Başbuğ: Böyle siyaset yapılırsa şehit haberlerini duymaya devam ederiz..

Başbuğ: yle siyaset yapılırsa
şehit haberlerini duymaya devam ederiz

portre
Başbuğ: O onu çekiştirir, o diğerini çekiştirir ve o onun aleyhine siyaset yaparsa, üzülerek söylüyorum, biz şehit haberlerini duymaya daha çok devam ederiz.


Genelkurmay eski Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, milli konuların iç siyaset malzemesi yapılmasını önlemede asli görevin siyasal iktidarda olduğunu söyledi. Başbuğ, “O onu çekiştirir, o diğerini çekiştirir ve o onun aleyhine siyaset yaparsa, üzülerek söylüyorum biz şehit haberlerini duymaya daha çok devam ederiz.” dedi.

Bolu’da Abant İzzet Baysal Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Topluluğu tarafından düzenlenen ’Suriye’deki Gelişmeler ve Türkiye’ konulu konferansa öğrenciler yoğun ilgi gösterdi. Öğrenciler, Kültür Merkezi önünde tek tek aranarak salona alındı. Salon tümüyle dolunca kimi öğrenciler aralardaki merdivenlere oturdu. Başbuğ, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini normale çevirmesi gerektiğini söyledi. Başğuğ, şöyle konuştu:

  • “Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapması gereken en önemli konu Suriye ile aynı hedefleri amaçlayan, burada Rusya ve İran öne çıkıyor, bunlarla ilişkilerimizi geliştirmemiz ve açmamız lazım. Suriye merkezi hükümetiyle ilişkilerimizi normale çevirmemiz lazım. Elbette bu resimde ABD’yi de unutmayacaksınız. ABD ile ortak hareket etmek için bütün çabamızı göstermemiz lazım. Bunlar olmazsa ne Suriye’deki oluşumlar olumlu noktada gider ne de Türkiye’de yaşadığımız acı olayların sonu gelir.”

‘TÜRKİYE OLARAK KAOSTAYIZ’

Başbuğ, terör konusunda asıl sorunun siyasal iktidarlarda olduğunu vurgulayarak şunları söyledi:

  • “Asıl sorun siyasal iktidarlarda. Milli konuları, milli sorunları iç siyaset malzemesi yapmayacaksınız. İşin özü bu. Türkiye olarak maalesef bir kaostayız. İnsan olarak hepimiz üzülüyoruz. Yazıktır. Niye? Milli konularımızın iç siyaset malzemesi haline dönüştürülmesidir bunun altında yatan sorun. Burada bana göre birinci sorumluluk siyasal iktidarda. İç siyaset malzemesi yaptığınız an, o kendi açısından bakacak diğeri kendi açısından bakacak ve parçalanacaksınız. Bölünmüşlük ortaya çıkar. Milli sorunlarda bölünürseniz bu kötü bir olay. Çıkamayız işin içinden. Burada en dikkatli olması gereken siyasal iktidarlardır. Siyasal iktidar bu konuda adım attıktan sonra muhalefet iç siyasete çekiyorsa konuyu ona da yüklenin.”

    Siyasal iktidarın gerektiği zaman öz eleştiri yapması gerektiğini ifade eden Başbuğ,
    şöyle devam etti:

    – “Bugünden yarına nasıl çıkacağız buna odaklanalım. Geçmişin tartışmasına girersek otomatikman iç siyasete gireriz. O tartışmayı zamana bırakalım. Onun uygun zamanı değil. Mücadelenin yolu birlikten, bütünlükten gider. Hele böyle terör gibi bir belayla karşı karşıyaysanız. Burada asli görev siyasal iktidardadır, hükümettedir. İç siyaset malzemesi
    ne yapın, ne yaptırmaya yol açın. Gerektiği zaman öz eleştiri de yapın. Siz bunu yapın,
    Türk toplumunun % yüzünü arkanızda görürsünüz. Şu anki iktidar seçimle gelmiş hukuka ve anayasaya göre halkın seçtiği bir hükümettir. Bu hükümet bu devleti idare edecek. Başka bir hükümet yok ki. Sizden başka hükümet çıkartamazsınız, realiteleri görmeniz lazım. O halde hükümet bu adımı atacak. Toplum da bütün gücüyle yüzde 100 olarak elbette terörle mücadelede hükümetin arkasında olacak. Bunun başka yolu yok. O onu çekiştirir, o diğerini çekiştirir ve
    o onun aleyhine siyaset yaparsa üzülerek söylüyorum biz şehit haberlerini duymaya daha çok devam ederiz.”
    (DHA, Nisan 8, 2016)

    ===============================

    Dostlar,

    Sayın Başbuğ Paşa iyi güzel söylüyor da, AKP – RTE’den gerçekten bu olgun, sorumlu davranışı bekleyebiliyo mu??

    Karaman’da 45 çocuğun Ensar Vakfı yurdunda din öğretmeni tarafından ırzına geçilmesi olayında nasıl bir vicdansız gündem saptırması yaptıklarını ibretle ve onların yerine utanarak izliyoruz.. Kılıçdaroğlu’nun son derece yerinde sözlerini inanılmaz bir pişkinlikle çarpıtarak mağduru oynamaya çabalamaktalar… İğrenç suçlardan bile nerdeyse mağduriyet çıkaracaklar! Türkiye’nin bu iktidarla yoluna devam etmesi olanak dışıdır. Halkın gerçekleri görerek AKP iktidarını istifaya zorlaması ve ulusalcı bir koalisyonu başa getirmesinden başka yol yok!

    Sevgi ve saygı ile.
    8 Nisan 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

Dünya Sağlık Örgütü Diyabet Raporu – 2015 sonu

Dünya Sağlık Örgütü Diyabet Raporu – 2015 sonu

Dostlar,

Verileri ve raporları paylaşıyoruz..
Dünya Sağlık Örgütü’nin kuruluş günü 7 Nisan..
Her yıl önemli bir küresel sağlık sorunu o yılın teması olarak belirleniyor..
Geçen yılınki (7 Nisan 2015 – 7 Nisan 2016) “SAFE FOOD” “/ Güvenli Gıda .. idi.
Bu yıl ise, 7 Nisan 2016 – 7 Nisan 2017 arası tema DİYABET / ŞEKER HASTALIĞI..

Kısa bir Türkçe özet ve kapsamlı İngilizce veriler..

Diyabet korunulabilir bir hastalık..
Yaşam biçimimizi düzenleyeceğiz.. En etkili yol bu..
Gereksiz kalori yüklenmeyeceğiz ve hareketli olacağız, yakacağız..
Türkiye verileri Dünyanın neredeyse 2 katı!
Bu çok üzüntü ve kaygı verici..

DSÖ’nün Küresel Diyabet Raporunu (GLOBAL REPORT ON DIABETES) okumak için tıklayınız (88 sayfa, İngilizce, pdf, yakl. 7 MB) :

GLOBAL_REPORT_on_Diabetes_7.4.2016

Sevgi ve saygı ile.
07 Nisan 2016, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

******

Dünya Sağlık Örgütü, diyabet olgularındaki hızlı artışın sürdüğünü ve neredeyse her 11-12 kişiden birinin diyabet hastası olduğunu açıkladı.

BBC’de yer alan habere göre örgütün hazırladığı kapsamlı raporda, 1980’de 108 milyon olan diyabet hastası sayısının 2014’te neredeyse dört katına çıktığı belirtiliyor.

Raporda, kanda yüksek glikoz oranının dünyada her yıl 3,7 milyon insanın ölümüne neden olduğu ve önlem alınmazsa hasta sayısının artmayı sürüdreceği de vurgulanıyor.

