Etiket arşivi: Cenevre Sözleşmeleri

İLÂÇ ENDÜSTRİSİ


İLÂÇ ENDÜSTRİSİ

Dr. Ceyhun Balcı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Son zamanlarda tıp ortamı üzerine sayısız yazı yazıldı. Derinlemesine tartışmalar yapıldı. Soner Yalçın’ın Kara Kutu’sundaki son derece açık ve net yanlışlar doğal olarak öne çıktı. Kara Kutu’nun doğruları da vardı elbette. İngilizce “Big Pharma” olarak nitelenen ilâç endüstrisinin bu alanda sergilediği davranışlar da irdelenmeyi ve tartışılmayı hak ediyor.

Özellikle tıp çevrelerinin bu konudaki çekinceli yaklaşımı “kendi kapımızın önünün temiz tutulması” konusunda eksiklik yaratmış oluyor. Bu önemli sorun hekimler ve akademi tarafından  masaya yatırılmayıp da iş gazetecilere ya da yazarlara bırakıldığında halk sağlığını tehlikeye düşürmeye varan abartılı saptamalar havada uçuşmaya başlıyor.

Tıpla ilgili pek çok sorun gibi ilâç alanında yaşananlar da sağlığın toplumsal bir hizmet olmaktan çıkartılarak kazanç alanına dönüştürülmesiyle yakından ilintilidir.

Kısaca anımsamak gerekirse; Türkiye’de geçmiş dönemlerde ordu ve SSK ilâç üreticisi olmuşlardır. Özel girişimin elindeki ilâç fabrikaları da uzun yıllar boyunca yerli sermaye yapısına sahip olmuştur. Bugün gelinen noktada kamunun ilâç üretmesi bir yana, bu alanda adı bile geçmez olmuştur. Yerli sermayeli ilâç fabrikaları da son 15 yılda neredeyse yabancı sermayeli hale gelmiştir. Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Cumhuriyet’le birlikte aşı üreticisi olan Türkiye, Dr, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kapatarak aşı üreticisi olmaktan da vazgeçmiştir. Tüm bu gelişmeleri şu tümceyle tanımlayabiliriz.

  • Türkiye başta kamu olmak üzere dev bir ilâç ve aşı müşterisi olmuştur.”
  • Bunun yalın anlamı DIŞA BAĞIMLILIK’tır.

Üretici olmaktan çıkıp tüketici olmanın önde gelen tehlikesi çok geçmeden baş göstermiş ve ilâç endüstrisi kısa süre içinde ortama egemen olma şansını yakalamıştır.

Türkiye’de ilâç endüstrisi neredeyse tümüyle dışa bağlandığına göre, ilâç kartellerinin ana yurdu ABD’de bu bağlamda olup bitenlere bakmak yararlı olabilir.

İngilizce özgün sürümüne bağlantıdan erişilebilecek yazıdan esinle aşağıdaki başlıkları sıralamak olasıdır.

İlâç endüstrisi kazanç odaklı yaklaşımlarını nasıl sergiliyor?

  1. Kullanıma yeni sunulan ilâçların hayalet hastalar aracılığıyla övülmesi. Böylelikle bu ilâçlarla ilgili istem yaratılması. Yine bu doğrultuda sosyal güvenlik kurumlarının aynı işlevi gören daha ucuz seçeneklerden uzak tutulması. Kamuoyu oluşturma amaçlı bu türden amaçlı yapay grupların ilâç endüstrisince desteklendiği belgelenmiş durumdadır.
  2. İlâç kullanımı ve geri ödemeleri için karar verici durumunda olan yönetsel unsurlarla içli dışlı ilişkiler kurulması.
  3. FDA (Amerikan Gıda ve İlâç Dairesi) tarafından henüz onaylanmamış ürünlerin deniz aşırı ülkelerde denenmesi. Buna en çarpıcı örnek Pfizer firmasının Nijerya’da denediği FDA onayı almamış antibiyotiğinin ölümlere yol açmış olmasıdır.
  4. Enstitü temelli bilimsel kurulların, ilâç firmalarının çıkarlarına engel olmayacağı varsayılan kimselerden oluşturulması doğrultusunda girişimlerde bulunulması.
  5. FDA’nın yeni ürüne sıcak baktığı anlamına gelecek kurgulamayla söz konusu ilâca ön istem yaratmak.
  6. Herhangi bir kavram ya da hastalık konusunda görünürde “farkındalık yaratma” ama gerçekte kamuoyunu duyarlılaştırma ve sunulacak ürüne ısındırma amaçlı ilâç endüstrisi duyuruları. Hatta, son zamanlarda endüstrinin önce hastalık uydurup sonra da o hastalığı sağaltacağı varsayılan ilâcı kullanıma sunduğu da savlar arasındadır.
  7. Hayalet yazarlara yazdırılan sözde bilimsel yayınların yanı sıra hekimlerin başvuru ve rehber kitabı niteliğindeki kitapların etki altına alınarak ilâç firmalarının satmak istedikleri ürünlere kolaylık sağlanması.

Bağlantısını vermiş olduğum makalenin yazarından da kısaca söz etmek gerekirse; Martha Rosenberg dilimize sağlık gazetecisi olarak çevrilebilecek işi yapıyor. Amerikan Sağlık Gazeteciliği Merkezi Üyesi.

Yazılarında dikkati çeken nokta olgulara ve olaya odaklanması. Bilgiye ve belgeye dayanan saptamaları kişilerden çok sistemi hedefe koymakta. Bizdeki aynı türün daha çok tanıtıma, bir ürünün tüketilmesine ve kişilerin yıpratılmasına dönük olduğu düşünüldüğünde Martha Rosenberg’in yaptığı türden sağlık gazeteciliği için darısı başımıza demek gerekiyor.

