Etiket arşivi: Başbakan Menderes

Din Duyguları Sömürücülüğü

Alev Coşkun
Alev Coşkun
27 Kasım 2022, Cumhuriyet

Siyasal iktidar Meclis’teki AKP+MHP tabanına dayanarak türbanla ilgili bir anayasa değişikliği tasarısı vermeye hazırlanıyor. AKP buna, CHP’nin başörtüsünü yasalaştırma girişimiyle başladı. Bugünlerde İran’da kadınlar mollalara karşı başörtüsü mücadelesi verirken Atatürk’ün kurduğu CHP’nin bu yolda yürümesi büyük bir çelişkidir.

Gerçekte sorun türban değil, sorun kutsal din duygularının politik yaşamda kullanılmasıdır. Tanzimat’tan (1839) bu yana 150 yılı aşan toplumsal tarihimizde dinle ilgili konular Türk siyasal yaşamına egemen olmuştur. Temel amaç da kutsal din duygularının oy devşirmek amacıyla kullanılmasıdır.

İLERİCİLİK-TUTUCULUK

İlericilik, muhafazakârlık (tutuculuk) ikilemi Türk siyasal yaşamında sürekli olarak etkin olmuştur. Bu ikilemin köklerinde Batılılaşma yanlılarıyla, muhafazakârlar arasındaki çatışma vardır. Bu çelişki aslında, 1908’de II. Meşrutiyet döneminde başlıyor. II. Meşrutiyet’in öncü partisi İttihat ve Terakki’ye (Birleşme ve İlerleme) karşı Hürriyet ve İtilaf (Hürriyet ve Uyuşma) Partisi kurulmuştu. İttihat ve Terakki ilericiliği, Hürriyet ve İtilaf muhafazakârlığı, tutuculuğu temsil ediyordu.

Bu ikilem Milli Mücadele’de, Birinci Meclis’te de sürdü. Birinci Meclis döneminde “Müdafaa-i Hukuk” grubuna karşı oluşturulan “İkinci Grup” temelde tutucuydu. Üyelerinin çoğunluğu medrese kökenli hocalardan oluşuyordu ve muhafazakâr-ilerici çelişkisi açıkça görülür.

Cumhuriyetin ilanından sonra, Türk siyasal yaşamındaki ilk siyasal parti 17 Kasım 1924’te kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)”dır. Bu partinin adında “Terakkiperver” (ilerici) ve “Cumhuriyet” olsa da partiyi kuran Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Refet Bele gibi liderler temelde padişahlık ve hilafetin sürmesini istiyorlardı. Partinin programında “Parti, efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” maddesi yer alıyordu ve parti, bu “dini düşünce ve inançlara saygılıdır” (AS: halka ve dinsel inanca) ilkesini bayraklaştırmıştı. Böylece yüzyıllardır kökleri olan tutuculara, bağnazlara, hurafelere inananlara hitap ediliyordu.

Atatürk, Nutuk’ta bu konuda şöyle diyor :

  • “Cumhuriyet kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyeti doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’ ve hem de ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ adını vermiş olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir?”
  • “Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını ileriye süren yeni parti, (…) Dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: “Biz hilafeti yeniden isteriz; (…) medreseler, tekkeler, (…) müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz! Çünkü Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı. İslamiyete zarar veriyor; sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir” diye propaganda yapıyordu.” (Nutuk, s.601.)

Partinin kuruluşundan dört ay sonra, 13 Şubat 1925’te Doğu’da şeriat isteyen Şeyh Sait ayaklanması başladı ve 3 Haziran 1925’te parti kapatıldı. TCF’nin kapatılmasından bir yıl sonra, Atatürk’e yönelik İzmir suikast girişiminin ortaya çıkışı (14 Haziran 1926) ve kimi TCF ileri gelenlerinin bu suikastla ilişkilerinin bulunması nedeniyle cezalandırılmaları, siyasal yaşamı etkiledi.

SERBEST CUMHURİYET PARTİSİ

1925-30 Aydınlanma Devrimleri’nin uygulamaya sokulduğu dönemdir.