RAKAMLARLA DİYABET

2014’teki diyabetli sayısı: 422 milyon
1980’deki diyabetli sayısı: 108 milyon
Dünyadaki yetişkin nüfusta diyabet oranı: %8,5
2012’de diyabet kaynaklı ölüm sayısı: 1,5 milyon
Kanda yüksek glikoz oranı bağlantılı ölümler: 2,2 milyon

Tip 1 ve tip 2 diyabetlerini birlikte değerlendiren Dünya Sağlık Örgütü,
artışın daha çok yaşam biçimiyle ilgili olan tip 2 diyabetten kaynakladığını belirtiyor.

Dünya Sağlık Örgütü‘nde diyabetle ilgili çalışmaları yürüten Dr Etienne Krug,
diyabetin sessiz bir hastalık olduğunu, fakat hızlı ilerleyişinin durdurulması gerektiğini söyledi.

Krug, “İnsan sağlığı ve toplum üzerine büyük etkisi olan bu hastalığın bu biçimde ilerlemesine izin veremeyiz; onu durdurabiliriz, ne yapılması gerektiğini biliyoruz.” dedi.

Kandaki şeker oranının denetim altında tutulmaması kalp krizi, felç, böbrek yetmezliği, körlük, uzuvların ampütasyonu (AS: kesilmesi) ve gebelikte sorun riskini arırıyor.

Diyabet her yıl 1.5 milyon kişinin ölümüne yol açıyor ve ölüm nedeni sıralamasında 8. sırada yer alıyor. Ayrıca 2,2 milyon kişi de kanda yüksek glikoz oranıyla bağlantılı hastalıklardan ölüyor.

1980’lerde zengin ülkelerde yaygın olan bu hastalık,
bugün daha çok düşük ve orta gelirli ülkeleri etkiliyor.

Ortadoğu’da diyabet olguları 1980’lerde nüfusun %5,9’unu etkilerken, 2014’te bu oran %13,7’ye çıktı.
===========================================

World Health Day 2016: Action needed to halt rise in diabetes

World Health Day 2016 poster

WHO, 6 April 2016
http://www.who.int/mediacentre/commentaries/diabetes/en/ 

The number of people living with diabetes has nearly quadrupled since 1980 to 422 million adults, with most living in developing countries.

WHO is marking World Health Day, 7 April, by calling for action on diabetes.

In its first Global report on diabetes,
WHO highlights the need to step up prevention and treatment of the disease.

  • Read the news release
  • Read the Global report on diabetes
  • Read the fact sheet on diabetes*********
    Dr Margaret Chan, Director-General of WHO speaking at the plenary session of the Sixty-sixth World Health Assembly.

    World Health Day 2016: Let’s beat diabetes

    Dr. Margaret Chan, Director-General of WHO

    Commentary, 6 April 2016

    WHO will celebrate its birthday on 7 April 2016 – World Health Day. But this year, not with cake. The traditional birthday cake will be replaced by healthier options, like fruit, and a call to action to tackle diabetes.

    Dr Margaret Chan

    WHO

    Diabetes – long perceived as a disease of the affluent – is on the rise everywhere and is now most common in developing countries. Its impact is felt by individuals, families, communities and national economies, yet much of its burden is avoidable.

    The statistics speak for themselves. The number of people living with diabetes and its prevalence are growing in all regions of the world. In 2014, 422 million adults (or 8.5% of the population) had diabetes, compared with 108 million (4.7%) in 1980. Diabetes is rising fastest in the world’s low- and middle-income countries. In 2012, diabetes caused 1.5 million deaths. Higher-than-optimal blood glucose levels caused an additional 2.2 million deaths, by increasing the risk of cardiovascular and other diseases.

    Poorly controlled diabetes can cause complications including heart attacks, strokes, kidney failure, blindness, and foot ulcers than can lead to amputations. Many of these complications, and these premature deaths, could be prevented. The technologies and medicines to enable people with diabetes to live healthy lives exist, yet still do not reach those who need them.

    Diabetes is a disease characterised by elevated blood glucose levels. Most people with diabetes have the type 2 form of the disease, which is largely caused by unhealthy eating and lack of physical activity. Staggeringly, today more than one in three adults is overweight and more than one in 10 is obese. Type 1 diabetes, which most commonly affects children and adolescents and requires daily insulin for survival, is currently not preventable.

    At the World Health Assembly in 2013, governments committed to halt the rise of diabetes by 2025, but we are clearly not on track. Policies are needed to improve people’s access to affordable, healthy foods and to opportunities for physical activity, to influence patterns of diet and physical activity across whole populations. A combination of fiscal policies, legislation, changes to the environment and raising awareness of health risks works best for promoting healthier diets and physical activity. Such measures will also benefit people living with diabetes and reduce risk of complications.

    Governments have also committed, most recently in the 2030 Agenda for Sustainable Development, to reduce premature mortality from non-communicable diseases including diabetes. People with diabetes can live long and healthy lives if their disease is detected and well-managed. WHO’s Global report on diabetes, released today, shows that governments around the world have begun to act, but much more concerted action is needed.

    “People with diabetes can live long and healthy lives if their disease is detected and well-managed.”

    Dr Margaret Chan, WHO Director-General

    Access to essential medicines and technologies for diabetes is frighteningly inadequate in low- and middle-income countries, where most people with diabetes live. For example, blood glucose and urine glucose measurement—basic technologies necessary for diagnosis and monitoring—are generally available in less than half of low-income countries, in contrast to more than 90% of high-income countries. Similarly, only 23% of low-income countries report that insulin is generally available in publicly-funded primary-care facilities, in contrast with 96% of high-income countries.

    Preventing deaths and complications from diabetes requires access to affordable health-care services with equipment sufficient to diagnose and monitor diabetes; patient education to promote healthy diet, physical activity and self-care; essential medicines for diabetes management, including life-saving insulin; regular screening for complications and early treatment when they are found; and a referral system across various levels of health care.

    Governments also need to invest in better monitoring of diabetes, including who is getting access to the treatment they need, and who is missing out.

    Together, we can halt the rise in diabetes and provide care to improve quality of life for the millions of people living with the disease. Deliberate, effective responses are needed from government; health-care providers; civil society; producers of medicines, technologies and food; from people living with diabetes; and from each of us.

  • Everyone has a role to play.

“Biz bo­şu­na mı vu­ru­şu­yo­ruz?”

“Biz bo­şu­na mı vu­ru­şu­yo­ruz?”

portresi
Tokmak : Rahmi Turan
SÖZCÜ, 7.4.16
(Bizim kapsamlı yorumumuz yazının altındadır..)

Baş­ba­ka­n’­ın ka­fa­sı ka­rı­şık mı­dır, ne­dir?
Söz­le­rin­de tu­tar­lı­lık yok!
Bir öy­le di­yor, bir böy­le…
“2013 Ma­yı­s’­ına dö­nü­lür­se, Tür­ki­ye için­de PKK’­nın tek bir si­lah­lı un­su­ru kal­maz­sa her şey ko­nu­şu­la­bi­li­r” di­yor­du.
Cum­hur­baş­ka­nı “Or­ta­da mü­za­ke­re ede­cek, gö­rü­şe­cek bir ko­nu yok­tur. Te­rör­le mü­ca­de­le son te­rö­rist im­ha edi­lin­ce­ye ka­dar de­vam ede­cek!” di­ye sert çı­kın­ca Baş­ba­kan da he­men ağız de­ğiş­ti­rip:
“Te­rör­le mü­ca­de­le­den ge­ri dö­nüş yok­tur! Biz­den kim­se te­rör ör­gü­tüy­le ma­sa­ya otur­ma­mı­zı bek­le­me­si­n” de­me­ye baş­la­dı. Doğ­ru olan bu­dur ama…
Baş­ba­kan ar­tık söz­le­ri­ne dik­kat edip, bir ka­rar ver­me­li. Öy­le mi, böy­le mi?
Bö­lü­cü­le­rin Mec­li­s’­te­ki uzan­tı­sı HDP, pa­ça­sı tu­tu­şun­ca “Ma­sa­ya otu­ra­lım, Öca­lan baş mü­za­ke­re­ci ol­su­n” de­me­ye baş­la­dı. Baş­ba­ka­n’­ı ya­nıl­tan bu ko­mik tek­lif mi?
Da­vu­toğ­lu­’nun tu­tar­sız ko­nuş­ma­la­rı, Gü­ney­do­ğu­’da kel­le kol­tuk­ta çar­pı­şan yi­ğit­le­ri­mi­zin mo­ra­li­ni et­ki­li­yor. Ba­zı kah­ra­man­la­rın “Ne olu­yor? Biz bu­ra­da bo­şu­na mı vu­ru­şu­yo­ruz?” di­ye sor­duk­la­rı­nı du­yu­yo­ruz.
Baş­ba­ka­n’­ın, bir öy­le bir böy­le ko­nu­şup, kaş yap­mak is­ter­ken, göz çı­kar­ma­ma­sı lâ­zım!

