşmada bulunur:

–  Kaç karın var?

Hüseyin Avni Bey, bu soruya şu anlamlı yanıtı verir:

–  Pek çok anam var!

Balıkesir Mebusu Hasan Basri Çantay O’nunla dalga geçer:

– Hüseyin Avni Bey’in feministliğini tebrik ederim.

Hüseyin Avni Bey’in buna yanıtı ise şöyledir:

– İnsanlığımı tebrik ediniz.

Sıra, Tunalı Hilmi Bey’dedir:

– Şu dakikada Meclis kürsüsünden Türklük ve Müslümanlık âlemine doğru bir ses aksetmiş bulunuyor ki, bu sesi ilk çıkaran Hüseyin Avni Bey’dir. Kendisini tebrik ederim. Bir söz söyledi, bence en ruhlusu o sözdür. Hissiyata kapılmayalım.

Bir mebus “Ne hissiyatı Allah aşkına!” diye seslenince Tunalı Hilmi, Azerbaycan’ın kadınları seçime katmasının Türkiye’ye büyük bir ders olması gerektiğini söyler.
Konya Mebusu Hilmi Bey, Azerbaycan’ın Bolşevik olmasını kast ederek:

– Bizim memleketimize Bolşeviklik girdi mi Hilmi Bey?” diye sataşır. Tunalı Hilmi Bey, bunun Bolşeviklik olmadığını söyler. İslamiyet’in kadına verdiği değerle ilgili olarak
bir ayet okumak isterse de sesi patırtılar ve gürültüler içinde duyulmaz olur.
“Sözlerimi dinleyin” ricası“Neyi dinleyeceğiz” diyerek kesilir. O gene de konuşmakta diretir. Ülkenin Batısında muhtar olan kadınlar bulunduğunu, hadi seçilme hakkının verilmeyişini anladığını ama seçme hakkının neden esirgendiğini sorar.
“Bu teklif zaten kabul edilmeyecektir. Fakat Hüseyin Avni Bey’i tebrik etmek istedim.”  der.

Tartışma gene de son bulmaz. Konya Mebusu Musa Kâzım Efendi, İslam kadınlarının tutsak olmadığını, İslamiyet’in kadınlara Avrupa kadınlarına göre daha büyük tasarruf hakkı verdiğini ileri sürer. Erkekle kadının savaş gibi kimi zorunlu durumlar dışında bir arada bulunmasının caiz olmadığını anlatır. Oturum başkanı konuyu kapatmak istese de Tunalı Hilmi “Reis Bey, İslam kadınları kadı olabilirler. Camilerde vaaz verebilirler”
diye seslenir. Hükümet tasarısında bu konuda bir işaret olmadığı belirtilerek tartışmanın gereksizliği nedeniyle tartışma yeterli görülüp geçilir.[5]

Böylece kadınlara seçme ve seçilme hakkı konusu, gündemden kalkar.
Gerek gezilerindeki konuşmalarda gerekse yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türk kadınının toplumsal yaşamda  hak ettiği yeri alması gerektiğini savunmuş olan Mustafa Kemal Paşa, bu tartışmalarda taraf olmaz ve seçme ve seçilme hakkı konusunda tutum almaz.

1923’te seçimlerin yenilenmesi kararının alınması üzerine Vakit gazetesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda kadınlar arasında bir anket düzenlenir. Bu arada 13 kadın bir girişim kurulu oluşturarak konu üzerinde kamuoyu yapmaya başlar. Bunlar Türk Kadınlar Şûrası‘nı toplamış, ardından Türk Kadınlar Fırkası’nı kurmuşlardır. Ancak hükümet kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı gerekçesiyle partiyi yasaklayınca Türk Kadın Birliği kurulur. Kadınlar, on yıl boyunca seçme ve seçilme hakkı peşinde koşmuşlardır. Ancak bu birlik de hükümet tarafından kapatılmıştır. [6] Dönemin hükümet etme anlayışı Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın dediği gibi “Memlekete komünizmi getirmek bile icap etse bunu ancak hükümet yapacak”tır. Bütünüyle erkeklerden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi,
hükümetin isteğiyle kadınlara seçme ve seçilme hakkını ancak 1930’da tanıyacaktır.
O tarihte bu hakkın tanındığı ülke sayısı 25’tir. (12.05.2013)

[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 1, II, Hürriyet Vakfı Yayınları
[2] Vakit, 25, 31 Teşrinievvel, 24 Kânunuevvel 1919,
[3] Yenigün, 2 Kânunuevvel 1919 “Kadın Mebuslar”
[4] İkdam, 15, 16 Haziran 1920
[5] TBMM Zabit Ceridesi, C. 12, 15 Kasım 1921, s. 222-225
[6] Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılâp, 2003, Metis Yayınları

19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…


19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Ertuğrul Latif KAZANCI
Eğitimci – Hukukçu
Cumhuriyet, 20 Mayıs 2014

  • Cumhuriyet ve Devrime yönelik kasıtlı eleştiriler, bir özgürlük sahteciliğidir. ‘Mütareke’ döneminin ‘Hürriyet ve İtilâf’ zihniyeti, sanki yaşamsal yazgımız olmuştur. Ayırımcı, feodal, neoliberal ve teokratik eğilimlere göre; ‘19 Mayıs 1919’da temeli atılan Cumhuriyet ve devrim binası, yıkılmaya yüz tutmuştur’. Ama yanılmaktadırlar. Çünkü bunca ‘şakîliğe’ karşın Atatürkçü düşünce, değerbilmez inkârcıların üstesinden gelecektir.

19 Mayıs 1919 tarihi bu ülke ve halkın onur günüdür. Emperyalist boyundurukta ezilen dünyanın da insanlık hukukunun kazanımına yönelik ilk adımıdır.
Ulusal eksenli antiemperyalist bir isyan, artık Anadolu’nun devrimci geleceğidir.
Bu isyan bir yönüyle de halkın egemenlik iradesine yüzyıllarca el koymuş ‘saltanathilafet’ rejimini alaşağı etme hareketidir.

Devrimci ideoloji, toplumun ilerici kıstaslardaki dirlik ve esenliğini öngörür.
Ülke toprakları üzerinde tasa ve kıvançta beraberlikle tarihsel derinlikten gelen ideal ve kültür birliği, ulusal bilinci oluşturur.19 Mayıs 1919 işte böylesine bir bilincin temelidir. Ama giderek yoğunlaşan olumsuz hız ve çabalarla 19 Mayıs olgusunun getirdikleri, kimilerince reddedilmektedir.

İnkârcılık:

Bir anekdotu tekrar etmemizde yarar vardır: İzmir’in kurtuluşundan sonra Atatürk  ve Halide Edip arasında bir konuşma geçer.

“Zafer kazanıldı. Artık bir kenara çekilir, dinlenirsiniz..”

diyen Adıvar’a verilen yanıt şudur:

HayırBundan sonra birbirimizle didişeceğiz !..”.

Halide Edip, yalnızca meraklı bir yazar mı yoksa bir niyet yoklayıcısı mıdır?
Aslında tek amaç Atatürk’ün gelecekteki işlevini öğrenmektir. Askeri başarılardan sonra kurulacak devletin niteliği ne olacaktır? Bir halk devleti mi inşa edilecek veya
Saltanatın sürdürülmesi mi söz konusu edilecektir?

Halide Edip yani Sultanahmet mitinginin o parlak yıldızı, yaşamsal çelişkilerle doludur. Söylevinden sonra Amerikan mandacısı ama ulusal mücadelede cephede onbaşıdır. Ardından da Türkiye’yi terk ederek Britanya sömürgelerinde öğretim üyesi olacaktır. Devrimle uyuşamayan “Türk’ün Ateşle İmtihanı” yazarı, İngilizlerle uyuşabilmiştir. 1950’de de DP milletvekilidir.

Lozan’dan dönen İnönü’yü karşılamamak için Başbakanlıktan bile istifa eden Rauf Orbay’la fikir arkadaşları; Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele
ve Adnan 
Adıvar Terakkiperver Cumhuriyet’ Partisinde kümeleşmişlerdir.
Bu adlar ulusal mücadelenin askeri aşamasında önemli uğraşlar verirlerken,
ilerisinde niçin başka yerlerdedir? Çünkü Cumhuriyet ve Devrim düşüncesine
yabancı ama Hanedanlık ve Hilafete yakındırlar.

Atatürk, ‘Nutuk’ ta şöyle der:

  • “Bu parti, kendine ad olan ‘terakki’ ve ‘Cumhuriyet’ sözcüklerinin tam tersi anlamlarla gelişmiştir. Program hain kafaların işidir. Memlekette suikastçıların, gericilerin sığındığı ümitlerin dayanağı oldu”.

Sonrası             :

19 Mayıs 1919 çıkışının içerik, anlam ve yönünü sindiremeyenleri, düpedüz inkârcı (AS: yadsımacı) bir kadro izler. Bu süreç,14 Mayıs 1950 günü kıyasıya başlatılır ve günümüze doğru yoğunlaştırılır. Tam bir “yalan rüzgârı” kıvamıyla siyasal, tarihsel ve gerçek dışı ahlaksızlıklara dönüşür.

Atatürk’ün Başbakanlığını yapmış Bayarın 1950’ler sonrası tavrı, Atatürk-İnönü dönemlerini hedefleyen:

27 yıl bu ülkede çivi bile çakılmadı..” noktasıdır. Bayar, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını ecnebi (AS: Yabancı) elinden alan, demiryolları döşeyen, kağıt, çay, ağır sanayi, deri, tuz, tekstil başta olmak üzere KİT’leri kuran başarıyı yok saymaktadır. İktisat Bakanı olarak yer aldığı işleri de inkâr etmektedir (AS: yadsımaktadır).

İnönü’ye “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan” sanının verildiği 26 Aralık 1938 tarihli CHP Kurultayı’nı toplantıya çağıran Başbakan Bayar’dır. Önergeyi okuyan
divan üyesi de Menderes’tir. Gün gelecek, DP’nin üst politikalarını çizen bu adlar, Devrim aşamaları için:

“ Yalnızca halka mal olmuşları saklı tutacağız..” veya “İsterseniz Hilafeti bile geri getirilebilirsiniz” ya da: “Kapitalizm, iktisaden geri kalmış bir ülkeyi kalkındıracak en iyi sistemdir” sözleriyle, geçmişi inkâr edeceklerdir.

16 Kasım1938 tarihli ‘Cumhuriyet’ gazetesindeki yazısında Necip Fazıl, Atatürk’ün vefat töreninden konu açarak: “Osmanlı İmparatorluğunun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir uğurlanışa hedef olabilmiş hükümdar yoktur ” dedikten sonra övgüler yağdırmaktadır. Ama aynı Kısakürek, zamanla: “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp” diyebilecek ve1960 öncesi Başbakanlık örtülü ödeneğinde adı geçenlerden olacaktır (*).