Tıp ortamının önde gelen ve ayrılmaz parçası durumuna gelen aşırı tüketimin önüne geçmek öncelikli görev olmalı.

Bunu başarmak için de

  • ülkemiz –geçmişte olduğu gibi– başta aşı ve ilâç olmak üzere tanı ve tedavide kullanılan gereçlerin üreticisi konumuna gelmeli.Ulus ötesi yapıların sicili bu denli açık ve kirli olduğuna göre…
    =================================
    Dostlar,

    Şu sözler, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa‘nın :

    • “…Bulaşıcı ve salgın hastalıklara karşı insanları koruma konusunda büyük hizmetleri görülen aşıları hazırlamak ile meşgul Hıfzıssıhha Kurumlarımız tam başarı ile çalışmasına devam ve savaşıma yararlı hizmet yerine getirmektedirler.– 1337 senesi (1921) içinde üç milyon kişilik çiçek aşısı yapabilen Sivas (Hıfzıssıhha) Kurumu, geçen yıl (1929)
      beş milyon kişilik çiçek aşısı,
      – 537 kg kolera,
      – 407 kg tifo aşıları üretmiş
      ve bunlar halka yaygın biçimde uygulanmıştır

      {Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Cilt I-III, sayfa 306-7 ve
      Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri}2019’da Türkiye ne yazık ki tek bir aşı bile üret(e)miyor! Açıklaması ise “küresel işbölümü”!

      15 aşı türünü Sağlık Bakanlığı tümüyle dışalımla (ithalatla) karşılıyor.
      Özel sektörce dışalımı yapılan aşılar da var. Dünyada toplam 25 farklı aşı uygulamada.

      Bu “küresel işbölümü” retoriği sahibi Batılılar, Irak’ı UNSC (BM Güvenlik Konseyi) onayı ile “koalisyon güçleriyle” (!) işgallerinde uluslararası savaş hukuku kurallarını (Cenevre Sözleşmelerini) çiğneyerek aşı – ilaç – mama ambargosu bile uygulayarak yarım milyon bebek ve çocuğun ölümüne neden oldular (UNICEF kayıtları..).

      Türkiye’ye de yaparlar mı dersiniz??

Sevgi ve saygı ile. 28 Aralık 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Suriye’de ateşkes kararı . Syria ceasefire resolution approved by UN Security Council

Suriye'de ateşkes kararı

Suriye’de ateşkes kararı

BM Güvenlik Konseyi, Suriye’de bir ay ‘insani ateşkes’ kararı aldı

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) üyelerinin, oylamanın birçok kez ertelenmesinin ardından bugün Suriye’de en az 30 gün sürecek ‘insani ateşkes’ tasarısını oy birliğiyle kabul ettikleri bildirildi. İsveç ve BMGK şubat ayı dönem başkanı Kuveyt tarafından hazırlanan karar tasarısı Konsey’de oylamaya sunuldu.

BM Güvenlik Konseyi’nde oy birliğiyle kabul edilen tasarı ile Suriye’ye insani yardım ulaştırılabilmesi ve özellikle Doğu Guta’daki durumu ağır hasta ve yaralıların tahliyesi için en az bir ay insani ateşkes kararı alındı. BMGK’nin İsveç ve Kuveyt tarafından sunulan ve insani yardımların yapılması için 30 günlük ateşkes ilan edilmesini öngören karar tasarısına dair üç kez ertelenen oylamanın ardından oylama ile ilgili açıklamalarda bulunan Kuveyt’in BM Daimi Temsilcisi Mansour Al-Otaibi, “15 evet oyu çıktı. Böylelikle tasarı oy birliğiyle kabul edilmiş oldu” diye konuştu.

‘GÜVENLİ, ENGELSİZ VE SÜRDÜRÜLEBİLİR’ İNSANİ YARDIM

Kararda, Suriye genelinde insani yardımların ‘güvenli, engelsiz ve sürdürülebilir’ bir şekilde ulaştırılabilmesi ve ‘durumu ağır hasta ve yaralıların’ tahliye edilebilmesi için tüm taraflardan ‘gecikmeden’ çatışmaları en az 30 gün durdurmaları talep edildi.

‘KEFRAYA VE FUA’DA DA KUŞATMA KALDIRILSIN’ TALEBİ

Kararda ayrıca özellikle insani durumun ‘alarm verdiği’ Doğu Guta’da da dahil Yarmuk, Fua ve Kefraya’da kuşatmanın kaldırılması talebinde bulunuldu.
(https://www.aydinlik.com.tr/suriye-de-ateskes-karari-dunya-subat-2018-2; 24.02.18; 22:23)
======================================

Syria ceasefire resolution approved by UN Security Council, with Russian support

http://mobile.abc.net.au/news/2018-02-25/syria-ceasefire-resolution-approved-by-un-security-counci/9482306?pfm=sm
A man walks on rubble at a damaged site after an airstrike in the besieged town of Douma, Syria.
PHOTO

The vote came as warplanes pounded eastern Ghouta.

REUTERS: BASSAM KHABIEH

The United Nations Security Council unanimously approved a resolution demanding a 30-day ceasefire across Syria “without delay” to deliver humanitarian aid to millions and evacuate the critically ill and wounded.

The vote was delayed for two days to try to get support from Russia, which said repeatedly that an immediate ceasefire was unrealistic.

The Syrian Observatory for Human Rights said warplanes struck eastern Ghouta just minutes after the UN Security Council adopted a resolution demanding the ceasefire.

The jets hit the town of Shifouniyeh in the rebel enclave, said the Britain-based monitoring group and two residents of the besieged suburbs near Damascus.

Sponsors Kuwait and Sweden amended the resolution in a last-minute attempt to satisfy Russia, dropping a demand that the ceasefire take effect in 72 hours.

