Etiket arşivi: Av. Ertuğrul KAZANCI

‘Millî İrade’ Bilinci…


Dostlar
,

Sayın Kazancı, Hukukçu ve Edebiyat öğretmeni ve 7. onyılına yaklaşan derin tarihsel (kronolojik) birikiminin değerli yansımlarını “arada” Cumhuriyet‘te bizlerle paylaşarak mutluluk veriyor, eğitiyor bizleri. Teşekkür borçluyuz elbette.. Aşağıdaki makalesi de
çok öğreticidir, sıra dışıdır. Hoşgörüleriyle (bundan eminiz), –elbette anlama dokunmadan– yer yer Türkçeleştirmeler ve noktalamalar yapma-düzeltme durumu doğdu.. ADD’de kendilerinin Genel Başkan, bizim de Gn. Bşk. Yrd. ve zaman zaman Gn. Bşk. Vekili olarak çalışma dönemlerimizin (2004-6) keyfini hala sürdürüyoruz.
Sn. Kazancı dostumuz, içten önermelerimizi olgunlukla değerlendirerek yazılarını sürdürecek elbette; bundan da çok eminiz.

Kendilerine teşekkür ederek sevgi ve saygı ile selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
3 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

‘Millî İrade’ Bilinci…

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

 

 

 

Av. Ertuğrul KAZANCI 
Eğitimci – Hukukçu
Cumhuriyet, 2 Nisan 2014

  • Bu ülkede emperyalizme tutsaklık uğruna mı demokrasiye geçildi?
    ‘Her mahallede bir milyoner yaratmak’, tarikat ve cemaatlere can vermek amacıyla mı yola çıkıldı? Yolsuzluklar, faili meçhuller ve dış politika kaosları adına mı perdelenmiş uğraşlar sergilendi? Demokratik karakterli bir ideoloji olan Atatürkçülüğün doğasına uygun kültür neden oluşturulamadı?
    Böylesine bir demokrasi, ulusalcılık zemininde ilerici, toplumcu ve bağımsız ‘millî irade’ yarışmalarına tanıklık edebilirdi. Ama olmadı. ‘Hurafe ve safsatalarla’  iradelere set çekildi.

Yerel seçim sonuçları (AS: 30 Mart 2014); nice şaibe savlarıyla yüklü, yıpranmış, çelişki ve başarı-sızlıkları ortaya serilmiş olan bir siyasal iktidarı yerinde tuttu.
Gözleri perdelenmiş ve zihinleri koşullanmış birtakım kitleler şaşılacak kayıtsızlıkla bildiklerini okudular. Bu gelişmenin bir başlangıcı vardır. Buna elbette bakılmalıdır.

Tarihte halkın; kişilik, dirlik ve esenliğini bilinçle geliştirmeyi amaç edinen devrimlerin, geniş kitlelere kendisini kabul ettirmesi daima zor olmuştur. Yüzyılların karanlığına bırakılmış saplantılarla iç içe girmiş halkların aydınlatılması için, çetin Aydınlanma uğraşları verilmiştir.

Türkiye’de Cumhuriyet ve devrim ilkelerinin; teokratik, bağnaz ve
hanedan egemenliğine dayalı zeminle yer değiştirmesi hızlı ve keskin bir süreçtir. Kemalist ivme, evrensel yankılı ve etkin derinlikli devrimlerin alınyazısı olan;
“halka karşın ama halk için” gerçeğini de doğal olarak yaşamıştır.

İrdeleme                 :

Siyasal bilimci Maurice Duverger, “tek parti, tek şef” nitelikli partilerin uluslararası boyutta değerlendirmesini yaparken, Atatürk ve İnönü devirlerindeki CHP için:

Totaliter yapıdan uzak, iç muhalefete açık, durmaksızın çok partili sisteme geçmek isteyen özgün ve esnek bir yapı göstermektedir.” der.

Hatta Duverger; “Demokrasiye geçişin zorunlu ertelemelere uğramasının ‘utangaçlığı’ tek parti CHP’de yaşanmıştır.” biçiminde sözlerini sürdürür.

1925’te İngiliz kışkırtmalı Şark isyanına” bulaşan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası veya 1930‘daki (AS: kanlı!) “Menemen” olayının ortam bulmasında
açık rol sahibi “Serbest Fırka“ çevresindeki eylemler ortadayken, demokrasi içinde değil miydik? 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın 6 yıl süren ve 52 milyon insanın canını alan kan ve ateşle dolu çatışması anımsanmalıdır. Türkiye’yi bir barış adası olarak koruyan İnönü yönetiminin, demokrasi için bu dönemde gösterdiği çabalar belleklerden yitirilmiş midir?