==================================

TÜRKİYE, DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOLDA;
DEVLET AKLI ve BEKA REFLEKSİ SÜRÜKLEYİCİ ARTIK..

Evet Dostlar,

Geri dönüş yolu kalmamıştır. Batı emperyalizminin güdümünde, kucağında, her türlü silah ve araç – gereç ile donanarak, donatılarak Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş ilan etmenin bir bedeli olacaktır. Epey geç de olsa bereket Devlet aklı ülkemizde baskın gelmiş ve bu maşa bölücü örgüt, ülkemizin güvenlik kuvvetlerince yok edilme aşamasına getirilmiştir. Sıra, adım adım, çok da gecikmeyen uygun bir zamanlama ile Kandil‘e gelmektedir. Merkezi Irak hükümeti ile gerekiyorsa Barzani ve ABD ile BM statüsünde Uluslararası Hukuktan kaynaklanan meşru savunma haklarımız gündeme getirilerek kara harekatı ile Kandil de susturulmalıdır. Hep yazdık, taşeron bölücü örgütü (PKK ve PYD gibi türevleri) besleyen tüm kaynaklara çok yönlü yaklaşım ile kurutma stratejisi izlenmelidir.

HDP, terörle tüm bağlarını net olarak kesmiyorsa meşruluğunu yitirecek ve hukuksal korumadan doğallıkla yoksun bırakılacak, mevzuatta tanımlı hukuksal yaptırıma uğrayacaktır.

300’ü aşkın güvenlik görevlimizi şehit verdik. Yüzlerce masum sivil yurttaş canını yitirdi.

Yüreğimiz yangın yeridir.

On milyarlarca TL ile ölçülecek maddi yitiğimiz var. Artık masaya oturmak diye birşey yok!.. T.C. Anayasası yurttaşların yasal eşitliğine dayalı (m. 10) “eşit yurttaşlık” a değil!. Hiçbir etnik kümeye, inanç topluluğuna.. ayrıcalıklı bir hukuksal statü vermek söz konusu edilemez. Kopenhag ölçütleri düzeyinde temel kişi hak ve özgürlükleri ülkemizde Anayasa’da ve yasalarda kabul edilmiştir. Bu topraklarda T.C. yurttaşı herkes, birbirinden ne fazla ne eksik haklara sahip olmayı istemeden eşit ve 1. sınıf yurttaşlar olarak birlikte yaşayacaktır. Devlet, tekil (üniter) yapısını kesinlikle koruyacaktır. Ancak AKP baskıcılığının, dinci faşizminin defedilerek pozitif (normatif) hukuk düzeninde yazılı hak ve özgürlüklerin tam anlamıyla kullanımı gerekir. Erdoğan’ın son günlerde maşallah 1 numaralı ulusalcı kesildiğini görüyoruz son zamanlarda;

– Tek devlet,
– Tek millet,
– Tek bayrak ve
– Tek vatan 

söylemini dilinden düşürmez oldu.. Artık “Türk Milleti” de diyor!?.. MHP’ye söyleyecek birşey bırakmadı.. Tayyip beyin bu kaçıncı dönüşü?? İçtenliğine inanmak için herhalde olağanüstü saf ya da “iyi niyetli” olmak gerek.. İç ve dış siyasal konjonktürün gerekleridir bunlar.. Tayyip bey içeride ve dışarıda olağanüstü sıkışmıştır. Canhıraş bir çaba ile direnerek gündem belirlemeye, dahası gündemde kalmaya çabalamaktadır. AKP grubu için için kaynamaktadır. Tipik suret-i Haktan geçinme durumudur. Skandallar birbirini izlemektedir. Ekonomi çöküştedir, 50 milyon insanın kişisel verileri sızdırılmıştır.. Yandaş kadrolar ülkeyi yönetememektedir. HDP ve MHP’nin tabanına oynanacak, uygun koşulda erken – baskın seçimle 367 yakalanmaya çalışılacaktır. Plan budur. 367+ vekil sağlanınca da gelsin yeni anayasa ve Başkanlık.. Halife-Sultan Tayyip bey o zaman kimselere danışmadan federasyona da, özerkliğe de, Apo’nun geleceğine de… her şeye ama her şeye, -üst aklın güdümüyle- karar verebilir..

Tayyip bey vuruşarak çekilmeyi seçmiş görünüyor.. Oysa uzlaşarak çekilmesi kendisinin ve ülkemizin daha yararına olurdu. Danışmanlarına ve kendisini iktidara getirip BOP eşbaşkanı olarak yıllardır ülkesine ihanete zorlayarak kullanan yabancı aklıdanelerine danışarak bu yönde öneri alması çok yerinde olacak.. Bu  seçenekleri irdelemeye başlamakta büyük yarar var…

11,5 milyon Panama belgesi, Zerrab’ın ABD’de ifadeleri, Zencani’nin Türkiye’de dağıttığı 8,5 milyar Dolar rüşvet, 17-25 Aralık 2013’te iç edilen 3 milyar Dolar… hangisini sayalım?

Başbakan Davutoğlu ise, -konjonktürel bir siyasal aktör olarak- pişmiş aşa su katmasın.. Silahları götürmek ya da gömmek, yurt dışına elini kolunu sallaya sallaya gitmek yok artık.. Ya silahıyla teslim olup yargılanacak ya da yok olacak, kaçabiliyorsa yurt dışına kaçacak.. Bunca cephane, muazzam silah stoku Devlete geçecek ve silahların balistik – kriminalistik incelemesi yapılarak hangi eylemelerde kullanıldığı belirlenecek.

Bu muazzam silah – cephane stoklama sürecine AÇILIM adı altında 4-5 yıl boyunca göz yuman AKP iktidarı ile yasa dışı emirlere uyan bürokratlar da yasal hesabını verecek..

Türkiye Cumhuriyeti’ne çok yönlü asimetrik (kalleşçe, kahpece!) bir saldırı söz konusudur. Elbette Devlet sonuna dek hukuk devleti olarak kalacak ve ileride Lahey Adalet Divanı’na, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne malzeme sağlamayacaktır. Ancak önlemleri de meşru savunma sınırları içinde, –üzgünüz ama– asimetrik olabilecektir.

Türkiye, dönüşü olmayan bir yola girmiştir; Devlet aklı ve beka refleksi sürükleyicidir artık.