Önce İnönü’nün ; “ Ak saçlarında parıltılar seyrettikten” sonra siyaseten yer değiştiren ve tam100 şiir içeren hiciv kitabı çıkaran şair Orhan Seyfi, örtülü ödeneğin içindedir. “Akbaba” mizah dergisinin DP karşıtı çizgisini birdenbire bırakan sahibi Yusuf Ziya’nın ödenek istek dilekçeleri unutulabilir mi? İlkin sol siyasette yer alıp sonra yön şaşıran yazar Peyami Safa’dan tutunuz da ressam Çallı, hatip Hamdullah Suphi, tarihçiCemal Kutay, şair Yahya Kemal’lere kadar sıraya girenler, saymakla bitirilemez. Tamamı, 27 yıllık sürecin eleştirisiyle saf tutmuşlardır.

19 Mayısları inkârların başını, Kurtuluş savaşı zaferlerini küçülterek neredeyse yok saymak çeker. Uşak’ta esir düştükten sonra Atina’ya salıverilen General Trikopisyıllarca TC Büyükelçiliğinde Atatürk’e saygılarını kaleme almıştır. Ama “İnönü,SakaryaDumlupınar” zaferleriyle, Mudanya ve Lozan’da atılan imzaları görmek istemeyen Sevr’in iç destekçileri, Yunanlı komutanın düzeyine ulaşamamışlardır. “Jenosit” deyimini onaylamayan AİHM kararına karşın: “Ermenileri katlettik” diyenler, “Yunanlılara zulmettik ” saptırmasını öne sürenler, gerçekleri tersyüz edenlerdir.

Sonuç   :

Anadolu İhtilâli; sömürgecilik, bağımlılık ve bağnazlığa karşı başkaldırıdır. Cumhuriyet ve devrim için, halkçı-devletçi sosyal gelecek adına, ulusalcı ve laik amaçlar uğruna görkemli bir kalkışma, 19 Mayıs 1919’da başlatılmıştır. Devrimci demokratik irade, inkârcılığa ders veren; siyasal, sosyo- ekonomik ve kültürel anlayışıyla 19 Mayıslara mutlaka sahip çıkacaktır.

———————————–

(*)YAD Tutanakları/1961

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

ATA ile

 

 

 

 

 

 
Dostlar,

Soner Yalçın, inanılmaz gazetecilik örnekleri veriyor.
Uğur Mumcu yaşasa ve Soner Yalçın’ın yazılarını okusaydı çok gönenirdi; çaldığı mayanın “araştırmacı gazetecilik” tuttuğunu görmekten çok mutlu olurdu.

Başbakan R.T. Erdoğan, 31 Mart 2014 yerel seçimlerinde yitirme korkusu ile her türlü ölçüyü elden kaçırmış gözüküyor. Atatürk’ün kadim dostu – dava ve silah arkadaşı, yoldaşı, 1. ve 2. İnönü Savaşlarının kahramanı, Batı Cephesi Komutanı, Mudanya Kahramanı, Lozan Kahramanı, yıllarca Başbakan, 2. Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ‘ye dil uzatacak ölçüde kendinden geçmiş durumda..

Soner Yalçın, aşağıdaki yazı ile, büyük bir incelikle R.T. Erdoğan’a hak ettiği yanıtı veriyor. Bir kez daha bravo İsmet İNÖNÜ’ye ve Soner Yalçın’a; bir kez daha yazıklar olsun Başbakan R. T. Erdoğan‘a…

Sevgi ve saygı ile.
10 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

portresi_kasketli


Soner YALÇIN

SÖZCÜ, 9.3.14

Yine bir seçim… Yine Erdoğan, İnönü düşmanlığı yapıyor: “Bakınız, aradık sorduk, diktatörü bulduk.
Ey CHP senin içinde. Kim? İnönü.”

AKP’liler İnönü’yü “faşist” gösteren afişler asıyor.
Erdoğan’ı hiç önemsemiyorum. O pankartı asan AKP’li gençler İnönü’yü tanıyor mu? Onlara İnönü’yü hiç anlatmadık. Hayır, Kurtuluş Savaşı kahramanlığından bahsetmeyeceğim. İnsan İnönü’yü, devlet adamı İnönü’yü yazacağım.
Gölgede kalmış bir kahramanın öyküsünü yazacağım..

Öğrenme meraklısı…

Cumhurbaşkanlığı döneminde fizik ve kimyaya merak sarıyor; fizik öğretmeni
Prof. Hayri Dener ve kimya öğretmeni Prof. Avni Refik Bekman’dan ders alıyor. Çankaya Köşkü’ndeki bir odayı laboratuvar haline getiriyor; Prof. Berkman’ın gözetiminde kimya deneyleri yapıyor. Nobel ödüllü Prof. Heisenberg‘in
fizik seminerine katılıyor.

Sonra motora merak sarıyor; önce şoföründen sonra mühendis general
İhsan Aksoley’den öğreniyor. Hiç bitmiyor merakı; yeni gelişen piller hakkında da,
hidrojen bombası hakkında da bilgi topluyor.
İsmet İNÖNÜ Fransızca biliyor; İngilizce ders alıyor.
Genellikle İngilizce kitap okuyor. Goethe ve Gogol‘a bayılıyor.
Felsefe terimlerini öğrenmeye çalışıyor.
Sanat sergilerine gidiyor; eleştirilerini kendi özel defterine not ediyor.
Mevhibe Hanım‘a 13 Nisan 1916’da evlendiğinde düğün hediyesi olarak piyano alıyor.
50 yaşında viyolonsel çalmak istiyor. İlk dersini, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın viyolonsel sanatçılarından Edip Tezer‘den alıyor. İkinci öğretmeni ise
Hitler Almanya’sından kaçan ve Türkiye’de viyolonsel ekolünün temelini atan
David Zirkin oluyor.
Sevdiği opera Aida.
Safiye Ayla’yı da dinlemekten hoşlanıyor.
Sinemaya ve tiyatroya gidiyor.
Maskeli baloya bile katılıyor…

“Seçimi neden kaybettik”

Ailesine çok düşkün. Anne babası ve akrabalarıyla iftar yapmayı seviyor.
Oruç tutuyor. Sıcak yaz aylarında herkes oruç tutmakta zorlanırken, “kuş gibi geçiyor” sözünü kullanıyor. Gençliğinde 5 vakit namaz kılıyor.
Her dini bayram ve cumhuriyet bayramında CHP’ye gidiyor, partililerle ve halkla bayramlaşıyor.
Malatya’ya her uğradığında mutlaka babasının mezarını ziyaret ediyor.
Mustafa Kemal’den “Gazi” ya da “Paşa”; 1934’ten sonra ise “Atatürk” diye bahsediyor.
Halide Edip’i “komutanları birbirine düşürüyor” diye pek sevmiyor.
Kazım Karabekir gibi yakın dostlarının ölümünde içinin çok yandığını yazıyor; cenazelerine mutlaka katılıyor.

Sevdiklerine “terbiyeli adam” sevmediklerine “fena adam” diyor.
Muhalefette iken hep polis takibine alınıyor; yetmiyor Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı Uşak’ta, İstanbul’da polis gözetiminde saldırıya uğruyor; yaralanıyor ama ağzından bir tek kötü söz çıkmıyor.

Adnan Menderes’in idamını durdurabilmek için Berrin Menderes ile Polatkan’ın kardeşleriyle görüşüyor; birlikte hareket ediyorlar ama kurtaramıyorlar.
İnönü Denizler‘i de darağacından alamıyor; kahroluyor.

Siyasette düşmanlığa karşı; siyasi nezakete önem veriyor.
Yıllar sonra cezaevinden çıkan Celal Bayar‘ı ziyarete gidiyor:

“28 Haziran 1969. Celal Bey’in evindeyiz. Hanım, Özden, ben, Ali İhsan (Gögüş).
Onlar Celal Bey, Nilüfer Hanım, Turhan Dilligil. 1 saat kaldık. İyi konuştuk. Ayrılırken odada O’nun teşebbüsü ile öpüştük. Resmi ziyaret faslı bitti. Bundan sonra normal münasebet devri başladı dedik. Memnun ayrıldım.”

14 Mayıs 1950 seçimini kaybedince oğlu Erdal’a yazdığı mektupta şöyle diyor:

“Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletin hem masum, hem tabii bir arzularıdır.” (22 Mayıs 1950)
Hitler’den hoşlanmıyor; Stalin’e mesafeli. İngilizler’e yakın.

Ne Burak ne de Bilal

Her fırsatta Anadolu’yu dolaşıyor; sorunları özel defterine not alıyor.
Ülke sorunları nedeniyle uyuyamıyor.
Ülkesinin harcadığı bir kuruşu bile defterine yazıyor.
En büyük kâbusu bütçenin denkleşmemesi!
Yağmur yağdığında topraktaki ürünler için bayram ediyor.
Gazi madalyasını kaybedince çok üzülüyor; bulunca çok seviniyor.
Halkevleri’ne büyük önem veriyor; Köy Enstitüleri’ni sık ziyaret ediyor.
Kızların okula gitmesi için uğraş veriyor. Orta öğrenim projesini okuyor; müfredatla ilgili toplantılara katılıyor. Dahi çocukları ortaya çıkarmaya çabalıyor.
Çocuklarını devlet okulunda okutuyor; onlarla Cebir dersi çalışıyor.
Ders notlarını özel defterine yazıyor. “Ömer’in imtihanı başladı…
Ömer’in kimya imtihanı iyi… Ömer’in analitikten imtihanı iyi geçmedi, üzüldük…”

Oğlu Erdal’ın okul saatlerini yazıyor; “8.30 gelme saati… 11.40 öğle paydos saati… 13.40 öğleden sonra gelme… 15.10 paydos… “
Ömer İTÜ’de, Erdal ODTÜ’de öğretim üyesi oluyor.

Mevhibe Hanım ile pastahaneye gitmekten keyif alıyor.
Evlilik yıldönümlerinde eşiyle baş başa yemek yemeye özen gösteriyor.
Eşinin doğum günü 22 Eylül‘ü unutmuyor. Çocuklarının evlilik ve doğum günlerini
birlikte kutlamaktan keyif alıyor. Hediye vermeyi seviyor. Yabancı konuklardan hediye olarak sadece kitap kabul ediyor.

Eşiyle bezik; arkadaşlarıyla briç; ve oğullarıyla bilardo oynamaktan hoşlanıyor.
Babasının küçük yaşta öğrettiği satranca tutkun. Almanya’da çıkan satranç dergisine abone. Satrançta en büyük rakibi Başbakan Şükrü Saraçoğlu… II. Dünya Savaşı gecelerinde sürekli oynayıp gelişmeleri takip ediyorlar. Kimbilir belki de bu strateji oyunu sayesinde Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmama başarısı gösteriyorlar.