The effort worked, though United States Ambassador Nikki Haley was sharply critical of Russia for delaying the vote, saying it cost lives.

There is no set time for the ceasefire to take effect, but the resolution demands that it be followed immediately by access for humanitarian convoys and medical teams to evacuate the critically ill and wounded.

The resolution states that 5.6 million people in 1,244 communities are in “acute need“, including 2.9 million in hard to reach and besieged locations.

Sweden’s UN Ambassador Olof Skoog told the council just before the vote that “the UN convoys and evacuation teams are ready to go”.

Media player: “Space” to play, “M” to mute, “left” and “right” to seek.

VIDEO 

Ghouta residents

ABC NEWS

Sweden, Kuwait and many other countries have been pressing for immediate UN action as deaths mount in a Syrian bombing campaign in the rebel-held suburbs of Damascus known as eastern Ghouta.

The vote came as warplanes pounded eastern Ghouta, the last rebel enclave near Syria’s capital, for a seventh straight day.

The resolution calls for all parties to immediately lift the sieges of populated areas including eastern Ghouta, Yarmouk, Foua and Kefraya.

The Security Council authorised one exemption from the cease-fire.

It said attacks directed at extremists from the Islamic State group and all al-Qaida affiliates including the Nusra Front would be allowed to continue.

The United Nations said nearly 400,000 people live in eastern Ghouta, a pocket of satellite towns and farms under government siege since 2013, without enough food or medicine.

The local opposition council said it was setting up emergency volunteer teams in several districts to reinforce shelters with sandbags and try to link them through tunnels.

“Every day we say God willing tomorrow will be better … today, the main sight in the Ghouta is limbs, blood,” said Siraj Mahmoud, a civil defence spokesman in the suburbs.

There is no need to dig graves, we will be buried under our houses.”

AP/Reuters POSTED 47 MINUTES AGO
===========================================================
Dostlar,

Bu haber, şu dizeleri yazdığımız sırada ne yazık ki Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı web sitelerinde yer almıyor.. Biz kaynağından bulduk ve yaklaşık 45 dakika önce yayınlanmış haberi paylaşıyoruz..

AFRİN operasyonu (Zeytindalı Harekatı) da elbette bu ateşkes kararı kapsamındadır.

BM Güvenlik Konseyi kararı, 15 üyenin oybirliği ile alınmıştır. Bu sevindiricidir. Kararın alınmasında Rusya’nın çabasına dikkat çekilmektedir.. Öneri Kuveyt ve İsveç’indir.

Türkiye açısından ciddi sorunlar yaratmamasını / yaratmayacağını umarız bu ateşkes emrinin.
Karar, nazik askeri durumları gözeterek ateşkesin “gecikmeden” gerçekleşmesini istemektedir.

Savaş hukuku kapsamında Cenevre Sözleşmeleri doğrultusunda İNSANCIL HUKUK açısından yarar görüyoruz bu kararda. Çok ağır ve uzun süreli insani dramlar yaşanmaktadır bölgede. Hiç olmazsa bir bölüm yaralar sarılsın bu 30 gün içinde..

Doğu Guta ateşler içindedir. Suriye yönetimi orada meşru savunma yapmaktadır bizim Afrin operasyonu gibi. Ancak bilinen çevreler, bu meşru savunmayı Esad Suriye’sinin katliamı gibi sunmayı ne yazık ki utanmadan sürdürüyor.. İğrenç bir algı operasyonu ısrarla sürdürülüyor…

Sonra da hızla, tüm Suriye’de BARIŞ!

Sevgi ve saygı ile. 24 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Turgut Kazan: Aydınlar Dilekçesi’nden yargılanırken böyle linç edilmedik

 

Turgut Kazan: Aydınlar Dilekçesi’nden yargılanırken böyle linç edilmedik

Turgut Kazan: Aydınlar Dilekçesi'nden yargılanırken böyle linç edilmedik

http://www.radikal.com.tr/turkiye/turgut-kazan-aydinlar-dilekcesinden-yargilanirken-boyle-linc-edilmedik-1498560/15/01/2016 13:24

1984’teki ‘Aydınlar Dilekçesi’ne imza verdiği için o dönem kovuşturmaya uğrayan
İstanbul Barosu eski Başkanı Av. Turgut Kazan, o günün koşullarıyla, bildiri imzaladıkları için soruşturmaya uğrayıp gözaltına alınan akademisyenlerin bugünlerde başlarına gelenleri karşılaştırdı:
“O dönem ne gözaltı oldu, ne odamız arandı…”

Haber: İSMAİL SAYMAZ – ismail.saymaz@radikal.com.tr / Arşivi

RADİKAL – Türkiye’de 1984 yılında 12 Eylül dönemindeki insan hakları ihlallerine karşı
yazar Aziz Nesin’in öncülüğünde verilen “Aydınlar Dilekçesi”ne imza koyduğu için yargılanan ve beraat eden eski İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan, o gün yaşadıkları ile bugün 1128 akademisyenin yayınladıkları bildiri nedeniyle oluşan iklimi karşılaştırdı.
Kazan şunları söyledi:
“Bir kere biz sanıklar olarak hiç bu kadar telaşa kapılmamıştık. Ama bugün bu bildiriyi imzalayanların inanılmaz bir panikle bizi aradığını görüyorum. Bakın, o günlerde Kenan Evren bize idam cezası bile verdirebileceğini düşünmüştü. Çünkü sıkıyönetim savcısından brifing almıştı. Fakat böyle bir linç ortamı yaratılmamıştı –ki zaten yaratılamazdı. Çünkü linç ortamında insanlar linç edilir. O günlerde Başbakan Turgut Özal bile ‘Bu ülkede insanlar dilekçe verebiliyorsa ve bu haber olabiliyorsa bu ülkede demokrasi var demektir.’ diye açıklama yapmıştı. Bakın, o günlerde bugünkü gibi işe yeraltı dünyası karışmamıştı. Türkiye Barolar Birliği Başkanı da yargılama sırasında bizim avukatlığımızı üstlenmişti.
Ne evimizden gözaltına alındık, ne evimizde, büromuzda arama yapıldı. Savcı bile telefon etti, ifadeye çağırdı. 
Zaten ifade de, gırgır gibi bir şeydi, muhabbet eder gibi ifade vermiştik. Yargılama sırasında da başımıza bir iş gelmedi. Çünkü yargılama gösteri gibiydi, demokrasi gösterisiydi ve beraatla sonuçlandı.”