Sevgi ve saygı ile.
07 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yazımızın pdf biçimi : TURKIYE_DONUSU_OLMAYAN_YOLDA_DEVLET_AKLI_ve_BEKA_REFLEKSI_SURUKLEYICI_ARTIK

Türkiye büyük değişimin arifesinde

Türkiye büyük değişimin arifesinde

portresi_adiyla

Mehmet Bedri Gültekin


1970’li yıllarda Türkiye solunu oluşturan bütün gruplar – Aydınlıkçılar dışında – yakın zamanda gerçekleşecek bir “Devrim” beklentisi içindeydiler. Aydınlıkçılar ise o yıllarda dünya ve ülke koşullarını tahlil ederek, halkta köklü bir değişim –Devrim– talebi olmadığını saptadılar. Mevcut sistemin 2000’li yıllara kadar süreceğini, devrimci Partiye düşen görevin, halkın mücadelesi içinde örgütlenerek, büyük değişimin nesnel bir ihtiyaç olarak kendisini dayatacağı günlere hazırlanmak olduğunu belirttiler. 70’li yıllarda kısa zamanda “Devrim” beklentisi içinde olan o onlarca grubun yerinde bugün yeller esiyor. Kalan 6 -7 grup ise kendi başlarına bir siyasi varlık olmaktan çıktılar. Ancak PKK’nın kanatları altında nefes alıp veriyorlar. Aydınlıkçılar ise (Vatan Partisi), bugün sistemin dört Partisinin karşısında, ülkenin her tarafında örgütlü, ülke gündemine damgasını vuran bir seçenek olarak mücadelelerini sürdürüyorlar.

Yol ayrımındaki Türkiye
Vatan Partisi tarihinde ilk kez, Türkiye’nin şimdi büyük bir değişimin eşiğinde olduğunu söylemektedir. Bu değişim önümüzdeki üç-beş yıl içinde gerçekleşecektir. Türkiye bir yol ayrımındadır. Önümüzdeki yıllarda, ya Irak ve Suriye’nin kaderini yaşayacaktır. Yani etnik ve inanç farklılıkları temelinde parçalanıp ayak altında kalacaktır; ya da ayağa kalkıp Batılı merkezlerde kendisi için yapılan senaryoları bozacak ve yeniden Cumhuriyet Devrimi rotasına girecektir.

Atlantik’te boğulmak

Değişimi zorunlu kılan en önemli etken, Türkiye’nin Atlantik sistemi içinde
bölünmenin eşiğine gelmiş olmasıdır.

“Büyük Müttefik” ABD, bütün varlığıyla bölücü terör örgütünün arkasındadır.

Terör örgütünün Suriye’deki bölgesinde üç askeri üs oluşturmuştur. Her türlü askeri yardımı artık alenidir. Devlet Başkanı danışmanı düzeyinde PKK “kanton”larına ziyaret yapmakta ve terör örgütünün verdiği plaket dünya basınına servis edilmektedir.

  • Artık kanıtlanmıştır ki Türkiye NATO’da kalmaya devam ederse bölünecektir.
  • Türkiye Avrupa Birliği kapısına bağlı kalmaya devam ederse bölünecektir.
  • Çünkü ABD’si ve AB’siyle emperyalist Batı, Türkiye’ye yönelik bölücü terörün arkasındadır. 

Şimdi Türkiye bu gerçeği devlet düzeyinde sorgulama noktasına gelmiştir. Cumhurbaşkanı başdanışmanının, İncirlik’in ABD uçaklarına kapatılabileceği yönündeki açıklaması, Hükümete yakın Star gazetesinin ABD ile ilgili “stratejik düşman” manşetini atması, aslında Türkiye’nin nereye gittiğini göstermektedir.

Avrasya’da ayağa kalkmak
İkinci olarak gerek güvenlik gerekse ekonomik açılardan karşılaşılan sorunların çözümü için komşularımızla işbirliği politikasının ertelenemez bir zorunluluk haline gelmesidir.
Türkiye, Suriye, İran, Irak ve Rusya arasında işbirliği altı ay içinde hem bölücü hem de yobaz terörünü bitirir.
Geldiğimiz aşamada komşularımızla teröre karşı işbirliği, bir anlamda Türkiye’nin kamp değiştirmesi anlamına gelecektir.

Borçlanma ekonomisinin iflası
Üçüncü olarak borçlanma ekonomisi ile Türkiye yolun sonuna gelmiştir. 50 yıl içinde yapılan borçlanmadan daha fazlası 13 yıllık AKP iktidarı döneminde yapıldı. Türkiye’nin toplam borcu gayrı safi milli hasılasına eşitlendi. Ama daha önemlisi borç yükü içindeki kısa vadeli borçların oldukça yüksek bir orana ulaşmasıdır. Türkiye borçlarını çeviremeyecek bir noktaya hızla yaklaşmaktadır.

Bütün komşularıyla ilişkilerin bozulması ise soruna tuz biber ekmiştir.
Borçlanma ekonomisinden üretim ekonomisine geçmek Türkiye için bir hayat memat sorunu haline gelmiştir.

Bölücü Anayasa girişiminin anlamı
Dördüncü olarak mevcut Mafya-Gladyo-Tarikat Sistemi, gelinen aşamada AKP’nin bölücü ve gerici Anayasa girişimi ile bir hamle yapmak ve böylece geleceğini güvenceye almak peşindedir.
AKP’nin bölücü Anayasa girişimi toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmek ve iç çatışmaları tetiklemekten başka anlama gelmiyor.
Atatürk Cumhuriyeti’nin Türkiye’sine bölücü Anayasayı kabul ettirebilmek mümkün değildir.

Yeniden Cumhuriyet devrimi

Şimdi bütün bu sorunların çözümünün kendisini dayattığı bir tarihi eşikte bulunuyoruz. Türkiye bu sorunlarla birlikte daha fazla yaşayamaz.
Türkiye, önümüzdeki üç-beş yıllık dönemde Türkiye, bir Milli Hükümetle yeniden Cumhuriyet Devrimi rotasına girerek sorunlarını çözecektir.
Dünya, bölge ve ülke koşulları bu büyük değişim için elverişlidir. Nesnel koşullar uygundur. Yeniden Cumhuriyet Devrimi rotasına girmek artık milletin talebidir. Haziran ayaklanmasında ayağa kalkan milyonlar bu gerçeği kanıtladılar.
Büyük değişimin öznel şartı ise millete önümüzdeki fırtınalı günlerde önderlik edecek Öncü Parti’nin gerekliliğidir.
Kendini kanıtlamış liderliği, örgütü, kadroları, programı ve politikaları ile Vatan Partisi işte bunun için vardır.

(http://www.ulusalkanal.com.tr/turkiye-buyuk-degisimin-arifesinde-makale,5327.html)

AKP’nin ‘özel sözleşmeli personel’ aldatmacası

İşçi Sendika Bürosu Başkanımız Yıldırım Koç, düzenlemeyi değerlendirdi. Koç şunları söyledi:

“Başbakan 22 Mart’ta yaptığı açıklamada 720 bin dolayında kamu sektöründeki taşeron işçisinin kadroya geçirileceğini söyledi ve bu çok sayıda insan tarafından bir müjde olarak algılandı. Ancak daha sonra Maliye Bakanı’nın yaptığı açıklamada bu işin ayrıntılarını öğrendik. Bu ayrıntılardan biri son derece önemli.

HAK TALEBİ YOK

Yürürlükteki mevzuata göre, asıl işi yapan taşeron işçilerinin işe başladıkları tarihten başlayarak kadroya geçmiş olmaları yasal bir hak. Bu nedenle düzenleme, yasanın yerine getirilmesinin ötesinde olumlu öge içermiyor. Ancak bu kadroya atanmaları karşısında işçilerin geçmişe dönük hak talebi olanağı ortadan kaldırılıyor. Böyle bir uygulama Karayollarındaki taşeron işçileri için de gündemdeydi. Her işçinin 75-80 bin TL dolayında geçmişe dönük alacağından vazgeçmesi durumunda zaten kanunda var olan hakları uygulandı. Günümüzde de 720 bin işçinin çok büyük bir bölümü geçmişe dönük haklarından vazgeçerek yasada var olan hakkını kullanma olanağına kavuşacak. Bu konuda uyarmak gerekiyor.