– Cumhuriyet rejimi kökleşmeden,
– Kemalist devrim pekişmeden,
– Köy Enstitüleri işlevini tamamlamadan,
– Toprak reformu gerçekleşmeden,
– Gerici-faşist kıpırdanmalar gereğince önlenmeden..

çok particiliğe geçilmiştir. Çünkü Cumhuriyet, demokratik devrimci tutumu
vazgeçilmez bir ivedilik (acillik) saymıştır.

Türkiye’deki demokrasi adımlarında “dış etmenlerin zorlamasından” çok
konu açılmıştır. Ama kesin gerçek, Atatürk ve İnönü’nün demokrasiye öncülük eden istekli tutumlarıdır.

50.000 Cezayirliyi bir günde öldüren Fransız yönetimi veya 1946’dan bu yana en
az 50 ülkede iç kargaşa ve darbe ortamı yaratan ABD, nasıl bir insancıl demokrasi anlayışında olmuşlardır? Kenyalı yurtseverleri kurşuna dizdikten sonra Hindistan-Pakistan ve Kıbrıs’ta Türk – Rum kavgaları çıkaran İngiltere, hangi yetkinlikle
demokratik önermeler sürme hakkına sahip görülmüştür? Ama Fransa, ABD ve İngiltere, faşist İtalya, Japonya, İspanya ve Portekiz rejimlerinin şefleri Franco ve
Salazar ile NATO’da birlikte olurlarken demokrasi koşullarını aramamışlardır?

Taçlı monarşilerin ve Sevr’cilerin kendilerine özgü demokrasileri mi Türkiye’yi zorlamıştır? Bunların hiçbiri 1925, 1930 ve 1945’ler deki demokratik yönelişlerin
akıl verici adresleri değildir.

1950’de toprak ağalarından oluşan DP iktidarını işbaşına getiren yoksul kitleler,
bu kez 2014’te yine kendi yoksul yaşamlarına karşıt bir gücü, yerel çoğunluklu iktidar yapmışlardır. İktidar kadrolarına ilişkin yargılamalar gerektiren gerçekler dikkate alınmamıştır. Gerilimden medet uman totaliter, demokrasi karşıtı ve güven vermeyen bir anlayışa nedense destek çıkılmıştır. Bu desteğin akıl ve mantıkla ilişkisini bulmak güçtür.

Öbür yandan sürekli; “ sağlaşıp, sığlaşarak” topluma bir türlü ciddi sosyal, ekonomik ve ekinsel (kültürel) tasarımlar (projeler) sunamayan, devrim ögelerinin örselenmesini seyreden sözde toplumcular da eleştirilmelidir. 1937’de Anayasal kimlik kazanan “Altıok” ilkelerininı koruyamayanların, 1946’lardan günümüze doğru gelen
toplumsal sorumlulukları oldukça büyüktür.

Cumhuriyetin devrimci özünü savunan düşünce ve eylemler, çok partili süreçte kendilerine gerekli konumları bulamadılar. “Halka mal olmamış devrimler vardır” diyen tutucularla (AS: Başbakan A. Menderes!), “Altıok’un bazıları kırpılmalıdır” diyen
liberal dönekler arasında nice ilkeler öğütüldü.

    Sonuç                 :

Halktan yana ilerici ve toplumcu düzen kurulabilseydi işte o zaman demokrasi,
bilinçli bir “milli iradeye(AS: Ulusal istence) dayalı olurdu. Yoksa aldatılmış,
kültürel donanımdan yoksun bırakılmış ve sulandırılmış bağımlı yığınların eksikliklerle dolu oy yansımaları, bir “ideal” istenç değildir.

İstanbul Barosu’ndan panel..

Dostlar,

ADD eski genel başkanlarından dostumuz ve çalışma arkadaşımız (biz genel başkan yardımcısı idik) Sn. Av. Ertuğrul KAZANCI,

“İstanbul Barosu Cumhuriyet Araştırmaları Merkezi Başkanı” olarak
Aydınlanma savaşımımıza katkılarını sürdürüyor..

Bu bağlamda,

“CUMHURİYETİN 90. YILINDA ÇAĞDAŞ EĞİTİM ve HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ”

konulu bir panel düzenlemiş bulunuyorlar.

