Etiket arşivi: 1917 Ekim Devrimi

DÜNYA SAĞLIK GÜNÜNDE PARASI OLANA SAĞLIK

TOPLUMCU TIP - SINIFIN SAĞLIĞI: AKİF AKALINDr. Akif AKALIN
Halk Sağlığı Uzmanı

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bu yıl, 7 Nisan 2023 Dünya Sağlık Günü’nü, “Herkese Sağlık” (Health for All) teması altında kutluyor. Aslında anımsanacağı gibi “Herkese Sağlık” sloganının özgün biçimi “2000’e dek Herkese Sağlık” (Health for All by the Year 2000 – HFA – 2000) idi. Olmadı. Dolayısıyla DSÖ’nün bu yıl yeniden önümüze koyduğu “Herkese Sağlık”, Örgütün yarım yüzyıllık hedefidir.

DR. AKİF AKALIN YAZDI- DÜNYA SAĞLIK GÜNÜNDE PARASI OLANA SAĞLIK

HERKESE SAĞLIK:
NEREDEN NEREYE…

1970’li yıllarda Herkese Sağlık sloganındaki “sağlık” sözcüğü, örgütün bugün 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaşırken kullandığı “sağlık” sözcüğünden çok farklı bir anlam taşıyordu.

1970’li yıllarda “sağlık” dendiğinde, DSÖ Anayasası’nda yer alan tanım akla geliyordu. DSÖ Anayasası sağlığı, biyo-psiko-sosyal bir yaklaşımla,

  • “Yalnızca hastalık ve engelliliğin  olmayışı değil, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve toplumsal (sosyal) bakımdan tam bir iyilik durumu” olarak tanımlıyordu.

Sağlık, insanların toplumsal (sosyal) ve ekonomik olarak üretken bir yaşam sürebilmelerine olanak veren bir “iyilik” durumu olarak kavranıyordu. Bu çerçevede “Herkese Sağlık”, insanların sağlıklı bir yaşam sürdürebilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması olarak anlaşılıyordu.

1970’lerin sağlık gündemine bakıldığında, sağlıkta ana sorunların daha çok beslenme yetersizliği, sağlıksız barınma koşulları, içme suyuna erişim ve eğitim gibi “tıbbi olmayan” konulara odaklandığı görülür. Sağlık sistemlerinin “Temel Sağlık Hizmeti” yaklaşımıyla güçlendirilerek herkesin sağlığa kavuşabileceği öngörülür.

Dahası 1970’lerin belgelerinde Herkese Sağlık karşımıza salt sağlık alanında değil, tarımda, sanayide, eğitimde, iletişimde, imarda sağlık için ortak eylem programlarıyla çıkar. Sağlık kalkınmanın ayrılmaz bir parçasıdır. 1978 Alma Ata Bildirgesi de “2000 Yılında Herkese Sağlık” için adaletli bir “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen-YUED” önerir.

1980’li yıllardan başlayarak dünyada “toplumcu” düşüncenin gerilemesi ve toplumsal (sosyal) yaşama “bireyciliğin” egemen olmaya başlamasıyla birlikte DSÖ Anayasası’ndaki sağlık tanımı “resmen” değiştirilmese de, tıbba ve sağlık hizmetine egemen olan biyomedikal yaklaşım sağlığı “fiilen” biyolojiye ve sağlık hizmetini “tıbbi hizmetlere” indirgedi. (AS: Medikalizasyon…)

1990’larda sağlık sistemleri bir yandan “Temel Sağlık Hizmeti” yaklaşımından uzaklaşarak “sağaltım (tedavi) ” odaklı duruma gelirken, öte yandan 20. yüzyılda daha çok devlet hizmeti olarak örgütlenen sağlık hizmetleri özelleştirildi ve piyasalaştırıldı. Sağlık hizmeti piyasada alınır – satılır bir mal (meta), sağlık da sermaye için üzerinden kâr sağlanan bir yatırım – ticaret alanına dönüştürüldü.

SAĞLIĞIN YATIRIM-KÂR ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLME SÜRECİ

Dünyada 1917 Ekim Devrimi ile temel insan hakları arasına giren sağlık, Emperyalistler arası İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında başta İngiltere olmak üzere, sermaye egemenliği altındaki coğrafyaların önemli bir bölümünde (ve Türkiye’de) “sosyalleştirildi” (Nusret Fişek).

Emekçilerin tarihinde “altın yıllar” olarak kabul edilen 1950 – 70 döneminde sosyalizm tehdidi karşısında işçi sınıfına büyük ödünler vermek zorunda kalan sermaye, sağlık alanında sosyalist ülkelerde emekçilerin sahip olduğu hakların büyük bir bölümünü kapitalist ülkelerin işçilerine de tanıdı. Bu dönemde kapitalist ülkelerde bir yandan işyerlerinde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği hizmetleri, öte yandan Birinci Basamakta Genel Pratisyenlik yaygınlaşmaya başladı.

