Etiket arşivi: Fakir Baykurt

83. yılında bir daha: Köy Enstitüleri

Nazım Mutlu | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMNAZIM MUTLU
Emekli Öğretmen

17 Nisan 2023, Cumhuriyet

 

Gerek kuruluş yıldönümleri nedeniyle gerekse başka gerekçelerle dönüp dolaşıp Köy Enstitülerine değinmenin, onları anımsamanın gerçek nedeni, eğitim sistemimizdeki çürümenin her geçen yıl daha da artmasıdır. Son 70 yıldır eğitimimizde her açıdan nicel artışa karşın nitel çöküş yaşanmaktadır. Milyonlarca genç beyni kuru ezberlerle “doldur-boşalt” düzeneğine bağlayıp robotlaştıran sözde “eğitim sistemi” var olduğu sürece Köy Enstitüleri elbette usumuzdan çıkmaz.

Bu okulların ilk tohumları, II. Meşrutiyet aydınlarından Kastamonu milletvekili İsmail Mahir Efendi’nin dünyasında görünür, 1914-15’lerde. Bu “iş içinde iş” öğreten yoksul yuvalarının er geç yaşam bulacağının güçlü belirtileri, Kurtuluş’la Kuruluş’un önderi Mustafa Kemal’in 1921’de, büyük savaşın (Sakarya!) orta yerindeyken topladığı Maarif Kongresi’nde, Vasıf Çınar’ın ışıklı ellerinde biçimlenip 3 Mart 1924’te çıkan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası’nda verildi.

Bu bozkır güllerinin çok sürmeden tomurcuklanacağını genç Kuvayı Milliyeci bakan Mustafa Necati’nin Millet Mektepleri uygulamasında, ödünsüz Cumhuriyet devrimcisi Dr. Reşit Galip’in Halkevleri ve halk okuma odalarındaki Aydınlanma denemelerinde görebiliriz.

O yıllarda (1940’lar) %80’in üstündeki ülke nüfusunun yaşadığı kuş uçmaz kervan geçmez yerler için “köye yarayışlı insan yetiştirme” işini üstlenen bu ocakların bacalarından çok geçmeden dumanların yükseleceği, askerliğini çavuş olarak yapan okuryazarlardan eğitmen yetiştirmeyi akıl eden Atatürk’ün yönlendirmesiyle yaşama geçiren Saffet Arıkan’ın köy öğretmen okullarını da işe katmasından belliydi. Sonra, 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı yasayla kuruldu Köy Enstitüleri.

10 YILIN VERİMLERİ

Gerçekte 6 yıl, budanmış durumlarıyla 10 yıl, uzatmalarla 14 yıl yaşayabilen bu 21 “okul”dan hem eğitim – öğretim alanı için hem de örgütlü toplumsal yaşam için becerikli, yetkin öğretmenler yetişti. Önce sözlü saldırılarla kara çalınıp sövülen, sonra da ağır hakaretlerle tekme tokat kapı dışına atılan bu 21 okulda Fakir Baykurt’tan Osman Şahin’e, Mahmut Makal’dan Pakize Türkoğlu’na, Talip Apaydın’dan Mehmet Başaran’a, Adnan Binyazar’dan Ayşe Baysal’a, Ali Yüce’den Ahmet Kocaman’a, Ümit Kaftancıoğlu’ndan Osman Bolulu’ya, Dursun Akçam’dan Ali Dündar’a, Abdullah Özkucur’dan Hacı Angı’ya dek bir dolu yazar, şair; İsmail Gümüş, Yalçın Gökçebağ, Zafer Gençaydın, Hasan Pekmezci gibi ressamlarla Gürer Aykal, Ali Uçan gibi müzik emekçileri çıktı.

Burada sayılan adların içinde kadınların bir elin parmakları kadar bile olmaması bizi şaşırtmamalı. Çünkü dönem, genç Cumhuriyetin yüzyıllar ötesinden birikip gelen kör inanışları, henüz yumuşatamadığı, taşlaşmış hurafeleri kıramadığı dönemdir. Yüzyıllarca eğitimsiz bırakılan halkın gözünde laiklik temelli okullar “gâvur mektepleri”dir. En çok da kızlar için!

Köy Enstitüleri’nin çanına ot tıkanalı 69 yıl oldu. Şu soruyla kapatalım konuyu:

Her şey bir yana, Köy Enstitüleri dışında hangi okullardan 10-14 yıl içinde bu sayılanların onda biri kadar yazar, şair, ressam, müzisyen çıkmıştır?

Öğretmen ve doktor kıyımı

Dr. Niyazi ALTUNYA

Cumhuriyet, 19.08.2022

 

Son yıllarda doktor ve öbür sağlık çalışanlarımıza saldırılar giderek arttı. Konya’da Dr. Ekrem Karakaya’nın öldürülmesi ve bir imamın, doktor ve sağlık çalışanlarını hedef göstermesi bardağı taşırdı.

SALDIRILAR

Saldırılar beni, mesleğim gereği geçmişteki öğretmen kıyımına aldı götürdü. Bunlardan ilki, 1925 başlarında doğuda Şeyh Sait ayaklanmasını hükümete haber veren öğretmen Zeki Dündar’ın, isyancı çapulcularca bir atın kuyruğuna bağlanarak sürütülüp parçalanmasıdır. İkincisi de 1930 sonlarında, Menemen’de yedek subay öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın “Şeriat isteriz” diyen esrarkeş bir güruh tarafından bağ bıçağı ile başının kesilip bir sırığa asılmasıdır. Genç Cumhuriyet yönetimi bunların hesabını görmüştür.

1961 yılında “silahlı beş canavarın” bir kadın öğretmeni kaçırıp tecavüz ettikleri haberi yayıldı. Dönemin İçişleri ve Milli Eğitim Bakanları bu tür olayların “pek nadir ve münferit” olduğunu belirtip geçiştirdiler.

TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, 12 Mart 1971 darbesinden sonra tutuklu iken kaleme aldığı savunmasında, iki ayda öğretmenlere yönelik 29 saldırı olayını sıralamıştır. Bunlar arasında birçok yaralama, sarkıntılık, bir öğretmenin başına katran dökülüp yular takılarak sürüklenmesi, bir öğretmenin kulağının, bir başkasının cinsel organının kesilmesi de var.