Duyuru posteri aşağıda.. İlgi ve bilginize sunarız..

  • 23 Kasım 2013 Cumartesi günü de biz bu Merkezin konuşmacı – konferansçı konuğu olacağız. Sitemizden konuyu sizlere duyuracağız..

İstanbu Barosu‘nun kurumsal kimliğini ve değerli emekçisi Sn. Kazancı’yı
çabaları için kutluyoruz..

cum cagd eg afis

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
2.11.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Hangi Dilden Konuşmak?

Dostlar,

Sayın Ertuğrul Latif Kazancı eğitimci ve hukukçudur.
Özellikle yakın tarihe egemen, duyarlı bir yurtsever, emekten yana düşünürdür
ADD’de 2004-2006 döneminde kendileri Genel Başkan, biz de Genel Başkan Yardımcısı, dönem dönem de Genel Başkan Vekili olarak çalıştık.

Öncesinde de ADD Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak birlikte bulunduk.

Birkaç gün önce Cumhuriyet’in 2. sayfasında önemli bir makalesi daha yayımlandı
Sn. Kazancı’nın :

  • Hangi Dilden Konuşmak?

Gündem öyle yoğun ki, ardından yetişmek çok zor.
Küçük bir gecikmeyle bu önemli makaleyi paylaşmak istiyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================

Cumhuriyet 16.06.2013
Hangi Dilden Konuşmak?

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Av. Ertuğrul KAZANCI 
Eğitimci-Hukukçu

 

  • Siyasal tarih, bazı iktidar sahiplerinin en masum demokratik kitle istemlerinde bile savurdukları; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşmasını biliriz” tehditleriyle doludur. Oysa düşünsel nitelikli toplumsal muhalefetleri dinlemeyen yönetimlere, bizzat demokrasiler ders verir. Türkiye’deki Cumhuriyet ve devrim duyarlılığı içeren; akıl, bilim ve çağcıllıktan yana duruş ve önerileri, şiddet ve tertip taşıyan “provokasyon” kategorisine sokmanın nesnel mantığı da hiç yoktur.

Devleti saygın bir kurum konumuna getiren temel nitelik, tüm yurttaşları için
eşit, adil ve nesnel hukuksal kıstaslara sahip olmasıdır. Adaletin onuru da budur. Yoksa devlet, antidemokratik ve buyurgan bir “zulüm” varlığı olmaktan öteye geçemez. Kişi veya zümre otoritesi altında, mutsuz ve umutsuz kitlelerin uyruk olduğu
kimliksiz yığınlara dönüşür.

Baskıcı devlet; hukuksal içerik ve uygulamalara sırt çeviren, özgürlüklere özensiz, hakları zedeleyen ve aydınlanmaya düşman kesilen güçler yaratır.
Adaleti doğrudan etkilemeye çalışır. Siyasal iktidarların; yürütme erkini hukuksuzluk öğesi olarak kullanmak istemeleri ve “yargı bağımsızlığına” el atmaları,
bu yüzden totaliter devletlerde fazlasıyla yer tutmaktadır.

Hak ve özgürlüklerin gelişigüzel daraltıldığı, bireysel ve toplumsal güvencelerin olmadığı bir yapı; “polis devleti” statüsüdür. “Yasa devleti” de kamu yönetimi açısından
başlıca kıyas değildir. Çünkü hukuka aykırı yasaları, buyruk altında ve irdelemeden çıkaran yasama organlarına sahip nice ülkeler vardır. Öyleyse saygın yönetimlerin niteliği; evrensel düzeyde kabul görerek, demokratik hukuk kurumlarının işlemleriyle pekişmiş bir uzlaşma olan “hukuk devleti” anlayışını benimsemek olmalıdır.

‘Taksim’ ve toplumsal bellek

Toplumsal yaşamda; demokratik insani değerlerin özgürlüklerle birlikte göz ardı edildiği yönetsel tutum, “ceberrut devlet”i yaratır. Zora dayalı tavır dış ilişkilere de yansıyabilir. Ülke içinde halka göz açtırılmazken halk zararına dayatmalarla dıştaki çıkar kutuplarının boyunduruğuna girilebilir. Hatta sömürgeleştirilme programlarında, emperyalizmle birlikte saf tutulabilir.

Türkiye’deki gündem, “Taksim Gezi Parkı” olaylarıdır. Çevresel duyarlığı bile kaldıramayan coplu, biber gazlı ve basınçlı su sıkan güç, sabır bardağını taşırmıştır. Sorumluların zorunlu olarak kabullendikleri; “ruhsal ve fiziksel orantısız saldırılara”, insanların katlanma dirençleri kalmamıştır.