ABD’nin dış politika konularına ağırlık veren ünlü Foreign Affairs adlı strateji dergisini okuyor.
Votka seviyor
İçki içiyor. Ama dayanıksız; not defterine şöyle yazıyor: “Gece çok içtim bozuldum.” Votka seviyor.
Tenis oynuyor.
Atlara özel merakı var; her fırsatta biniyor; at yarışlarına gidiyor.
Yüzmeyi (deniz banyosu diyor) her yaz yapıyor.
Futbol maçı seyrediyor; yorumda bulunuyor.
Golf kulübüne gidiyor.
Sağlığına çok dikkat etmesine karşın genellikle hastalanıyor.
Kilo almamak için hep rejim yapıyor. Tartılıyor; 70-75 kilo aralığında.
Yaşamının son döneminde 58 kiloya kadar düşüyor. İstese de artık kilo alamıyor.
Sık sık kan tahlileri yaptırıyor. Aldığı ilaçları defterine yazıyor; Sedo-corodil, Cardiographie, Ürodonal, İnsülin, Glucophyline, Neo antergan…
Kolesterol 212 ile 294 arasında değişiyor; 1965 yılında 322’ye çıkıyor.
Şekerini, tansiyonunu hep defterine not ediyor.
60 yaşında sağlık için düzenli yürüyüşe başlıyor.
7 Ağustos 1929’da sigarayı bırakıyor. Fakat her seferinde tekrar başlıyor;
tekrar bırakıyor, tekrar başlıyor.
1928’den sonra Alfabe Devrimi’ne uyarak notlarını Latin harfleriyle yazıyor.
İşte…

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aydınlanmanın ortaya çıkardığı bir devlet adamı portresi…

Vasatlığı, değersizliği, kalitesizliği yüceltiyorsanız; ağalara, şeyhlere, köleliğe boyun eğiyorsanız, bilime değil hurafeye inanıyorsanız; yani zihinsel bir çürüme yaşıyorsanız; İsmet İnönü’yü anlamamanız normal be kardeşim

Bu da İnönü’nün çıkını

İsmet İnönü, 1919-1973 yılları arasında parasal hesaplarını özel defterine yazıyor.
“14 Ocak 1919, Bu gece babamda idim. Batum işinden ziyan etmişler. Bin lira kadar. Pek üzgündü.”
“15 Nisan 1919, Babam ile Şehzadebaşı’ndaki dükkanları gördüm. Bankaya gittim. Mevhibe’nin parasını saydım. (535 lira 90 kuruş.) Benim param bin yüz lira.
“22 Mayıs 1919, (Kardeşim) Hayri’ye elbiselik aldık. 12 çorap aldık. Valideye elli lira verdim.

Başbakanlığı döneminde bile değişmiyor ailesinin masraflarını defterine yazıyor:
“3 Eylül 1927; 200 elbise, 170 oto, 50 Abdurrahman, 250 Fikret’e verildi, 150 bilet,
350 Hayri’nin mektebi için Hüseyin Bey’e, 65 yeni sayyat, 150 Fikret’e, 20 Komisere,
5 hizmetliye, 5 İrfan’a, 10 Hüsamettin’e, 15 Hatçe’ye, 25 Seniha’ya, 20 Hayri’ye,
50 anneme.”
İsrafa çok karşı; özel defterine; “kadınların israfı her şeyde var” diye sitem ediyor.
“10 Temmuz 1929, Gece hanımın hiddeti. Hanıma ev masrafı olarak 1.550 lira teslim ettim.”

Yıl 1949. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı…

Erdal İnönü Amerika’dan gönderdiği mektubunda, annesine iki kürk beğendiğini;
birinin fiyatının 1000 $, öbürünün ise 600 $ olduğunu yazıyor.
27 Şubat 1949 tarihli mektubunda İsmet İnönü oğluna şu yanıtı veriyor:
“Kürk hikayesini okudum. Olacak şey değil. O kadar doları bulamayız.
Hemen sözünü geri al. Senin bu kadarcık ihtiyat paran için üç senedir uğraşıyoruz. Hulasa olacak iş değil.”

Evinde kullandığı sobanın siparişini kendi veren bir devlet adamı.
Ev tamirinin giderini bile defterine not eden bir parti lideri:
“25 Eylül 1959, 150 usta: 6 gün duvarcı+25, 60 sıvacı: 3 gün+20, 125 amele:
17 gün+12.5 ve 87.5 tenekeci: 3 gün. Toplam: 422.5”
Borçlanmayı hiç sevmiyor:

“25 Temmuz 1955, Avni Doğan’a 50 lira verdim. Eski borcu olduğunu söylemiş.”
“25 Ekim 1929, Borçlarım: 900 duvardan bulgura, 335 Nazmi’ye, 1.600 kok,
250 tahmini odun-kömür, 200 dişçi.”

“31 Temmuz 1966, Sabahattin’in aylığını verdim. Aylığı 500 lira. Temmuz 12’de gelmiş. 307 hesap ettik. 150 borç vermiştik. 157 borcu verdim. (200 lira verdim, masrafın oldu dedim.)”

Şu zarifliğe bakar mısınız, fazla verdiği parayı bile yazarken parantez içinde belirtiyor, ayıp olmasın diye!
Borcu gibi alacağı konusunda da titiz olduğu görülüyor:
“Osm. Bank. Erdal kömür ve borç 1700, Ziraat aylık: 1.500, İş Bankası borç sigorta 950, Emekli bono 600, Osm. Ömer’e havale doğum borcu: 1.000”
Hırsız bürokratları defterine kaydediyor: “Torbalı Kaymakamı hırsız.
Beyazıt Valisi hırsız. Defterdar da hırsız. Mersin Valisi hırsız…”
Bir kuruşun hesabını soruyor. Vergisini hiç aksatmıyor. Hatta oğluna borç veriyor:

“30 Haziran 1961, İş Bankası Cebeci Şubesi 1360 Erdal’a vergi için.”
Erdal İnönü’nün evlilik gideri bakın İsmet İnönü’nün defterinde nasıl yer alıyor:

“6 Ekim 1957. Hesap hülasası:
7.000 Nişan yüzükleri, 23.500 yüz görümlüğü, 12.500 küpe, 2.250 nikah şekeri,
20.000 düğün, 2.200 gömlekler, 750 fotoğraf ve saire
Toplam: 68.200.
10.000 evvelce verdim, kaldı 58.200.
13.500 nakit borç, oldu 71.700.
38.700 mahsup, 33.000 kalan, 300 Hanım, 1000 Ömer için
38.700.
40.000 çek.”
Anlaşılan düğün giderleri İnönü’nün bütçesini zorluyor. Çünkü…
“2 Eylül 1954: Emekli aylık: 5.227; 3 Aylık 15.681; Damga pulu: 62.72
Toplam: 15.618.28”

*****

Uzatmaya gerek yok; iki hafta önce Erdoğan’ın 20 yıllık çıkınını yazdım.
Sonra telefon tapeleri ortaya döküldü.
İnönü ve Erdoğan’ı karşılaştırın bakalım!
Sözün bittiği yer tam burası değil mi?

Damat üzüntüsü torun sevinci

İsmet İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker Akis dergisinde yazdıklarından dolayı DP döneminde hapse atıldı. CHP lideri İsmet İnönü, damadını ziyaret için
Ulucanlar Cezaevi’ne gitti. Görüştürmediler. Bir not yazıp damadına gönderdi:
“Tarih 11.2.1957
Metin evladım,
Görmek için geldim. Göremedim. Yarın gene gelirim. Acele ihtiyacın neyedir? Nasılsın? Metanetine güvenirim şerefli evladım. İ. İnönü.”
Bu pusulanın ardına Metin Toker şöyle yazdı:
“En ufak bir üzüntüm yok. Üzülürüm, benim için üzülürseniz. Burada iyi bir koğuşa verdiler. Şinasi ile beraberim. Özden size emanet. İnanın ki rahatım da yerinde.
Bir tek ricam var: kimseye benimle alakalı bir kelime konuşmayın ve ne olur;
ne baskı yapın ne baskı kabul edin. Ellerinizden öperim. Metin.”

23 gün sonra…
Eşi cezaevinde iken Özden Toker erken doğum yapıyor; Gülsün (Toker) Bilgehan dünyaya geliyor!
Dedesi defterine not alıyor:
“25.2.1957, Pazartesi saat 4.50
Kilo 3, boy 50 santim.
Doğum evi Zekai Tahir.”
Bir tek cümle kin, intikam yok defterde…
Tek yazdığı kızı Özden ile birlikte damadını sık sık ziyarete gittiği.
Adalet için şunu diyecektir:
Tarih: 22 Ocak 1957

“Adalete siyaset karışmaması için çalıştım. İnkılapların en şiddetli devirlerinde dahi karışmadık. Eski hakimlerin kanaati: Saltanat devri dahil hakimlere bu günkü tesir
hiçbir devirde görülmemiştir.”

İsmet Paşa bir de bu günleri görseydi; ne derdi acaba?

Eminim ki, “boyun eğmeyin” derdi!..

KADINLARIMIZIN ONURLU MÜCADELE GEÇMİŞİ


KADINLARIMIZIN ONURLU MÜCADELE GEÇMİŞİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Bazılarının zannettiği gibi kadınlarımız siyaset sahnesine 1923’te veya onlara seçme
ve seçilme hakkının verildiği 1934’te çıkmadı. Onlar, uzun yıllardan beri devlet dairelerinde, üniversite sıralarında, hastanelerde, hatta miting kürsülerinde de vardılar. Haklarını dişleriyle, tırmaklarıyla kazandılar.

Türkiye’de kadın devrimi, Tanzimat’ın yarattığı birikimden yararlanılarak ve esas olarak 1908 İkinci Meşrutiyet devrimiyle yapılmıştır. Kadının eğitim hakkından yararlanması için 1869 Maarifi Umumiye Nizamnamesi 6-11 yaşları arasındaki bütün erkek ve 6-10 yaşları arasındaki tüm kızlar için ilköğretimi zorunlu kılmıştır. 1876 tarihli Kanun-u Esasi de imparatorluktaki bütün erkek ve kız çocukların ilköğrenim görmelerini zorunlu kılmıştır. Ebe okulu 1845, kızların devam ettiği ortaokul 1859,
Kız Öğretmen Okulu 1879’da açılmıştı. Kız liseleri ise İstanbul’da 1913-14’te açılabilmiştir. Kız Sanayi Okullarının açılması ise daha eskidir. Kızlar için yapılan
önemli bir atılım da 1914’te Kız Sanayi Okulu’nun açılması ve kızların üniversiteye devam haklarının tanınmasıdır. Kızlar için açılan ilk fakülteler Fen ve Edebiyat Fakülteleridir. Bu fakülteler ilk mezunlarını 1917’de vermiştir.

Türklerin yüksek tabakalarına mensup kadınlar, daha 1860’lı yallarda gazete ve dergilere yazılar yazarak kadın haklarını savunmaya başlamışlardı. Bu yayınlarda kadınlara öğrenim hakkı, çok eşliliğe son verilmesi, kadınlara çalışma olanaklarının tanınması, kadın-erkek eşitliği ele alınmıştır. İlk kadın dergisi de 1883-84 yılında Arife Hanım tarafından çıkarılmıştır. 1880’den sonra bir kadın yazarlar kümesi de
ortaya çıkmıştır. 1895’te Hanımlara Mahsus Gazete yayımlanmıştır.
Bu örnekler, kadınlara kimi hakların kendi istekleri olmaksızın
yukarıdan verildiğini yalanlamaya yeter.