TÖS’ün, 7-9 Temmuz 1969 tarihlerinde Kayseri’de topladığı genel kurula katılan 800 öğretmen, toplantının yapıldığı sinema salonunda çapulcuların saldırısına uğradı. Saldırganlarca gece toplantının yapılacağı Alemdar Sineması’na benzin bidonları ve gazlı paçavralar yerleştirilip ertesi gün ateşe verildi. Her zaman vızır vızır dolaşan güvenlik görevlileri olay sırasında toz olmuştu. Vali, Emniyet müdürü, jandarma komutanı da yerinde yoktu.

Genel Başkan Fakir Baykurt’un, bir biçimde askeri birliğe ulaşması sonucunda komutan, öğretmenleri garnizona aldırmış, askeri araçlarla Ankara’ya götürülmek üzere Kırşehir’e göndermiştir.

BARBARLIĞI YENECEĞİZ

Fakir Baykurt’un, İçişleri bakanına 8 Ağustos1969 tarihinde gönderdiği ayrıntılı raporda, sorumlu tutulan 22 kişinin adı verilmektedir. Bunlar arasında iki milletvekili, vali, jandarma komutanı, Emniyetçiler, imamlar da vardır. Olayın kışkırtıcılarından bir milletvekili, TÖS’lü öğretmenlere öfkesini, “Türk milleti (…) şahlanacak (…) Moskof uşaklarını [TÖS’lü öğretmenleri] köpekler gibi gebertip yok edecektir” diye kusmuştur.

1976-77’de TÖB-DER’in basına verdiği bilgilere göre, Şubat-Haziran 1975 arasında 200 öğretmene saldırılıp bunların 20’si komalık edilmiş, 5 bin öğretmen görev yerlerinden başka yerlere sürülmüş, 50 öğretmenin görevine son verilmiştir. Temmuz 1976 – Temmuz 1978 arasında da öğretmenlere 144 saldırı olmuş, 37 öğretmen öldürülmüştür. Öğretmenlere saldırılar durmamış, 1984’ten sonra PKK’li katiller Güneydoğu’da 500’den fazla öğretmeni katletmiştir.

Doktor ve sağlıkçı kıyımına dönersek… Sahne aynı, katiller ve destekçileri de aynıdır. Caniler neredeyse her gün doktorları, hemşireleri, özellikle kadınları öldürüyor. Tarihsel süreçte biz öğretmenler, sağlıkçı kardeşlerle hep aynı yazgıyı paylaştık. Ama

  • Barbarlığı bilimin ve eğitimin gücüyle, birlikte yeneceğiz!…

Bu şura kimin şurası ?

CHP'li vekilden teröristler hakkında skandal sözler! Dağa çıkanların  cenazesi gelmiyor, analar ağıt yakamıyor - Son Dakika HaberlerYıldırım KAYA
CHP ANKARA MİLLETVEKİLİ
TBMM MİLLİ EĞİTİM, KÜLTÜR, GENÇLİK VE SPOR KOMİSYONU CHP SÖZCÜSÜ

Cumhuriyet, 20 Kasım 2021

 

Milli Eğitim Bakanlığı, Bakan Mahmut Özer’in ağzından yeni bir Milli Eğitim Şurası toplayacağını duyurdu. “Eğitimde Fırsat Eşitliği” genel başlığını taşıyacağı belirtilen Şura, AKP döneminde toplanan 4. Şura olacak. Şuranın eğitimde fırsat eşitliği başlığıyla toplanması ise bir itirafı barındırmaktadır: 20 yıldır eğitimi yöneten iktidarın eğitimde fırsat eşitliğini sağlayamadığının itirafı!

Bu değişiklikler içinde en önemlisi Şura’nın kimlerden ve nasıl oluşacağıyla ilgili madde olmuştur. 1995 tarihli Şura genel yönetmeliği ile 2014 yılında çıkarılan yönetmelik karşılaştırıldığında bu değişim kendini göstermektedir. 1995 tarihli yönetmelikte şuranın katılımcıları madde 6 ‘da “tabiî üyeler, seçimle gelen üyeler, davetli üyeler ve müşahitlerden” oluşurken, 2014 tarihli yönetmelikte Şura üyeleri “tabii ve davetli üyeler” olarak düzenlenmiştir. 1995 tarihli yönetmelikte başta Millî Eğitim Bakanlığı’nın kendisi olmak üzere yönetmelikte adı geçen tüm kurumlar şura üyelerini seçimle belirlemek zorundaydılar. Oysa bugün bu kurumlar ancak davet edilirlerse Şuraya üye gönderebilmekteler. Çünkü 2014 tarihli yönetmelikte tabii üye statüsü sadece TBMM Milli Eğitim Komisyonu üyeleri ve bakanlık üst bürokratlarına uygun görülmüştür. TRT, RTÜK, ÖSYM; DPT, Atatürk Araştırma Merkezi, Tarih ve Dil Kurumları vb kurumların Şuranın doğal üyesi olması sonlandırılmıştır.
Yönetmeliğin davetli üyelerini düzenleyen fıkrası “Bakanlık, bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları, yerel yönetimler, üniversiteler ile yurtiçi ve yurtdışından meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, özel sektör, basın ve yayın kuruluşları, öğrenci ve veli temsilcileri ile eğitim alanında Şûra konusuyla ilgili çalışmalarıyla tanınmış uzmanlar arasından Genel Sekreterlikçe belirlenerek Bakan onayına sunulur” diyerek Şurayı, Bakanın keyfine kalmış bir etkinliğe dönüştürmüştür. Geçmişte eğitim sendikalarının başkanlarının davet edilmesi açıkça zorunlu iken 2014 tarihli yönetmeliğe göre ancak davet edilirlerse Şuraya katılabiliyorlar. Ayrıca 2014 tarihli yönetmelik, sadece Şuranın katılımcılarını tırpanlamakla kalmamıştır, şura konularının belirlenmesi ve hazırlıkların yürütülmesindeki katılımcı ve kamuya açık uygulamalarını da sonlandırmıştır.

Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in 20. Şura olarak adlandırdığı Şuranın bizim bildiğimiz katılımcı, açık, demokratik özellikleri bulunan eski Şuralarla bir ilgisi yoktur.