‘İŞ GÜVENCESİ OLMALI’ 

İkincisi Maliye Bakanı’nın yaptığı açıklamaya göre, almakta oldukları ücretlerle geçecekler. Onlara bir zam öngörülmüyor. Üçüncüsü bu geçen arkadaşlarımız işçi statüsünde geçmeyecek, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/B’sinde sözü edilen yani çalışma koşulları Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen ‘sözleşmeli personel’ statüsüne yakın bir statüye geçirilecek. İşçilerin yaptığı toplu iş sözleşmesinden yararlanamayacaklar. İş güvencesi de büyük ölçüde ortadan kalkacak. Özel sektörde çalışan 2 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilen taşeron işçileri de bu haktan yoksun bırakılıyor.”

Ordu’da 3 işçinin açtığı davanın sonuçlandığını ve işçilerin her birinin 81 bin TL alacak hakkına kavuştuğunu hatırlatan Yıldırım Koç,

  • “Kadroya atanma karşılığında öngörülen ‘alacak talebinde bulunmayacağım’ taahhüdü birçok işçinin yaşamda hiçbir zaman elde edemeyeceği miktarı elden kaçırması anlamına geliyor. Vatan Partisi’nin bu konudaki istemi, özel sektör-kamu sektörü ayrımı, asıl iş-yardımcı iş ayrımı yapılmadan bir işyerinde çalışan bütün işçilerin geçmiş alacakları da ödenmek koşuluyla kadroya geçirilmeleridir. Kadroya geçirilmiş işçilerin de iş güvencesi olmasıdır. Yoksa bunun ötesinde Sayın Başbakan’ın yaptığı açıklamada yer alan vaatler birçok insan açısında hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır.” dedi.

    ============================================= 

    Evet Dostlar,

    Türkiye bunca sorun içinde boğuşurken, bir de bu balon şişirildi ve birkaç milyon insanın gelecek umutları hem duygu sömürüsüne uğratıldı hem de ekonomik olarak darbe yiyecek.. Bir AKP klasiği daha.. Az eğitimli ve yandaş basınla algıları tutsak alınan, inanç sömürüsüyle belleri kırılan milyonlarca yurttaş hem AKP’ye oy veriyor hem de onun politikalarıyla perişan ediliyor.. Bu kitleler, neredeyse saf mazohistik bir sosyal – psikolojik davranış sergilemekte. Ancak işçi sınıfı ayaktadır.. TÜRK-İŞ ve DİSK AKP’nin planının ne denli ağır bir tuzak olduğunu görmüşlerdir. Kitlelerini (üyelerini; sırayla 821 bin ve 123 bin) duyarlılaştırmışlardır. Sokak eylemlerine ve kıdem tazminatına el konursa greve hazır olduklarını açıklamışlardır. 301 bin üyesi olan ve AKP eliyle hormonlu büyütülenn HAK-İŞ‘ten ise “gık” çıkmamaktadır. Bu sendika (?’!) üyelerinin gözünü açarak nasıl satıldıklarını artık görmeleri gerekemez mi??

    TEKEL‘in AKP tarafından peş keş çekilerek satışına “TEKEL Vatandır, satılamaz!” savsözüyle (sloganıyla) direnen emekçilere Sıhhiye’de, kış ortasında (Şubat 2010..), havuza sürülerek polisin gaz ve cop zulmü asla belleklerden silinmeyecektir. Sakarya Cd. ve dolayında kurulan çadırlarda sergilenen emekçi dayanışması görmeye değerdi. Ancak AKP, yerli – yabancı sermaye tarafından öylesine katı ve kesin olarak görevlendirilmişti ki, gözünü kararttı ve talan satışı yaptı. Şimdi sıra bir kez daha, AKP’nin sermayenin emrinde bir iktidar oladuğunu kanıtlamaya ve verilen yeni görevi yapmaya gelmiştir. 720 bin işçi bu oyuna gelmeyecektir, gelmemelidirler!

    Sevgili dostumuz Sayın Yıldırm Koç‘un sendikacılık – emek hareketi.. konusunda ülkemiz genelinde uzmanlığı tartışma dışıdır. O’nun değerlendirmeleri özenle dikkate alınmalıdır.

    Sevgi ve saygı ile.
    07 Nisan 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

50 milyon vatandaşın kimlik bilgileri çalındı!

Kimlik Bilgileri İnternete Sızan Vatandaşın Yapması Gerekenler

Kimlik Bilgileri İnternete Sızan Vatandaşın Yapması Gerekenler


Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının kimlik bilgilerinin çalındığı yönündeki iddialar bir anda ülkenin bir numaralı gündem maddesi haline geldi.

Peki kimlik bilgilerini toplamak ve satmanın cezası nedir? Çalınan kimlik bilgileriyle neler yapılabilir? Kimlik bilgileri çalınan kişiler nasıl bir yol izlemelidirler?

Avukat Rezan Epözdemir, kimlik bilgilerinin çalınarak satılmasıyla ilgili şu bilgileri verdi:

CEZASI EN AĞIR 4.5 YIL

Kişisel verilerin kaydedilmesi ve kişisel verileri hukuka aykırı olarak verme veya ele geçirme Türk Ceza Kanunu’nun 135. ve 136. maddesi kapsamında bizim hukuk sistemimizde suç olarak tanımlanmıştır. Kişisel verilerin kaydedilmesi suçunun cezası 1 ila 3 yıl hapis cezasıdır. Suçun nitelikli hali ise, kamu görevlisi tarafından görevin verdiği yetkinin kötüye kullanılarak veya belirli bir meslek veya sanatın sağladığı kolaylıktan yararlanılarak işlenmesidir ki bu durumda suçun cezası 1.5 ile 4.5 yıl hapis cezası olacaktır.

Kişisel verileri verme, yayma veya ele geçirme suçu ise kişisel verileri kaydetme suçundan farklı olarak zaten kayıtlı bulunan verilere yönelik işlenen bir suçtur. Bu suç tipinin maddi unsuru herhangi ortamda kayıtlı bulunan kişisel verilerin hukuka aykırı yollarla ele geçirilmesi, başkasına verilmesi veya yayılmasıdır. Kişisel verileri verme, yayma veya ele geçirme suçunun cezası 2 ila 4 yıl hapis cezası olarak belirlenmiştir.

Bu suçun kamu görevlileri tarafından işlenmesi halinde ceza yarı oranında artacağından kimlik bilgilerini hukuka aykırı olarak veren veya ele geçiren kamu görevlileri 3 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası ile yargılanacaklardır.

Burada bir diğer ihtimal ise, bu kimlik bilgilerinin YSK, nüfus müdürlüğü, MERNİS (AS: Merkezi Nüfus İstatistikleri) gibi bilişim sitemlerine girilerek ele geçirilmesidir. Bu halde de Türk Ceza Kanunu’nun 243. maddesi uyarınca ek olarak failler hakkında 1 yıla kadar hapis veya adli para cezası verileceği hüküm altına alınmıştır.

KİŞİSEL VERİ NEDİR?

Kişisel veri, gerçek veya tüzel kişilere özgü olan ve kişilerin belirlenebilir olmasını sağlayan her türlü spesifik (AS: özgül) bilgidir. Bu yönüyle kişisel veri, yalnızca kişilerin tanınmasını ve teşhisini sağlayan bilgilerden ibaret olmayıp, kişilerin fiziksel, sosyal, kültürel, mali, psikolojik tüm bilgileri kapsamaktadır. Bu kapsamda kişilerin vatandaşlık ve vergi numarası, kimlik, pasaport ve ehliyet bilgiler, sosyal güvenlik numarası, ev ve iş adresi, e-posta adresi, telefon numarası, faks numarası, özgeçmişi, fotoğrafı, videosu, kan grubu, adli sicil (sabıka) bilgileri gibi kişinin belirli veya belirlenebilir olmasını sağlayan tüm bilgiler kişisel veri niteliği taşımaktadır ve kişisel verilerin korunması kapsamına girmektedir.