O zaman da ortada yurt ve ulus aleyhine yıllarca takınılan yanlışlık ve haksızlıkların nedenlerini bir anda hatırlayan toplumsal bellek belirmiştir. Toplumsal belleğin bastırılmış anılarında, bugünlerdeki “Taksim Gezi” olaylarını Türkiye ölçeğine yayan ulusal bilinçaltı canlanmıştır. Halkın inandığı değerleri istismar ederek başa gelmiş ama halktan yana olmamışların serüvenleri çırılçıplak çıkıvermiştir. Yakın tarihe doğru geri giderek, oralardan günümüze gelmek zorunludur. Hatırlayalım:

1950’ler sonrası İnönü’nün deyişiyle; “Din istismarının daniskası” başlar.
Köy Enstitüleri kapatılarak kitlesel eğitim aydınlanmasına set çekilir.

Milli eğitim, 3 Mart 1924 tarihli “öğretim birliği” esaslarından çıkarılarak,
medreseleşme yoluna çekilir.

Kore’de heder edilen “Mehmetçik” pahasına, NATO’ya üyelik izni, ödül sayılır.
Atatürk’ün onurlu Sâdabat” ve “Balkan” paktları örnekleri dışında Ortadoğu’da
İngiliz çıkarı için CENTO’ya, Avustralya ve ABD güvenlikleri yüzünden de SEATO’ya yanaşılır. Uluslararası eşitlik ilkesi terk edilir. Kurtuluş savaşı ruhuna ve
“Kemalist devrim”e aykırı hangi teslimiyet alanı varsa, gözü kapalı icra edilir.
Halkçı-devletçi ekonomi kenara fırlatılarak vahşi liberalizme kucak açılır.
“Denetimsiz piyasa” dönemi başlatılır. Özelleştirmeyle kamu mülkü, yerli ve yabancı işbirlikçilere peş keş çekilerek “sosyal devlet” tasfiye edilir.

Öbr gelişmeleri de şöyle bir çırpıda sayarsak, saptadıklarımız ülke ve ulusa ancak
zarar veren işlerdir. Onlar nelerdir? Sayalım:

“Hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı” kavramları derin yaralar alır.
– Ulus devlet, “T.C.” kimliğinde silinmek istenilir.
– Kıbrıs gözden çıkarılarak,
– sahte Ermeni soykırım savlarına güçlü bir ses çıkarılmaz.
– Köprü isimlerinde bile mezhep gerilimleri icat edilir.
– Haberleşme özgürlüğü yok edilir.

Teokratik, ayırımcı ve eskinin dönek liberal cephe birliği, koruyucu siyasal ortamda Cumhuriyeti temelden örselemenin rahatça yolunu bulur. “Resmi ideolojiyi yergi” tanımlaması altında devrim karşıtlığı sergilenerek, kendi deyişleriyle

“Atatürkçülüğü çöpe atma” denemelerine girişilir. İtici ve hiddet dolu sert söylemler, devlet hiyerarşisinin resmi dili olur. İşte toplumsal bellek, böylesi nice birikimler sonucu taşar.

Şimdilerde

Topluma yönelik genellemelerle; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşuruz..” teranesini yineleyenler, hangi dili konuşacaklardır? Demokratik kitlesel duruşa karşı yalnızca; “provokasyon” suçlamaları öne sürenlerin, yani sapla samanı karıştıranların “anlatacakları dil” nasıl bir dildir? Şiddet ve tertipleri yadsıyan
“idrak sahibi” binlerce düşünce insanını hedefleyecek baskıcı yöntemler, protestoları hizaya mı getirecektir? Kastedilen bu mudur?

Hukuk devletinde, düpedüz tehdit olarak algılanacak böyle söylem bir olabilir mi?

Çıkar yol ve sonuç                        :

Atatürk’ün istediği “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar,
Cumhuriyet terbiyesiyle birlikte günümüze akarak Taksim’de temsil edilmişlerdir.
Hak ve özgürlüklere toz kondurmak istememişlerdir. Yorulmuş ama ideallerini korumuşlardır. Çünkü devrimciler yılgın olmazlar.

“Namus erbabının” takınacağı en etkili tavır; demokratik düşünsel ilkeleri kararlılıkla yansıtabilmektir. İşte saptanan da budur.