“Peki, 32 yıl sonra bugün neden böyle oldu?” sorusuna karşılık Kazan,
Türk Ceza Kanunu’ndaki “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasını düzenleyen 299. maddeyi hatırlatarak, “Onu söylersem 299 olur..” dedi.

“Benzerliklerden biri de şudur: O dönemde Aydınlar Dilekçesi‘nde hiç muhafazakar ve mukaddesatçı imza yoktur. Onlar imza vermiyordu. Çünkü bunu komünist işi sayıyorlardı.
Bize bir Kenan Evren, bir de onlar karşı çıkıyorlardı. Dilekçe önce ve sonrasında ‘Komünistler ortalığı karıştırmak istiyor’ diye yazıyorlardı. Dikkat edin, bugün de aynı tepkileri veriyorlar.”

======================================

Ne diyelim Dostlar,

Birşeyler söylersek TCK 299’a girer mi? Cumhurbaşkanına hakaret etmiş olur muyuz ?
Ya da 1128 akademisyene dahil mi ediliriz??

Hayır hayır.. ürküye (paniğe) gerek yok..
Türkiye, yaşadığı tüm ağır sıkıntılara karşın serinkanlılığını korumalı, koruyabilmeli.
Türkiye çok deneyimli bir devlet elbette. Bu sorunlarını da dengeli politikalar ve uygulamalarla aşacak, aşmalı.

Daha somutu, HUKUK DEVLETİNİN VAZGEÇİLMEZ GEREKLERİDİR..
Akademisyenler toplumun öncü kesimleridir.
Okur, yazar, düşünür ve paylaşırlar..
Anayasada da bu bağlamda özel hüküm vardır :

Anayasa md. 130/4             :

“Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler.

Ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü
ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez
.”

Anayasa ilgili maddede önce özgürlük alanını tanımlamakta, hemen ardındn da “ancak” diye başlayarak temel kısıtını net biçimde koynaktadır.
*****

Türkiye, Doğu ve Güneydoğu’da son derece ciddi bir meşru savunma içindedir.
Bu savunma yer yer, etnik bölücü terör örgütü PKK saflarında yabancı kökenli hainlere
karşı da verilmektedir! Yitirilen canlarımzın sayıca haddi var hesabı yok! Her gün birkaç güvenlik gücü şehidi, sivil yurttaşlardan can yitikleri, gaziler veriyoruz.. Yöredeki çok sayıda masum insan, etnik bölücü Batı maşası örgütün vahşi baskısı ile Devletin meşru savunma yapan güçlerine karşı insanlık dışı biçimde kullanılmaya çalışılıyor..

Doğrudan polis karakollarına, jandarma – asker kışlalarına ağır silahlarla, roket atarlarla saldırı ne anlama gelmektedir? Dahası, polis lojmanlarını doğrudan hedef alarak masum sivil ve çocukları öldürmek ne demektir??

Oysa Uluslararası Cenevre Sözleşmelerinde savaş hukukunun temel kuralları tanımlanmıştır.

35 yıldır her bakımdan kapsamlı Batı destekli etnik bölücü örgüt, bu meydan okuma cesaretini neden bulmaktadır? Neden uluslararsı toplum, örneğin PKK’nın bu yöre halkına karşın, onların desteklemediği kalkışmasını gayrı meşru terör eylemi ve insanlığa karşı suç olarak ilan etmemekte, tersine desteğini sürdürmnektesdir? Neden ABD hala PKK – PYD için Suriye’de “kara gücümüz” demektedir? Neden Kandil’e kara harekatımızı engellemektedir?

BM-GK (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi) neden girişim içinde değil??
Sahi Türkiye, bu bağlamlarda ne denli atak dış politika izliyor??

Bir tesellimiz var ki, AİHM, Güneydoğuda sokağa çıkma yasağı hakkında tedbir konulması istemini (HDP eşbakanı tarafından) sanırız 5. kez reddetmiş ve Türkiye Devletinin güvenlik güçlerinin gereken tüm özeni göstereceğine ilişkin güven duyduğunu belirtmiştir.
Eh onu da yapmasaydı bari AİHM!..
(Bilindiği gibi Anayasa mahkemesi de sokağa çıkma yasağına tedbir istemini reddetmişti.. HDP’den bireysel başvuru sonrası AİHM’ne gidildi yeniden..)

*****

Türkiye’de, son verilerle yüz bine çok yakın sayıda Üniveriste öğretim elemanı vardır.
(900 bin de lise ve öncesinde öğretmenimiz var.. 1 milyonluk devasa bir ordu!)
Söz konusu bildiriye imza koyanlar 1128 kişiddir ve toplamın % 1’i kadardır (100 dolayında imzacı yurt dışından..). Endişe ve panik tepkisi vererek mağdur yaratmak, mağduriyet psikolojisi iklimi doğurmak ve hukuk devleti – demokratik toplum sınırlarını zorlamak Türkiye’nin yararına değil zararına olur.
Suçluların telaşı mıdır.. diye hiç haketmediğmiz sorularla karşılaşabiliriz.