  • Bu Şura, AKP’nin çevresindeki cemaat ve tarikatların kendi içinde yapacağı bir toplantıdan ibarettir.

Adına Şura denmesi ise bu toplantıyı ancak sahte, sözde şura yapar. Böyle bir Şuranın ciddiye alınmasının bir anlamı yoktur. Şuraya davetli olarak katılacak birkaç tarafsız, alanının uzmanı bilim insanı veya muhalif isimlerin ise burada alınacak kararların meşrulaştırılmasına yönelik kullanışlı aparatlar olmanın dışında bir rolleri olmayacaktır.

O halde yapılması gereken bellidir: Halkın AKP’den umutlarını kestiği bugünlerde geleceğin iktidarında yapılacak olan Şuralar için (bir ön hazırlık niteliğinde) eğitimle ilgili tüm kesimleri kucaklayan bir toplantı yapmak ve eğitim sorunlarımızı tartışmak, bu tartışmalardan süzülen görüşlerle neleri nasıl yapacağımızı belirleyen kararlar almak olmalıdır.

Bu anlamda biz, Batı Cephesi’nde Yunan saldırısının yeniden başladığı günlerde, 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara’da toplanan “Maarif Kongresi”nin açılışını yapan Mustafa Kemal Atatürk’ün izini takip ediyoruz.

Bu düşünceyle Cumhuriyet Halk Partisi olarak 4 Kasım 2021 tarihinde İzmir’den başlayarak, 7 bölgede 81 ilden eğitim bileşenlerinin katıldığı; “İktidar İçin Eğitim Toplantılarını” yaptık. Hem bu toplantıların birikimini hem de eğitimin bileşenlerinin görüşlerini yansıtmak üzere, 27 Kasım 2021 tarihinde Ankara’da Yenimahalle Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde olabildiğince geniş katılımla “İkinci Yüzyılda Eğitim Hakkı” başlığıyla bir toplantı yapmaya karar verdik. Toplantımızın başlığını özellikle “eğitim hakkı” olarak belirledik, çünkü eğitimin hak olarak görülmediği yerde ne eğitimde eşitlikten, ne de fırsat eşitliğinden söz edilebilir.

  • Eğitimde eşitlik, ancak eğitimin temel bir insan hakkı olduğunun kabulüyle başlar.

Bu konuda yolumuz, “Bey çocuğu bey, ırgat çocuğu ırgat olmasın, eşit ve özgür bir dünyada yaşayalım” diye mücadele eden usta yazar ve öğretmen Fakir Baykurt’un yoludur.

Toplantımızın gündem maddeleri ise şöyledir:

1. Eğitim Hakkı Açısından Temel Eğitim
2. Eğitim Hakkı Açısından Mesleki Teknik Eğitim
3. İkinci Yüzyılda Yüksek Öğretim ve İstihdam Politikaları
4. İkinci Yüzyılda Öğretmenlik Mesleği

Belirlediğimiz bu başlıkların eğitim hakkı üzerinden tartışılması eğitimle ilgili tüm sorunlarımızın bir şekilde ele alınması, üzerine düşünülmesi, konuşulması ve birlikte karara bağlanması anlamına geliyor. Ayrıca bu toplantımız Millet İttifakının gerçekleştirdiği toplumsal uzlaşmanın eğitim alanındaki uzlaşı için büyük bir adım olacaktır.

Eğitim sistemimizin durumuyla ilgili olarak çocuklarını okullara gönderen velilerimizin anlattıkları ile uluslararası kuruluşların yayınladığı göstergelerin ortaya koyduğu tablo arasındaki uyum uzun yıllardır değişmeden devam ediyor. Veliler haklı olarak çocuklarının daha nitelikli eğitim almasını, aldığı eğitimin çocuklarının yaşamını kazanmasında etkili olmasını istiyorlar. Onlar, okullardan çocuklarının daha iyi dil, matematik, fizik eğitimi almasını, okulda eleştirel düşünme becerilerini kazanmasını, akranlarıyla dengeli bir sosyalleşme yaşamasını talep ediyorlar.

Buna rağmen (AS: karşın) AKP yönetimi ısrarla ve inatla okulları dar birer ideolojik aygıt haline getirme çabası içindedir. Okullar ve doğal olarak çocuklar/çocuklarımız, seçilen bilgilerin, düşüncelerin, değerlerin taşıyıcısı olsun isteniyor. Oysa çocuklar taşıyıcı nesne değil, kendi yaşamlarının öznesi olmalıdırlar. Biz İkinci yüzyılda, temel insan hakkı olarak eğitimi, özgürlüğü, özgürleşmeyi, eşitliği merkeze alan uygulamalar ile Cumhuriyetimize ve bize yakışır hale getireceğiz.

Biliyoruz ki eğitimle ilgili önemli sorunlarımız var. Giderek bu sorunlarımızın sayısında azalma olmadığı gibi olumsuz etkileri de güçlenmeye devam ediyor. Yakın zamanda yayınlanan OECD’ nin, “Eğitimde Eşitlik: Eğitim Fırsatlarının Güçlendirilmesi” başlıklı “Bir Bakışta Eğitim 2021” raporu, bu tespitlerimizi doğrulayan sayısız veriler içermektedir.

Bu rapora göre;

• “OECD ülkelerinde 25-34 yaş aralığındaki genç yetişkinlerden ortaöğretim mezunu olmayanların ortalama oranı %15 iken Türkiye’de bu oran %41.
• Türkiye’de 25-64 yaş aralığında nüfusun ancak %13,4’ü yükseköğretim mezunudur. OECD ortalaması ise %18,2’dir. Yüksek lisans ve doktora düzeyinde OECD ortalamasının çok gerisinde bulunuyoruz. Özellikle yüksek lisans kategorisinde Türkiye’deki oran %2 iken, OECD ortalaması %13,5’tur.
• OECD ülkeleri arasında 18-24 yaş aralığındaki genç nüfusun yaklaşık yarısı (%47) eğitimden ayrılırken Türkiye’de bu oranın %62’yi bulması düşündürücüdür.
• Türkiye’de ne eğitimde ne de istihdamda olmayan gençlerin oranı ise %32’dir.”