1970’li yıllarda sosyalist hareketin içine düştüğü (ve bugün sürmekte olan) ideolojik bunalım, işçilerin ve emekçilerin 1980’lerde “toplumcu” düşünceden uzaklaşması ve “bireyci” dünya görüşünü benimsemesiyle “altın yılların” sonunu getirdi.

Bu sürecin en önemli köşe taşlarından biri, Dünya Bankası’nın (DB) 1993’de yayınlanan “Sağlığa Yatırım Yapmak” (Investing in Health) başlıklı raporu oldu. DB raporunda sağlıkta finansmanın kamudan, özele doğru yönlendirilmesinin gerekliliği vurgulanırken, aynı dönemde Uluslararası Para Fonu da (IMF) kendisinden borç isteyen ülkelere dayattığı Yapısal Uyum Programları’nda (SAL)  kamusal sağlık giderlerini kısma ve sağlığı özel sektöre açma koşulu getiriyordu.

DSÖ’nün geleneksel kamucu gündemini bırakarak, DB’nca dayatılan neoliberal gündemi benimsemesi, kendisini örgütün “Dünya Sağlık Raporu – 2000” başlıklı belgede gösterdi. Sonraki yıllarda DSÖ, sağlık alanındaki tek sorun adeta “finansman” sorunuymuş gibi davranmaya başladı.

2000’li yıllarda sağlık hızla “finansallaşırken”, sağlık hakkı da “sağlık hizmetine erişebilme” hakkı olarak kabul edilmeye başlandı. Nitekim 21. yüzyılda DSÖ tarafından ortaya atılan ve
7 Nisan 2023 Dünya Sağlık Günü’nde de sağlık sorunlarına “çözüm” olarak önerilen “Evrensel Sağlık Kapsamı” (Universal Health Coverage), Herkese Sağlık hedefine ulaşmanın anahtarı olarak sunuluyor.

DSÖ’NÜN 2023 DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ İLETİLERİ

Örgüt, 2023’te dünyanın sağlık sorunları olarak şunların altını çiziyor:

  • Dünya nüfusunun %30’u temel sağlık hizmetlerine erişemiyor”.
  • “İki milyara yakın insan, katastrofik (yıkıcı) veya yoksullaştırıcı sağlık giderleriyle karşılaşıyor”.

DSÖ sorunlara çözüm olarak Evrensel Sağlık Kapsamı (UHC)  öneriyor. Örgüte göre Evrensel Sağlık Kapsamı, akçalı (mali) koruma ve nitelikli temel sağlık hizmetlerine erişim sunacak, insanları yoksulluktan kurtaracak, ailelerin ve toplulukların iyiliğini teşvik edecek, halk sağlığı bunalımlarına (krizlerine) karşı koruyacak ve bizi “Herkese Sağlığa” doğru ilerletecek.

Örgüt herkese sağlığı bir “gerçeklik” durumuna getirmek için şunlara gereksinim olduğunu söylüyor:

  1. Nitelikli sağlık hizmetine erişim
  2. Nitelikli, insan – merkezli bakım sunan sağlıkçılar
  3. Evrensel Sağlık Kapsamı’na yatırımı yüklenen (taahhüt eden) politika yapıcılar

DSÖ hala “Temel Sağlık Hizmeti” yaklaşımıyla güçlendirilmiş sağlık sistemlerinin, sağlık ve iyilik hizmetlerini insanların yakınına getirmekte en etkili ve maliyet – etkili yöntem olduğunu savunmayı sürdürüyor, ama “sosyal adalet” kavramı üzerine kurulmuş olan Temel Sağlık Hizmeti kavramının, “sosyal adaletsizlik” ilkeleri üzerine kurulmuş bir dünyada nasıl olanaklı olabileceğini söylemiyor.

NE YAPMALI?

Aslında sağlık sorunlarının nereden kaynaklandığını ve çözüm için ne yapmak gerektiğini çok iyi biliyoruz, ama bunlar için gerekli politik kararlılıktan (iradeden) yoksunuz.

Örneğin sağlıkta en temel sorunlardan biri olan eşitsizliklerin kaynağının özel mülkiyet olduğunu biliyor, ama özel mülkiyete son vermek ve ortaklaşa mülkiyete dayalı bir toplumsal (sosyal) düzen örgütlemek için gerekli politik istenci (iradeyi) ortaya koyamıyoruz.

Son birkaç yılda başımıza gelen yıkımlar (felaketler), sağlık sorunlarının artık değer sömürüsüne dayalı bir toplumsal düzende çözülemeyeceğini gösterdi. Gerek pandemi sürecinde (Kovit-19), gerekse Kahramanmaraş depreminde sermaye birikiminin gereksinimleri ile halkın sağlık gereksinimlerinin “uzlaşmaz” bir çelişki içinde olduğu apaçık görüldü.

Sermaye, pandemi sürecinde “her ne pahasına olursa olsun çarklar dönecek” dayatmasıyla salgına karşı gerekli “toplum düzeyli” önlemlerin alınmasına izin vermedi. Oysa Türkiye gibi “birey düzeyli” (bireysel temelli) önlemlerle yetinmeyerek bunları toplum ölçeğinde önlemlerle destekleyen ülkeler, Türkiye ile kıyaslanamayacak ölçüde az yitik verdiler.