  • Eğitim birliği yasası,
  • Alfabe Devrimi,
  • laik hukuk,
  • laik eğitim,
  • tekke ve zaviyelerin kapatılması

    toplumun çağdaşlaşmasını sağlıyordu. Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasının üzerinden beş yıl geçmişti. Atatürk, Meclis’te gereken denetimin yapılması için bir siyasal partinin kurulmasını istiyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapmış olan Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre Atatürk, “kurulacak yeni partinin, devrimin ruhu demek olan laiklik ilkesini peşinen kabul ve ilan etmesi gerektiğine inanıyordu.”

Eski arkadaşı Fethi Okyar’ı bu konuda ikna etti. Yeni partiye kız kardeşi Makbule Atadan, çocukluk arkadaşı Nuri Conker, Tahsin Uzer, Ahmet Ağaoğlu, Reşit Galip, eski hocası Nakiyüddin Yücekök ve Mehmet Emin Yurdakul katıldılar. Fethi Okyar “liberal” ekonomi yanlısı söylemler üzerinde dururken partiye katılanlar dini siyasete alet etmekten kendilerini alamıyorlardı. Atatürk’ün hocası bile… Bu konuda Falih Rıfkı Atay ne diyor, bakalım.

Serbest Fırka’nın kurulması üzerine Yalova’ya  Atatürk’ü görmeye gittim… Daha üç gün içinde kendi kız kardeşinin Yalova köylerinde mukaddesatçılık (kutsal din) propagandası kolaylığına dayanamadığını öğrendim. Atatürk’ün bu yeni partiye geçen eski hocası (Nakiyüddin Yücekök) Kütahya’da, iktidara gelince ilk işleri tekkeleri açmak olacağı müjdesini veriyordu…”

“… Bu gelişmelerden birkaç ay sonra, Atatürk kendi partisi ile seçime girseydi azınlıkta kalacağına şüphe yoktu. Çoğunluğu alacak olanlar ise düpedüz gericilerdi. Kurtarıcı devrimler yıkılıp gidecekti. Aşar (köylüden alınan 1/10 tarım vergisi) ki Anadolu köylüsünü yüzyıllarca inletmiştir, kıvrandırmıştır, bütçenin başlıca gelir kaynağı iken, Atatürk bir kalemde Türk köyünü bu beladan kurtarmıştır, hocalar halka: ‘Bu din borcu idi.. Kalktığı için tarlanızdan da bereket kalktı’ diyorlardı. Aksi gibi havalar da kurak gidiyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.84.)

İZMİR OLAYLARI

12 Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) Başkanı Fethi Okyar, 22 gün sonra 4 Eylül’de İzmir’e gitti. SCF yandaşları İzmir’de önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin binasını taşladılar. Ardından Atatürk devrimlerini savunan “Anadolu” gazetelerine saldırdılar. Çatışmada iki kişi öldü, 14 kişi yaralandı.

7 Eylül günü yapılan mitinge katılanlardan kimileri, şapkaları yere atarak çiğnemeye başladılar.

12 Eylül’de Balıkesir’e giden Okyar yeşil bayraklar ve tekbirlerle karşılandı.

SCF’ye sızan karşıdevrimciler yeni Türk harflerinin ve şapkanın kaldırılacağını, medreselerin açılacağını, hatta halifeliğin geri getirileceğini halk arasında yayıyorlardı. Meclis’te milletvekilleri Serbest Fırka yöneticilerinin, gerici eylem ve etkinliklere göz yumduğunu örnekler vererek açıkladılar. Bunun üzerine 17 Kasım 1930’da Fethi Okyar, parti yönetim kurulunun aldığı kararla partinin kapatıldığını açıkladı.

‘CUMHURİYETİN TEMELİ LAİK DÜNYA GÖRÜŞÜDÜR’

Serbest Fırka’nın kapatıldığının açıklanmasından bir ay sonra 20 Aralık 1930’da Atatürk’ün Kırklareli’nde yaptığı konuşma çok önemlidir. Atatürk şöyle diyordu:

  • “Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçırılmamalıdır.”