Bu ve benzeri verilerin oluşturduğu tabloya teslim olmamız mümkün değildir. Eğitim alanında yaşanan çöküş ve çürüme hem bireysel hem de toplumsal düzlemde geleceğimizi tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Çocuklarımızı mutsuz ve başarısız kılan bu sistemin karamsar bir tablo oluşturduğu açıktır. Kökten, ciddi ve kapsamlı bir eğitim seferberliğine girişmeden bu manzaranın dönüşmesi mümkün görünmemektedir. Bu manzarayı dönüştürmeden de ülkenin ve gençlerin makûs talihini yenmek olası değildir. Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında en önemli önceliğimiz tüm yurttaşlara nitelikli eğitimin sağlanmasıdır. Bu amaçla 27 Kasım’da yapacağımız toplantı, var olan tabloyu kabul etmeyen, AKP’nin sahte arayışlarına kapılarını kapatmış, umutlarını gelecek için yeniden tazeleyenlerin toplantısı olma iddiasındadır. Bir anlamda iktidarımızın hemen başında yapacağımız gerçek bir Cumhuriyetçi Şura’nın provası olacaktır. Sizleri de bu coşkulu provaya katılmaya, katkı sunmaya davet ediyoruz.

ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ’NDE ‘KRAL ÇIPLAK!’

ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ’NDE
‘KRAL ÇIPLAK!’

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Bugün 10 Ocak Dünya Çalışan Gazeteciler günü olarak takvimlerde yer etse de, Türkiye için bir utanç günüdür. Mesleğini icra edebilen gazetecilere tebrik için var olan bugün, mesleğini icra etmesine müsaade edilmeyen, hapishanelere tıkılan onca gazeteci olduğu için, maalesef ülkece kafamızın önümüzde olması gereken bir gündür. Gerçeğin köprüsünün başında bir zorba gibi dikilen AKP, hapsettiği gazetecilerle basın özgürlüğü konusunda ülkemizi 199 ülkeden 163. sıraya geriletmeyi başarmıştır.

Hakikatin kıymetini korkuya değişen ya da konfora satan havuz medyasının hakimiyetinin yükseldiği bir ülkede, inadına doğruyu söyleyenler ya mahpusta ya da mahpusta olma hazırlığındadır. Ülkenin daha da karanlık cenderelere girmesine neden olan gelişmeleri iktidardan dahi daha hararetli savunan ‘gazeteciler’ her köşe başını tutmuşken,
“kral çıplak” diyenler, büyük bir tehdit altındadır.

Herkes bilmelidir ki ülkemizdeki tutuklu gazeteciler sorunu, sadece medyayı ilgilendirmemektedir. Gerçeğin köprüsünün başındaki bu Deli Dumrulluk hali, bu zorbalık, sadece tutuklanan gazetecilerin hürriyetini değil, yurttaşların da haber alma özgürlüğünü
gasp etmektir.

HAKİKAT, YOLDAŞLIK KURAR

Biz eğitimciler, gerçek ile; bilim ile; doğru ile davranarak, geleceğimizin güvencesi olan yavrularımızı bu ilkelerle yetiştirmeye adanmış insanlarız. Hakikatin şaşmaz terazisinin kıymetini yüreğinde hissedenleriz. Ve biliriz ki, hakikatin hakkını veren gazetecilerin olmadığı bir ülkede, hangi tarikat yurdunda ufacık yavrulara tecavüz edildiğini kimse öğrenemez,
hangi yobazın yönetimindeki bir kursta ufacık kız çocuklarının cayır cayır yandığını
kimse bilemez, devlet -mecbur olduğu ve ödeneği bulunduğu halde- taşrada bir yere
okul açmadığı için eğitime ulaşmaya çalışan çocukların nasıl tehlikelerle karşılaştığını
kimse öğrenemez…

Fakir Baykurt’un yoldaşı olan öğretmenler için, hakikatin peşini bırakmayan gazeteciler, henüz tanış olunmamış yoldaşlardır. Bilinsin ki; hakikatin namusunu hiçbir güce, vaade satmayan; her türlü baskıya rağmen “gerçekleri” bize ve halkımıza ulaştırma gayreti içinde olan aydın, ilerici, demokrat, yurtsever gazeteci ve yazarlarımızın sonuna dek arkasındayız.

SADECE ‘ÇALIŞANLARIN’ DEĞİL

Bu yüzden Çalışan Gazeteciler Günü’nü, sadece çalışma fırsatı olan gazetecileri tebrik ederek değil, muktedirleri rahatsız ettiği için işsiz bırakılan ya da özgürlüğünden edilen gazetecileri de hatırlayarak kutlamak gerekmektedir.

  • Bizim sohbetlerimizin hararetinde, kralın; tacı, tahtı, kıyafetinin güzelliğini öven adamları değil, o kralın ne kadar da çıplak olduğunu haykıran çocuğun masum cesareti vardır.

Unutmayalım; Cumhuriyetin devrimlerine sahip çıkacaksak bu önce gerçeklere ve onun anlatıcılarına sahip çıkmaktan geçecektir. Tarih boyunca sınandığı gibi: “Gerçeğin kendisi devrimcidir!”

Eğitim-İş olarak, hapishanelerde tek bir tutuklu gazetecinin olmadığı, “kral çıplak” demenin bir beyan kabul edildiği bir Türkiye için mücadele edeceğimizi vurguluyoruz.

Hakikate ihanet etmeyen, ihanet etmeyenleri asla unutmayan herkesi, “kral çıplak” diye bağıran çocuğun samimiyetiyle kucaklıyoruz.

EĞİTİM-İŞ Merkez Yönetim Kurulu
10 Ocak, 2018, Ankara
===========================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ Genel Merkezi’nin bu gün yaptığı basın açıklaması, siyasal tarihe net biçimde not düşen içeriktedir. AKP Genel Başkanı bu günkü konuşmalarında 15 yıldır sağlanan başarıda (ekonomik!) hukuk devletini ödünsüz uygulamalarının önemli katkısı olduğunu söyleyebildi..

Gerçekten değerlendirmekte zorluk çekiyoruz. Erdoğan ülkemizin durumunu gerçekten böyle mi algılamaktadır, siyaseten mi böylesine davranarak acı gerçekleri halk yığınlarından kaçırmaktadır? Gerçekte her 2 durum birbirinden daha az ürkünç (vahim) değildir.

