Dostlar,
19-25 Aralık 1978 Maraş kırımı, insanlık tarihinin en yüz kızartıcı,
en utandırıcı vahşetlerinden biridir.
Ne denli acıdır ki üstü örtülebilmiştir!?..
- Bir kez daha, AKP hükümetine çağrı yapıyoruz..
- Açın devlet arşivlerini, gizliliği kaldırın..
- Dosyayı yeniden açın., yargılamayı adaletle tamalayın..
Bizi duyuyor musunuz AKP hükümeti ve başbakan RT Erdoğan??
Aşağıda, değerli meslektaşımız Dr. Serdar Koç‘un dehşet ve ibret veren yazısını paylaşmak istiyoruz yüreğimizdeki dinmeyen yangın ile..
(Fotoğrafları biz koyduk metin içine..)
Sevgi ve saygı ile.
23.12.13, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
======================================
MARAŞ – 1978
- “giderken, her şeylerini yitirmişlere…”
Dr. Serdar Koç (ATO Hekim Postası, Ocak 2008)
“Küçük çocukların ve yaşlı adamların üzerine gaz dökülerek yakılmış, insanlık dışı olaylar işlenmiştir. Olayların başlangıcında 20 kişiye otopsi yapabilme imkânı bulduk. Bunlar uzun menzilli silahlarla öldürülmüş idi. Daha sonra gelen ceset fazlalığından değil otopsi kimlik tespiti bile yapmaya imkân kalmamıştır. Toplu katliam olayları, toplu halde ceset bulunmasıyla doğrulanmaktadır. Ölü sayısının resmi miktarları aşarak iki yüzü aşacağını tahmin ediyorum”.
(Dündar Saner – dönemin savcısı)
“Hastaneye getirilen ölülerden elli ikisini inceledim. Bunlardan üç tanesi sopayla öldürülmüş, diğer ölüler mermilerle… Boğularak öldürülenlerin de olduğunu söylediler. Yetmişlik yaşlıları, üç yaşında bebekleri vurmuşlardı. Bir cehennem âleminden geldim… Kurşun yağmuru altında gidip geldim… ” (Dr. Mete Tan – dönemin Sağlık Bakanı)
“…Hüseyin ve karısı Fatma Baz vurularak öldürüldü. Fatma Baz’ın kucağındaki küçük çocuğu 6 aylık Yılmaz da kurşunla vurularak öldürüldü…” (Hatun Köse – tanık)
“…babam Ali, annem Hatice, ağabeyim Hüseyin YILMAZ’a saldırdılar. Babam, anam ve ağabeyim, ‘Bizi öldürmeyin’ diye çok yalvardılar. Dereden kaçarak hastaneye yetiştim. Bir gün yattım, yaralarımı sardılar, ertesi gün hastaneden çıkıp eve gittiğimde annemin, babamın ve ağabeyimin cesetlerini evimizin kapısının önünde gördüm.
Babamın parmaklarını kesmişlerdi, kanını da bir kazanın içine akıtmışlardı.
Annemin kafasını briketle parçalamışlardı, yüzü tanınmıyordu.
Evimizi, eşyalarımızı da yakmışlardı. Her şey kül olmuştu.” (İsmail Yılmaz – tanık)
“…kocası dedi ‘Allah’tan korkun’. Kocasını çektiler öldürdüler.
Ardından kadını öldürdüler… 20 yaşında bir babayı oğluyla birlikte öldürdüler…
Karısının ırzına geçip, kurşuna dizdiler.
Daha sonra külotunu çıkarıp sokağa attılar…
Baltayla beynini parçaladılar…”
“…karşımızda oturan ve gözü görmeyen 80 yaşındaki yaşlı Cennet Çimen’in evine girdiler. Bu kadını, ‘gel nene, gel’ diyerek ellinden tutup dışarı çıkardılar. Cennet kadın, gözleri görmediği ve yaşlı olduğu için öldürülenlerden ve yakılanlardan habersizdi.
