Etiket arşivi: demografik yapı

ADD – Atatürkçü Düşünce Derneği’nden basın açıklaması –

BASINA VE KAMUOYUNA

UYARIYORUZ !

Türkiye, iktidarın yıllardır sürdürdüğü bilim ve çağ dışı politikalar sonucu, giderek yoğunlaşan bir karanlığın pençesinde kıvranıyor.

Batı Emperyalizmi, 100 yıl önce Sevr ile gerçekleştirmeye çalışıp başaramadığı “Türkleri Anadolu’dan Asya steplerine sürme” hayaline, bugün BOP ve yerli işbirlikçilerinin aymazlığı ile nihayet kavuşmak için ellerini ovuşturuyor.

Süreci endişeyle izliyor, olanca gücümüzle Milletimiz ’i ve yetkilileri uyarmaya çalışıyoruz. Ancak sorun çok ciddi, sonuçları çok vahim, adeta bindiğimiz dal kesiliyor.

Akılcı düşünce, bilimsel bilgi, çağın gerekleri dışlanıyor. Eğitim olabildiğine dinselleştiriliyor, geleceğimiz karartılıyor. Neoliberal soygun düzeninde ekonomi üretimden koparılıyor, Ulusumuzun büyük çoğunluğu hızla yoksullaşıyor. 1930’larda uçak ve buğday ihraç eden Türkiye artık kendini doyuramıyor, buğdayın anavatanında savaştaki ülkelerden buğday bekliyor, bir zamanlar aşı hibe ettiği memleketlerin kapısında aşı kuyruğuna giriyor.

Demografik yapımızı tarumar eden yasa dışı sığınmacı sorununun Ulusal Birliğimiz ve İç Barışımız üzerindeki tehdidi artarak sürüyor.
Aydınlanmanın önü kesiliyor, laik demokratik hukuk devleti yok ediliyor.
Toplum dernek ve vakıf adı ile örgütlenerek holdingleşip akıl almaz ekonomik olanaklara kavuşan Atatürk, Laik Cumhuriyet ve bilim düşmanı tarikat ve cemaatler eliyle yaşam ve ülke gerçeklerinden koparılıyor.
Cumhuriyetimiz, Atatürk’ün aklı ve bilim yolundan uzaklaştıkça gericilik bataklığında soluksuz kalıyor.

Milyonlar ekonomik krizle boğuşurken, başta öğretmenlerimiz memurlarımızın çoğu açlık sınırında yaşamaya çalışırken, işsizlik insanlarımızı çaresiz bırakırken, gençlerimiz geleceklerini yurt dışında aramak zorunda kalırken, hastalarımız doktor ve ilaç bulamaz, çocuklarımız sağlıklı beslenemezken yasa dışı cemaatlerin bu ölçüsüz ekonomik güce kavuşmaları da, toplumda ve devlet yönetiminde baskı oluşturmaları da kabul edilemez.

Hal bu iken ve iktidar güçleri karanlığı yoğunlaştırmak konusunda pervasız bir kararlılıkla ilerlerken, muhalefetin seçim sonuçlarını sağlıklı değerlendirip yenilgilerinin nedenlerini dürüstçe saptayarak gereğini yapmak yerine, iç karışıklıklar ve kavgalarla Ulusumuzu umutsuzluğa sürüklemesi ise hiç kabul edilemez.

Muhalefet partileri; vazgeçilmez unsurları oldukları demokrasinin olmazsa olmazının laiklik olduğunu, aslî görevlerinin Laik Cumhuriyetimiz‘i korumak, demokrasimizi ve hukuk devletimizi geliştirmek, Cumhuriyet kazanımlarımızı ilerletmek, halkımızı refah ve huzur içinde yaşatmak, bunun için de gerçekçi ve doğru politikalar üretip seçmeni ikna ederek iktidar olmak olduğunu unutmamalıdırlar.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, kuruluş ilkelerimiz ve varlık nedenimiz gereği tüm yetkilileri ve tüm siyaset kurumunu bir kez daha ve en yüksek sesimizle uyarıyoruz:

Bu gerici karanlığa derhal son verin!