Bu konuşmadan yalnızca üç gün sonra 23 Aralık 1930’da Menemen’de bir gerici ayaklanma baş gösterdi. Derviş Mehmet, yeşil bayrak açarak halkı ayaklanmaya çağırdı. Engel olmak isteyen yedek subay öğretmen Kubilay’ın başı kesildi ve sırığa takılıp halk arasında dolaştırıldı.

Menemen olayı kuşkusuz yeni Cumhuriyetin tarihinde bir dönüm noktasıdır.

ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ

Tek parti döneminde yapılan devrimler henüz toplumu dönüştürebilecek kadar yerleşmeden II. Dünya Savaşı başladı. Savaş bitince Türkiye yeni dünya düzeninde yer almak istiyordu. 1945’te, 19 Mayıs töreninde Cumhurbaşkanı İnönü, “demokratik açılımların süreceğini” söyledi. Sonunda, 7 Ocak 1946’da DP kuruldu, dört yıl içinde gelişti ve 14 Mayıs 1950 genel seçimlerini kazandı. Devrimleri yapan CHP barış içinde iktidarı DP’ye devretti.

DP’NİN DEVRİME KARŞI İLK HAREKETİ

Başbakan Menderes, Meclis’e sunduğu hükümet programında, Atatürk devrimlerini, “Millete mal olmuş ve olmamış” diye ikiye ayırıyor ve “millete mal olmuş devrimlerin saklı tutulacağını” belirtiyordu. Böylece devrimleri istenen ve istenmeyen diye ikiye bölüyordu. Karşıdevrim başlamıştı.

  • Menderes, Meclis’te milletvekillerine açıkça,
  • “Siz isterseniz hilafeti de geri getirebiliriz” demiştir.

İktidarının birinci yılında DP,
– Aydınlanma Devrimleri’nin halka ulaşmasını sağlayan Halkevlerini,
– ardından Köy Enstitülerini kapattı.
– Arapça ezanın tekrar okutulmasını ve
– imam hatip okullarının açılmasını sağladı.

Atay (AS: Falih Rıfkı) dinin politikaya alet edilmesiyle ilgili şöyle diyor:

  • “Tuhaftır, Serbest Fırka denemesinde nasıl bir eski Harbiye hocası tekkecilikle seçim yatırımına çıkmışsa, demokrasiye giriş yılında da bir üniversite profesörü Ankara köylerinde Arapça ezan ile dolaşıyordu.” (F.R. Atay, Kurtuluş, s.86.)

1957 seçiminden sonra halk kitleleri arasında giderek gücünü kaybeden DP, dinsel propagandaya daha da sarıldı. Başbakan Menderes, 19 Ekim 1958’de Nur tarikatı lideri Said Nursi’nin yaşadığı Emirdağ’a gitti. Orada hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bayrakla karşılandı. Bu ziyaretten sonra Said Nursi yurtiçinde gezilere çıktı.

1960’tan sonra kurulan sağ görüşlü, muhafazakâr partiler; Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi, Milli Selamet Partisi ve en sonunda AKP dinsel duyguları kullanmaktan vazgeçmediler. Her geçen gün daha da ileriye gittiler. Atatürk devrimlerini koruması gereken parti, yani CHP dinsel konularda ödün verdikçe sağcı partiler daha fazlasını istediler.

17 Kasım 1947’de toplanan CHP kurultayı bir dönüm noktasıdır. CHP’nin “laiklik” ilkesi yüzünden oy kaybettiği belirtiliyor, imam hatip okullarının açılmasına, okullarda isteğe bağlı din dersleri okutulmasına karar veriliyordu.

  • Aslında CHP’nin tutacağı tek bir yol vardı: Atatürk ilkelerine sımsıkı sarılmak.
    Asla ödün vermemek Atatürkçü gençler için bir kale olmak

70 YILLIK ÇOK PARTİLİ DÜZEN

1950’den bugüne 72 yıldır çok partili sistemdeyiz. Bu dönemde iki askeri darbe (12 Mart ve 12 Eylül) siyasal İslamın önünü açtı. Bu dönemin en az 65 yılında ülkeyi sağcı, muhafazakâr partiler yönetti. Demirel, Özal, Çiller tarikatlara olanak tanıdılar. AKP’nin son 20 yılı, siyasal tarihe açıkça “siyasal İslam iktidarı” olarak geçecektir.