Sanıklardan Cuma Yalçın ve Nuri Boğa tornavida ile gözlerini oydular, sonra silahla öldürdüler. Yakında bulunan helânın çukuruna baş üzeri atıp, üzerine at arabasını devirdiler. Daha sonra hem bizim evi, hem diğer evlerin tümünü yaktılar…” (Maviş Toklu – tanık)
Adına tornavida denilen avadanlık, bu topraklarda, göz oymak için-amacı dışında-, hem de seksenlik gözü görmez bir ninenin gözlerini oymak için de kullanılmıştır yazık ki. Böylesi bir vahşetin ve gaddarlığın şiiri nasıl yazılır ey şair! Dilin tutuldu değil mi? Benim de; inan ki benim de nutkum tutuldu…
Mahkeme sürecindeki klasörler dolusu, tanık ifadeleri, bazı sanıkların itirafları, kamu tanıklığı yapan bazı subay-astsubayların ifadeleri, katliamın vahşetini ve boyutlarını açıkça gözler önüne sermektedir.
Bu hunharlık, Bosna’da, Filistin’de, Lübnan’da veya Irak’ta değil, bir başka bir çağda ya da bir başka ülkede değil, ülkemizde daha dün diyebileceğimiz bir yakın geçmişte, 1978 Aralığında Maraş’ta yaşandı, vahşetin ve caniliğin akla gelebilecek her türü sergilendi. Yüzlerce insan öldürüldü. Binlerce insan yaralandı.
Binlerce ev ve iş yeri yakılıp yıkıldı…
Maraş ölüleri hep bir eksik kalacak, çünkü ana rahminde doğumuna bir ay kala katledilen cenin hep peşimizden gelecek. Mahşere kadar hep soluğu ensemizde olacak. Yüzünü henüz hiç görmediğimiz ve asla artık hiç göremeyeceğimiz, elleri ayakları nasıldır asla artık hiç bilemeyeceğimiz, sesini asla artık hiç duyamayacağımız, doğumuna bile fırsat vermediğimiz, annesiyle yekvücut öldürdüğümüz; bizden hesap soracak; elleri yakamızda olacak. Kayıtlarda hep bir eksik olan o isimsiz; evet “O”…
Taşrada, adli tabiplik görevi de yapan, özellikle pratisyen hekimler, hukukun
o soğuk dilini bilirler. Tanık ifadeleri aslında öyle bire bir yazılmaz tutanaklara. Araya yargıcın o soyut, mekanik yargı dili girer. Örneğin Maraş katliamı benzeri duruşmalarda, tanıkların kan revan içindeki çıplak yüreklerinin dili değildir bu. Misal, katliamda kocası ve kardeşi de gözlerinin önünde işkence edilerek öldürülmüş olan birisi, yine gözlerinin önünde hunharca katledilen kapı komşusuyla ilgili, mahkemede ifade verirken,
80’lik Cennet nineden ‘bu kadın’ diye söz etmez asla. O; onun Cennet ninesidir çünkü. Çok çok Cennet Kadın, ama ‘bu kadın’ değil. Dedik ya, mahkeme duvarı da hastane kapısı gibi soğuktur nede olsa. Hukukun yüzü bazen, soğuk olduğu kadar “zalimdir” de.
19 Aralık 1978’de Maraş’ta başlayan ve 26 Aralık’a kadar civar köy ve kasabalara da yayılarak süren; yüzlerce insanın öldürüldüğü, binlerce insanın yaralandığı, binlerce ev ve iş yerinin yakılıp yıkıldığı o gerici-faşist katliamın sonunda, hakkında dava açılan 804 sanığın yarıya yakını daha ilk duruşmalarda serbest bırakılır.
12 Eylül faşist darbesinin de araya girmesi ile artık iyice hukuk guguklaşır ve 1991’de çıkarılan yeni bir yasayla da kalan çok az sanık da serbest bırakılır. Maraş katliamı dosyası sessizce kapatılır. Hatta bu katliamı planlayıp başlatanlardan biri, daha sonra milletvekilliğiyle ödüllendirilir. Mahkeme sürecinin bir diğer dramatik boyutu da
müdahil avukatlardan üçünün davanın ilk yılı içinde vurularak öldürülmesidir.