– Yeniden Atatürk Cumhuriyeti Manifestomuz’da da altını çizdiğimiz gibi, Büyük Atatürk ve Kemalist devrimcilerin devletimizi kurarken hamuruna kattıkları “Namus Mayası” nın eksilmesine izin vermeyin!

– Türkiye Cumhuriyeti bir Uluslaşma, çağdaşlaşma atılımı, bir kadın devrimi, bir bilim ve sanat özgürleşmesidir, koruyun!

– Akıldan, bilimden, çağından ve üretimden koptuğu için çöken Osmanlı’ya öykünmeyi bırakıp bir an önce Atatürk Yolu’na girin!

Saygılarımızla. 28 Temmuz 2023 

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ

Mülteciler ve sol

authorMERDAN YANARDAĞ

AKP iktidarı Suriye ve Afganistan’dan askerlerini çekmeli, Türkiye işgalin bir parçası olmaktan çıkmalıdır. Ardından yapılması gereken savaş mağduru, yoksul ve çaresiz mültecilerin insanca yaşama koşullarına kavuşturulmasıdır.

ABD ve Batı, Afganistan’ı bir enkaza çevirdikten, dahası adeta taş devrine iade ettikten sonra o acılı topraklardan çekiliyorlar. Yerel halkı, kanlı bir boğazlaşmanın içine iterek hem de.. Ortada ne bir Afgan ulusu var, ne de modern anlamda bir devlet. Önümüzde bir aşiretler ve kabileler düzeni bulunuyor. İlkel ve vahşi ortam.

Bugün, dünyadan neredeyse 500 yıl geride olan bir ülke kaldı. AKP iktidarı da bu enkazdan sorumlu. ABD’nin işgalinden sonra, Pentagon öncülüğünde oluşturulan NATO Görev Gücü’nde Erdoğan yönetiminin kararıyla Türk askerleri de yer aldı. Yani AKP iktidarı işgalci güçlerin siyasal bileşenlerinden biri. Afgan toplumunun yıkımından 1. derecede olmasa bile sorumlu.

Tablo açık; Suriyeli mültecilerden sonra şimdi de akın akın Afganistanlılar Türkiye’ye geliyor. Ülkemizde mülteci nüfusu 6 milyon sınırını aşmış durumda. Buna karşı bir entegrasyon ve iskan programı yok. Mültecilerin barınması, beslenmesi, eğitimi, dil öğretilmesi ve belli bir program doğrultusunda bütün sosyal haklarıyla birlikte istihdam edilerek üretici olmalarının sağlanması için kayda değer hiçbir plan, proje ve program bulunmuyor. Adeta “saldım çayıra” durumu var.

  • AKP iktidarı mültecileri AB ve ABD ile ilişkilerinde kirli bir pazarlık için kullanıyor.

Batı ile ilişkilerinde elindeki yegane koz şu anda mülteciler. İktidar, yüz kızartıcı bir şekilde “sınırları açarım” tehdidiyle Batı’dan para sızdırmaya çalışıyor. Ortada tam bir ahlaksızlık, insanlığa karşı işlenen bir suç var.

Diğer taraftan, kendi kaderine terk edilen mülteciler, kaçınılmaz olarak bir yeraltı ekonomisi oluşturuyor, suç çeteleri üretiyor, kadınlar fuhuş mafyasının eline düşüyor, çocuklar istismar ediliyor. Ortada büyük bir insanlık dramı var.

HÜMANİST AKP İSLAMCILARI!

Bütün bunlar içimizi acıtan birer olgu. Ancak, ortada başka gerçekler de var;

  • AKP iktidarının kirli ve sinsi siyasal hesapları
  • Ülkenin demografik yapısı değiştirilmeye,
    – gericiliğin sosyal tabanı genişletilmeye ve
    – olası bir iç çatışmada kolayca harcanacak, -Osmanlı ordusunda “Azaplar” denilen türden- feda edilecek vurucu-cihatçı güçler için bir havuz oluşturulmaya çalışılıyor.
    Bu durum dikkatli bir bakışla kolayca görülebiliyor.