  • Yine deprem sürecinde yaşadıklarımız, sermaye düzeni içinde hiçbir sağlık sorununu çözemeyeceğimizi bir kez daha kanıtladı.

Sermayenin bir an önce yeni inşaatlara başlayabilmek için, henüz enkaz altından çığlıkların yükseldiği günlerde, enkaz altında kalanların kurtarılması yerine, enkaz kaldırma çabasına girmesi asla unutulmayacak.

DSÖ’NÜN “ÇÖZÜMÜ”

Son olarak DSÖ’nün sağlık sorunlarına “çözüm” olarak önerdiği Evrensel Sağlık Kapsamı’na (ESK) bir göz atalım.

DSÖ ve Dünya Bankası’nın yıllardır şampiyonluğunu yaptığı ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri arasına da alınan ESK, sonunda “sınırlı” bir hizmet paketinin finansmanından başka bir şey değildir. Dahası bu sınır, “en az – asgari” sağlık hizmeti paketinin neleri kapsayacağını açıkça belirten “evrensel” bir sınır da değildir.

Bir örnek ile ne demek istediğimizi anlatmaya çalışalım: Kanada’da yaşayan “herkes”, prim (AS: prim = ek vergi!) ödesin – ödemesin, yaşadığı eyaletin sağladığı “asgari” (en az) sağlık güvencesine sahiptir. Ancak bu “an az sigorta paketi” dışında isteğe bağlı, bedelini ödeyerek satın alabileceğiniz “tamamlayıcı sigorta” paketleri vardır.

Asgari pakete sahip bir Kanadalı diş sorunu yaşadığında, yalnızca “çekim” için ücret ödemez. Dişini dolgu veya kanal tedavisi ile kurtarmak isterse ya cepten ek ödeme yapmak ya da “tamamlayıcı” sigorta poliçesi satın almak zorundadır.

İşte DSÖ’nün sunduğu ESK böyle, bedelini ödeyemeyenlerin asgari (en az), bedelini ödeyebilenlerin gereksindiği ölçüde sağlık hizmetine erişebildiği, eşitliksizçi bir çözümdür.

Öte yandan birçok deneyim, kamu sigortalarının hizmeti yalnızca kamusal sağlık hizmeti sunucularından değil, özel sektörden de satın almasının, halkın parasının özel sağlık sektörüne aktarılmasıyla sonuçlandığını göstermiştir. Böylece ESK bir tür kamusal kaynakları özel sektöre aktarma düzeneğine dönüşmektedir.

Tarih, bugüne dek denenen finansman (akçalama) modelleri içinde en eşitlikçi ve verimli modelin, sağlık hizmetlerinin “genel bütçeden” finanse edildiği Semaşko modeli olduğunu göstermiştir.
===================================================
Dostlar,

Değerli meslektaşımız Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Akif AKALIN, sağolsun, konuyu yetkinlikle ve kapsamlı irdeliyor yazısında.

DSÖ resmi web sitesinde (who.int) kapsamlı yazı, belge, yazanak (rapor) ve görsellere erişilebilir:
(World Health Day 2023: Health For All (who.int)

75 years of improving public health

World Health Day 2023

On 7 April 2023  ̶  World Health Day  ̶  the World Health Organization will observe its 75th anniversary.

In 1948, countries of the world came together and founded WHO

– to promote health,
– keep the world safe and
– serve the vulnerable, so everyone, everywhere can attain the highest level of health and well-being.

WHO’s 75th anniversary year is an opportunity to look back at public health successes that have improved quality of life during the last seven decades.

It is also an opportunity to motivate action to tackle the health challenges of today –  and tomorrow.

Join WHO on a journey to achieve Health For All.

#HealthForAll   #WHO75
***
Küresel toplumun ve o arada Türkiye’nin de hızla usunu başına devşirmesi ve neo-liberal vahşetin çıkmaza sürüklediği tüm sömürgen politikalardan hızla sıyrılması kaçınılmazdır.

Üstteki “Evrensel Sağlık Kapsamı-UHC” yaklaşımı 3 eksende adımlar atmayı gerektiriyor :

1. Hiçbir insan sağlık güvencesi dışında kalmayacaktır (Herkese sağlık!)
2. Kapsanan sağlık hizmetleri olabildiğince geniş olacaktır.
3. Cepten ödemeler en aza çekilecektir. 

Kamusal sorumluluklasağlık temel bir insan hakkı” olarak yaşama geçirilmeli ve koruyucu sağlık hizmetlerine, TEK TIP – TEK SAĞLIK felsefesiyle yaklaşarak kesin bir öncelik verilmelidir.

Bu tümelci (integre) kamusal politika, daha az sağlık gideriyle daha sağlıklı bir toplum üretmeye en elverişlidir; en yüksek maliyet – etkili yoldur..