Çarpıcı bir örneği biz verelim.. Bilindiği gibi İngiltere’nin yazılı – biçimsel (formel) bir Anayasası yoktur. Zamana yayılan, Anayasa değerinde tutulan geleneksel metinler vardır. Bunların ilki taaa 1215’e tarihlenen Magna Carta Libertatum‘dur (Büyük Özgürlük Şartı). 64 maddelik bu görkemli metin, ilk kez, mutlak yetke (otorite) olan ve bu gücünü Tanrı’dan aldığı kabul edilen Kral’ın temel yetkilerinde sınırlamalar getirerek Lordlar Kamarası’nın temelini atmıştır. İlerleyen yıllarda 1679 tarihli “Habeas Corpus” oldukça önemli bir hak ve özgürlükler bildirgesidir. Buna göre,

  • “Korkma, Kralın adamları seni haksız olarak tutarsa,
    bağımsız yargıçlar ilk fırsatta seni salıverecektir..”

Açıkça ve kestirmeden söyleyelim – saptayalım                 :

1. Türkiye’de devr-i AKP’de temel insan hak ve özgürlükleri, İngiltere’de yayınlanan 1679 tarihli Habeas Corpus‘tan daha geridir!

2. AKP iktidar olduğunda ülkemizin demokratik düzeyi 100 birim kabul edilirse,
16. yılda bunun %95’i eritilmiş, kala kala ne yazık ki %5’i ancak kalabilmiştir!

Durum tam da budur ve gerisi boş sözdür (laf-ı güzaftır..) !

AKP ya az eğitimli kitleleri aldatmaktan vazgeçecektir ya da içine düştüğü şizofrenik durumdan (gerçeklikten koparak düşler dünyasında yaşamak kurtulacaktır. Tersinde dayatırsa
ne ya da neler olabilir, kestirmek hem çok güç hem de değil.. Nitekim Erdoğan bu gün kaymakamlara seslenirken, “mezhep temelli (O ‘mezhebi’ diyor ne yazık ki!) çatışmalar çıkarmak isteyenlerin olduğunu belirtti ve kaymakamların bunu engellemesini istedi.

Gerçekte Sünni İslamı ülkeye Devlet şiddeti ve gücüyle dayatan AKP iktidarı değil mi?
Üstelik bunu siyaseten – siyasetin gereği olarak yaparak; içtenlikle Müslüman olarak inanmadan!

GEZİ isyanı Erdoğan’ın ATATÜRK ve İNÖNÜ’ye 2 ayyaş demesi ile başlamadı mı? Onun da arkasında yaşamı iyice dinselleştiren ağır sınırlamalar içeren bir yasa düzenlemesi için halkın tepkisini “İki ayyaşın çıkardığı yasa oluyor da bizimki niye olmasın?!” diyen kendisi değil mi?? Bir toplumun değerleri böylesine körü körüne aşağılanıp hiçe sayılabilir mi??

Eğitim alanında DİNCİLEŞTİRME = SÜNNİLEŞTİRME dur durak tanımadan dayatılıyor.
Bir avuç İstanbul Bulgar cemaatine milyonlar harcanarak kilise onarımı yapılıyor ama nüfusun 1/4’ünü oluşturan Alevi halkımızın tapınma (ibadet) yeri Cemevlerini tanınmayarak Cami’ye gelmeleri buyuruluyor..

Şimdi de ortaokul ve liseler için 3 çember formülü.. Bir başka ateşle oynama örneği daha…

AKP galiba tüm güçleri ele geçirdiğinden öylesine emin ki;
– Ne ölçüde ve nitelikte baskı uygularsa uygulasın halkın kafasını kaldıramayacağını,
ağzını açanı ezeceğini düşünüyor.

Çok önemli ölçüde böyle de yapıyor.. Peki bu rejimin siyaset biliminde karşılığı ne?

Dinci faşist diktatörlük! Bir kez daha vurgulayalım, üstelik siyaseten, içten inançla değil!

Çok yazık ediliyor ülkemize çoook..
AKP akillerinin mutlaka frene basması gerek..  Çoook deli dolu gidiyor iktidar çoook..

Sevgi ve saygı ile. 10 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi – EĞİTİM-İŞ Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ulusal Eğitim Derneği’nde anma : Ölümünün 17. Yılında FAKİR BAYKURT

Dostlar,

Ulusal Eğitim Derneği’nde anma :
Ölümünün 17. Yılında FAKİR BAYKURT

Bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği haftalık gelenekselleşmiş Cumartesi konferanslarına başladı. Aşağıdaki bu dönemin 3. konferansı..

Aydın – emekçi öğretmen önderi – yazar – savaşım insanı FAKİR BAYKURT ölümünün 17. yılında anılacak.. O’nu ço yakından tanıyan 2 değerli konuşmacıdan dinleyeceğiz.. Eğitim Bilimci Dr. Niyazi Altunya ve Nazım Bayata..

Displaying FAKİR BAYKURT.jpg

Toplantıda görüşmek umuduyla..
Şimdiden emek verenlere ve vereceklere teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile.
14 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Zeki Sarıhan : 15 SORUDA KÖY ENSTİTÜLERİ


Dostlar
,

Saygın Eğitimci, değerli arkadaşımız Sayın Zeki Sarıhan, Köy Enstitülerini
15 soruyla irdeliyor kuruluşlarının 74. yılında.. Aşağıdaki yazısı, yine araştırmaya ve kanıtlara dayalı büyük ölçüde. Yer yer, anlama dokunmadan Türkçeleştirmek gerekti. Katıl(a)madığımız birkaç önemli nokta oldu.. Onları da yerinde ayraç içinde sunduk.. Demokrasi güzel şey.. Teşekkürler değerli Sarıhan..

Sevgi ve saygı ile.
16 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

15 SORUDA KÖY ENSTİTÜLERİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan 

17 Nisan 1940’ta TBMM’nde Köy Enstitüleri Yasası kabul edildi.
Kuruluşlarının 74. yılında Enstitüleri anma toplantıları düzenleniyor.
Bu vesile ile Köy Enstitüleri hakkında bildiğim gerçekleri 15 soruda özetlemek isterim.