Sınırlar elek gibi, kontrolsüz şekilde kolayca geçiş yapılabiliyor… Uludere’de (Roboski’de) gökyüzünden çekilen görüntülerden hareketle “terörist” diye kendi vatandaşlarını vuran iktidar, gelenlerin kimliğine bile bakmıyor. İnsanlar adeta ellerini kollarını sallaya sallaya geçiyor sınırı. Gelenlerin niyeti, amacı belirsiz. Aralarında kadın, çocuk, yaşlı yok. Arkadan gelecekler deniyor, ama böyle bir işaret de yok. Genç ve sağlıklı erkekler geliyor.

Bu durum ister istemez bazı kuşkular yaratıyor.

Ayrıca, insan hak ve özgürlükleri konusunda gerici-faşizan bir tutuma sahip olan AKP ve siyasal İslamcıların birden bire mülteci haklarının savunucusu kesilmeleri hiç inandırıcı değildir. Bu ikiyüzlülük, söz konusu kuşkuları artırmak için yeterli bir neden olarak önümüzde duruyor.

  • İslamcıların özellikle Aleviler, Balkanlardan gelen ve görece aydınlanmış yapılarıyla Türkiye’nin ilerici nüfus potansiyelini oluşturan Rumelili Türkler ile diğer inanç grupları karşısındaki tutumu, gerici olmaktan da öte ırkçıdır. Ama onlar şimdi Afgan ve Suriyeli Vehabi-Selefi inanç tabanlı mülteciler konusunda çok insancıllar, öyle mi?

SOL MÜLTECİLERİ ELEŞTİREMEZ Mİ?

Ancak, sol adına, mülteciler sorununa ilişkin kimi kuşkuların üzerini örtmek ve eleştirilerin geri çekilmesini savunmak büyük ve vahim yanlıştır. Kimsenin bizi siyasi “salak” yerine koymasına izin verilmemelidir.

Birçok sınır komşusu bulunmasına karşın, İran üzerinden geçip Türkiye’ye gelen Afganistanlı genç, sağlıklı erkeklere, “zavallı savaş mağdurları” diye bakmak siyasi saflıktır. Bu göçün bir SADAT organizasyonu olduğuna ilişkin ciddi kuşkular vardır.

Yoksulluğun yayıldığı, gelir adaletsizliğinin derinleştiği ve kendi kendisini besleme yeteneğini bile neredeyse kaybetmenin eşiğine gelmiş bir toplumun, 6 milyonu aşkın bir mülteci kitlesini barındırması mümkün değildir. Bir entegrasyon ve iskan programı da olmadığı için topluluklar halinde yaşayan, gettolar oluşturan mülteciler, kendi yerel ve gerici kültürlerini ve ideolojilerini yeniden üretmektedir. Derin bir yabancılaşma ve düşmanlık psikolojisini mayalayan bu durum toplumsal barışı ve huzuru ciddi ölçekte tehdit etmektedir.

Durum böyle olunca, Türkiye’de toplumun bir kesimi mültecileri kendi yaşam tarzları, kültürleri ve laiklik bakımından bir tehdit olarak görmektedir. Daha büyük bir kesimi ise mültecileri kendi aşına ve işine ortak olmaya çalışan yabancılar olarak değerlendirmekte, tepki göstermektedir.

Bu nedenle, mülteciler konusu hassas bir tartışmadır. Öyle, peşin şekilde her eleştireni “ırkçılıkla” suçlamak, melo-dramatik (romantik değil) dayanışma nutukları atmak kolaycılıktır. İnsancıl olmalıyız, ama siyasal aptallar da değiliz.

TÜRKİYE ÇEKİLMELİ, BM DEVREYE GİRMELİDİR

Öncelikle belirtelim; AKP iktidarı, Suriye ve Afganistan’dan askerlerini çekmeli, Türkiye işgalin bir parçası olmaktan çıkmalıdır. Asıl tutum, bu talebi yükseltmek olmalıdır. Ardından yapılması gereken şey, savaş mağduru, yoksul ve çaresiz mültecilerin barınmasını, beslenmesi, eğitimini sağlayarak insanca yaşama koşullarına kavuşturulmasıdır. Bu insanların ırkçı saldırılardan korunması için mücadele edilmelidir.