HERKESE SAĞLIK diliyoruz, Dünya Sağlık Örgütü 75. yaşını bitirirken.. (Türkiye kurucu üye!)

Not : Bu akşam 21:30’da, Atılım Üniv. Tıp Fak. Öğrenci Birliği’nin dileği ve konuğu olarak

  • DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ – 75. YIL

temalı bir konuşma yapacağız sanal ortamda..
Güncelleme : Bu etkinlik gerçekleştirildi.. Cem, Afra ve emek veren öğrencilerimize teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Nisan 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

SLOGANLAR (ÖZLÜ SİYASAL TALEPLER) ve REKLAMCILIK…

portresiLütfü Kırayoğlu
ADD Gn. Bşk. Başdanışanı
Mühendis – Yazar

Tarihin tekerleğini, hep devrimci kitlelerin doğru eylemleri döndürüp ilerletti. Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana bu kural hiç değişmedi. İster doğru bir önderlik altında başlasın, ister kendiliğinden gelişsin, büyük kalabalıklar taleplerini (istemlerini) doğru bir zeminde ve özlü olarak ifade edebildiklerinde, devrimci kitlelere dönüşebildiler. Elbette, örgütlü bir toplumda devrimci önderliğin rolü tartışılmaz.

İşte haklı taleplerin olgunlaşarak kısa ve özlü olarak ifade edilmesine dilimize dışarıdan girmiş olsa da “SLOGAN” (savsöz) diyoruz. İlk çağlardaki büyük ve haklı isyanların sloganlarının neler olduğu konusunda yazılı tarihten çok bilgi alamasak bile en azından birkaç yüzyıllık tarihimizin bize ilettiği sloganları biliyoruz. Kendi tarihimize baktığımızda Osmanlı despotizmine karşı ayaklanan Şeyh Bedrettin’in “YARİN YANAĞINDAN GAYRI HER ŞEYDE, HER YERDE, HEP BERABER” sözü günümüzde bile kitleleri heyecanlandırıyor. Yine Osmanlı döneminde göçer Türkmen topluluklarına uygulanan baskı ve yıldırma politikalarına karşı, “FERMAN PADİŞAHIN, DAĞLAR BİZİMDİR” sözü yakın yıllara dek Ege dağlarını, Torosları isyancıların sığınağı haline getirdi. Alevilere uygulanan baskıya karşı Pir Sultan Abdal’ın “YÜRÜ BRE HIZIR PAŞA, SENİN DE ÇARKIN KIRILIR / GÜVENDİĞİN PADİŞAHIN, O DA BİRGÜN DEVRİLİR” sözü günümüzde de geçerli.

İngiliz devrimci (General) Cromwell’in İngiliz parlamentosunu ahıra benzetirken söylediği “ALTIN SİZİN TANRINIZ OLMUŞ”, ya da “ATIM KADAR BİLE DİNDAR DEĞİLSİNİZ” sözleri. 1789 yılı Temmuz ayında ayaklanan Fransız devrimcilerinin “EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK” sözlerinin 1908 devrimini yapan İttihatçıları etkileyerek II. Abdülhamit sultasını devirmiş olması, dahası, yakın zamana dek Abdülhamit yandaşı bir siyasal akımı savunan kadın liderin yeni kurduğu partisinin toplantılarında “MUSAVAAAT, MEŞVEREEET, ADALEEET” diyerek haykırması ilginç değil mi?

Ekim devrimi” dediğimiz 1917 Rusya’sındaki “BÜTÜN İKTİDAR SOVYETLERE” sözü ile Şubat devriminin karmaşasına nokta konması, bir sloganın, saatler süren ateşli bir nutuktan daha sonuç alıcı olduğunun kanıtı değil mi?

Yakın tarihimizde CHP’nin hatalı politikalarına karşı, tanınmış solcularımızı bile etkileyerek, “DUR” anlamına gelen el işareti ile “YETER. SÖZ MİLLETİNDİR…” sloganını kullanan Demokrat Parti’nin peşine taktığı kitleleri nerelere sürüklediği, günümüzü bile etkileyen ders alınması gereken bir örnektir.

Yine yakın tarihimizde, 1968 devrimci gençlik hareketinin binlerce genci peşinden sürükleyen etkili taleplerine ne demeli. Bütün Dünya gençliğini etkileyen “GERÇEKÇİ OL. İMKANSIZI İSTE…” sözü kadar bize ait olan “ALTINCI FİLO. DEFOL…!”, ya da “YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ ve GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE” sözü bugün unutturulmaya çalışılan, ancak halen geçerli olan temel slogan değil midir?

Daha dün denecek bir tarihte Gezi eylemleri sırasında, bütün halkı direnişe çağıran “HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ” sözü kadar, bu direnişin siyasal rengini ve hedefini koyan “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” sözü Anadolu’nun en baskıcı köşelerindeki üniversite öğrencileri kadar, “apolitik” olmakla suçlanan futbol seyircisinin de stadyumları inlettiği doğru bir hedef değil mi? Hele 12 Eylül 1980 sonrası Ordu içinde örgütlenen FETÖ’cü casus şebekesinin Kemalist subayları kumpas davaları ile zindanlara tıktığı, TSK içinde elde ettiği mevzilerle 15 Temmuz 2016 gecesi Amerikancı bir darbe tezgahladığı bir dönemde bundan daha anlamlı bir slogan olabilir mi?

YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM…

Kuşkusuz Türk tarihinin en anlamlı sözü “İSTİKLALİ TAM TÜRKİYE” şiarı (ilkesi) ile yola çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının haykırdığı “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” sloganıdır. İşgal altındaki bir ulusu 14 günde Kocatepe’den İzmir rıhtımına çıplak ayakla ve savaşarak koşturan bu slogandır. Ve bu slogan, günümüzde neredeyse her gün yoksul Mehmetleri al bayrağa sarılı tabutlar içinde yoksul köy evlerine geri getirip, gözü yaşlı analara “VATAN SAĞOLSUN” dedirtmektedir.

SLOGAN ÜRETME DÖNEKLERİN TEKELİNE GEÇTİ

Dünyayı değiştirme ideali ile yola çıkan 1968 gençliği gözünü kırpmadan, idam sehpasına yürüyen kahramanlar üretti. Bugün 70’li 80’li yaşlarına karşın büyük bölümü şimdilerde gençliklerinin heyecanı ile mücadeleye devam ediyorlar (savaşımı sürdürüyorlar). Ne var ki bu kuşak hatırı sayılır miktarda dönek de üretti. Bunların bir kesimi çok satışlı gazetelerin köşelerini tutarak “biz de bir vakitler devrimciydik” ya da “Ben Paris’te kaldırım taşlarını polise fırlatırken…” şeklinde yazılar yazarak binlerce Dolar aylıklarla beslendiler. Aynı takım, “Güneşi zapt etmek” için çıktıkları yolun sonunda TV ekranlarını da zaptetti. Ve bu dönek takımının bir kesimi de 1980 sonrası çok geçerli hale gelen reklamcılık sektörüne hakim (egemen) oldu. Ne de olsa 1968 döneminde çok sayıda slogan üretmişlerdi. Biradan, çikolataya, prezervatiften, çocuk mamasına dek her şeyi en iyi pazarlayan sloganları onlar üretiyorlardı. İçlerinde bu konuda üniversitelerde ders verenleri, kürsü sahibi olanları da çıktı.

Artık siyaset de metalaşmıştı. Siyaset-Ticaret-Tarikat, Uğur Mumcu’nun deyişi ile el ele yürüyordu. Sıra siyaseti ve sözde siyasetçileri pazarlamaya geldi. Artık kitleleri kandırmak için afişlerin hangi renk olması gerektiğine psikologların da katıldığı bir kurul ile karar veriyorlardı. Nonoşların giydiği “NO…NO…NO… WELL MAY BE… YES” yazılı gömlekleri en ünlü siyasiler çekinmeden giyebiliyordu. Ecevit’in külüstür seçim otobüsünün yerini devasa sahneler ve beynimizi delen ses sistemleri almıştı. Elbette Bülent Ecevit’e seçim kazandıran “HESAP SORACAĞIZ”, “TOPRAK İŞLEYENİN SU KULLANANIN”, “ANAYASADAN ÖNCE DOĞA YASA VAR” sloganları da tarihe gömülecekti. Artık siyasiler sahne sanatçısıydı ve ünlü şarkıcılar kentlerin meydanına kurulan sahnelere üvertür olarak sahneye çıkıyor, miting meydanına gelen vatandaşlara köfte ekmek ve para zarfları dağıtılıyordu. İçeriği olmayan sloganlar, gereksiz polemiklerle günümüze geldik.

Artık en devrimci sloganlar “HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK” (oysa bu sloganın önceleri açılım döneminde Abdullah Gül söylemişti) . “KURBAN OLURUM SANA” , “AZ KALDI. AZ KALDI” gibi içerikten yoksun, her renkten siyasi akımın bile rahatça söyleyebileceği sözler kalıyordu. “GELİYOR GELMEKTE OLAN” gibi hiçbir Türkçe kalıba sığmayan garip sözü ise hangi yabancı ülkede eğitim aldığını bilmediğimiz birileri üretmişti. Geriye en “devrimci” slogan olarak “HAK-HUKUK-ADALET” kalıyordu ki bunu da her siyasal akım söyleyebilirdi. Zira devrimci sloganlara gereksinim yoktu. Ya bir de böyle şeylere alışıp daha sonra lider sultasına da son veriverirlerse!

BİRAZ CESARET LÜTFEN…

Varolan siyasal iktidarı devirecek sloganlar aramaya ne gerek var! Nasıl olsa yaratılan ekonomik kriz (bunalım) ile siyasal iktidar günün birinde kendiliğinden devrilir, yerine de sizi oturtuverirler. Oysa kitleleri denetim altında tutamadığınızda sizlerin çok “militarist” bulduğunuz “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” sloganını kendiliğinden atıyorlar. Hiç değilse “NO…NO…NO… WELL MAY BE… YES” sloganı yazılı gömlek giyen siyasetçi kadar ya da Amerikan bayraklı bluz giyen Bakan eşi kadar cesaretli olun ve “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” yazılı ya da Türk bayraklı gömleklerinizi giyip bulunduğunuz localardan halkın arasına inin.