HALK ARASINDA ADI FİŞLEME

Kişisel verileri kaydetme, kişilere ait verilerin hukuka aykırı şekilde depolanmasıdır. Kişisel verilerin kaydedilmesi halk arasında “fişleme” olarak tabir edilmektedir. Kişisel verilerin kayıt işlemi kağıt veya dosya üzerinden yapılabileceği gibi dijital ortamda da yapılabilir. Bunun suça veya cezaya bir etkisi yoktur. Önemli olan, kişilerin siyasi, felsefi, dini, mezhepsel, ırksal özelliklerinin, sağlık özelliklerinin, hastalıklarının, cinsel tercihlerinin veya benzeri kişisel bilgilerinin hukuka aykırı şekilde kayıt altına alınmasıdır. Kişisel verilerin hukuka aykırı kaydedilmesi suçunda temel olarak iki unsur söz konusudur. Birincisi ortada kişisel bir veri söz konusu olmalı ve ikinci olarak bu veri hukuka aykırı şekilde kaydedilmelidir. Bir kişisel verinin hukuka aykırı kaydedilmesi, kişisel verilerin kişisel veriyi kaydetme hak ve yetkisi olmaksızın kaydedilmesidir. Bu bakımından kişisel verinin kaydedilmesine, kişisel verinin sahibi tarafından izin veya onay verilmesi hukuka aykırılığı kaldıran bir ögedir. Aynı biçimde kişisel veriyi meslek veya görev ya da herhangi bir sözleşme kapsamında rızaya dayalı olarak kaydedilmesi de hukuka aykırı olma özelliğini ortadan kaldıran bir durumdur. Bunların dışında herhangi bir izin veya onay olmaksızın ya da izin veya onay verilen kişiden farklı bir kişi tarafından kişisel verilerin kaydedilmesi hukuka aykırı ve suç olacaktır.

FAİLLERİN TESPİTİNİ İSTEYEBİLİRSİNİZ

Bu kuramsal bilgiler ışığında, kimlik bilgileri çalınan vatandaşlar Cumhuriyet Başsavcılığına başvurarak faiilerin belirlenmesi ve cezalandırılması için yakınma dilekçesi verebilirler. Bununla birlikte bu suç tipleri Türk Ceza Kanunu’nun 139. maddesine göre yakınmaya bağlı suç tipleri olmayıp res’en (AS: kendiliğinden) kovuşturulabilen suç tipleridir, yani ilgililer yakınmacı olmasa bile kamu adına soruşturma yapılır ve failler belirlenirse kamu davası açılır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı konuya ilişkin bir soruşturma açmış olup, varsa kimlik bilgileri yani kişisel verileri çalınan vatandaşların yakınması  da bu ana dosya ile birleştirilecek ve dosya tek elden yeknesak bir şekilde yürütülecektir. Aksi usul ekonomisine aykırı olur ve aynı olay nedeniyle birden çok savcılık dosyası üzerinden tahkikat (sorşturma) yürütülmesine neden olur. Dolayısıyla kimlik bilgileri çalınan kimselerin yapacakları bireysel yakınmalar ana dosya olan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı dosyası ile birleştirilir.

Burada T.C. kimlik numaralarının değiştirilmesi veya tahrif edilmesi söz konusu olamaz, çünkü zaten buradaki nüfus bilgileri YSK başta olmak üzere birçok veri tabanında ve resmi belgelerde bu kayıtlar mevcut ve tasdik altındadır.

YASA CUMHURBAŞKANI’NIN ONAYINI BEKLİYOR

Cumhurbaşkanının onayını bekleyen Kişisel verilerin Korunması Kanunu henüz onaylanıp Resmi Gazetede yayınlanmadığından, somut olaya uygulanabilmesine olanak yoktur. Ancak bu yasanın onaylanmasının ardından Türk Ceza Kanunu‘nun 135, 136 ve 243. maddelerine göre daha lehe olması durumunda uygulanması söz konusu olabilecek ve bu durumda lehe yasa geriye yürüyebilecektir. Cumhurbaşkanı tarafından henüz onaylanmayıp Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmeyen Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, Türk Ceza Kanunu’nun varolan durumuna göre daha sıkı bir koruma rejimi içermektedir.

ÇALINAN BİLGİLERLE NELER YAPILABİLİR?

Çalınan bilgilerle, ilgili vatandaşlar aleyhine kredi çekilebilir, kefil olunabilir, şirket kurulabilinir, tasarrufi işlemlerde bulunulabilinir. İnteraktif bankacılık vasıtaları kullanılabilinir. Doğal ki bütün bunların yapılabilmesi için, ilgilinin imzası, yerleşim (ikametgah) belgesi veya telefon bilgisi ile sistemde kayıtlı telefonuna gelen şifre ve mesaj bilgilerine de gerek var. Ek olarak bunlardan biri veya birkaçı sağlanırsa bu işlemler de yapılabilir.

Bununla birlikte kimlik bilgilerinin çalınmasının esasa ekili olan bir başka önemli sonucu ise, bilgi sahiplerinin kişisel verilerinin kaydedilerek veya ele geçirilerek kategorize edilmesi, tasniflenmesi ve halk dilindeki tabirle “fişlenmesi“dir ki; bu durumun demokratik hukuk devleti açısından kabulüne hukuken ve fiilen olanak yoktur. (http://www.haberler.com/kimlik-bilgileri-internete-sizan-vatandasin-8331837-haberi/, 06 Nisan 2016)

=============================================================

Dostlar,

Ne diyeceğimizi ve yazacağımızı gerçekten şaşırdık..
Akla gelen soruları sıralayalım :

1. Bilgi Teknolojileri Kurumu‘nun siber güvenlik duvarı ve teknik personeli gerçekten bunca zayıf mıdır? Bu Kurumun çalışanları Başbakanlığı döneminde Erdoğan tarafından çaycısına – kapıcısına dek bizzat ve özel olarak seçilip atanmadı mı? Yandaşlar zayıf ve çürük mü, hain mi?
2. Sanal korsanlar gerçekten 128 bitlik şifreleri kırabilecek yetenekte midir?
3. Saldırı nereden gelmiştir, kaynağını neden derhal açıklamıyorsunuz?
4. Ele geçirilen (Hack’lenen) bilginin kapsamı (içeriği) ve oylumu (hacmı) nedir; neden derhal açıklamıyorsunuz?
5. Dört Bakanlık neden birbirinden ayrı ve tutarsız açıklama yapıyor?
6. Kişisel Verilerin Korunması Yasası CB’nın önünde iken bu olayın gerçekleşmesi tastlantı mıdır, AKP hükümeti olayı nasıl okuyor?
7. Yurttaşların zarar görmesini önlemek için ivedilikle yapılması gerekenler neler,
“olağanüstü durum” kapsamında hızla belirleyip uygulamaya başladınız mı?
8. Yurttaşların olası maddi yitikleri için “acil sigorta” sistemlerini devreye koyacak mısınız?
9. Eyyyy AKP’liler      : Kendinize soruyor musunuz, 13+ yıldır sizin uğursuz iktidarınızda
ülkenin başına gelmeyen felaket kalmadı… Niçin ?? Gerçekten bunca beceriksiz misiniz,
gerçekten acz içinde misiniz, yoksa operasyonun içinde misiniz?
Ülkeyi kökten teslim almak için en son darbelerinizden biri mi bu?
10. Çok ürkünç (vahim)olay sizin kurgunuz değilse -ki bu düpedüz VATAN HAİNLİĞİ – VATANA İHANET SUÇUNUN ta kendisidir- bunca zavallı bir iktidarın ülkeyi yönetme hakkı olamaz deyip artık istifayı ve yönetimi namuslu – ehil ellere bırakmayı düşün(e)mez misiniz??