Türkiye mülteciler için BM’ye başvurarak birlikte bir insani program oluşturmalıdır. Barınma, eğitim, sağlık ve iş koşullarının oluşturulması gereklidir. Mülteciler insanca bir çalışma ortamında üretim süreçlerine kazanılmalı ve tüketici olmaktan çıkmaları sağlanmalıdır. Suriye ve Afganistan’dan bütün yabancı güçlerin çekilmesi sağlanmalı, bu ülkelerde barış, istikrar için bir onarım programı uygulanmalıdır. Yük, uluslararası toplum tarafından paylaşılmalıdır.

  • Afganistan’da Taliban iktidarının engellenmesi için demokratik bir uluslararası dayanışma hareketi başlatılmalıdır.

Bu gelişmelere bağlı olarak, mültecilerin kendi ülkelerine gönüllü olarak dönmeleri teşvik edilmeli, en azından büyük bölümünün dönüşü sağlanmalıdır.

  • AKP iktidarının, mülteci nüfusu kendi gerici-faşizan politikalarının maddi gücü haline getirmesi konusunda uyanık olunmalıdır.

Böyle bir girişim karşısında toplum da bilgilendirilerek engellenmelidir. Bu nedenle, Afgan ve Suriyeli mültecilere ilişkin her eleştirel tutum takınana karşı “ırkçı” ya da en hafifinden “ulusalcı” gibi suçlamalardan vaz geçilmelidir. Bu arada belirtelim; solcular için pek “ırkçı” denemeyeceği ya da bu suçlama tutmayacağı için, genellikle “ulusalcı” yaftası kullanılıyor. Bu ucuz yaklaşıma da hiç gerek bulunmuyor.

Salgının Çıkarımları

Salgının Çıkarımları


PROF. DR. YAKUT IRMAK ÖZDEN
Cumhuriyet, 15 Mayıs 2020

Uzun yıllar başkanlığını yaptığım, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilimdalı‘nda derslerimize hep şu tanımla başlardık:

  • “Sağlık, sadece hastalık ya da sakatlığın yokluğu değil, bedensel, ruhsal, zihinsel ve toplumsal tam bir iyilik halidir.”

Sağlığı, asemptotik olarak, ne kadar yaklaşılsa da gerçek yaşamda tam olarak ulaşılamayacak bir “ideal” durum olarak ifade eden bir tanımdır bu…

Böyle bir ideale, ancak her bireyi, ana rahminden başlayarak yaşamı boyunca sarmalayacak koruyucu sağlık hizmetleriyle yaklaşılabileceği kuşkusuzdur. Dolayısıyla, tüm sağlık hizmetleri içinde, koruyucu tıbbın öncelikliği vardır. Aslolan, insanların sağlığını, olabildiğince bozulmadan koruyabilmek değil midir? Bu bakış açısı bizi, sağlık hizmetlerinin ağırlığının özel sektöre değil, kamuya verilmesi gerektiği sonucuna götürür.

KAPİTALİZMİN SIVASI DÖKÜLDÜ

Geride bıraktığımız 20. yüzyılda insanlık sağlık alanında dev adımlarla ilerledi. Yüzyılın sonuna doğru, artık, geçmişte çok ağır kayıplar yaratan bulaşıcı hastalıkların denetim altına alınmış olduğuna inanılmış ve dikkat, ön plana geçen süreğen (kronik) hastalıklara yönelmişti. Bu süreç içinde, belli bir insan kuşağının ortalama olarak kaç yaşına kadar yaşayabileceğini ifade eden “yaşam umudu” tarihte ilk kez 35-40 yıl seviyesinden, 80’li yaşlara doğru fırladı. (Nitekim ülkemizde de Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, özellikle Dr. Refik Saydam‘ın önderliğinde yürütülen, koruyucu hekimlik ağırlıklı kamusal sağlık hizmetleri tüm dünyaya örnek oluşturacak başarılarla sonuçlanmıştı.)

20. yüzyılda yaşanan süreci kavramak için Cahit Sıtkı Tarancı‘nın 1946 tarihli ünlü şiirini anımsamamız yeterli olacaktır:

“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün”

dizesi, bundan sadece yarım yüzyıl sonra, biraz abartılı da olsa,

“Yaş yetmiş beş, yolun yarısı eder”e dönüştürülebildi.