20. Yüzyıl, kadınlar çağıdır

20. Yüzyıl, kapitalist ülkelerde bir kadınlar çağının başlamasını da birlikte getirmiştir. Her bakımdan Batı’dan geri kalındığını ve böyle giderse devletin çözüleceğini, toplumun yerinde sayacağını fark eden aydın Türkler, 1908’de ortaya çıkan coşkun Hürriyet ikliminden yararlanarak kadınların toplumsal yaşama katılması, çeşitli işlere girerek yaşamlarını bağımsızca kazanabilmeleri, eğitim olanaklarından eşitçe yararlanması için kolları sıvadılar. 19. Yüzyılın ortalarında açılan kız okulları
epey mezun vermiş, okunan ve okuyan kadın sayısı oldukça artmıştır.
Kadınlar, yeni Hürriyet döneminde yeni haklar kazanmak,  kazanılmış haklarını genişletmek ve bunları toplumun her kesimine yaymak için dermekler kurdular, gazeteler çıkardılar; gazetelerde kadınlarla ilgili sayfalar yer almaya başladı.
Bu dönemin önde gelen kadın hakları savunucuları Halide Edip, Öğretmen Nakiye Hanım ve Nezihe Muhittin’dir. Kadınların kurduğu ilk cemiyet 1908 tarihli
Cemiyeti İmdadiye’dir. Bu cemiyetin amacı, Rumeli sınırında çarpışan askerlere
kışlık çamaşır ve benzerlerini sağlamaktır.

4 Nisan 1913’te ilk sayısı çıkan günlük Kadınlar Dünyası, İkinci Meşrutiyet’te özgürlük patlamasını şöyle anlatıyor:
“Üç dört senelik meşrutiyet hayatımız, memleketimizde birçok ihtiyacın
mevcut olduğunu gösterdi. Senelerce olgunlaşmaya, gelişmeye ilgisiz kalan Osmanlı, hayatımızın her aşamasında bir yeniliğin, hakiki bir inkılâbın
gerekli olduğunu bize anlattı.”

Kadını özgürleştiren vatan savunması

Türk kadın hareketi başından beri yurtseverdir. Aydın Türk kadınları, erkekler gibi Namık Kemal’in “Vatan Mersiyesi” benzeri şiirleriyle büyümüştür.
Halide Edip, Meşrutiyet dönemi kadın hareketini anlatırken şöyle yazıyor:

“Bir kadın evvela Osmanlı, bir vatanperverdir. Vatanın hukuku,
kadınlık hukukundan bin kat mühim ve muhteremdir.”

Bu sözler, Türkiye’de kadın hareketinin Batı’dakinin tersine feminist olmadığını, toplumsal devrimin ve vatan savunmasının kadınları da içine almasından doğduğunu göstermektedir. Türk kadınlarının esin kaynağı Fransız Devrimi olduğu ölçüde, Rusya’daki Kuzey Türklerinin toplumsal ilerleme programıdır. Daha 1913’te,
Kadınlar Dünyası’nda Fransız Devriminde kadınlığın rolü şöyle anlatılmıştır:

“Fransız Devrimini izleyen erkeklerimiz pekiyi bilirler ki, en önemli rolleri kadınlar oynamıştır. Komünlere yandaş olan kadınların gördükleri işleri, gösterdikleri cesareti erkekler gösterememiştir. Versail askerlerine karşı boğaz boğaza savaşan
kadınlar idi. Akıllara durgunluk verecek derecede olan cesaretleri yadsınamaz.”

Gazete, kadınların özgürleşmesinin iş yaşamına atılmasıyla olanaklı olacağının bilincindedir. Aynı zamanda yerli sanayinin kurulmasını, yabancı mallara
boykot uygulanmasını savunmuştur. Başka milletlere ezilmemek için en büyük gücü ekonomi, sanat ve işçilik olduğunu anlatmıştır.

2. Meşrutiyet döneminde insanın özgürlüğünden ne anlaşılması gerektiğini
Kadınlar Dünyası şöyle anlatıyor:

”Kendine sahip olan insanın her şey için istediği gibi düşünmesi, istediği gibi
karar vermesi, istediği gibi yerine getirebilmesi, o işin güzellik ve çirkinliğini de istediği gibi yargılayabilmesidir.”

Meşrutiyet Kadınlığı, kadın özgürlüğü karşısına İslam dinini çıkaranlara, o dönemde verilebilecek en uygun yanıtı vermiş ve “kadına haklarını dinimiz ve insanlığımız vermektedir” diye yazmıştır. Yazıya göre Türk kadınlarına üniversitelerde okuma hakkı vermek istemeyenler, Tanrı’ya, insanlığa karşı gelmiş olacaklardır. “Cahil, korkak, cılız, ahlaksız analardan doğacak millet, nasıl olur da yaşar ve
düşmanlardan öcünü alır?”
denilmiştir.

1. Dünya Paylaşım Savaşı koşullarının yarattığı kadın tipini,
6 Nisan 1920 tarihli İkdam’ın bir yazısından öğreniyoruz:

“Harbin yarattığı zaruret ve ihtiyaç nedeniyle kadınlarımız da diğer Batı kadınları gibi çalışma hayatına atılmaya mecbur olmuşlar ve bu alanda son derece teşekküre değer kabiliyetler ve liyakatler göstermişlerdi. O zamanlarda hemen her sınıf vazifede kadınlarımızı görmek mümkündü. Postanede, maliyede, belediyede vb. Diğer taraftan da Hilal-i Ahmer, Esirgeme Derneği, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti ve müesseselerinin himayesi, çok desteğe muhtaç annelerimizin, hemşirelerimizin tek teselli ve geçim kaynağını teşkil ediyordu. Birçok senedir, idaremizin
her şubesinde ortaya çıkan buhran ve karışıklıktan önce kadınlarımız
etkilenmeye başladı.”

Nezihe Muhittin şöyle yazmaktadır:

Evvelce yalnız kına gecelerinde, düğünlerde, tandır sofralarında ve özel toplantılarda birleşen Türk hanımları, artık genel çıkarlara yarayan derneklerin çatısı altında toplanabiliyorlar ve isimleri başlı başına anlam ve kişilik ifade edebiliyordu.”

Tarık Zafer Tunaya’ya göre Mütareke dönemine gelindiğinde Türkiye’de kadın sorunu esas olarak çözümlenmiş bulunuyordu.

1919 ilkbaharında İstanbul’da kadınlar hakkında gözlemlerde bulunan
bir Fransız kadının Fransa’daki bir gazetede yayımlanan ve Türk basını tarafından alıny-tılanan bir yazısında “Artık bin bir gece memleketinden uzak bulunuyoruz” denilerek onun İstanbul Kız Öğretmen Okulu’nda gördükleri aktarılmaktadır.
Bu okulda Avrupa’daki gibi bir eğitim uygulanmaktadır. Türk kızları çok yeteneklidir. Çarşaflarının altına giydikleriyle modayı da izlemektedirler. Çok iyi el işlere yapmakta, keman çalmaktadırlar. Çok evlilik de hemen hemen kalkmıştır. “Türk kadınları,
yüksek fikri seviyeleriyle kadınlar arasında gerçek bir devrim yapmıştır.
Türk kadınları artık asırlarca yaşadıkları hayattan çıkmışlardır.”
Yazara göre Hasta Adam’ın doğrulması muhtemeldir.
Bu konuda kadınlar arasındaki inkılâp ve tekâmül büyük bir etki yapacaktır.

30 Ekim 1918’de başlayan Mütareke döneminde İstanbul basınında kadınlar için sayfalar açılmış, İkinci Meşrutiyet döneminde patlayan kadın özgürlüğünün sürmesi ve gelişmesi için yayınlar yapılmıştır. Yakup Kadri 1921 tarihli bir yazısında,
kadınların on yıl öncesine göre şu işleri yaptığını anlatmaktadır:

“Yüzlerini açmak, sokağa manto ile çıkmak, yalnız başlarına istedikleri yere gitmek, erkeklerle birlikte tiyatrolara gidebilmek, memleket işlerine karışmak, hayır derneklerinde çalışmak, dairelerde memurluk, ticarethanelerde kâtiplik, satıcılık yapabilmek, yüz bin kişilik siyasi mitinglerde konuşabilmek.”

Fransız L’Humanite yazarlarından Magdelena Mark da Türkiye’den gönderdiği mektuplarından birinde “Türk kadınlığının hürriyeti, savaşın başladığı tarihten başlamıştır. Çok evlilik, harem artık yok. İktisat, geleneği alt üst etti. Kızlar artık üniversiteye, devlet memurluğuna girebiliyor” diye yazmıştır.

Mütareke döneminde Türk gazeteleri dünya kadın hareketi hakkında haberler vermekte, Türk kadınlığının özgürlüğü için bu yayınlardan dersler çıkarılmaktadır.

Kurtuluş Savaşı kadınların eseridir

Kurtuluş Savaşı, Türk kadınlığı için o zamana dek görülmedik bir özveri, örgütlenme, hizmet dönemi olmuştur. Çünkü artık düşman, anayurdun ta içlerine girmiş bulunuyordu. Bu durum, eşkıyanın talan için bir evin içine girmesinden farksızdır ve kadının yalnız
evi, yuvası, eşi, oğlu, kızının yaşamı değil, kendi ırzı da saldırı altındaydı.

Tehlikenin gelişini öncelikle İstanbul’un aydın kadınları fark ettiler. Kadınlar içinde tepkilerini ortaya koyma olanağına onlar sahiptiler. “Kadıköylü Kadınlar” imzasıyla gazetelere gönderilen ve 18 Kasım 1918’de Akşam gazetesinde yayımlanan bir yazıda, “Millî haklarımızı muhafaza edecek hükümet ve erkek yoksa, biz varız” denilmiştir. Osmanlı Hanımlar Derneği, 24 Mart 1919’da Batı başkentlerindeki kadın derneklerine bir muhtıra göndererek onların analık duygularına hitap etmiş,
Türkiye temsilcilerinin de Paris Barış Konferansı’nda dinlenilmesini istemiştir.
Daha İzmir’in işgalinden 38 gün önce 7 Nisan 1919 tarihli Memleket gazetesinde
“Türk kızı da millî mücadeleye atılmalıdır” başlıklı bir yazının yayımlanması, erkeklerin de kadınlardan beklentilerini ve onlarla omuz omuza mücadele etmeye
niyetli olduklarını göstermektedir.

“Türk kızı, Türk genci, haydi vazife başına! Vazife başı, vatan sinesi,
halkın sahasıdır. Türklerin kız ve erkek çocukları el ele, kalp kalbe vereceklerdir.
Halka koşmazsak, temelimiz yıkılmış, işimiz bitmiş demektir.”

Düşmanın Bursa’ya dek gelmesi üzerine Bolu kadınları, Büyük Millet Meclisi’ne
bir dilekçe yazarak ırz ve namuslarını kendilerinin koruyabilmesi için silah verilmesini istemişlerdir. İzmir’in işgali üzerine, İstanbul’a çekilen protesto telgrafları içinde
Ayşe, Fatma imzalı olanlar da vardır. Üsküdar kadınları, Doğancılar’da toplanarak İngiltere ve Fransa temsilcilerine çektikleri telgrafta, işgale razı olmayacaklarını belirtmişlerdir. Bursa kadınları da Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyetine çektikleri telgrafta ölmeye hazır olduklarını anlatmışlardır. Erzurum Kadınları da Murat Paşa Camisi’nde toplanarak İzmir, Antalya, Maraş gibi yerlerin işgal edilmesi ve buralarda yapılan vahşete göz yumulmasının önüne geçilmezse hakkın savunulması için başka araçlara başvuracaklarını anlatmışlardır. Edirne’de binlerce kadın Sultan Selim Camii’nde toplanarak İtilaf Devletlerinden İzmir için adalet istemiştir. İzmir’in işgali üzerine İstanbul üniversitesinde yapılan toplantıda, Kız Üniversitesi’nin temsilcisi, direnişte erkeklerle birlikte olacaklarını ilan etmiştir.