*****
Günahlarınız öyle büyüdü ki, bağlanan basiretiniz yüzünden kör ve sağır durumdasınız..
Ancak bu gidiş ülkemize de size de çook ağır bedeller ödetiyor, ödetecek..
Türkiye kendini her durumda toparlayacak ve sorumlularından hesabını mutlaka soracaktır..

Sevgi ve saygı ile.
06 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

20 ARALIK EYLEMİMİZDE YAŞANAN HUKUKSUZLUĞA YARGIDAN İLK TOKAT

20 ARALIK EYLEMİMİZDE YAŞANAN HUKUKSUZLUĞA YARGIDAN İLK TOKAT

20 ARALIK EYLEMİMİZDE YAŞANAN HUKUKSUZLUĞA YARGIDAN İLK TOKAT

20 Aralık 2014 tarihinde;
– özelleştirmelere,
– yağma ve talan düzenine,
– iş cinayetlerine,
– taşeronlaştırma ve esnek çalışmaya,
– ırkçı, gerici, bölücü eğitim sistemine karşı

“Laik Eğitim ve Emeğe Saygı” yürüyüşümüze karşı Tandoğan’da gerçekleştirilen faşizan müdahale ve sonrasında üyelerimizden bazıları hakkında verilen disiplin cezaları hakkında yürüttüğümüz hukuk mücadelesinde yargı, eylemimizi meşru ve haklı bularak üyemiz Mustafa Dinleyici hakkında verilen disiplin cezasını iptal etmiştir.

Gerçekleşen eylemin sendikal faaliyet ile toplanma ve gösteri yapma hakkı kapsamı sınırları içerinde gören mahkeme hukuksuzluğu yöntem olarak benimsemiş olanlara evrensel hukuk değerlerini tekrar hatırlatmıştır. Tümüyle Anayasa hükümleri ve uluslar arası sözleşmelerle güvence altına alınan barışçıl ve demokratik bir eylem olan kitlesel basın açıklaması eylememizin suç olmadığı; aksine anayasal bir hak olduğu, asıl suçun şiddet uygulayan ve uygulatan kamu görevlilerince işlendiği açıktır.

Laik ve çağdaş eğitimi, emeği savunan tüm kitlelerle birlikte, sendikal örgütlenme ile temel hak ve özgürlükler adına sürdürülen hukuk mücadelemiz kararlılıkla devam edecektir.

EĞİTİ-İŞ MERKEZ YÖNETİM KURULU

Karar metni için tıklayınız : EGITIM_IS_davasi

Onur ÖYMEN : Cumhurbaşkanının Washington Ziyareti

Sayın Cumhurbaşkanının Washington Ziyaretiyle İlgili Düşünceler

portresi_kursude_bayrakla

Onur ÖYMEN
Sayın Cumhurbaşkanının nükleer güvenlik zirvesi vesilesiyle yaptığı Amerika ziyareti, basında daha çok Başkan Obama ile görüşüp görüşmeyeceği boyutuyla ön plana çıkarıldı. Türkiye iç ve dış basında bu görüşme ile bağlantılı olarak ricacı ülke durumuna düşürüldü. Oysa, Türkiye’nin Amerika’dan olduğu kadar, hatta belki daha da fazla Amerika’nın Türkiye’den beklentileri var. Özellikle, bugünkü koşullarda Başkan Obama’nın Erdoğan ile görüşmeyi kabul etmesi Amerika’nın bir lütfu ya da Türkiye’nin bir başarısı gibi gösterilmemelidir.
Karşılıklı beyanlardan Türkiye ile Amerika arasında başta Suriye olmak üzere birçok konuda görüş farklılıkları devam ettiği anlaşılıyor. Bunu olağan karşılamak lazımdır. Mesele, Türkiye’nin ulusal çıkarlarının gerektirdiği politikaları izlemekte yeterince başarılı olup olmadığıdır.
Türkiye’nin Amerika’dan ve Avrupalı müttefiklerden en önemli beklentisi terör örgütlerine karşı ayrım yapmadan topyekûn mücadele anlayışının benimsenmesidir. Bu konuda Amerika’daki temasların bizim açımızdan olumlu sonuç verdiğini söylemek mümkün değildir. Bazı Amerikan kaynaklarının PYD ile PKK arasındaki yakın işbirliğini dile getiren yayınlarına rağmen, Amerikan hükümetinin bu iki örgüt arasında fark gözeten tutumunda ısrar edeceği anlaşılmaktadır.
Aynı şekilde, PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiyesi konusunda Amerika’nın aktif bir rol oynayacağının, bu amaçla Bağdat Hükümeti ve Barzani üzerinde etkili girişimlerde bulunacağının işareti yoktur. PKK’nın son zamanlarda yoğunlaşan saldırılarına rağmen Amerika’nın Türkiye’nin bu örgütle masaya oturup siyasi çözüm araması, yani, PKK’nın silah zoruyla dayatmak istediği konularda bazı tavizler vermesi yaklaşımın değiştiğine dair de bir izlenim alınmamaktadır.
Sığınmacılar konusunda, Türkiye’nin yükünü hissedilir şekilde hafifletecek girişimlere ABD’nin önemli bir katkı sağlayacağı yolunda da bir işaret yoktur. Aynı şekilde, sığınmacıların büyük bir bölümünün geri gönderilmesi için Suriye’nin kuzeyinde bir güvenlikli bölge kurulması talebine Amerika’nın karşı çıkmaya devam ettiği de anlaşılmaktadır.
Türkiye’de insan hakları ve özgürlükler konusunda Amerika’dan ve Avrupa’dan gelen eleştirileri karşılamak için dile getirilen görüşlerin Amerikan resmi çevreleri, sivil toplum örgütleri ve medya kuruluşları üzerinde ikna edici bir etki yaptığı izlenimi alınmamıştır.
Yapılan açıklamalarda Suriye’nin toprak bütünlüğüne değinilmesi isabetli olmuş. Ancak, Türkiye’nin önem verdiği Irak’ın da toprak bütünlüğünün korunması konusuna pek değinilmediği görülmüştür.
Kıbrıs konusunda Türkiye’nin beklentilerine Amerika’nın anlayış gösterdiği izlenimi alınmamıştır.
Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde yaşadığı ekonomik sıkıntıların hafifletilmesi için Amerika’nın katkı sağlayacağına ilişkin bir vaatte de bulunulmadığı anlaşılmıştır. Oysa, Amerika’nın pazar olanakları Rusya’nın Türk ürünlerine karşı uyguladığı kısıtlamaları büyük ölçüde telafi edecek boyuttadır.
AB-ABD Serbest Ticaret Anlaşmasına Türkiye’nin de katılması yolundaki haklı talebine Amerika’dan olumlu bir cevap geldiği de duyulmamıştır.
Bütün bu nedenlerle, basına yansıyan bilgilerden, Sayın Cumhurbaşkanının Amerika ziyaretinin ülkemizin beklentilerini karşılayacak sonuçlar verdiğini söylemek mümkün değildir.
Saygılar, sevgiler, 01.04.2016

==============================================================

Yazık… onca tantanaya yazık..
Daha da üzüntü veren, yandaş kalemlerin gerçeği tersyüz eden yalaka yazıları..
Bunun için, bizim aklımızın almadığı ölçüde “hünerli” (!?) olmak gerekiyor galiba..
Getirisi de çok büyük olmalı böylesi bir “hizmetin” ??!!

Sevgi ve saygı ile.
05 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

AB’yle 18 Mart mutabakatı uygulanmaya başlarken

AB’yle 18 Mart mutabakatı uygulanmaya başlarken

portresi_kursude_bayrakla

 

Onur Öymen
4.4.2016

 

Yunan Adalarından ilk sığınmacı kafilesi Türkiye’ye geri gönderildi. İlk gelenler arasında Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden göç edenler de var.