Gerçekten de, pek çok bilim insanına göre, önümüzdeki yıllarda dünyaya gelecek kuşakların doğuşta yaşam umutları 120’lere doğru tırmanabilecekti. Tek tek bireyler açısından oldukça umut verici sayılabilecek bir beklenti..

Öte yandan, doğuşta yaşam umudunun henüz hiçbir ülkede 80’leri aşamadığı günümüzde bile, şimdiden yaşlı nüfusun ekonomi üzerinde ciddi bir yük oluşturduğuna göre, yaşamın daha da uzamasının yaratacağı demografik yapının ekonomik sonuçları düşündürücüdür. Tüm dünyayı altüst eden virüs pandemisinin ekonomik yapıya en çok yük getiren iki insan grubunu, yani her yaştan süregen hastalarla yaşlıları (ki örneğin Türkiye’de her 100 kişinin kabaca 10’u 65 yaşın üstündeyken, virüsün yol açtığı her 100 ölümün en az 80’i bu yaş grubuna isabet ediyor görünmektedir) hedef aldığı açıktır. Önümüzdeki kış aylarında, bu salgının yeni dalgalar halinde ortaya çıkarak ısrarla yaşlı nüfusu vurması olası mıdır? Her halükârda, insanoğlu kendini 120 yıllık sağlıklı ömürlere hazırlarken, bu öldürücü virüsle karşılaşması bir kara mizah senaryosu gibi…

Birçok düşünüre göre, dünyayı saran bu salgın, insanların doğal koşullarda dışında, hatta uzağında kaldığı, bazı yaban hayvanlarına ait yaşam alanlarına (bu canlıların habitatlarına) girmelerinin -tecavüz etmelerinin de denebilir- karşılığında ödedikleri bir bedeldir. Tüm dünyayı beklenmedik şekilde etkisine alan bu yıkıcı salgının kökenleri ve amaçlarına ilişkin çeşitli kuramlar üretilebilir elbette, ama şu anda öncelikli hedef, varolan salgının denetim altına alınabilmesi ve gelecekte ortaya çıkabilecek yeni tehlikelere karşı hazırlıklı olunabilmesidir.

Okuduğum sağlık ekonomisi çalışmalarının çoğunda, beni hep rahatsız eden şu postula’ya (belit’e) rastlamışımdır: Buna göre, hiçbir ülkede, sağlık hizmetleri bu alandaki gereksinim ve talepleri tam olarak karşılayamaz… Oysa kanımca sağlık hizmeti, belli kişilere özgü bir ayrıcalık değil, her insanın doğuştan sahip olduğu temel bir insan hakkıdır. Dolayısıyla, yaşamın çeşitli alanlarında kullanılan, verimlilik, fizibilite, kâr-zarar hesapları, gibi değerlendirme ölçütlerinin sağlık alanında geçerliliği olmamalıdır. Bu da doğal olarak ancak sağlık hizmetlerinin kamusal ağırlıklı olmasıyla gerçekleştirilebilir.

  • Bu salgın, küreselleşmeyle doruğuna ulaşmış olan kapitalist düzenin sağlık politikalarının (ABD’de bile) böyle bir krizle başetmekteki yetersizliğini ortaya koymuştur.

Görülen şudur ki;

  • Piyasa kurallarına teslim edilen bir sağlık sistemi, en gelişmiş ülkelerde bile insanların gereksinimlerini karşılayamamaktadır.

PANDEMİNİN ANIMSATTIKLARI 

Tüm dünyanın yaşamakta olduğu bu bunalım, insanları sadece sağlık ve ekonomi alanlarında  değil, pandeminin olası siyasal sonuçları üzerinde de düşünmeye zorlamaktadır. Kimi görüşlere göre, dünyanın birçok yerinde, daha pandemi öncesinde bazı şarlatan despotları iktidara taşıyan otoriterlik eğilimleri daha da pekişerek ve yaygınlaşarak demokrasileri derinden sarsacaktır. Bu karamsar öngörülerin gerçekleşmemesini umarız elbette…

Umarım yaşamakta olduğumuz bu felaket, kişisel olanaklarımız ne olursa olsun, hepimizin aynı gezegeni paylaşmakta olduğumuz gerçeğini  içselleştirmemizi sağlar… İçinde küçük bir cennet yarattığımızı sanarak çevremizde ördüğümüz duvarlar meğer ne kolay yıkılıyormuş!.. Ünlü bir düşünür, insanlığın tüm tarih boyunca, başına, halledemediği bir dert açmadığını ileri sürmüştü. Bu görüşün doğru olduğunu ve yaşanmakta olan acıların ilerde insanlığa olumlu katkılarla geri döneceğini umalım.