AKP’nin sloganı “dindar ve kindar nesil yaratmak”tır. Kime karşı kindar o bellidir:
Atatürk ve devrimlerine” karşı…

Siyasal tarihçiler bu dönemde en başta Gülen tarikatının devlete ortak edildiğini yazacaklardır.

Erdoğan, Gülen’e açıkça “Ne istediniz de vermedik?” dedi. 

15 Temmuz 2016 bir casusluk, bir terör, bir karşı ihtilal girişimidir. Gülenciler gitti ama şimdi bürokraside, jandarmada, TSK’de yeni tarikatların güçlendiği söyleniyor, yazılıyor. Hatta bu konuda Meclis’e soru önergesi veriliyor.

MERKEZ PARTİ KAVRAMI

Merkez parti Batı’da temel ilkeleri “statüko”yu, koruyan partidir. Bizde ise dine, tarikatlara ödün veren parti demektir. Bu partiler 1946’dan itibaren (başlayarak) aşırı milliyetçi ve İslamcı görüşleri benimsiyorlar, bunlardan medet umuyor ve oy devşiriyorlar.

  • CHP’nin bir devrimci parti olarak temel görevi,
  • Aydınlanma Devrimleri’ni korumak olmalıdır.

Dinsel konular, popülist yaklaşımlar ve bu konularda ödün vermekle bir yere varılamaz. Bu yaklaşımlar oy da getirmez. Dine bağlı kitleler aslı varken taklitlere oy vermezler. Bu bir denge, adeta bir tahterevalli olayıdır. Sen devrimci parti olarak ne kadar ödün verirsen karşıdevrimciler bunları alır ve daha da fazlasını ister.

Toplumsal gelişme tarihimiz gösteriyor ki din devleti yaratmak isteyenlerin tek isteği çok partili demokrasidir. Atatürk’ün Aydınlanma Devrimleri’ne karşı çıkmanın en kestirme yolu budur. Üstelik bu yol hukuk ve anayasaya da uygun bir yoldur. Ne yazık ki 70 yıldır bu strateji adım adım uygulanmıştır ve uygulanması sürüyor.

  • Siyasal dincilik, laiklik karşıtı bir ideolojidir.
  • Bu ideoloji ulusalcılığa ve ulus devlete karşıdır.
  • Bu nedenle yurttaşların eşitliğine, milli egemenliğe de karşıdır.
  • Atatürk devrimlerine tamamen  (tümüyle) karşıdır.

Bu gidişi tersine çevirecek güç yeni yetişen gençliktir. Atatürk’ü anlayan ve özümseyen yeni bir dip dalgası gerçeğinin farkında olmalıyız,

  • Atatürk yaşayacaktır.
  • Türk Aydınlanması ilerlemesini sürdürecektir.

Dalında olgunlaşan Zeytinler gibi…



Dalında olgunlaşan Zeytinler gibi…  
Dr. Mehmet Uhri’nin bir anısı

Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık o sıcak yaz günü Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde.
Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe karşın
arıza bulamamışlardı.

Displaying

Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe’ye kadar gidebilmiştik. Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla*. Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olabileceğini söyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motorun çalışmasını izledi. Motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden söz etti; Bir süre daha bakındı. Sonra “buldum galiba” diye haykırdı.

“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Olasılıkla kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı.” dedi.  Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor, eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu.

Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp, geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü
Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;

– Doktor musun?
– Evet.
– Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız.Hep birlikte
Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının yakınmalarını dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için önerilerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.

*

Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm.  Şaşkınlığım daha da artmıştı. Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın
gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu, 39 yıl devlet hizmetinde, Ege’nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe‘ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup
büyük kente gittiğini, burada hanımıyla başbaşa yaşadığından dem vurdu.

– Neden buraya yerleştin?
– Ben okumayı, yazmayı, yasamı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti.
Ben Savaştepe Köy Enstitüsü‘nün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel Maarif Vekili iken ilk Köy Enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben yaşamı, bir şeyler öğretmenin
nasıl mutluluk verdiğini.Ayrılamadım buralardan.

– Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?
– Dedim ya, bilmezsiniz sizler, Köy Enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu?
O zamanın okulları sanırsınız, halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek pişirmeyi, bozulan bir şeyi tamir etmeyi,  örgüyü…  hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Yaşamı öğrendik ve öğretmen olup yaşamı öğrettik çocuklara.
– Yani elinizden çok iş geliyor.

– Köy enstitülerinde düşünmeyi – soru sormayı – aklını kullanmayı – ‘öğrenmeyi’ öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti.

– Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız.  Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
– Nasıl yani?
– İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;
– Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyvedir insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir bölümünü sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını, buruşup bu duruma gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli duruma getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup yaşama hazırladığımızı sanıyor, ya şişiriyor, ya da buruşturup  atıyoruz insanları.

“Sizin Köy Enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi?” diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.

– Hurma zeytini bilir misin?
– Bilmem. Hiç duymadım.
– Ege’nin kimi yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır, ama her yıl Kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır; dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
– Eeee.
Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi, insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de öbür insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyor, yaşama hazırlıyorlardı insanı.

Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.

– İşte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti.

Vedalaştık.

Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.

___________

  • Hüseyin Kocakülah ve söyleşi yapan Dr. Yasemin Bradley

==========================================

Dostlar,

Bu öyküyü birkaç yıl önce meslektaşımız Dr. Mehmet Uhri e-ileti olarak bize de yollamıştı sağolsun. Epey dolaştı da internette. Son olarak Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız
bir kez daha dağıtım yapmış. Biz de bu çok değerli ve düşündürücü anıyı paylaşmak istedik.

İşte Köy Enstitüleri böylesine akılcı bir Devrim atılımı idi..
Büyük ATATÜRK döneminde düşünsel olarak hazırlandılar ve 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı yasası çıkarılarak yaşama geçirilmişler, ülke genelinde 21 noktaya dağılmışlardı. 1954’te ise Başbakan Menderes yönetimindeki DP (Demokrat Parti) tarafından TBMM’de kapatılmışlardı.

Koy_Enstituleri

Sayın Hüseyin Kocakülah’ın betimlemesi ne denli yerinde :

– Köy enstitülerinde düşünmeyi – soru sormayı – aklını kullanmayı – ‘öğrenmeyi’ öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…

Ülkemizin benzer bir laik – bilimsel – akılcı – uygulamalı – karma ve ULUSAL eğitim sistemine gereksinimi var.. Hem de öyle çok ve ivedi ki..

Dr. Uhri‘ye, bu önemli anıyı yazarak paylaştığı ve kalıcılaştırdığı için teşekkür borçluyuz.
Kendisine e-ileti ile bilgi verdik ve teşekkür ettik..
Benzerleri varsa, sitemize konuk olmasını dileriz..

Sevgi ve saygı ile.
08.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ATATÜRK DİKTATÖRDÜ DEĞİL Mİ?

ATATÜRK DİKTATÖRDÜ DEĞİL Mİ?
(-Günümüzün İleri Demokrasi Manzarası “Kedidir Kedi”)

portresijpg
Prof. Dr. Kemal Arı 

Türkiye’nin şu haline bakın…

Olup bitene bakarak, normal bir insanın ülkesi için üzülmemesi olanaklı mı?

Ben de çok üzülüyorum…
Hukuk ayaklar altında
Hukukun üstünlüğünün ruhuna “el fatiha”…

Sandık kurulları başına gidip, oradan ya da buradan olsun, Türk siyasetinde “tebarüz” etmiş kişilerin, “Dağıtırım burayı!” efelenmeleri…

Seçim gecesi, ardı ardına üç dönem belediye başkanı olmuş bir kişinin oğlunun,
sanki mafyavari bir biçimde yanındaki adamlarla oraya buraya koşturmaları…

Akıl almaz kimi savlar; halkın vicdanında korku salma eğilimleri…

Yok yüz kişi olay çıkartmak amaçlı Ankara’ya gelmiş;
beklenmedik suikastlar olacakmış söylentileri…

  • Seçim gecesi elektrik kesintisinin sorumlusu olarak suçlanan sokak kedileri
    (AS : AKP’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız tarihe geçmiştir bu açıklaması ile!)