Yüzlerini açıp miting kürsülerine çıktılar

Şimdi sıra kadınların miting kürsülerine çıkmasına gelmiştir. Bu Türkiye tarihinde ilk kez olmaktadır. Fatih, Üsküdar, Kadıköy, Sultanahmet mitinglerinde Halide Edip, Meliha Hanım, Sabahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım, Münevver Saime, Şükûfe Nihal coşkun konuşmalar yapmışlar, vatanın bağımsızlığının ve birliğinin yok edilemeyeceğini haykırmışlardır. Kastamonu kadınları da Kız Öğretmen Okulu’nun bahçesinde toplanmışlar, Zekiye Hanım kadınlara “Gerekirse öleceğiz!” diye seslenmiştir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da daha önce kurulmuş kadın derneklerine yenileri katılmış, Anadolu’da da kadın dernekleri kurulmuştur. Vatan savunması, örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Asri Kadınlar Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Biçki ve Dikiş Yurdu Hanımları Cemiyeti, Türk Çalıştırma Cemiyeti, Türk Kadınlar Cemiyeti, Şehit Ailelerine Yardım Birliği, İstihlakı Millî Kadınlar Cemiyeti İstanbul’da çalışan kadın örgütleridir. Anadolu’da Alaşehir Türk Kadınlar Cemiyeti, Kasaba İslam Kadınları Cemiyeti’nin adı geçmekteyse de en güçlü ve yaygın kadın örgütü Sivas Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti’dir. 26 Kasım 1919 günü kurulan bu dernek; Amasya, Konya, Kayseri, Viranşehir, Erzincan, Yozgat, Niğde, Pınarhisar, Burdur, Kangal, Aydın, Balıkesir’de şubeler açmıştır. Anadolu’da çalışan diğer kadın örgütleri Kastamonu Hanımları Çalıştırma Cemiyeti, Asker Kardeşlerimize Muavenet Cemiyeti, Antalya Muaveneti İçtimaiye Cemiyeti Hayriyesi’dir. Ülkenin yarısının diğeri üzerine göçmen olduğu bir dönemde Hilali Ahmer kadınlarının gerek İstanbul’da gerek Anadolu’da yaptığı hizmetler ise unutulamaz.  Yardım toplamada ve yardım yapmada Anadolu kadınları birbirleriyle yarışmışlar,  hastaların yaralarını sarmışlar, hatta onların topladıkları malzemeyle Kastamonu’da bir hastane açılmıştır.

Kurtuluş Savaşı kadınlarının gördükleri en meşakkatli iş, kötü hava koşullarına rağmen Samsun, İnebolu gibi limanlara yığılan savaş malzemesini kağnılarla cepheye taşımalarıdır. Sayıları 20 bin olduğu belirtilen kadınların o günlerde ve daha sonra yazılan birçok yazıda, bu konudaki kahramanlıklarının sayısız örneği verilmiştir. Ali Fuat Cebesoy, kadınların bu işi yapmalarını “Soylu ve yüce bir manzara” diye tanımlamaktadır. Mustafa Necati, bu kadınları tarihteki ünlü Kartacalı Kadınlara benzetmektedir. Kastamonu’nun Seydiler Köyünden Şerife Bacı’nın şiddetli bir soğukta Kastamonu yakınlarında kağnıdaki çocuğunun üzerine kapanıp donmuş olarak bulunması,  kağnı kollarında yaşananların bir örneğidir. Fransız muhabir Schliklen, bu kadınlar için “Vatana adanmış vücutlar” diye yazmıştır.

Türkiye kadınları silah kuşanarak cephede görev almıştır. Aydın yöresinde, Çukurova’da ve Güneydoğu’da çete savaşlarından başlayarak siperlerde çarpışan, orduya asker toplayan, üsteğmen rütbesine kadar yükselen kadınlar. Vardır. Halide Onbaşı, Erzurumlu Kara Fatma, Binbaşı Emire Ayşe, Ayşe Çavuş, Çete Ayşe,  Tayyar Rahmiye, Kılavuz Hatice, Gül Hanım, Gördesli Makbule, Ayşe Kadın, Adile Hanım, Asker Saime, Türk Jandark’ı Küçük Nezahat…

Türk devrimi, daha savaş sırasında kadınların yurt savunmasındaki bu hizmetlerini takdir etmiş, kadınlara şükranlarını sunmuştur. Birçok kadına İstiklal Madalyası verilmiştir. Millî Müdafaa Vekili Refet Paşa, Sakarya zaferini kadınların, esas olarak da köylü kadınlarının eseri olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal Paşa bu savaşta en çok takdir edilmesi gerekenlerin Anadolu kadınları olduğunu belirtmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı temsil eden anıtlarda görülen kadın figürleri, kadirbilirliğin eseridir.

Kaynak:

Bu metinde verilen bilgiler pek çok kaynağın taranmasıyla elde edilmiştir. Bunları tek tek göstermek burada uzunca bir liste yapmayı gerektiriyor. Onun yerine, bu kaynakların tamamının bulunduğu toplu kaynağı vermekle yetinmek zorundayım:

Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, (Yunus Nadi 2006 Sosyal Bilimler Ödülü), Çankaya Belediyesi, Ulusal Eğitim Derneği, Cumhuriyet Kadınları Derneği,
Remzi Kitabevi, Nilüfer Belediyesi yayınları. (5.3.214)

21. Yüzyıl Türkiye’sinde Kadının Dünü Bugünü ve Geleceği


21. Yüzyıl Türkiye’sinde
Kadının Dünü Bugünü ve Geleceği

portresi

Prof. Dr. Taciser ONUK
ADD Bilim – Danışma Kurulu Üyesi
“Atatürk Dünya ve Türkiye için Bir Ödüldür”

 

TUİK’ e göre genel nüfusumuzun yaklaşık yarısı kadındır. Tanrı yaratıcı gücünü kadınla paylaşarak ona özel bir statü kazandırmıştır. Kadın insanlık yapısının en önemli direği ve temelidir. Kadın evrenin kaynağı olan yaratıcı gücün yarısıdır. Evrenin devamı, dengesi ve uyumunun sağlanıp sürdürülmesi kadın ve erkek olarak iki yarının sevgi ile bütünleşmesine bağlıdır. Fizyolojik bakımdan kadının insanlık görevi ve yaratıcı gücü erkeğe göre daha büyüktür. Kadın, ağır yaşam koşullarında birçok kez ölümü yanında görür. İnsanlığa ödediği bu artı özveri karşılığında kadın, güzellik, sevgi ve analık içgüdüsü ve ruh güzelliğine sahiptir. Yaşamın erkekten daha çok kadından özveri beklediği insanlık tarihinin
ilk çağlarında erkek fiziksel gücünü kullanarak kadınları köleleştirip, mal ve meta olarak kullanmıştır. Geçmişten günümüze gelen süreçte Osmanlıda Anadolu’da, oğlan doğurduğu zaman saygı gördüğü, kız doğurduğunda sessizce ‘hayırlısı’ dendiği bilinmektedir. Kadın çocukluğunda babasının, evliliğinde kocasının, dulluğunda oğullarının, çocukları yoksa ölen kocasının en yakınının buyruğu altındadır.

Osmanlı toplum düzenindeki kadının durumunu Celal Nuri, 1915 yılında yayınlanan kitabında özetlenmektedir.

“Bizde kadının durumu korkunçtur. Bizde bilgisizlik ve baskıcılık nedeni ile örtünme ve kaç-göç yanlış anlaşılmıştır. Bizde kadınlar başka erkekler başka dünyayı oluşturur. Ve bu iki dünya birbirini tanımaz. Biri öteki ile ilişkide değildir. Bu çelişki Osmanlının yıkılışının en önemli nedenidir. Özgürlük çağında bir ulusun yarısını tutsaklık altında tutmak olmaz. Böyle ileri bir çağda eski çağlar adetlerini sürdürmeye olanak yoktur.

Toplumumuz içten içe kokuşuyor.

Kadın bu koşullar altında annelik, eşlik, eğiticilik, arkadaşlık görevlerini yerine getiremiyor” Osmanlının çağdışına düşüş nedenlerinden en önemlisi Avrupa’da basımevi (matbaa) 15. yüzyılın ilk yarısında devreye girdi. Osmanlı’da ise
18. yüzyılın ilk çeyreğinde bile matbaadan uzak 300 yıl yaşandı. Osmanlıda
ilk kitabın basıldığı 1727’den Harf Devrimi‘nin gerçekleştirildiği 1928 yılına dek eski yazıyla 25.000 kitap basıldı. 1923’te Anadolu’da, on bir milyonu
okumaz yazmasız on iki milyon insan yaşamaktaydı.

Cumhuriyetten önce kadının toplumsal yaşamda bir yeri ve değeri yoktur.
Kadın anayasa ve yasalar karşısında sorumlu bir yurttaş olarak görülmez,
eğitim olanaklarının kısıtlılığı, tutucu ve yanlış inanışlar yüzünden, yaşamda etkin, erkeklerle eşit olarak katılması olanaksızdır. Özetle kadın, çok eskilerden beri haksızlığa uğramıştır. Osmanlı geç döneminde hızlanan yenilik hareketleri içinde Atatürk’ün önderliğinde kadın her alanda çok önemli görevler üstlenmiş ve bu görevleri başarı ile yerine getirerek Cumhuriyetin ilanında büyük etki ve katkılar sağlamıştır.

Kurtuluş savaşı yıllarında Türk kadınının erkeklerle mutlak bir dayanışma içinde, cephede ve cephe gerisinde büyük bir kararlılıkla bağımsızlık mücadelesine katıldıkları görülür. Kadınlar, yalnızca İstanbul değil,
Anadolu’da da etkinliklerini artırmışlar, düşman işgaline karşı ulusal direniş ruhunu oluşturmada etkili olmuşlardır. Bunun en büyük göstergesi, merkezi Sivas’ta olmak üzere Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kuruluşudur. Cemiyet, Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından kurulmuş, kısa sürede Anadolu’nun birçok kentinde şubesi açılmıştır. Kurtuluş Savaşı boyunca büyük hizmetler gören Cemiyet, Atatürk’ün büyük takdirini kazanmıştır. Bunun dışında Hilal Kadınları Cemiyeti, Hilal-i Ahmer, Mali Sandıklar, Aydın Muavenet-i Hayriye Cemiyeti
ve yardım komiteleri bu dönemin öbür önemli kadın örgütleridir.