Yazımı bitirirken, Dünya Sağlık Örgütü‘nün, 2020’nin çağdaş hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale‘in doğumunun 200’üncü yılı olması dolayısıyla bu yılki Dünya Sağlık Günü‘nü yardımcı sağlık personeline adadığını, ayrıca tüm dünyanın Mayısın ikinci haftasını da hemşirelik haftası olarak kutladığını hatırlatmak isterim. Gerek hekimlerimizin, gerekse hemşirelerimizin bu salgınla, bazen canları pahasına, büyük özverilerle nasıl savaştıklarını hepimiz biliyoruz. Tüm sağlık emekçilerimizin geride bıraktığımız 1 Mayıs bayramlarını kutluyor, hepsine sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı Eylem Planı


Kadın istihdamı değil,
bebek ölümleri artar!

Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı
Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı Eylem Planı’na ilişkin açıklamalarda bulunan Canan Arıtman,
‘Bu uygulamalar kadının 
işe girmesini engeller.’ dedi.

CANAN_ARITMAN

 

 

 

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı
Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı Eylem Planı“,
işverene getireceği yük nedeniyle, kadın istihdamını azaltabilir eleştirisine neden oldu.

Plana göre anneler, doğum izninden sonra isterlerse çocuklarının okula başlama yaşı olan
5.5 yaşına dek yarı zamanlı’ çalışma hakkına sahip olacaklar. Çocuk sayısıyla orantılı doğumdan sonra maddi yardım yapılacak. Fakat bu geniş hakların işverene yük olması da soru işaretlerine neden oluyor. Anne 16 haftalık doğum izninin ardından, ilk bebekte 2 ay, 2. bebekte 4 ay, 3. bebekte 6 ay süreyle yarım gün izne kavuşacak. Bu süre içinde maaşını
tam alacak. Çocuğun okul yaşına dek yarım ücretle yarım gün’ çalışabilecek.

‘BİLİMSELLİKTEN UZAK’
Konuyu Aydınlık’a değerlendiren Cumhuriyet Kadınları Derneği (CKD) Başkanı
Canan Arıtman
şunları söyledi:
“Bu uygulamalar kadının işe girmesini engeller. İşverenin iş gücünü hesaplamasına
neden olur. Kadının gebe olması durumunda işveren iş gücü kaybını hesaplayacaktır.
Kadın zaten en son işe alınan ve bir kriz durumunda ilk çıkarılan grupta yer alıyor.
Bu durum kadının iş yaşamında yer almasını zorlaştıracak. Cumhuriyet kurulduktan sonra
12 milyon olan nüfus nedeniyle natalist (doğum yanlısı) nüfus politikaları uygulandı.
Bu durum nüfusta yoğun artışa neden olurken anne ve bebek ölümleri arttı.
Şimdi Meclis kararı olmadan ve bilimsellikten uzak olarak natalist nüfus politikalarına
geri dönüyoruz. Bu uygulamalar demografik yapılar dikkate alınarak yapılmalı.”

‘ÖNCE İŞSİZLİĞE ÇARE’
“Hükümetin bu politikaları anne ve bebek ölümlerini artıracaktır.
Bilimsel olarak ele alındığında Türkiye doğum hızını artırma ihtiyacında değildir.
Güneydoğu Anadolu’da kadın başına düşen çocuk 6,4’tür. Güneydoğu’daki artış hızını azaltsınlar. Bebek ve çocuk ölüm oranlarını düşürsünler. Plana göre aile 18 yaşına dek çocuğu için birikim yapacak. Devlet, buna %15 katkı yapacak. Bu uygulama zengine para vermektir. Sabit gelirli işçi, memurlar ayın sonunu zor getiriyor.”
Hükümeti eleştiren Canan Arıtman, nüfus politikalarına yönelik çözüm önerilerini aktardı. “Nüfus politikaları Türkiye’nin bölgelerine göre uygulanmalı. Genç bağımlı nüfusu
üretime katıp işsizlik ortadan kaldırılmalı. Ailelerin yoksulluğuyla mücadele edilmesi gerek.” (Basın,  10.1.15)
========================================== 