Ukrayna-Rusya savaşı ve verdiği dersler

Barış Doster
Barış Doster
Cumhuriyet, 26 Şubat 2022

 

Ukrayna’da son üç günde yaşananlar, her açıdan derslerle dolu. Bu derslerin tarihi, siyasi, iktisadi, coğrafi, askeri, diplomatik, stratejik, jeopolitik yönleri var. Madde madde tartışalım.

Birinci ders: Liderler, siyasetçiler, devlet yönetiminde sorumluluk alanlar çok iyi tarih, coğrafya, iktisat, siyaset bilmelidir. Satrançta usta olmalıdır. Rakibi, düşmanı, hasmı çok iyi tanımalı, tartmalıdır. Yönettiği ülkenin devlet kapasitesini, dayanma gücünü çok iyi ölçüp biçmelidir. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski, belli ki bu konularda çok yetersiz. Bırakın uzak geçmişi, Çarlık dönemini, Soğuk Savaş yıllarını, 2008’de Rusya ve Gürcistan arasındaki savaştan gerekli dersi çıkarsaydı, ülkesi bu duruma düşmezdi.

İkinci ders: Rusya son 100 yılda üç kez isim, üç kez rejim, üç kez siyasi harita değiştirdi. Çarlık Rusyası, Romanov Hanedanlığı yıkılıp, 1917 Ekim Devrimi sonrasında 1922’de SSCB, komünist rejim kuruldu. 1991’de SSCB dağıldı. Federal bir cumhuriyet, yarı başkanlık sistemi, kapitalist ekonomi kuruldu. Fakat Rusya’nın jeopolitik arzuları ve duyarlılıkları, devlet deneyimi, diplomatik hafızası hiç değişmedi.

Üçüncü ders: Rusya, Gürcistan’la 2008’de savaştı. Gürcistan toprak kaybetti. Rusya, Ukrayna’yla savaşıyor. Ukrayna toprak kaybetti. Bu durum şunu gösterdi:

  • Rusya’nın kabul etmediği hiçbir bölge ülkesi, NATO’ya üye olamaz.
  • Rusya, NATO’nun Rusya’ya dönük kuşatma, çevreleme adımlarına bir kez daha silahla karşı koydu çünkü.

Dördüncü ders: ABD, NATO, Avrupa Birliği ve İngiltere’nin, ne Ukrayna için savaşması ne de Rusya’ya karşı savaşması söz konusuydu. Çünkü böyle bir güçleri yok. NATO’nun 5. maddesi de Ukrayna için işlemez. Zira Ukrayna, NATO üyesi değil. Rusya’ya karşı açıkladıkları ekonomik yaptırımlar ise Rusya’yı caydırmaktan, Rusya lideri Putin’e geri adım attırmaktan çok uzak.

UKRAYNA’YI YÖNETENLER BUNLARI GÖREMEDİ

Beşinci ders: Almanya başta, Avrupa’nın Rus doğalgazına olan yüksek bağımlılığı, Avrupa’nın Rusya’ya karşı elini zayıflatıyor. Bugünden yarına, akşamdan sabaha doğalgaz yerine başka bir enerji kaynağı ikame etmek, Rusya gibi büyük bir enerji tedarikçisi yerine başka bir ülke koymak da olanaksız. O nedenle Almanya’nın durdurduğu Kuzey Akım 2 projesi, Rusya açısından gelir kaybına sebep olsa da Almanya açısından da büyük bir sorun yaratacaktır.

Altıncı ders: Rusya lideri Putin, kendisini adeta yeni bir kurucu lider olarak görüyor, tarihe böyle geçmek istiyor. Ülkesini yönettiği 2000 yılından beri, önce Rusların hayli incinmiş, örselenmiş olan ulusal gururunu tamir etti, ülkesinin yakın çevresinden başlayarak, ardından daha geniş bir coğrafyaya yönelerek güvenliğini sağladı. Otoriter yönetimiyle ekonomide, diplomaside, bürokraside, güvenlikte önemli adımlar attı. Birkaç gün önceki konuşmasında Lenin’i eleştirmesi, Çarlık Rusya dönemine dikkat çekmesi, Soğuk Savaş yıllarından bahsetmesi, bu iddiasının kanıtı. Karşısındaki liderlerin (ABD’de Biden, İngiltere’de Johnson, Almanya’da Scholz) Putin’le kıyaslanabilecek bilgi birikimi, bürokratik deneyimi, devlet tecrübesi yok. Putin; Rusya’nın, ekonomik gücünün ve sınırlarının çok ötesinde, geniş bir alanda politik ve diplomatik nüfuza ulaşmasını sağladı. Suriye, Libya, Dağlık Karabağ, Doğu Akdeniz, Kazakistan, Çin’le kurulan stratejik ilişkiler bunlardan sadece birkaçı.