Milli mücadeleye hazırlık günlerinde tüm ulusça kadın erkek bir araya gelip duygu ve düşüncelerinin çok coşkulu ve içten bir biçimde dile getirildiği birtakım miting ve toplantılar düzenlenmiştir. Bunlardan ilki Redd-i İlhak Milli Heyeti’nin 14–15 Mayıs 1919 gecesi yaptığı çağrı üzerine, İzmir’de yapılmıştır. İstanbul’da ilk kadın mitingi ise 19 Mart 1919 Asri kadınlar Cemiyeti üyeleri tarafından düzenlenerek işgal güçleri protesto edilmiştir.

İzmir’in işgalinden iki gün sonra Üsküdar kız kolejinde yapılan toplantıya katılan kadınlar ve konuşmacı olan Halide Edip bu işgali şiddetle kınamışlardır. 18 Mayıs 1919 İstanbul Darülfünu‘nda yapılan toplantıda
bir kadın “Kim demiş bir kadın küçük şeydir, bir kadın belki en büyük şeydir.” diyerek Türk kadınının erkeği yanında mücadeleye hazır olduğunu haykırmıştır. 19 Mayıs 1919’da yapılan Fatih mitinginde ise kadınlardan Halide Edip,
Meliha ve Naciye hanımlar şunları söylüyordu :

  • “Müslümanlar, Türkler, Türk ve Müslümanlar bu gün en kara gününü yaşıyor. Gece karanlık bir gece… Fakat insanın hayatında sabah olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp parlak bir sabah yaratacağız.”

Aynı mitingde konuşan Meliha Hanım, vatanın içinde bulunduğu durumdan kurtarılması için canların feda edilmesi gerektiğini belirtecektir.

20 Mayıs 1919’da İstanbul’da Doğramacılarda yapılan mitingde Asri Kadınlar Cemiyeti adına Sebahat Hanım yaptığı konuşmada özellikle kadınların
milli duygularını harekete geçirerek mücadele isteği yaratan şu sözlere
yer vermiştir :

”İşte hayatı, ruhu Türk olan İzmir’i bugün Yunanlar aldılar, belki yarın sinemizden bir şey, kalbimizden bir hayat koparır gibi birer birer Konya’mızı, Bursa’mızı, hatta bütün güzellikleri ile çok sevgili İstanbul’umuzu isteyecekler. O zaman bu hayatımıza zehirli tırnaklarını takıp her fırsatta bizi biraz daha ölüme yaklaştıran bu kahredici kuvvetler karşısında yine bu sükût ve tevekkülle mi yaşayacağız? Ben buna hayır diyorum, biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız ve medeniyete riyalar söyleyen varlıklara her zaman lanetler, lanetler.” Naciye ve Zeliha Hanımlar çok etkileyici konuşmalarında kadınların bağımsızlık mücadelesinde azim ve kararlılıklarını dile getirmişlerdir.

30 Mayıs 1919, Sultan Ahmet mitinginde Şukufe Nihal, vatanını çok sevdiğini belirterek, “Aziz vatan beşiğimiz senden, mezarımız yine sen olacaksın.” sözleriyle dinleyenleri galeyana getiriyordu.

13 Ocak 1920, Sultan Ahmet meydanında “İstanbul Türk’tür ve Türk kalacaktır” konulu, 150.000 kişinin katıldığı bu mitingde, Nakiye Hanım konuşmasında şöyle der :

“Efendiler, size memleketin bir kadını sıfatıyla hitap ediyorum. Fatih’in, Selim’in, Süleyman’ın mezarını, ecdadının ebedi abideleri olan camileri, türbeleri bırakıp çıkacak içinizde bir erkek var mıdır? Ben tasavvur etmiyorum, çıkmayacaksınız, bırakmayacaksınız, biz de daima sizinle beraber olacağız. Hayatından ziyade sevdiği evladını vatan sevgisine feda eden kadınlarımızın canı gibi sevdiği İstanbul için canını feda edeceğine elbette inanırsınız. Önümüzde açık iki yol var; biri tarihimize şanımızla devam etmek,
diğeri gözlerimizle beraber tarihimizi de kapayıp ebediyete götürmektir.”

Nakiye Hanım bu konuşmasıyla kadınların, erkeklerin yanında olduğunu
ifade ederken, Türk Milletinin ne yapması gerektiğini de vurgulamış oluyordu.
Bu faaliyetlerde Halide Edip, Şükufe Nihal, Nakiye (Elgün), Münevver, Saime, Meliha, Sabahat, Naciye gibi kadınlar öylesine bir cesaret ve vatan sevgisiyle konuştular ki, basında çoğu sansür edildi. Haklarında tutuklama emri verildi. Bunlardan Halide Edip ve Münevver Saime Anadolu’ya kaçarak milli mücadeleye katılmışlardır. Böylece milli bir heyecan yaratarak öbür kadın ve erkeklere örnek olmuşlardır.

Bilindiği gibi İstiklal Savaşı Türk Ulusu için bir ölüm kalım savaşı idi.

Bunun bilincinde olan Türk kadınları da cephede orduya katılarak kahraman Mehmetçiklerimizle birlikte savaşmışlardır. Halide Edip, Asker Saime, Kılavuz Hatice, Tayyer Rahmiye, Fatma Seher (Kara Fatma), Gördesli Makbule, Binbaşı Ayşe, Nezahat Hanım, Süreyya Sülün Hanım, Ayrıca ismi bilinmeyen pek çok kadın cephe ve cephe gerisinde hizmet görmüştür. Türk kadınının rütbeli olarak Ordu’ya ilk girişi bu dönemde olmuştur. Özverili etkinlikleri ve gösterdikleri kahramanlıklar milli mücadelenin önderi Mustafa Kemal Paşa tarafından
büyük takdirle karşılanmıştır.

Yalnızca Türk ulusu için değil, tüm insanlık için bir onur simgesi olarak tanımlanan ulusumuz ve pek çok ülke için gerçek anlamda aydınlanma öncüsü olan Atatürk’ün en büyük eseri Laik, Demokratik Türkiye Cumhuriyetidir.

Amacı, her yönü ile ileriye dönük kadın erkek bütün dinamikleri ile devletin temelinde bütünleştiren, ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık aşamasının
en yüksek düzeyine taşımaktır.

Bu sonsuz projede Türk kadınının toplumdaki yeri ve değeri konusunda gerçekleştirilen yenilikler Türk kadını ve toplum için Uygarlık aşaması olarak tarihi bir dönüm noktasıdır.

Büyük Atatürk 1923’te İzmir deki konuşmasında şöyle der :

“Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.”

Bu sözleriyle kadının zevkini, zekasını, yaratıcılığını ve cesaretini bir kez daha vurgulamıştır.

1927’de İstanbul’da Kadınlar Birliği tüzüğüne “Kadına siyasal haklar sağlamak için çalışacağı” yolundaki madde eklenir. 23 Mart 1931’de çıkan Belediye Yasası ile kadınların belediye seçimlerine katılmaları sağlanmış olur. Önce Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun (Anayasanın) 10. ve 11. maddeleri değiştirilir.

5 Aralık 1934’te çıkan yasayla kadınlarımıza milletvekili seçiminde “oy verme
ve seçme, seçilme hakkı” tanınır. Böylece Türk kadınının Türk erkeği ile
tam anlamı ile eşit düzeye gelmesi sağlanmış olur. Olay dünya çapında
yankılar yaratır, birçok ulusun kadınına örnek olur.

Aklın ve başarının cinsiyeti yoktur. Ulusumuzun ölüm kalım savaşı verdiği
Milli Mücadele döneminde Türk kadını, vatanın kurtarılması için yardım toplamak, insanların cesaret ve mücadele gücünü artırmak için mitingler, toplantılar yapmak, dernekler, vakıflar, birlikler kurarak birlikteliği ve ortak
güç sağlamak azmini ayakta tutma çabası ve başarısı içinde olmuştur.

Cephede bizzat çarpışan kadınlar olmakla birlikte, cephe gerisinde de her alanda erkeklerin yanında çok yararlı hizmetlerde bulunarak ülkemizin kurtarılmasında çok büyük katkı sağlamışlardır.

Kadını ve erkeğiyle omuz omuza yürütülen mücadelelerle kazanılan Kurtuluş Savaşından sonra kurulan “Türkiye Cumhuriyeti”, Ulusun çağdaş ve demokratik bir yönetime kavuşmasının başlangıç noktası olmuştur.

Kadınlar ancak Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte toplumsal ve siyasal haklarına yasal olarak kavuşabilmişlerdir. Başta eğitim olmak üzere her alanda gerçekleştirilen Devrimler, kadının yasal ve yapısal yönden konumunun yükseltilmesi ve hak ettiği yere gelmesini sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyetinde kadınlara oy verme, seçme ve seçilme hakkı 5 Aralık 1934’te tanınmıştır. Bu hak, Türk kadınının kurtuluş savaşında her alandaki başarılı çalışmalarının sonunda elde edilmiş en önemli insan ve birey hakkıdır.

Atatürk’ten sonra toplumda kadının gücünün yeterli kullanılamaması sonucunda başta laik eğitim sistemi olmak üzere Türk kültürünü oluşturan değerler ve kurallar giderek yok olmaktadır.

1978’de UNESCO tarihinde ilk ve tek kez 156 üyenin oybirliği ile onayladıkları belge şöyledir:

  • “Atatürk kimdir! Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağan üstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkılapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil,
    ırk ayırımı göstermeyen, eşi olmayan devlet adamı,
    Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu.”

Yüce Atatürk’ün en büyük yapıtı olan laik demokratik Türkiye Cumhuriyetimiz, her yönüyle ileriye dönük, ulusu, kadın-erkek bütün dinamikleriyle
devletin temelinde buluşturan büyük bir toplumsal değişim ve gelişim tasarımıdır. Atatürk 1923’teki

“Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin nedeni kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır.”

sözüyle de çağdaş toplumun yaratılmasında kadının toplumdaki yeri ve önemini bir kez daha vurgulamıştır.

Cumhuriyetle birlikte kadınlarla ilgili pek çok yasa çıkmasına karşın,
Atatürk’ün ölümünden sonra ortaya çıkan tablo Türkiye’nin başta eğitim, ekonomi, sağlık ve sanat olmak üzere her alanda gelişmiş ülkelerin gerisinde olmasıdır.

Bunun en önemli nedeni, kadının yine her alanda özellikle politikada
erkeğin çok gerisinde kalması ve dengelerin kurulamamış olmasıdır.
Dünya ve demokrasi kültürü, kadın-erkek, gece-gündüz, sıcak-soğuk vb. dengeler üzerine kurulmuştur.

Atatürk’ten sonra toplumda kadının gücünün yeterli kullanılamaması sonucunda ülkemiz; başta laik eğitim sistemi ve Aydınlanma düşüncesi bir kenara itilerek günümüzde hızla emperyalist güçlerin denetimi altına girmeye başlamıştır. Oysa Atatürk on beş yıl gibi bir ülke için çok kısa sayılabilecek
bir sürede ırk temeline dayandırmadığı bir ulusu “Ne mutlu Türküm diyene!” tümcesiyle kucaklayıp kutlamıştı.