Çok kişinin sandıklardan çıkan sonuçlarla ilgili kafasında sabitleştirdiği
“Bu işte bir katakülli var; sahtecilk kokusu geliyor her yandan” yargısı….
Bu algıyı destekleyen oradan buradan medyaya düşen görüntüler…
Hiç düşündük mü; bizim mahallede bunlar oluyor da, dışarısı bizi nasıl görüyor?
“Bu mu sizin ileri demokrasiniz” diye tiye almıyorlar mı içten içe sanıyorsunuz?Gülünecek hallere düştük, iyi mi?

Ve işin en acınası yanı:
Batının özlemini duyduğu demokrasinin bizde olduğu gibi garabet dolu sözler…
21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, 90. yılını aşmış Cumhuriyette,
65 yıllık demokrasi deneyiminin geldiği nokta bu noktadır.
Oh ne güzel… O denli ileri bir demokrasimiz varmış ki;
Batı bile bizim demokrasimizin özlemini duyuyormuş.

Ne dersiniz, Batı bu özlemin ve ilhamın etkisiyle bizdeki demokrasi kültürünü ve
düzeyini alıp, kendine uygulayıp, birkaç yüz yıl ileri fırlıyor mu bir de?
Olmaz olmaz demeyin; niçin olmasın, yaradan Rabbim, nelere kadir!…
O zaman övünürüz:
“Ey Batı…. Demokrasiyi sen öğrendin bizden sen!
Gel vatandaş gel, ileri demokrasiye gel!”

İleri demokrasiyle yetinmedik; bir de buna yeni bir kavram ekledik:

  • “Kedili Demokrasi”

“Kedidir kedi” sözüyle, bütün kedilik alemi de böylece demokrasi tarihine geçmiş oldu…
Kedili demokrasi, klasik demokrasiyi bile yaşayamayan bir toplum için;
ilerinin de ilerisinde bir ütopyanın gerçekleşmesi gibi…

Masum kediciğe mikrofon uzatılmış; bir gazeteci soruyor:

Seçim gecesi elektrikleri sen kesmişsin! Ne diyorsun buna?
Kedicik son derece masum, sevimli; ama şaşkın ve ürkmüş bir durumda…
Sesi iyice incelmiş; kendi masumiyetini kanıtlama derdinde mırıldanıyor:
“Suçsuzum ben!”

Güler misin ağlar mısın?

Sosyal medyanın yaratıcılığı da bir alem… Kediye bir tutsak elbisesi giydirilmiş,
altına da eklenmiş: “Kedi Şerafettin Suçüstü Yakalandı!”

Enerji bakanımız tutup, seçim gecesi 36 ilde elektrik kesintileri “Kediler yapmış olabilir!” dediğinde şimdi biz, sayın bakanın bundan kedileri hedef gösterdiğini anlayıp;
bir de kedi avına çıkacak kadar demokrasi kültürü olan bir millet olduğumuzdan…

Vesaire vesaire…
Kedi olmak da zormuş be kardeşim!
Sokaklarda itil kakıl; çöplerden çöplere fırlayarak karnını doyurmaya çalış;
bir de Mart sendromunu atlatamadan gelsin seni koskoca bir sistem,
Türkiye’nin yazgısıyla düğümlenmiş bir gecede, büyük kuşkular, kaygılar ve savlar ortaya dökülmesine neden olan elektrik kesintisinin nedeni olmakla suçlasın iyi mi?

Bunun ötesi var mı?
Var…
Çünkü hep söylenir, biliyorsunuz.

  • Atatürk bir diktatördür. O, demokrasiyi değil,
    otokrasiyi ve hatta bir diktatörlük rejimini bu ülkeye dayattı”…

Açın 14 Aralık 1953 tarihli Meclis tutanaklarını ve orada Başbakan Menderes’in, muhalefet partisi başkanı İsmet İnönü için söyledikleri garip sözleri bir irdeleyin:

“Yaşı yetmişi aşmış; saçı başı ak pak biri bugün çekilip evinde oturması gerekirken… memlekete dayattığı istibdat rejimi altındaaaa”

Ne diyelim şimdi?