Türkiye, asla linç baskısı – yargısız infaz gibi girişimler içinde olmaksızın özgüvenini korumalı ve söylenenleri ifade özgürlüğü içinde görmelidir. Biz bu bildiriye içerik olarak katılmadığımızı daha önce de bu sitede yazdık. Ancak, aklımıza Volatiré‘in çok önemli bir sözü geliyor :

  • Düşüncelerinizi paylaşmıyorum ancak onları ifade edebilmeniz için canımı bile verebilirim..
    Linç iklimi; ülkemizi daha da germek, ek mağdurlar kümesi yaratmak ve AİHM’de yeni davalar – olasılıkla aleyhte kararlar.. dışında bir kazanım sağlamayacaktır kanısındayız.Lütfen teenni, itidal ve sükunet…
    Yargıyı yönlendirmek – baskı altına almaya kalkışmak asla…
    YÖK’ü ve soruşturma yarışına giren üniversiteleri görmek çok üzüntü verici..RTE’nin söylemlerini ivedilikle yumuşatması gerek..
    Hiç kimseyi aşağılamak ve hakaret etkek hakkı asla yoktur!
    Topluma kötü örnek oluyor, balık baştan… örneği gibi..

    Bunca sert ve hakaret dolu ifade ve beden öfke saçan diliye ile birilerini hedef göstermek,
    bir devlet başkanına yaraşır eylemler değildir.
    Bu insanların can ve mal güvenliğinden de Devlet sorumludur.

    Sonra, birilerinin aklına “suçluluk psikoloji mi acaba?” diye “sakıncalı” sorular da takılabilir! Bölgede bunca silah biriktirimi, yerleşme, yapılaşma, değişim – dönüşüm, güvenlik güçlerini iğdişleştirme, kırda- kentte alan egemenliğini bölücü örgüte bırakma, örtük – açık vaatler …. yıllardır adına “ÇÖZÜM SÜRECİ” denen gerçekte ihanet sürecinin ürünü
    değil mi?

    Baştan sona hatalı – dış güdümlü Suriye’ye düşmanlık politikasının ürünü değil mi
    IŞİD katliamları?
    Masum insanlar, canlı bombalarla bir kezinde onlarcası kırımlara kurban gidiyor..
    Hem de kaç kez??!
    Sorumlusu kim??
    Üstelik bu facialarda cankurtarandan (ambulanstan) önce yayın yasağı getirilirken!?
    Gazeteciler uydurma suçlamalarla hapislere atılırken..
    Haber yapma, yayın yapma,  görüş açıklama… ama devlet başkanı ağzına geleni öfkeyle söylesin, herkesi aşağılasın, hakaret etsin, halkın gözünde küçük düşürüp – dışlatsın..
    Hatta hedef göstersin!

    Olacak şey midir??

    Sevgi ve saygı ile.
    16 Ocak 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

DSÖ; Dünya İnsanlık Günü’nde sağlık çalışanlarına teşekkür etti

 

DSÖ; Dünya İnsanlık Günü’nde
sağlık çalışanlarına teşekkür etti

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 19 Ağustos 12. Dünya İnsanlık Günü dolayısıyla
Dünyanın dikkatlerini insani krizlerde yardım çalışmaları yapan sağlıkçıların katkılarına ve fedakârlıklarına (AS: özverilerine) çekmek amacı ile DSÖ Genel Direktörü Dr. Margaret Chan imzası ile bir açıklama yayınladı.

DSÖ’nün açıklama metni şu şekilde                 : 

İlk Dünya İnsanlık Günü’nden bu yana on yılı aşkın bir zaman geçmişken acil durumlarda yardım çalışmaları yapanlardan beklenenler daha önce görülmemiş boyutlara ulaşmıştır: Bugün 37 ülkede 82,5 milyon insan yardıma muhtaç durumdadır. Maliyet de artmıştır ve tahminen (AS: kestirimle) 20 milyar Dolara ulaşmaktadır.

DSÖ belli başlı 5 insani krize yönelik yardımlarda başı çekmektedir. Batı Afrika’dan Yemen’e 60 milyonu aşkın insan geniş bir kapsam taşıyan sağlık hizmetlerine ihtiyaç duymaktadır.

İnsani yardımların merkezinde, çoğu kez kaynaklara sınırlı erişimi olan ve büyük tehditler altında çalışmak zorunda kalan, buna karşın kendilerini düşünmeden topluluklarına hizmet veren doktorlar, hemşireler, tıp teknisyenleri ve öbür sağlık çalışanları yer almaktadır.
Ön saflardaki sağlık çalışanları, Ebola gibi salgınların, doğal felaketlerin ve silahlı çatışmaların yarattığı
zorlu koşullarda milyonlarca insana sağlık hizmeti götürmüştür.
Batı Afrika’da 875 sağlık çalışanı Ebola enfeksiyonu kapmıştır ve bunların yarısından çoğu yaşamını yitirmiştir.

Bu çabalar, sağlıkçılara ve sağlık kuruluşlarına yönelik saldırıların sıklaşmasıyla daha da kahramanca bir özellik kazanmıştır. DSÖ 2014’te bu tür saldırılarla ilgili olarak 32 ülkeden 3723 bildirim almıştır. Bu olaylarda yaklaşık 1.000 kişi yaralanmış, 600’den çok kişi de yaşamını yitirmiştir.  Dünya çocuk felcinden tümden kurtulma noktasına yaklaşmışken,  2012’den bu yana Pakistan ve Nijerya’da 37 sağlık çalışanı ve onların yanındaki kişiler bilinçli olarak hedef alınmış ve öldürülmüştür.