Yedinci ders:

  • Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ne denli vazgeçilmez ve yaşamsal olduğu bir kez daha görüldü.

Sekizinci ders: Rusya; Türkiye’nin üç büyük dış ticaret ortağından biri, en büyük doğalgaz tedarikçisi, en çok turist yollayan ülkeler arasında, en fazla buğday ithal ettiğimiz ülke. Dahası, Türkiye; Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi aldı. Rusya, Mersin Akkuyu’daki ilk nükleer santralı yapıyor ve çalışacak Türk personeli eğitiyor. Tüm bunlar, Rusya’nın Türkiye’nin ekonomisi, ticareti, enerji kullanımı, savunması üzerindeki gücünü gösteriyor. O nedenle Türkiye çok dikkatli olmak zorunda.

Kısacası; devlet yönetmek zor, milletin sorumluluğunu üstlenmek çok zor iştir. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleriyle “Mesuliyet yükü her şeyden, ölümden de ağırdır”.

SYKES-PICOT’DAN RALPH PETERS’A

PICOT’DAN RALPH PETERS’A

Krd2Nz 

Türker Ertürk
E. Amiral, Araştırmacı – Yazar
İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli anlaşma olan Sykes-Picot‘nun yüzüncü yıldönümündeyiz (16 Mayıs 2016). Zaten, anlaşmanın yapıldığı tarihlerde I. Dünya Savaşı sürüyordu. Bu savaşın diğer bir adı da bildiğiniz gibi; I. Paylaşım Savaşıydı.
Almanya Endüstri Devrimini yapmıştı, sanayisi güçlenmiş ve zenginleşmişti. Ama yeterince sömürgesi yoktu. Çünkü birliğini geç (1871) kurmuştu. Dünyanın sömürgeleştirilmesi konusunda ise; başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, epey mesafe alınmıştı. Almanya, bu nedenle bugünün Büyük Ortadoğu Projesi gibi bir proje geliştirdi. Bu proje, Viyana’dan Hindistan’a kadardı. Osmanlı bir şekilde sömürge yapılacak, İngilizlerin elindeki Mısır ve Hindistan ele geçirilecekti. Bağdat Demiryolu ve Osmanlı’ya yardım, bu nedenle yapıldı.
İslam Aleminin Korucusuyum
İşte bu proje nedeniyle; Alman İmparatoru II. Wilhelm, tahta çıktıktan bir yıl sonra (1889) İstanbul’a geldi ve II. Abdülhamit’i ziyaret etti. Wilhelm 1898’de İstanbul’a yine geldi, arkasından Kudüs’e gitti;“İslam Alemi’nin ve Halife’nin koruyucusuyum” mesajını vermeye çalıştı.
I. Paylaşım Savaşında (1914-1918); bir tarafta İngiltere, Fransa ve Rusya, diğer tarafta Almanya vardı. Osmanlı, Almanya’nın yanında savaşa katıldı. Çünkü Almanya; Viyana’dan Hindistan’a kadar geliştirdiği proje için, Osmanlı’ya ve Padişah dahil yöneticilerine çok yatırım yapmıştı. Ayrıca İngiltere ve Fransa, aralarına Osmanlı’yı almak istemiyorlardı. Çünkü, onu paylaşmak istiyorlardı.
Sykes-Picot; Osmanlı’yı paylaşmak için yapılan gizli anlaşmalardan sadece biri ve en popüler olanıydı. Savaş öncesinde ve sırasında, daha başka gizli anlaşmalar da yapıldı. Savaş sırasında Ruslar, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından savaştan çekildiler ve gizli anlaşmaları açıkladılar. Dünya ve biz, Sykes-Picot’yu ilk kez bu vesile ile duyduk.
Köprülerin Altından Çok Sular Geçti
Savaştan sonra savaşın galipleri, Osmanlı Coğrafyasını bölüştüler. Yalnız; bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk önderliğinde yapılan Kurtuluş Savaşı sayesinde, bu bölüşümün dışında kaldı.
Yüz yıl önce Ortadoğu sınırları, o günün galipleri ve emperyal güçleri tarafından çizildi. Ama köprülerin altından çok sular geçti. Artık tek kutuplu dünya düzeni var. ABD; İngiltere ve Fransa tarafından çizilen haritayı beğenmiyor. Yeni bir harita çizmek, yeni bir statüko belirlemek istiyor. Büyük Ortadoğu Projesi, bunun adı. Bölgemizde ve ülkemizde yaşadığımız istikrarsızlık, terörizm ve vekâlet savaşları, yeni sınırlar çizmek istiyor olmanın getirdiği sancılardır.
Geçtiğimiz günlerde, New York Times’ın internet sayfasında Nick Danforth’un; “Farklı Sınırlar Ortadoğu’yu Kurtarabilir miydi?” başlıklı makalesi yayımlandı. Makalede açık olarak, yeni bir harita ihtiyacı ifade ediliyor. ABD’nin, Ortadoğu’da yeni bir siyasal harita çizme isteği yeni bir şey değil ki! 10 sene önce de Amerikalı Yarbay Ralph Peters’ın Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde (Armed Forces Journal) yayınladığı, bölgemizi ve ülkemizi Büyük Orta Doğu Projesi’ne yönelik olarak balkanizasyona tabi tutan, bölen ve parçalayan harita, bu iradenin sonucuydu.
Dün İngiltere ve Fransa, Bugün Amerika
Dün Sykes ve Picot’ya harita yaptıran güç, İngiltere ve Fransa’ydı. Bugün Peters’a harita yaptıran ve Nick Danforth’a bu ihtiyacı yazdıran güç, ABD’dir. Bugün ülkemizde ve bölgemizde yaşadıklarımız; Peters’ın haritasını üç aşağı beş yukarı gerçekleştirebilmek için yapılan operasyonların sonucudur.
Ne yazık ki; bugün yaşadıklarımızın ne olup ne olmadığının ayırdında olmayanlar, zır cahil olanlar, gaflet (AS: aymazlık), delalet (AS: “dalalet” olacak, sapkınlık) ve hıyanet içinde olanlar var! Ülkemizin iktidarını elinde bulunduranlar; “Bugün Ortadoğu’da olanlar; Sykes-Picot düzeninin yıkılışı, Osmanlı ruhunun yükselişi ve İslam Ümmetinin 21. Yüzyıl’daki dirilişidir.” diyor. Bu sözler; kelimenin tam anlamıyla su katılmamış cehaletin, akıldan yoksun olmanın ve tarihsel derinliğe sahip olmamanın somut bir ifadesidir.
Türkiye Dönüm Noktasında
Kesinlikle bilinmelidir ki; Ortadoğu’da yeni bir siyasal harita çizilmesinde ve yeni bir statüko belirlenmesinde, Türkiye’ye ve İslam’a avantaj sağlayabilecek bir getiri söz konusu değildir. Bu değişikliğin sonucunda, hem İslam hem de Türkiye kaybeder.
Tarihte; her bir zaman dilimi, bir dönüm noktasıdır. Geçmiş belirlendiği için, tarih de tek bir yol olarak gelir. Gelecek ise, sonsuz sayıda seçenek sunar toplumlara. Bu yolların bazıları iyi, bazıları kötüdür ve felaketler içerir.
İşte Türkiye, tam olarak böyle bir dönüm noktasında. Sorun ise; farkındalığı olan siyasetçiler tarafından yönetilip, yönetilmediğimizdir.