1. Neden açıldılar? Köy Enstitüleri, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un 1939’da yayımlanan “Canlandırılacak Köy” adlı kitabında belirttiği gerekçelerle, kapalı bir ekonomi ve toplum hayatı yaşayan Türk köyüne kapitalist ilişkileri ve buna bağlı olarak da Kemalist ideolojiyi, köyden yetişmiş aydınlar yoluyla sokmak amacıyla açıldılar. 1940 istatistiklerine göre nüfusun %75’i köylerde yaşıyordu ve köyde öğrenim çağındaki çocukların ancak %25’i öğrenim olanağına sahipti.
Verili öğretmen yetiştirme sistemiyle köye ulaşmak ve köyün çehresini değiştirmek olanaklı değildi.

2. Enstitülerin diğer eğitim kurumlarından farkı neydi? Türkiye’de Fransız eğitim sisteminden aktarılma bir eğitim anlayışı vardı. Bu sistem kentli burjuva toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyordu. Mevcut sistem, bilgi sahibi insan yetiştirmeye hizmet ediyordu. Bununla feodalizm yıkılamaz ve köy nüfusu kapitalizme açılamazdı. Enstitü öğrencisi hem bilgili hem de üretici olacaktı.

3. Köy Enstitüleri devrimci kurumlar mıydı? 1940’ta Türkiye’de devrimci olan bir Cumhurbaşkanı, hükümet veya parlamento yoktu. Kemalist devrim kabuklaşmış ve halkın sırtına bir yük haline gelmişti (AS: Bu yargıya katılmamız olanaklı değil..). Enstitülerin sistemin aleyhine çalışarak işçi ve köylülerin bürokratik-kapitalist bir iktidarı yıkması, yerine bir halk iktidarı kurulması amacıyla var edildiğini söylemek zaten olanaklı değildir. Enstitülerle, 1940’a dek ülkede yerleştirilmeye çalışılan siyasal ve sosyal düzen köye de taşımak isteniyordu. 17 Nisan 1940’ta Meclis görüşmelerinde yasaya tek bir karşıt oy bile çıkmaması, sistemin ondan beklentilerine kanıttır.
O dönemde ülkede özgür tartışma, gerçek bir parlamenter yaşam yoktu. Bütün yasalar hükümetten geldiği gibi oybirliği ile geçerdi.

4. Enstitüler, gerek eğitimde, gerek siyasal yaşamımızda neden unutulmaz bir iz bıraktı? Enstitüler, köyün eğitilmesi konusunda özgün bir buluştu. Türkiye’nin koşullarını hesaba katmıştı. Yalnızca bu durum eğitimcilerin ona ilgi duymasını haklı kılar. Fakat daha önemlisi, Enstitü çevresi halkçı bir iklim sundu ve burada sosyalist görüşler filizlenmeye başladı. Şöyle de söylemek yanlış olmaz: “Enstitüler, sistemden kaçırılmış kurumlardır!” Fakat hiçbir sistem, kendi aleyhine işleyecek bir organa izin vermez. Dönemin iktidarı bu kaçağı çok geçmeden fark etti ve onu
yola getirdi. İz bırakan, unutulmayan sistem değil, bu “kaçak”tır.

5. Enstitülerde halkçılık nasıl filizlendi? 1940’ta Türkiye’de halkçılığı baskı altına almış bir tek parti yönetimi vardı. Fakat Türkiye büyük bir ülkedir. 1920’li yılların solculuğu bastırılalı henüz 15-20 yıl geçmişti. Her an sola açılacak aydınlar vardı ve bunlar CHP ve devlet içinde de bulunuyorlardı. İsmail Hakkı Tonguç, O’nun yardımcısı Ferit Oğuz Bayır, onların seçtiği okul müdürleri, hümanist Hasan Ali Yücel’in koruyucu kanatları altında kendilerine özgü bir alan yarattılar ve burada
halka hizmet ruhuyla donanmış öğretmenler yetiştirmeye başladılar. 1940’ların iktidar ideolojisi olan Kemalizmin gerek halk için, gerek aydınlar ve gençlik için bir çekiciliği kalmamıştı (AS: Bu görüşe de katılmıyoruz..) . O tarihlerde ülkede iki akım alttan alta aydınları etkiliyordu: Turancılık ve Sosyalizm. Kimi yüksek öğrenim kurumlarında Turancılık, Enstitülerde ise Sosyalizm uç verdi. Fakir Baykurt’un anılarında
(Köy Enstitülü Delikanlı) bu durum açıkça anlatılmaktadır.

6. Köy Enstitüleri niçin kapatıldı? Yönetim, kısa zamanda Enstitülerin onlar için çizilmiş sınırlar dışına taşmakta yani “elden çıkmakta” olduğunu görerek, Tonguç başta olmak üzere yöneticilerini değiştirdi. Köy kalkınması için düşünülen programlar da
artık serbest piyasaya teslim edildiğinden, Enstitüler gereksiz duruma getirildi,
1954’te adları da değiştirilerek klasik birer öğretmen okulu yapıldılar.

7. Enstitüler amacına ulaştı mı? Enstitüler, köyleri tanıyan, eli kalem tutan, görevlerine bağlı bir öğretmen kuşağı yetiştirdi ancak onların köyün siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamını değiştirmeleri olanaklı değildi. Eğitim seferberliği, toprak reformu ve sanayileşme ile bütünleşemedi. Bütün Enstitü kadroları bir araya gelseydi bir liman ve 100 km asfalt karayolu yapamazlardı. Bu işi, 2. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı’ndan sonra ülkeye girecek olan yabancı sermaye ve teknoloji başaracaktı. Bu kalkınma hareketi, ne yazık ki ülkeyi dışarıya bağımlı duruma getirdi.

8. Köylüler Köy Enstitülerine sahip çıktı mı? Köy kalkınmasını, köyün canlanmasını sağlamak için kurulan Enstitüler kapatılırken köylüler bu kurumlara sahip çıkamadılar. Zaten köylüler Devletçe edilgin durumda tutuluyordu. Hiçbir örgütleri yoktu. Gençlere ise ancak Tan gazetesini izleyecekler ise izin veriliyordu! Köylüler tek parti döneminde yaşanan yoksulluk ve baskıdan kurtulma isteğindeydiler. Kendilerini 1950’den sonra daha iyi hissettiler. Hem çarıktan kara lastiğe geçebildiler, hem de istedikleri partiye
oy vermeye başladılar. Bu arada Köy Enstitüleri de kim vurduya gitti. .