Beyler, İsmet Paşa’nın 2. Dünya Paylaşım Savaşı yıllarında o zamana değin
hiç olmamış demokrasiyi ülkede niye arıyorsunuz? Siz kendi bulunduğunuz dönemi daha iyi bir düzeye getirmeye çalışın… Ondan dolayı mı Meclis Tahkikat Komisyonları kuruldu ve Muhalefet Lideri İnönü gibi bir kahraman Uşak’ta taşa tutturuldu?
Uşak Valisi değil miydi iktidardan aldığı güçle; bu ilde Yunan ordu komutanı Trikopis’i esir almış İnönü’nün, Atatürk’e esir kumandanı teslim ettiği evi ziyaret etmesi üzerine köpüren kişi… Ve bu gücü, hukuk dışılığı sizden aldığı güçle yapmıyor muydu?

Eski hesapları dökmeler; yok hala demokrat partinin ağzından alınıp piyasaya dökülen ancak bir adım öteye gitmeyen işte yok Tek Parti döneminde ezanlar susturuldu,
Kuran kursları jandarmalar tarafından basıldı vs…

Onu anlarız, o zaman Devrim yaşanıyordu bu ülkede…
Laikleşmenin sancısıydı belki bu abartılı anlattığınız şeyler. Ancak 5 vakit namazını kılan İnönü’nün Kuran’la, dinle bir derdi yoktu. Siyasetine Allah’ı sokmuyor;
siyaset meydanında bu kavram üzerinden söylemi;
“Allahaısmarladık”ı geçmiyoruz diye…
Atatürk demokrat değil di öyle mi?
Atatürk demokrat değildi ve bugün yaşadığımız şu çirkin görüntüler ve aşağının
da aşağısında bir düzey olması nedeniyle bizi Batı karşısında utandıracak olaylar!

  • Padişah Vahdettin‘in Yunan Savaş uçaklarından Mustafa Kemal Paşa ve yakınındakilerin öldürülmesinin dinen “vacip” olduğuna ilişkin fermanları ve Dürrizade Abdullah Efendi’nin buna ilişkin fetvaları halkın başından
    yağmur gibi yağarken;

Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleri ve öngörüleri doğrultusunda
TBMM’nin açılması için seçimler yapılıyordu bu ülkede…

Sorun ne Atatürk, ne Atatürkçülük..

Sorun açık ve net olarak artık anlamamız gerekiyor ki; O’nun Aydınlanma yolunda, Atatürk’ün sonunda yürüyemeyen iktidarların halkın zaten eksik olan demokrasi kültürüne bir de kitlelerin dinsel duygularını istismar eden din tacirliğidir.

Her iktidara gelen, iktidarı aldığı günden, bıraktığı güne dek bakarak bir durum değerlendirmesi yapabilmeli ve

  • “Ben, demokrasi kültürüne ne kattım; ülkemin demokrasi ve çağdaşlaşması yönünde ne gibi önemli adımlar attım?”

sorusunu kendine ve vicdanına sorup soramaması sorunudur…

Hadi siyasetçi bu öz eleştiriyi yapmıyor; ah halkımız bir yapsa ve çıkıp karşılarına

  • “Sen benim ulusal kültürümü, yurttaşlık bilincimi geliştirmeme ne denli katkıda bulundun; ve asıl olan ben iken, vekil olan sen, kendi kafana göre benim istençlerimi değil de kendi kafandaki hezeyanları bana mı dayatıyorsun?” 

diye bir sorabilse!…Ah bunu bir yapabilse halkımız!
Her gün demokrasi nutukları atan zevata dönüp;

“Sen bırak eskimiş bardakları… Asıl senin döneminde demokrasimiz neredeydi ve
sen nereye getirdin?” diye sorabilse…

Dileğim odur ki, düşe kalka da olsa o güne gelecek demokrasi kültürümüz..
İnşallah o da olacak!

Yoksa kedili demokrasinin bizi bir yere götüremeyeceği
ve topal ördeğe çevireceği çok açık…

(Not : Bu benzetmeler içinde yer almak durumunda kalan ve demokrasimizin en önemli dönemeç noktasında, elektriklerin kesilmesinden sorumlu tutulan bütün kedilerimizden halkım adına özür diliyorum)…(1.4.2014)