Zaten duruşmalar boyunca sürekli bir linç ortamı içinde olan mağdur avukatları, sanıklar tarafından biteviye taciz edilip tartaklanmışlardır. Bu koşullarda söz konusu hukukun da aslında bir hukuksuzluk olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Zaten bir askeri darbenin koşullarını hazırlamak için Maraş ve benzeri katliamları tezgâhlayanlar, hukuklarını da hazırlamış olmalılar. Ve tabi bu sürecin ayrılmaz bir parçası olan dezenformasyonu da.
Daha da vahimi savcılık soruşturmaları ve mahkeme kayıtlarının uzun yıllar devlet sırrı olarak arşivlerde saklanmasıdır. Kendilerince geçmişe sünger çektiler çekmesine ama şairin dediği gibi:
o süngeri sıktıkça kan damlıyor…
Maraş ve benzeri katliamların dosyalarının yeniden açılması, yargılanmaların doğru dürüst yapılması, yapanın yaptığının yanına kar kalmaması ve bu tür katliamların her yönüyle aydınlanması her şeyden önce bir insanlık görevidir. Geçmişteki böylesi katliamların ve cinayetlerin bütün faillerinin adalet önüne çıkarılması, gelecekteki muhtemel benzeri katliamları önlemenin de en gerçekçi yolu olsa gerek.
Maraş ve benzeri katliamlarla kaybettiği insanlığını, bu topraklara iade etmenin bir başka yolu var mı? Geçmişimizi Maraş katliamı ve benzeri kirlerden arındırmak aslında gerçek bir vatan borcudur da. Unutmayalım ki, geçmişi olmayanın geleceği de olmaz.
Maraş katliamı ilk değildi, son da olmadı.
- Aynısı 1980 Temmuzunun ilk haftası boyunca Çorum’da yaşandı. Bir başka biçimde 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yinelendi.
Ülkemizde artık bir siyaset tarzı olan, faşist saldırı ve katliamlar, başta Malatya, Sivas, Maraş, Çorum olmak üzere Anadolu’daki pek çok ilin nüfus yapısını değiştirdi. İnsanlarımız doğup büyüdükleri şehirlerini terk etmek zorunda bırakıldı.
Örneğin, Maraş’ta yaşayan Alevilerin %80’i, 1978 katliamını izleyen birkaç yıl içinde şehri terk etti. Bu katliamları tezgâhlayanlar tarihimize karşı insanlık suçu işlediler. Adına ister milliyetçilik ister dincilik veya her ne denirse densin, ötekine saldırıp yakıp yıkan, bilmelidir ki, aslında kendi tarihini yıkmaktadır.
- Ötekini öldüren gerçekte kendisini de öldürmektedir.
Serçe parmağımızın ucu bile kanasa bütün bedenimiz acı çeker, ruhumuz yara alır. Hiçbir hamaset avutamaz yüreği yaralanmış olanı. Hiçbir canlı türü, gezegenimize “insansı kımılı” nın verdiği zararı vermedi.
Şehirlerin tarihlerini, en azından bir yüzyıl geriye doğru, özellikle de demografik yapı üzerinden izlerseniz; o ülkenin derin sırlarına da ulaşırsınız; gizlenen siyasal günahlardır bunlar; toplumsal enseste dek uzanan… Zaten köylerin kasabaların başına gelmişse böylesi kıyımlar; esamisi okunmaz; haritalardan külliyen silinir giderler…
1978 Aralık ayı sonrası, Maraş’tan ayrılmak zorunda kalanların çoğu
Avrupa’ya göç etti. Hangi duygularla terk ettiler vatanlarını, oralarda nasıl tutundular -ya da tutunamadılar-, bunca yıl neler yaşadılar, hangi sürgüne mülteciydiler, hiç düşündünüz mü?
- “..karlar altında kalmış çiçekler…
ey ertelenmiş, ey bize bırakılmış zaman!…”
- “..sonradan öğrendi ki, kuzuların otladığı yerlerde,
kurtlar önceden beklerler hep, karanlık bakışlarla.”
(Ingeborg Bachmann)
Dr. Serdar Koç (Ankara Tabip Odası Hekim Postası, Ocak 2008)