9. Enstitüleri ağalar veya Amerika mı kapattırdı? Her ikisi de doğru değildir.
Bunlar, kabahati İnönü’nün üzerinden savuşturmak için üretilmiş komplo kuramıdır.
(AS: Marshall yardımlarının bir koşulu da Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır!)
Açılmaları da kapatılmaları da Türkiye’nin kendi iç siyasal gelişmeler nedeniyledir. Ağaların Enstitülerin açılmalarına bir itirazları olmamıştı. Siyasal nüfuzları da Enstitüleri kapattıracak ölçekte değildi. Amerikalı Prof. John Dewey, Enstitü tipi eğitimi öğütlemişti. Enstitülerin sonu, Amerika Türkiye’ye girmeden daha 1946’da görünmüştü. UNESCO, bir kalkınma modeli olarak Enstitü tipi kurumları az gelişmiş ülkelere önermiştir. Fakat artık bunlar halkçı kurumlar değil, kırsalı kapitalizme açan
bir çeşit tarım okulu olacaktı.

10. Enstitülerin yetiştirdiği öğretmen tipolojisi nasıldır? Enstitüler, ortalama olarak Atatürkçü ve Halk Partili öğretmen yetiştirdi. İçlerinde sosyalist olanlar pek azdı ve bunların bir bölümü de 1960’tan sonraki ortamda sosyalist oldular. Bir Enstitü mezununun en son yayımlanan anı kitabındaki şu dizeler, ortalama Enstitü çıkışlının görüşlerine örnek sayılabilir: “İleriki yıllarda da epey gözlemledim. Halk böyle istiyor, halkın dediği olur.. türü siyasetler yapıldı. Halka çok ödünler verildi.
Genç Cumhuriyetin ilkeleri çiğnendi. Hiçbir devrim halka danışılarak yapılmaz.
Halkın gelişmesine yönelik devrimi başlangıçta halka anlatamazsınız. Gelenekselleşmiş yapıyı kıramazsınız.” 
Fakat İsmail Hakkı Tonguç, Ferit Oğuz Bayır ve Fakir Baykurt gibi Enstitücüler olaya böyle bakmıyorlardı.

11. Köy Enstitüleri yaşasaydı Kürt hareketi de olmaz mıydı?
Bu görüş tümüyle yanlıştır. Bunu savunanlar, Enstitüler yaşasaydı Kürt nüfusun asimile edilmiş olacağını ya da Kürt köyleri de kalkınmış olacağından Kürtlerin düzenden yakınması olmayacağını varsayıyorlar. Kürt hareketine, Kürtlerin ister Enstitüde,
ister lise veya üniversitede okumuş kesimince önderlik yapılmaktadır ve bu hareket feodal bir hareket de değildir. İster Köy Enstitüsü, ister Öğretmen Okulu mezunu olsun, öğretmenler onlarca yıl görev yapsalar bile Kürt köylülerini asimile edemedi.
(AS: Böylesi bir amacın güdüldüğünü düşünmüyoruz..) 

12. Kemal Tahir ve Atilla İlhan gibi solcuların Enstitü karşıtlığını nasıl yorumlamak gerekir? Türk edebiyatının bu iki değerli adından Kemal Tahir İttihatçıdır ve Kemalizme karşı olduğu için Enstitülere de karşı olmuştur. Atilla İlhan ise İnönü döneminde hapsedilip zulüm gördüğü için (AS : ????), o dönemin bir ürünü olan Enstitülere karşı olmuştur. Her ikisinin tutumu da duygusaldır ve yanlıştır. Bu olay herkese doğru bir yöntem sunmaktadır. Tek Parti dönemi siyasal bakımdan kötü ise,
o dönemde yapılan her işin kötü olmadığı ya da Köy Enstitülerinin iyi birer kurum olmasının Tek Parti döneminin siyasal yapısının da iyi olduğu yolundaki genellemelerden sakınmak gerekir.

13. Enstitüler yeniden açılabilir mi? Enstitüler, köylük bir ülkenin eğitim ve kalkınma tasarımı idi. Günümüzde köy nüfusu %20’lere (AS: 31 Mart 2014’te 31 büyükşehir belediyesi oluştu ve köy sayısı 17 bin eksilerek yarılandı; köy nüfusu da %10’lara indi..) dek inmiştir ve köyler kentlerle bütünleşmiştir. Köye gidecek hizmetleri artık
tek bir kişiye yüklemek, onu zorunlu hizmetle 20 yıl köyde tutmak, aylığının bir bölümü yerine kendisine toprak ve iş makineleri vermek olanaklı değildir. Enstitüler, yaşasalardı bile, 1960’lardan sonra işlevlerini yitirirlerdi. Zaten taşımalı eğitimle köy okullarının büyük bir bölümü kapanmıştır. 15-20 öğrencilik köy okulları açıp bunları tek bir öğretmene teslim etmek de doğru değildir.

14. Enstitülerin kalıtından nasıl yararlanabiliriz? Enstitüler, insanın yaparak
ve yaşayarak öğrenmesi, eğitim programlarının ülke koşullarına uygun olması,
okuma çabası, öğretmenlerin birer ülkü sahibi olması, eğitimde fırsat eşitliği,
eğitim kurumlarda demokrasi  gibi konularda ulusal eğitimde yararlanılacak önemli bir birikim bırakmıştır.

15. Köy Enstitülerini en iyi anlatan kitap hangisidir? Enstitüler hakkında ülkemizde 300’den çok kitap yayımlandı. Bunların önemli bir bölümü anılardır. Enstitülerle ilgili
en derli toplu olanı, Kanadalı bir sosyolog olan Fy Kirby’nin (Fay Körbi) 1960 sonrasında yayımlanmış “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabıdır. Konuya dışarıdan bakabilmesi, Enstitüleri Türk eğitim tarihi içinde yerli yerine oturtması, verilerinin sağlam ve çözümlemelerinin güvenilir olması, alan araştırmalarına dayanması, kitabın değerini artırmaktadır. (15.4.2014)

NEDİR SAVAŞ?