-Türkiye Atatürk’ten sonra kadın saygınlığının en düşük düzeyini bu dönemde yaşamaktadır
-Toplumda Türk Kültürünü oluşturan değer ve kuralları giderek yok olmaktadır
-Sorunlar şiddet yoluyla çözülmeye başlamış, işsizlik, eğitimsizlik,
ekonomik sıkıntılar şiddeti daha da artırarak yaşamayı zorlaştırmıştır
-Ülkemizin tüm zenginlikleri özelleştirme ve Küreselleş(tir)me uğruna yağmalanmakta, satılmaktadır
-Milli eğitime dinci eğitim egemen olmaktadır
-Toplumda her türlü gericilik, bölücülük, şeriatçılık, tarikatçılık ve özellikle kadına yönelik her türlü şiddet giderek artmaktadır.
-Oysa 1926 Türk Medeni Kanunu kadına en çok değeri vermiştir.

Sonuç olarak:

Atatürk’ün ulusçuluğunu, demokrasi anlayışını, laikliği, eğitim anlayışını,
kültür politikasını, Türk kadınına verdiği hakların önemini ve değerini anlayamadık, anlatamadık.

Allah’ın bir lütfu, en büyük şansımız Atatürk, gençliğe ve tüm ulusa hedef olarak çağdaş uygarlığı yakalamayı ve hatta en önlerde yer almayı göstermiştir. Atatürk on beş yılda ümmetten çağdaş ve özgür bir ulus yaratmıştır.

O’nun ölümünden sonra gelen veya getirilen hiçbir lider O’nun gösterdiği yoldan gidememiştir. Çözüm gene Atatürk’çü düşünce, her çağda çağdaşlıktır.

Çağdaş kadın çağdaş toplum yaratır. Aklın ve başarının cinsiyeti yoktur.

Prof. Dr. Taciser ONUK
Ankara, 09 Aralık 2013

TÜRKİYE’NİN YAŞADIĞI EN BÜYÜK BAYRAM


TÜRKİYE’NİN YAŞADIĞI EN BÜYÜK BAYRAM

Zeki Sarıhan

Zeki_Sarihan_portresi

26 Ağustos 1922’de Afyon Cephesi’nde başlayıp 9 Eylül’de İzmir’de taçlanan
Büyük Zafer için peş peşe 3 yazı göndereceğim.

Bunlardan ilki zaferin Türklerde nasıl büyük bir sevinç yarattığını, Türkiye halkının günlerce nasıl bayram yaptığını anlatacak.

İkincisinde dünya halkları ve milletlerinin zaferi kutlamalarını okuyacaksınız.

Üçüncü yazıda ise Kurtuluş Savaşı sırasında düşman cephesine hizmet eden,
Kuvayı Milliye’ye düşmanlık yapan kişilerin sonunu anlatacağım.

Anadolu’da geçen Yedi yüz yıllık tarihleri boyunca Türkleri Büyük Zafer kadar sevindiren bir olay yaşanmamış olmalıdır. Bu, masallarda geçen kırk gün kırk geceden daha uzun, yaklaşık 70 gün süren bir bayram dönemidir. Batı Anadolu topraklarının kurtarılması, Yunan ordusunun perişan edilmesi, İzmir, Bursa gibi Türk yurtlarının düşman çizmelerinden temizlenmesi, ardından Mudanya Ateşkes Antlaşması, buna dayanarak Türk jandarmalarının İstanbul’a girmesi, Doğu Trakya’nın vatana kavuşması, Padişahlığın kaldırılması, Türkiye için kesintisiz bir bayram dönemi olmuştur.
Büyük Zafer’le Türk milleti, sanki yeniden doğmuş, gücünün farkına varmış, iki yüz yıllık yenilgileri ve çektiği acıları unutmuştur. Bu dönem aynı zamanda
Mustafa Kemal Paşa’yı “Tek Adam” yapan bir döneme işaret ediyor.

“YAŞASIN MİLLET, YAŞASIN GAZİMİZ”

26 Ağustos gecesini uykusuz geçiren Ankara halkı, 27 Ağustos günü Afyon’un kurtarıldığını haber alır almaz “Tarifi mümkün olmayan bir sevinç ve tatlı bir heyecan içinde yedisinden yetmişine” sokaklara döküldü. Havaya silahlar atıldı. Her adım başında “Yaşasın millet, yaşasın millî ordu, Yaşasın Gazimiz!” sesleri yükseldi.
İlk zafer haberleri üzerine yurdun her yanından Başkomutanlığa, gazetelere, hükümete tebrik ve sevinç telgrafları yağmaya başladı.

28 Ağustos günü Afyon’da ana baba günü yaşanıyordu. Halide Edip’in ifadesiyle sokaklar siyahlı insan çağlayanları ile doluydu. Halk, kumandanlara sevgi gösterilerinde, şehirden geçen Türk askerlerine ikram yarışında bulundu. Yol kıyılarına dizilerek askerlere su, helva, pilav dağıttı. Zafer Zonguldak’ta sevinç gösterileriyle kutlandı.
Yeni Cami’de zafer için dua edildi. Adana’da da kutlamalar yapıldı.

Dumlupınar Zaferi’nin kazanıldığı 30 Ağustos 1922 günü, İstanbul’a ulaşan “Afyon Alındı”dan ibaret iki kelimelik bir telgraf, şehri sevince boğdu.
O günkü Hâkimiyeti Milliye gazetesi, Afyon’un kurtarıldığını anlatan telgrafın Haymana’da açık artırmaya konularak 20.245 liraya (İki mebus maaşı) satıldığını yazdı.

31 Ağustos günü Yenigün gazetesi, Anadolu’da zafer şenliklerini anlattı.
Komutan M. Şevki not defterine şunları yazdı:
“Dört gündür yorgun ve uykusuz olan neferler, Dumlupınar’dan buraya yürüyerek değil, oynayarak geldiler. Hepimiz çılgın gibiyiz. Köylüler, kadın erkek, genç ihtiyar, minicik yavrular bile sevinçten deli gibi ağlıyor, askerleri kucaklıyor. Üzengilerimize yapışıp öpüyor. Gece geç vakit olduğu halde, askerlerimizin yattığı evlerden yanık memleket şarkıları geliyor.”

İstanbul’da bulunan Maliye Eski Bakanı Cavit Bey de o gün not defterine şunları yazdı: “Dört günden beri gelen taarruz ve zafer haberleri yüzleri güldürüyor.
İzmir de dâhil olduğu halde bütün Anadolu’nun kurtuluşu bekleniyor.”

1 Eylül Cuma günü Ayasofya, Fatih ve öteki İstanbul camilerinde ordunun zaferi için dua edildi. Askerler için yardım toplandı. İstanbul Türkleri, semtleri bayraklarla donattılar. Ankara’da da Cuma namazından sonra halk, Meclis önüne gelerek gösteri yaptı.
Burada mebus Hüseyin Avni ve Necati Beyler birer konuşma yaptılar.
Meclis İkinci Başkanı Adnan Bey, göstericilere teşekkür etti. Afyon’da da şehitler için mevlit okundu ve Belediyenin önünde toplanılarak gösteriler yapıldı. Hâkimiyeti Milliye, Anadolu’nun her yanının neşe içinde çalkandığını yazdı. Her il, her ilçe, her kasabadan yüzlerce telgraf gelmekteydi. Yurttaşlar, orduya her biçimde yardımcı bulunduklarını, her türlü yeni fedakârlıklara hazır bulunduklarını çok hararetli cümlelerle ilan ediyorlardı. Konya’da yayımlanan Babalık gazetesi de Akşehir’deki zafer sevincini yazdı.

HER YER BAYRAKLARLA DONATILIYOR

Eskişehir’in kurtarıldığı 2 Eylül günü İzmit’te bütün gece fener alayları yapıldı.
Mersin’de bütün sokaklar bayraklarla donatıldı, gösteriler ve fener alayları düzenlendi. Tüccarlar aralarında yaralılar için 3.600 lira topladılar. Zonguldak’ta Eskişehir’in kurtarıldığını anlatan resmî tebliğ gece açık artırmaya çıkarıldı ve 115 lira veren
Işık Ocağı gazetesinde kaldı. Tebliğ, sevinç gösterileri içinde okundu. Afyon Mevlevi Dergâhında şehitlerin ruhuna mevlit okundu. Göçmen olarak Ankara’da bulunanlar, kurtarılmış yurtlarına dönmeye başladılar. Giden kafilenin içinde boyacılık yaparak geçimini sağlayan 25-30 kişilik bir çocuk grubu dikkat çekti.  O günkü Hâkimiyeti Milliye,

“Bütün Türkler neşe ve heyecan içinde çırpınıyor. Bugün Ankaralı hemşehrilerimiz ve Ankara’da muhacir bulunanlar, dükkânlarını kapatacaklar, askerlerin ve bütün mekteplerin de katıldığı muazzam tezahüratta bulunacaklar” diye yazdı.

Kastamonu’da yayımlanan Açıksöz “Dün geceki şenlikleri” anlattı.
Vakit’e göre dün İstanbul “bir kalp gibi” çarpmıştı. Tevhidiefkâr İstanbul’daki gösterileri “İstanbul ufuklarında Nusret (yardım) duaları” başlığı ile verdi.

3 Eylül: Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Genel Merkezi, başkomutanlığa çektiği telde “THİF, ezilen Şark’ın istilacı tufeylilerden yegâne kurtarıcısı olan Türkiye ordularının manevi şahsiyetini şahsı âlinizde selamlar ve Şark’ın tam kurtuluşunun
yakın bir geleceğin en yakın bir emrivakisi telakki eder”
denildi.
Zafer dolayısıyla İstanbul baştanbaşa donatıldı.
Kayseri’de toplantı halinde bulunan ve kendilerini baştan beri Hıristiyan Türkler sayan Türk Ortodoks Kongresi, ordunun zaferini kutlama kararı aldı. Kiliselerde ayin sırasında ruhani reisler tarafından zafer için dualar okumaları da kararlaştırıldı.
Kars’ta Eskişehir’in alınışı üzerine halk İnönü Meydanı’nda toplanarak
gece yarısına kadar kutlamalarda bulundu.

4 Eylül: Kula’da halk, kasabaya giren askeri birliği coşkun sevinçlerle karşıladı.
Askere yiyecek verdi.
Kadınlar ve kızlar pencerelerden sarkarak askerlere armağanlar attılar.

5 Eylül: Yunan kuvvetlerini kovalayan Türk askerleri, Akdeniz kokusunu almaya başladılar. Sabahleyin Akdeniz havaları ve zafer türküleri söyleyerek yola çıktılar. Sabahın rüzgârında bu sesler nal seslerine karışıyordu.
İkdam gazetesi o gün “Senelerden beri gülmeyi, sevinmeyi unutmuştuk.
Bunu bize Anadolu mücahitleri hatırlattı”
diye yazdı.

6 Eylül: Akıncı müfrezeleri, halkın büyük sevinç gösterdikleri arasında Balıkesir’e girdi. Zaferden dolayı yurdun her yanından Meclis’e kutlama telgrafları yağmaya devam ediyordu. Akşam gazetesinin haberine göre İstanbul halkı zafer haberlerini alabilmek için gazete kapılarında bekliyordu. Yeni Adana gazetesi Silifke’de kutlama gösterilerini haber verdi. Karagöz İstanbul’da bayrak fiyatlarının olağanüstü arttığını yazdı.