Silahlı çatışmalar ve uzayan acil durumlar nedeniyle sağlık tesisleri sık sık tahrip olmakta, durumdan etkilenen nüfus kesimlerini yaşam kurtarıcı bakım hizmetlerinden daha da
yoksun bırakmaktadır. Bozulmuş sağlık sistemlerinin onarımı ise yıllar alabilmektedir.

Sağlık çalışanlarına ve sağlık tesislerine yönelik saldırılar, Cenevre Sözleşmeleri ve protokolleri dâhil olmak üzere uluslararası insani hukuka yönelik açık ihlallerdir.

Oysa bu anlaşmaların her durumda gözetilmesi gerekir. Sağlık çalışanlarının
hasta ve yaralıları herhangi bir ayrımcılık gözetmeden tedavi etme yükümlülükleri vardır.
Herhangi bir çatışmanın tüm tarafları bu yükümlülüğe saygılı olmalıdır.

Sağlık için insan kaynakları küresel stratejimizin bir parçası olarak DSÖ, sağlık çalışanlarının esenliğine, güvenliğine ve görevlerinin kutsallığına öncelik tanımakta, korunmaları adına
güçlü bir tutum almaktadır.

Sağlıkçılar insanın sağlık hakkını gözetmek için her gün çaba göstermektedir.
DSÖ, Dünya İnsanlık Günü dolayısıyla, sağlık alanında esin kaynağı olan bu kahramanların hakkını vermek için bir kampanya başlatmaktadır. Dünya İnsanlık Günü’nden başlayarak
Mayıs 2016’daki Dünya İnsanlık Zirvesi’ne dek olan dönemde DSÖ bu kahramanların öykülerini tüm dünyaya tanıtacaktır. (19.082015)

DSÖ Genel Direktörü Dr. Margaret Chan

=====================================

Dostlar,

DSÖ‘nün kurumsal kimliğine bayan başkanı meslektaşımız Sayın Dr. Margaret Chan’e
bu duyarlı iletisi için teşekkür doluyuz.

Açıklama, aynı zamanda oldukça bilgilendirici somut ve çarpıcı veriler içermektedir.
Batı Afrika’da son yıllarda 875 sağlık çalışanının Ebola enfeksiyonuna yakalanması
(Meslek hastalığı!) ve yarıya yakının ölmesi sorunun dehşetli boyutlarını sergiliyor.

Ülkemizde bir de sağlık çalışanına ve özellikle hekimlere dönük hasta ve yakınları,
yöneticiler kaynaklı fiziksel, ruhsal, sözel, ekonomik, yönetsel şiddet ve bezdiri (mobbing) şiddet uygulanmaktadır.

Öyle ki, bu saldırılar sağlık çalışanını vahşice ÖLDÜRMEYE dek varmaktadır.

Bu şiddetin başlıca kaynağı, Sağlık Bakanlığı’nın sağlık hizmeti kullanıcılarını (hastaları)
deyim yerinde ise şımartmasıdır (abuse). Sistemin özünde varolan ve giderek aryan sınırlamalar yüzünden sağlık çalışanı hastalarca sorumlu tutulmakta ve öfkesini bu insanlara yöneltmektedir.

SAĞLIK HİZMETLERİ, bir ülkenin – toplumun gereksinim duyduğu 1. numaralı vazgeçilmez hizmetlerdir. Gerçekten de “Her şeyin başı SAĞLIK” tır! O olmayınca eğitim de ol(a)maz!

– Ertelenemez,
– Yerine başka hizmet konamaz,
– Vazgeçilemez,
– Başkasına devredilemez,
– Fiyat pazarlığı yapılamaz,
– Sınırlandırılamaz (içeriği ve kapsamı hekimlerce belirlenen)…  hizmetlerdir.

(Daha fazlası için; http://ahmetsaltik.net/2012/06/02/health-economics-public-health-saglik-ekonomisi-ve-halk-sagligi/)

Bu genel özellikleri nedeniyle de piyasa hizmetlerine konu edilemeyecek özgül (spesifik) himetlerdir. Sunu – istem (arz -talep) yasasına uymazlar! Bu yüzden de tümüyle piyasalaştırılamazlar, özelleştirmeye doğaları gereği direngendirler.

Ne var ki, sermaye, günümüzde küreselleşen finans – kapital bu özel alanı da tümdem piyasaya açarak sağlık hizmetleri ve gereçlerini de (ilaçlar, tıbbi teknik gereçler!) metalaştırmaktadır.
Özlediği ve hak ettiğine inandığı sağlık hizmetine erişemeyen yurttaş, “müşterileştirildiğini” unutmakta ya da hazmedememekte ve sağlık çalışanlarınca engellendiği sanrısına (hezeyan) kapılmaktadır..

Bu tablo sürdürülemez ve hukuka uygun olmadığı gibi ahlak dışıdır.

Neo-liberal yabanıl (vahşi) sağlık politikaları terk edilerek,
SAĞLIK HİZMETLERİ HERKESE DOĞUŞTA KAZANILAN BİR HAK
(İHEB md. 25 vd.) OLARAK KAMU SORUMLULUĞUNDA VERİLMELİDİR..

Sağlıkta şiddetini köktenci çözümü, halktan yana, ulusal (IMF-DB dayatması değil!),
kamusal sağlık sistemidir. (Daha fazlası için bkz. http://ahmetsaltik.net/2013/01/26/saglikta-siddetle-basa-cikmak-ttb-raporu/)

Sevgi ve saygı ile.
26 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Şahin MENGÜ : Açılımda Büyük Tuzak

Dostlar,

Sayın Av. Şahin Mengü, çok kıdemli (40+ yıl) bir hukukçudur. Bir önceki dönemde
CHP Manisa milletvekili idi. TED mezunudur ve çok iyi İngilizce bilir. Son derece cesur ve sözünü esirgemeyen bir aydındır. Milli Anayasa Forumu toplantılarına çok katkı vermiştir AYDINLIK‘taki yazıları ile de ülkemize karşı “aydın” sorumluluğunu yerine getirmeye çabalamaktadır.