NEDİR SAVAŞ?

En ucuz tüfekle yoksul eve bir banyo
Bir topla oyun yeri mahalle çocuklarına
Bir tankla on derslikli on okul
Bir uçakla yedi köye bir hastane
İki denizaltıyla üç ırmak çöle ulaşır
Bir roketle koca şehir kurulur
Bir taburun postallarıyla çocuklar
Kızamıktan kurtulur
Beş yıl birikse bir kolordunun parası
Kansere ilaç bulunur
Ölenlere dikilen anıtlar da para
Kalanlara nişanlar kolayla mı takılır
Bir ordunun bütçesiyle on il bağlık bahçelik olur
Düşün, ne yer, kaça semirir bir general

Bırak atom savaşlarını bir an
İki komşu arasında sıradan bir savaşı düşün
Kimileri yıllar yılı bitmiyor
Atılan bombalar, harcanan mermiler
Alınteri vergilerden
Yakılıp yıkılmış bir şehir
Kolaya mı yapılır yeniden
Evlerin asansörü merdiveni penceresi
Bir düşün serinkanlı lütfen
Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler
Bir düşün serinkanlı, ya da sor bir uzmana
Yanıtla şu küçük soruya rica ederim
Aptallık değil de nedir
Nedir savaş?

Fakir BAYKURT (1987)

ADNAN BİNYAZAR : Yeraltından çağrı

ADNAN BİNYAZAR
binyazar@gmail.com 

Yeraltından çağrı

Ülkeyi yönetenler ekranda savaş naraları atarken barışın sesi, yerin altından;
ölüler yurdu halkının daha sorumlu, daha özgür, daha barışçıl, daha uygar olduğu bilinmezlikler âleminin aklı dipdiri birinden geldi: “Nedir Savaş?”

Sözü Fakir Baykurt’un kızı Işık’a bırakalım:

“Bu yıl 11 Ekim’de 13 yıl bitti. Özlemle geçen 13 yıl. Her 11 Ekim’de babamı çeşitli toplantılarla farklı yerlerde andık. Ben bu yıl çok ilginç bir rastlantıyla anacağım. Antalya Film Festivali’nde, babamın Kaplumbağalar romanından Tunç Okan yönetiminde filme uyarlanan ‘Umut Üzümleri’nin ilkgösterimi yapılacak. Tam da 11 Ekim’e denk geldi.
Ben orada olacağım. Ekte sizlere babamın 1987 yılında yazdığı bir şiiri iletiyorum: ‘Nedir Savaş?’ Yeniden bir savaşa sürüklendiğimiz bu günlerde, hâlâ güncelliğini koruyan bir şiir. Dilerseniz, bunu okuyarak hep birlikte böyle analım.”

Bu yazıyı okuduğunuzda Fakir Baykurt’un ölüm gününün üzerinden on gün geçmiş olacak. Ölü, sonsuzluk ülkesinin yurttaşıdır; üzerinden on gün değil milyon yıl geçse; ne gözü dönmüş savaş kışkırtıcıları eksilir bu dünyadan, ne savaş naraları atanlar sahnelerden çekilir, ne insan türü kendi soyundan olanın kanını akıtmaktan vazgeçer!

Gelin, Fakir Baykurt’un yeraltından aydınlık seslenişine kulak verelim de, savaşın yakıp yıktığının insanlığa yaşamayı nasıl haram ettiğini, O’nu geniş dünyasının mahzenlerinde nasıl soluk alamaz hale getirdiğinin özüne inelim. Sonra da başımızı ellerimizin arasına alıp, insanlığı savaş belasından nasıl kurtaracağımızı düşünelim

Yazının bu gelişim evresinde, Ekim’in 21’i değil de 11’i olduğunu varsayın; on üç yıl sonra Fakir Baykurt’u aramıza almışız, hep bir ağızdan O’nun şiirini okuyoruz…

En ucuz tüfekle yoksul eve bir banyo
Bir topla oyun yeri mahalle çocuklarına
Bir tankla on derslikli on okul
Bir uçakla yedi köye bir hastane
İki denizaltıyla üç ırmak çöle ulaşır

Bir roketle koca şehir kurulur
Bir taburun postallarıyla çocuklar
Kızamıktan kurtulur
Beş yıl birikse bir kolordunun parası
Kansere ilaç bulunur

Ölenlere dikilen anıtlar da para
Kalanlara nişanlar kolayla mı takılır
Bir ordunun bütçesiyle on il bağlık bahçelik olur
Düşün, ne yer, kaça semirir bir general

Bırak atom savaşlarını bir an
İki komşu arasında sıradan bir savaşı düşün
Kimileri yıllar yılı bitmiyor
Atılan bombalar, harcanan mermiler
Alınteri vergilerden

Yakılıp yıkılmış bir şehir
Kolayla mı yapılır yeniden
Evlerin asansörü merdiveni penceresi
Bir düşün serin kanla lütfen
Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler

Bir düşün serin kanla, ya da sor bir uzmana
Yanıtla şu küçük soruyu rica ederim
Aptallık değil de nedir
Nedir savaş?”

İtalyan düşünür Niccoló Machiavelli,

“Savaş ancak gerekli olduğu zaman haklıdır; silah, ancak silaha başvurmaktan başka çare kalmadığında hoş görülebilir” diyerek savaşı doğallaştırmaya çalışsa da, bu ılımlı yargıda da savaş dipten dibe haklı bulunuyor; insanlığa savaşmaktan kurtulma yolları açmıyor. Birey ya da toplumsal ruh olarak, aklı öne çıkarıp soralım, ölmeden bizi ölüme gönderen savaşın gelip geçmiş bütün şaşkın tanrılarına:

Neden gerekli olsun savaş?
Neden silaha başvurmaktan başka çareler aranmasın?..

Yaşamak erdemine eren ey insanoğlu!

Bir iki soruyla yetinme;
– savaş çığırtkanlarının,
– ruhu kararmış sapkınların,
– kan kokusuyla beslenenlerin

yüzüne aklın şamarını vur
!

Dar dünyayı gen eyleyip yaşamak varken, niye gücünü yüreğinden değil de cin fikirli aklınla yarattığın silahtan aldığını vicdanına sor, sor, sor!

(Cumhuriyet Pazar eki, 21.10.12)