7 Eylül: Kadıköy’de kadın, erkek, çocuk yüzlerce kişi gruplar halinde fener alayları yaptı. Kalabalık, Kadıköy, Haydarpaşa, Kızıltoprak semtlerini şarkılar söyleyerek gezdi. Kuşdili Çayırı’nda toplanan göstericiler çeşitli konuşmalar yaptılar.
Beşiktaş’ta da şenlikler yapıldı.

8 Eylül: Cepheden zafer haberleri gelmeye devam ettikçe halkın coşkusu, gösterilere katılanların sayısı artıyordu. Eyüp’te on bin kişinin katıldığı bir fener alayı yapıldı. Beykoz’da da şenlikler yapıldı. İstanbul Matbuat Cemiyeti’nin, şehitler için Ayasofya’da okuttuğu mevlide yirmi beş bin kişi katıldı. Akşam gazetesi: “İstanbul’da halk her tarafta fevc fevc şenlik yapıyor” diye yazdı. Mevlide Şehzade Abdülmecit de katıldı.
Ankara halkı da Cuma namazında bugünkü Türkocağı binasının bulunduğu yer olan Namazgâh’ta toplanarak zafer dolayısıyla şükranda bulundu. Konuşmalar yapıldı. Türkiye’nin Roma Elçiliğinde zaferi kutlamak için toplanan Müslümanlar, İstiklal Marşı’nı ayakta sevinç gözyaşları içinde dinlediler. Bütün Müslümanlar adına Türk ordusunun zaferi için dua edildi. Paris’teki Türk öğrenciler, Anadolu Zaferi’ni kutlayarak
Ferit Bey’den tebriklerinin Anadolu’ya bildirilmesini istediler.

DİYARBAKIR’DA PARLAK KUTLAMALAR

İzmir’in kurtarıldığı 9 Eylül 1922 günü şehirdeki Türk halkının sevincine diyecek yoktu. İzmir’in alınışı, Sultanahmet Meydanı’nda binlerce kişi tarafından kutlandı.
İzmir’in Yunanlar tarafından işgalinde meydana konulan siyah bayrağın yerine kırmızı bayrak konularak onun dalgalanışı seyredildi. Fatih’ten Beyoğlu’na yürüyüş yapıldı.
Üç gecedir İstanbul semt semt fener alayları ve şenlik yapıyordu. İstanbul Şoförler Cemiyeti, şoförlerin bir günlük hâsılatını Hilali Ahmer’e bağışladı. İzmir’in alındığını bildiren telgraf öğleden sonra Gaziantep’e ulaştı ve açık artırmaya konularak 730 liraya satıldı. Şehir’de büyük gösteriler yapıldı ve toplar atıldı. İzmir’in alındığı Diyarbakır’da da top atışlarıyla ilan edildi. Minareden salalar verildi. Sokaklar ve evler bayraklarla donatıldı. Esnaf ve öğrenciler, bayraklarla Belediyeye yürüdüler. Askerî bando kahramanlık parçaları çaldı. Cephe Kumandanı Cevat Paşa ile Belediye Başkanı
birer konuşma yaptılar. Müftü dua okudu. Ardından heyetler, kumandanlık dairesine giderek burada kutlama töreni yaptılar. Daha sonra geçit töreni yapıldı.
Öğleden sonra da gençlik ve okullar Belediye meydanında bayramı tekrar kutladılar. Kutlamalar şehirde yarın da devam edecektir.

TARİHTE MİSLİ GÖRÜLMEMİŞ BİR OLAY

10 Eylül günü Ankara halkı, davul ve silah seslerinden İzmir’in alındığını öğrendi ve sokaklara fırladı. Birbirini kutlayan halk, akın akın Meclis önüne geldi. Davullar İzmir havasını vurdu. Oyunlar oynandı. Yaşasın Türkiye”, “Yaşasın Büyük Millet Meclisi sloganları atan halk, İstasyon’a doğru yürüdü. Kafile silah atarak sabaha kadar bütün şehri dolaştı. Gündüz bütün binalar bayraklarla donatıldı. Meclis önünde kurulan kürsüden konuşmalar yapıldı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk, asker, memur, esnaf, işçi
hep birlikte tekbirler getirdi. Ertesi günkü Hâkimiyeti Milliye, bu gösterinin tarihe geçmemiş bir olay olduğunu yazdı. Kastamonu’da da bütün dükkânlar kapatıldı. Binlerce kişi toplandı. Hükümet, Belediye ve Namazgâh’ta nutuklar söylendi.
Ertesi günkü Açıksöz gazetesi Kastamonu’nun şimdiye kadar görmediği bir gece geçirdiğini yazdı. Darülfünun öğrencilerinin teşvikiyle İstanbul’un her yanında şenlikler, zafer alayları sabahlara kadar sürdü. Alayın yürüyüşü Fatih Camii avlusundan başladı. Müderris Şemsettin Bay yaptığı konuşmada zafer sevinci içinde de efendi olunmasını istedi. Şehzadebaşı yoluyla Beyazıt’a inildi. At sırtındaki Beyazıt merkez memurunu yaya polisler, Askeri Tıbbiye öğrencileri, zeybek giysileriyle Darüleytam ve Darüleytam izcileri, Kız öğretmen Okulu mızıkası, Mehter-i Hakani görevlileri, Üniversite, Erkek Öğretmen Okulu ve Sultanilerin öğrencileri, Osmanlı mürettipler ve bütün esnaf cemiyetleri yürüdü. Yeniçeri kıyafetinde biri, askerî müzeden alınan büyük kösü çaldı. Harbiye Nezareti mızıkası da İzmir Marşı’nı çaldı. Sultan Mahmut Türbesinden sonra Maarif Nezareti önünde gösteri yapıldı. Meşaleler yakıldı. Hilali Ahmer önünde
ısrar üzerine Ankara’nın siyasi temsilcisi ve Hilali Ahmer İkinci Başkanı Hamit Bey
bir konuşma yaptı. Üç yıl önce İzmir için yapılan kürsünün yerine konulan bir kürsüde Ömer Lütfi Hoca dua okudu. Buradaki siyah bayrak indirilerek yerine kırmızı
Türk bayrağı asıldı. Bu olay gözyaşları içinde uzun uzun alkışlandı. Daha sonra
Fener Patrikhanesi önünde aleyhte gösteriler yapıldı. İnzibat köprüyü açtı ve kayıklarla karşıya geçmeyi yasakladı. Buna karşılık göstericiler sandal ve mavnalarla karşıya geçip Beyoğlu’na çıktılar. Göstericiler Yaşasın Mustafa Kemal Paşa!”, “Yaşasın Büyük Millet Meclisi!” diye bağırdılar. Halk fener alayının geçtiği yerlerde konfetiler ve havai fişekler attı. Gece de birkaç koldan fener alayları yapıldı.
Harbiye Nezareti ve Darülfünun kapıları ışıklandırıldı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın camları kırıldı. Kuvayı Milliye aleyhtarı Sabah gazetesinin idarehanesi de taşlandı. Gösteriler yarın da davam edecektir. İzmir’in alındığını öğrenen Konya halkı da sokaklara döküldü. Haberi veren gazete kapışıldı. İzmir Yurdu’nun düzenlediği törende Mebus Hacim Muhittin Bey bir konuşma yaptı. Bütün okullar ve halk mahşeri bir kalabalık halinde meydanda toplandı. Besim Atalay bir konuşma yaptı. Yürüyüş ve akşam
fener alayları düzenlendi.

İstanbul Hükümeti zaferi kutlama kararı aldı.

Sadrazamı Tevfik Paşa, Mustafa Kemal’e çektiği telgrafta
hükümet adına kutlamalarını bildirdi.

Padişah ise Mustafa Kemal Paşa’yı kutlamayı reddetti.

Hükümet gösterilerin taşkınlığa dönüşmesinden korkuyordu.
Bu nedenle izinsiz gösterileri yasakladı ve taşkınlık yapanların divanıharbe verileceğini açıkladı. Başbakan Rauf Bey, Ankara’da bulunan ve çeşitli ticari görüşmeler yapmakta olan Amerikalı Embrie’nin kutlamalarını Mustafa Kemal Paşa’ya iletti.

İSTANBUL’DA İZİNSİZ GÖSTERİLER YASAKLANIYOR

11 Eylül günü İstanbul Muallimler Cemiyeti, Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta
O’nu bir deha güneşine benzeterek saygılarını sundu. İstanbul Limanı Demir ve
Maden Kömürü Tahmil ve Tahliye Amele Cemiyeti Başkanı İsmail Hakkı, Mebus Numan Usta eliyle Büyük Millet Meclisi’ne telgrafında ordunun zaferini kutlayarak
Misakı Milli’nin gerçekleştirilmesinde başarılar diledi.  İstanbul’da Mekâtibi İptidaiye Muallimleri (İlkokul Öğretmenleri) Cemiyetinin düzenlediği ve bütün ilkokulların katıldığı bir yürüyüş yapıldı. Öğretmen ve öğrenciler, Fatih Camii’nde toplandı. Kortej halinde Cağaloğlu’na, oradan köprüye inildi. Kortejin başında önünde, başında beyaz bir ay olan ve göğsünde “Gülen İzmir” yazılı küçük bir kız faytona binmiş olarak götürüldü.
Okullar vatan şarkıları söylediler. Hâkimiyeti Milliye’ye göre İstanbul’da 200.000 kişilik bir alay düzenlenmişti. Dört gündür şenlik yapılıyordu. Topkapı Sarayında şehitler için mevlit okundu. Mevlide Padişah, şehzade Abdülmecit ve Tevfik Paşa kabinesi üyeleri de katıldı.

İngiliz İşgal kuvvetleri kumandanı Harington,
İstanbul’da gösterilerin sona ermesini istedi. Gece sokağa çıkma yasağı koydu
aksi halde sıkıyönetim kuralları gereğince kuvvete başvuracağını ilan etti.

13 Eylül günü Trabzon’da bütün kuruluşların katıldığı büyük bir şenlik yapıldı.
Dervişler yürüyüş boyunca ilahiler söylediler. Rus konsolosunun da hazır bulunduğu tören boyunca 101 parça top atıldı. Okullar jimnastik gösterileri, Gece de fener alayları yapıldı. Meclis’te son iki gündür gelen tebrik telgraflarının listesi okundu:
İdareciler, yerel yöneticiler, Müdafaai Hukuk Cemiyetleri, gençler, esnaf, hamal, mebus, memur, din adamı… 16 Eylül günü okunan listede Ermeni ve Ortodoks toplulukları da sayıldı. Meclis’e gelen telgraflar bir süre daha genel kurula sunulacaktır.

Kısacası, Türkiye’nin her sınıf halkı iki yüz yıldır hasret kaldıkları, belki tarihlerinde
bir daha yaşayamayacakları bir büyük zaferin hakkını vermeye çalışıyordu.

Belli başlı kaynaklar:
1) Bir kısmı metin içinde adı geçen o günlerin gazeteleri,
2) TBMM Zabıt Cerideleri, Toplu kaynak: Kurtuluş Savaşı Günlüğü C. 4.
(Ankara, 2 Eylül 2013)

19 Mayıs 1919 Kuvayı Milliye Ruhu ve Günümüz

19_Mayis_1919_kuvayi_milliye_ruhu_ve_gunumuz