Saygılar sunarım. (17.5.16)

=========================================================

Dostlar,

Sayın E. Amiral Türker ERTÜRK‘ün gözlemi ve uyarısı son derece yerinde.
Yeni Osmanlıcıların düştükleri tarihsel – bilimsel yanlışlar öylesine çok ki..
Salt 1 tanesini, daha önce de bu sitede yazdık ama biz gene anımsatalım :

Bilindiği gibi Kurucu Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi, 2. Padişah (Bey) olarak 3 Bizanslı kadın (Asporçe, Theodora ve Horafira) ile evlenmişti. Örn. Horafira, sözde Müslüman omuş ve Nilüfer Hatun adını almıştı. Böylelikle 3. padişah 1. Murat, % 50 Osmanlı (Oğuzların Kayı Boyu) genetiği taşımaktadır. Ardından gelen 33 Padişahın hiçbiri Türk esş almamışlardır. Tümünün de eşi yabancı kadınlardır. Dolayısıyla Kayı Boyu genleri, 36. Osmanlı Padişahı Vahdettine’e dek 34 kez yarılanarak aktarılmıştır. Genetik açıdan

= 5,82076609134674072265625e-11 oranında genetik olarak Osmanlı olmak demektir.
Yani yüz milyarda 5,8.. Kabaca 17 milyarda 1!

Buyurun, Yeni Osmanlıcılar.. size “saf kan” Osmanlı saltanatı! Ve peşinden sürüklenin..
Osmanlı’nın kalmayan ruhunun ihya olacağı boş hayallerini kurun..

Sevgili halkımız; bilim ve akıl dışı boş söylemlerle seni meşgul eden siyasetçileri artık tanı
ve dışla.. Sen bu masalları yutmazsan, masalcı siyasetçiler bunları artık sana anlatamayacak..
Kabahatin büyüğü senin aziz kardeşim; Nazım’ın içi yanarak yazdığı gibi..

Her şey bir yana, işin özü : Türkiye Dönüm Noktasında..

AKP iktidarının durdurulması gerek.. hem de hızla..

BOP_haritasi

RTE, onlarca kez (34 ya da 36 kez!) BOP Eşbaşkanı olduğunu itiraf etti. Yani yukarıdaki haritanın gerçekleştirilmesi için ABD Başkanı ile birlikte “Eşbaşkan” olduğunu. Eeee!?!

Sevgi ve saygı ile.
22 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com