Açılımda Büyük Tuzak” başlığıyla aşağıya aldığımız yazısı tarihsel önemdedir.

Özellikle AKP hükümetine olmak üzere, TBMM’ye son derece ciddi bir uyarı demetidir.

Açıkça bir uluslararası hukuk dersi gibidir. Sayın Mengü, bu yazı ve içeriği için,
kritik uyarıları yapmak için donanım olarak yetkindir hatta profesyoneldir.

Türkiye’nin bu yazıyı dikkatle, satır satır okuyarak altını çizmesi ve
adımlarını buna göre atması zorunludur.

Yazı, nelerin yapılMAması gerektiğini de doğallıkla içermektedir.

Bu sabah (22.3.13) kendilerini telefonla arayarak kutladık ve bir kez daha, bu yazı çoook açık olmakla birlikte, bir de, ülkemizin elini kolunu bağlamamak üzere, dönülmez çıkmaza sokmamak üzere NELERİN YAPILMAMASI GEREKTİĞİNİ de yazmalarını rica ettik.

Önümüzdeki günlerde, sağolsunlar, Sayın Mengü, bu yazıları ile bağlantılı olarak,
bir kez daha, sağır sultanlar da duysunlar ve YÜCE DİVANLIK SUÇ işlemesinler, güzelim-caaaanım Türkiye’mizi açmaza düşürmesinler diye, NELER YAPILMAMALI’yı yazacaklar..

Kendisine, bu çok değerli katkıları için tarih önünde şükran borçluyuz.

Aman, sağduyu… ULUSAL ÇIKARLARIMIZI en öne koyarak..

Sevgi ve saygı ile.
22.3.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Av. Şahin MENGÜ

sahin mengu

Açılımda Büyük Tuzak

İmralı tutanaklarından hatırlayacaksınız;

Abdullah Öcalan’ın “ne ev hapsi, ne af,  buradan hep beraber özgürce çıkacağız..” dediğini ve ayrıca da, PKK terör örgütünün Türkiye dışına çıkışı içinde,
“Meclis kararı” istediğini öğrenmiştik.

Uluslararası hukuk bilgisi isteyen bu söylem, Abdullah Öcalan’ın kendi fikri olamaz.
Bunun, O’nu yönlendirenlerin fikri olması gerekir.

İktidarın bugüne dek sergilediği hukuk dışı ve Yüce Divanlık suç oluşturan tutum ve davranışları, PKK’ya dolaylı tanıma sağlayarak onu zaten uluslararası hukukun süjesi haline getirmişti.

Yani, Devletin, kendisi ile müzakere ediyor olması; örgütün elindeki görevlilerini örgüt bayrakları altında, törenle, imzalanan protokolle teslim alması; örgüt militanlarının Habur skandalında olduğu gibi “üniformalarıyla” mahkeme karşısına çıkmalarına ve ülkeye girmelerine izin vermesi ile PKK; Türkiye Cumhuriyeti tarafından fiilen tanımıştır.

Tanıma: Bir uluslararası hukuk kişisinin (Türkiye Cumhuriyeti) kendi dışında oluşan,
belli bir olayı, bir durumu, bir belgeyi ya da bir iddiayı (PKK’nın söylem ve faaliyetleri) kendisi (Türkiye Cumhuriyeti) bakımından yasal kabul ettiğini ve hukuksal ilişkilerini
bu yolla kabul edilen veriler üzerine kuracağını bildiren bir hukuksal işlemdir.
Tanıma bir antlaşma ile yapılabileceği gibi tek-taraflı bir işlemle de (PKK terör örgütü ile görüşmeye başlamak, PKK’nın elinde bulundurduğu Türk vatandaşlarını tutanak ile
teslim almak, PKK’nın yurt dışına çıkışı için Meclis kararı çıkartmak ya da yasal düzenleme yapmak) yapılabilmektedir.

Terör örgütlerinin uluslararası alanda ulaşmak istedikleri temel amaçlardan birisi de  “savaşan taraf” statüsünü kazanarak, uluslararası insani hukukun süjesi haline gelmek olduğu bilinen bir gerçektir.

İşte gerek İktidarı yönlendirenler gerekse  Abdullah Öcalan’a akıl verenlerin
yapmak istedikleri, PKK’ya ve dolayısıyla onun şehir örgütlenmesi olan KCK’ya “ayaklanan / savaşan statüsü” kazandırmaya çalışarak onu uluslararası hukukun
bir süjesi haline getirmektir.

Abdullah Öcalan’ın istediği Meclis desteği bunu elde etmek için gereken ama aslında
şart da olmayan son adımdır. Abdullah Öcalan’ın istediği ve Adalet Bakanının da
“PKK’nın çekilmesi için yasal düzenlemelere ihtiyaç olabilir..” açıklaması ve buna yönelik yasal düzenlemelerin yapılması, PKK terör örgütünün fiilen tanınması yanında,
yasal bir düzenlemeyle “Ayaklanan / savaşan statüsü” Türkiye tarafından hukuken de  tanınması olacaktır.

PKK’nın bu statüye kavuşması ile artık onun elebaşısı, bebek katili Abdullah Öcalan
ve öbür PKK tutukluları “Savaş tutsağı” işlemi göreceklerdir. Savaş tutsaklarının, çatışmanın fiilen sona ermesi beklenmeden de kimi koşullarda serbest bırakılması olanaklıdır.