Dostlar,

Bu sorunu öyle çok yazdık ki… Sizleri de bıktırdık..
Türkiye’nin nüfusu 80 milyona dayandı.
Halen çok genç, ortanca yaş 30,5 ve 65+ yaş %8. Örn. Almanya’da % 23..
Nüfus artış hızı %1,4 gibi ve Toplam Doğurganlık Hızı da 2,23.
Bu nüfus, 35-40 yıldan önce yaşlı nüfus olmaz matematiksel hesaplara göre.
Dolayısıyla panik yersizdir, bilim ve akıl dışıdır.

Türkiye 35-40 yıl DEMOGRAFİK FIRSAT PENCERESİ YAŞAYACAKTIR.
Bu dönemde yapılacak olan nüfusun niteliğini iyileştirmektir.
Başta sağlık ve eğitim olmak üzere..
Sınırlı ulusal kaynaklar titizlikle bu yönde harcanmalıdır.
Bu Pencere dönemi kaçırılırsa, gerikalmışlıktan kurtulamayız.
Hükümeti bu yanlış politikalara yönlendiren nedir, kimlerdir?

Kalabalık ve niteliksiz bir sürüye = gerici partilere oy deposuna dönüşmemeliyiz.

Ayrıca 2827 sayılı yasa (1983 tarihli) yürürlüktedir ve Anayasa’nın 41. maddesi
Devletin aile planlaması hizmeti vermesini zorunlu kılmaktadır.

Yasal düzenleme yapmadan Türkiye’de pro-natalist ya da ani-nataist
(sırasıyla nüfusu artırıcı ya da azaltıcı) demografik politika güdemezsiniz.
Bu uygulama TBMM’nin Yasama yetkisinin Yürütme (Hükümet) tarafından gasbı olur
ve Anayasal suçtur, bu kapsamdaki uygulamalar da hukuka aykırıdır..Türkiye’de gereksiz ve hatta çok tehlikeli olarak nüfusun artışını teşvikle

Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı Eylem Planı

uygulamış olmazsınız..

Tersine, varolan ve hızla artırılan nüfusu Dünya ile yarışamaz biçimde eğitimsiz – sağlıksız – kültürsüz… bırakmış olursunuz. Pisa bilgi yarışmalarında OECD’de yıllardır en dipteyiz. Sağlık düzeyi bakımından 34 OECD ülkesi içinde 31. sıradayız.
Yoksulluk – işsizlik çok ciddi boyutlarda!
İç üretim yetersiz, karnımızı doyuracak tarımsal üretim yapamıyoruz,
borçla -saman bile- ithal ediyoruz!

Bu sakat politikalarla Türkiye çağdaş dünyadan kopar!

Bir ülkeye ve onun halkına bundan daha büyük bir ihanet düşünülemez..

AKP’nin çılgın – akıl dışı – bilim dışı – hukuk tanımaz gidişini nasıl durduracağız?
Başbakan Davutoğlu‘nun Uluslararası ilişkiler ve Ekonomi alanlarında çift anadalda
lisans diploması (Boğaziçi Üniversitesi’nden) bize başlangıçta biraz umut vermişti.
Bu akademik donanımda bir insan böylesine körü körüne bilim dışı politika izleyemez.
Anlayamıyoruz gerçekten..

Davutoğlu onca bilimsel bilgi birikimini kullanarak mı ülkeyi yönetecek,
ayaklarının altına alarak mı?

Bu ne lanetli bir dilemmadır! Hem Prof. Davutoğlu adına hem de Türkiye adına!

Quo vadis Başbakan Davutoğlu, quo vadis??

Bu soru ve sorun giderek ağırlığını artırıyor ve katlanılmaz oluyor..

Sevgi ve saygı ile.
12.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net