Dikkat edilirse PKK ve siyasal uzantısı BDP, kaçırılan kamu görevlileri ve öbür vatandaşlarımızdan ve Türkiye Cumhuriyeti cezaevlerinde bulunan yandaşlarından “tutsaklar” diye bahis etmektedirler. Dağdaki ve şehirdeki teröristlerden de “Gerilla” diye söz ederek kendilerine fiilen “ayaklanan / savaşan statüsü” vermeğe çalışmaktadır.

Bu statünün hukuksal kaynağı, 1949 yılında Cenevre’de imzalanan ve Türkiye’nin de
taraf olduğu 3 anlaşmanın ortak maddesi olan 3. maddesinden kaynaklanmaktadır.

Bu madde, sözleşmelere taraf devletlerden birisinin toprakları üzerinde yaşanan uluslararası nitelikte olmayan silahlı ihtilaflarda tarafların bağlı olacağı hükümleri düzenliyor.

Cenevre Sözleşmeleri‘nin ortak 3. maddesi hükümlerinin” dahili bir silahlı çatışmaya uygulanabilmesi için kimi koşulların varlığı gerekiyor. Nedir bu koşullar?

Hükümete karşı savaşan örgütlü bir silahlı güç var mı?
Var. PKK terör örgütü.

Bu gücün, eylemlerinin sorumluluğunu alacak bir otoritesi var mı?
Var. Başta terörist başı olmak üzere, emir komuta kademeleri var.

Belli bir bölgede mi hareket ediyor?
Genellikle öyle.

Sözleşme hükümlerini uygulama araç ve olanaklarına sahip mi?
Sahip denebilir! Elindeki rehineleri törenle ve protokol imzalayarak
Devlete teslim edebiliyor.

Yasal hükümet, karşısındaki silahlı güce karşı silahlı kuvvetlerini kullanıyor mu?
Evet!

Bu silahlı ihtilaf uzun süredir devam ediyor mu?
Evet. 30 yıldır.

Bu çatışmalar başka devletleri içine almamış ve genel olarak devletin sınırları içinde kalmış durumda mı?
Evet, yalnızca Türkiye toprakları içinde.

Başkaldıran taraf (PKK), Devlet niteliğini gösteren bir örgüte sahip olduğunu
iddia ediyor mu?
Ediyor, KCK bunun için var.

Bu sivil otorite (KCK), belli bir bölgedeki nüfus üzerinde fiili bir yetki kullanıyor mu?
KCK’nın bu konuda çok mesafe aldığı muhakkak

Devlet, karşısındaki gücü “savaşan” olarak tanımış mı ?
Şu an için fiili bir tanımanın var olduğu kesin. Zira Devlet, karşısındaki güç ile müzakere ediyor. Örgütün elindeki görevlilerini örgüt bayrakları altında, törenle, imzalanan protokolle teslim alıyor. Örgüt militanlarının Habur skandalında olduğu gibi “üniformalarıyla” mahkeme karşısına çıkmalarına ve ülkeye girmelerine izin veriyor.
Böylece, o üniformaları da tanıyor.

  • İktidarın belki bilerek, belki bilmeden sergilediği bu tür davranışları nedeni ile
    PKK fiilen uluslararası hukukun sujesi haline gelmiş durumdadır.
Ayrıca Adalet Bakanı da PKK terör örgütünün yurt dışına çıkışı ile ilgili yasal düzenleme yapılacağını söyledi. Bu yapıldığı anda “hukuksal tanıma” da gerçekleşmiş olacaktır.

Şimdi bunun uluslararası hukuktaki adının konulması aşaması kalmıştır.
O aşama da geçilince, konu artık Türkiye’nin “terörle mücadelesi” konusu olmaktan çıkacak, uluslararası toplumun konusu haline gelecektir.

Artık PKK ayaklanan veya savaşan taraf haline geldikten sonra, Abdullah Öcalan’a uygulanacak statü de buna uygun olacaktır. Örneğin “PKK terör örgütü bütün ögeleriyle Türkiye’yi terk edecek..” dediğiniz zaman, acaba Abdullah Öcalan da
bu unsurların en başındaki kişi olarak kabul edilecek ve O da mı hudut dışı edilecektir?
Edilirse, “İmralı Tutanaklarında” ortaya çıktığı gibi,

  • “Ne ev hapsi, ne af, buradan yürüyerek çıkacağız, hepimiz özgür olacağız..”
sözü bu statü değişikliğini mi yandaşlarına  müjdeliyordu?

Son İmralı heyetinin okuduğu Öcalan mektubunda Meclis’i göreve çağırması da
bu nedenle miydi?

Sızan haberlere göre, PKK militanları önce sınır dışına gönderilip Birleşmiş Milletler  denetimindeki bir kampa yerleştirilecekmiş. Böyle bir durumda Türkiye, olayın Birleşmiş Milletler’in ilgi alanına girdiğini kabul etmiş olacaktır. Katil başı da bunun için
TBMM kararında ısrar etmektedir

O zaman Başbakan “ne ev hapsi, ne de af çıkarttım” diye yemin etse başı ağrımayacaktır.

Abdullah Öcalan ve hempalarına “statü” yü Türkiye Cumhuriyeti Devleti vermeyecek, uluslararası hukuk verecek.

O zaman da bölücülerin “Öcalan’a af – Kürtlere statü” slagonun yaşama geçtiğini, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan, söylediği biçimde yürüyerek çıktığını ve bölünmeye giden yolun açıldığını göreceğiz. (21 Mart 2013)

Av. Şahin Mengü
http://sahinmengu.blogspot.com/2013/03/acilimda-buyuk-tuzak.htmlhttp://sahinmengu.blogspot.com/2013/03/acilimda-buyuk-tuzak.html