Geri kabul karşılığında Türkiye’den aynı sayıda göçmenin Avrupa’ya gönderileceği söylenmişti. Oysa, 18 Mart 2016 tarihli Türkiye-AB Ortak Bildirgesine bakıldığında, Yunan Adalarından Türkiye’ye geri gönderilen her Suriyeli sığınmacıların karşılığında Türkiye’den AB’ye Suriyeli bir sığınmacının gönderileceği kaydedildiği görülüyor.

Yani, öbür ülkelere mensup sığınmacıların karşılığında Türkiye’den AB’ye hiçbir sığınmacı gönderilemeyecek. Bu durumda , bugün başlayan uygulamanın sonucunda Türkiye’deki sığınmacıların sayısında azalış değil, artış olacak. 

AB’nin kabul edeceği toplam göçmen sayısında 18.000 kişilik yer kalmış. Mutabakata göre, bunun üzerine en çok 54.000 Suriyeli sığınmacı daha kendilerini gönüllü olarak kabul edecek AB ülkesi bulunursa o ülkelere gönderilecek.

Türkiye’den alınacak sığınmacıların toplam sayısı böylece 72.000’i aşmayacak. Yunanistan’dan dönenlerin sayısı bundan daha fazla olduğu takdirde, bu mutabakat sona erdirilecek. Şimdiye kadar Türkiye’nin kabul ettiği 2,7 milyon sığınmacının yanında bu çok mütevazı bir sayı.

  • Özetle bu mutabakat Yunanistan üzerindeki sığınmacı baskısını hafifletecek,
    ancak, Türkiye’nin yükünü azaltmayacak, hatta arttıracak. 

Türkiye’nin bütün bu özverilerine karşı, daha önce açıklandığı gibi Türk vatandaşlarına Haziran ayından başlayarak vize bağışıklığı sağlanacak mı? Bunun da güvencesi yok. Türkiye, AB’nin koyduğu bütün koşulları yerine getirse bile, uzlaşma metninde yer alan tek vaat, AB’nin vize bağışıklığı sağlanması konusunda AB Parlamentosu’na ve AB Konseyi’ne son karar için öneride bulunacak olmasından ibaret.

AB’nin Türkiye’ye vadettiği 3 milyar Avro‘nun Türkiye’de geçici sığınma hakkı tanınanlara bundan sonra sağlık, eğitim, altyapı ve gıda gibi alanlarda yapılacak harcamalar için kullanılacağı anlaşılıyor. Bu para tümüyle harcanırsa, ancak o zaman AB 2018 yılına dek ikinci bir 3 milyar Avroyu tahsis edecek.

Uzlaşma belgesinden anlaşıldığına göre, Türkiye’nin şimdiye dek yaptığı ve 10 milyar Dolara ulaşan harcamaların telafisi için AB herhangi bir katkıda bulunmayacak.

Türkiye’nin talep ettiği beş müzakere başlığının yerine şimdilik yalnızca bir başlığın açılması öngörülüyor.

Gene Türkiye’nin önerdiği Suriye içindeki güvenilir bölgeler konusunda Türkiye’yle birlikte çalışılacağı yolundaki muğlak ifadelerin dışındaki hiçbir somut ifade metinde yer almıyor.

Aynı biçimde, terörizmle mücadele konusunda AB ülkelerinin ‘şimdiye dek verdikleri desteğin süreceği’ gibi içeriksiz bir ifade biçimi benimsenmiş.

Bütün bu gerçekler ortadayken bugün uygulanmasına başlanan 18 Mart 2016 tarihli mutabakatın Türkiye hesabına bir başarı sayılması ve Türkiye-AB ilişiklerinde anlamlı bir ilerlemenin işareti olarak görülmesi mümkün değildir.

Sayın Başbakanın ifade ettiği gibi, Brüksel’de bir Kayseri pazarlığı yapılmış, ancak verdiğinden çok almasıyla ünlü Kayserili tüccarlar rolünü Türkiye değil AB üstlenmiştir. AB belki de ilk kez Türkiye’ye karşı ricacı duruma düşmüş, ancak bu fırsat değerlendirilememiştir. Böyle durumlarda, Kayseri usulü pazarlıktan çok Lozan usulü kararlı mücadelenin gerekli olduğu bir kere daha anlaşılmıştır.

Saygılar, sevgiler.
04 Nisan 2016

===============================================

Dostlar,

Tam anlamıyla nefis bir irdeleme değil mi??
Çok kıdemli ve birikimli, nitelikli, yurtsever – ATATÜRKÇÜ bir diplomatın çözümlemesi.

Bunca beceriksiz bir siyasal iktidar Türkiye’ye AKP öncesi gelmemişti. İşin acısı, gitmeyi de bilmiyorlar, ya da bizler göndermeyi bilmiyoruz ve her geçen gün Türkiye giderimsiz (telafisiz) bedeller ödüyor.. Çok yazık olmuştur çoook.. 3 milyonu bulan Suriyeli göçmen – sığınmacı ülkemize altından kalkılmaz ve uzun erimli ağır sorunlar yükleyecektir, yüklemektedir. İnsan sormadan edemiyor… Bu bezirgan pazarlığının ardından hangi Çapanoğlu çıkacaktır? AKP neye ve neyin yatırımını yapmaktadır?? Türkiye’de varlıkları 5 yılı geçen ve Vatandaşlık verilmeye başlanan sığınmacılar seçimlerde AKP için yeni oy deposu mu yapılacaktır??

Türkiye’nin elden gelen hızla, bu aciz ve ülkemize çok zararlı AKP yönetiminden kurtulması gerek..

Sevgi ve saygı ile.
05 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

AİLE HEKİMLİĞİ SİL BAŞTAN: 1. BASAMAK SAĞLIK HİZMETLERİ DENEME TAHTASINA DÖNDÜ!

TTB_logosu

Türk Tabipleri Birliği Aile Hekimliği Kolu, Sağlık Bakanlığı’nca
23 Mart 2016’da yayımlanan bir genelge ile kuruluşu duyurulan
Halk Sağlığı Merkezleri ile ilgili yazılı açıklama yaptı.

AİLE HEKİMLİĞİ SİL BAŞTAN:

BİRİNCİ BASAMAK SAĞLIK HİZMETLERİ DENEME TAHTASINA DÖNDÜ!

Sağlık Bakanlığı, 23.03.2016 tarihinde yayınladığı 2016/5 sayılı genelge ile Halk Sağlığı Merkezleri’nin (HSM) kuruluşunu ilan etmiş bulunmaktadır. Bu Genelgede Toplum Sağlığı Merkezi (TSM) yönetmeliğinin 5. maddesine dayanılarak; HSM’lerin, TSM’lerin ek birimi olarak kurulacağı belirtilmiştir. Fakat adı geçen Yönetmelikte “ek birim” tanımlaması yer almadığı gibi bağlı birimler arasında HSM de yoktur.

Toplum Sağlığı Merkezleri, 5258 sayılı Yasa’ya göre (AS: Aile Hekimliği Yasası) aile hekimliği hizmetlerinin dışında kalan Birinci Basamak sağlık hizmetlerini sunmak üzere kurulmuştur.” denilmesine karşın, yeni genelgede, TSM’lerde 5 adet yeni Aile Hekimliği Birimi kurulacağı yer almaktadır.  Oysa HSM’ler TSM’lerin bağlı birimi olamayacağı gibi TSM’nin tanımı belli olmayan ek birimi de olamaz. HSM kuruluşu için yayınlanan genelgenin, yasal bir dayanağı bulunmadığı, bu birimlerde görevlendirilecek personelin görev, yetki, hak ve yükümlülüklerinin yasa ile belirlenmesinin esas olduğu gerekçeleriyle, iptali için yargıya (AS: Danıştay’a) başvuracağımızı ilan ediyoruz.

Birinci Basamak sağlık hizmetlerinde yapılmak istenen ve oldukça önemli olan bu değişikliğin, bu hizmeti veren sağlık çalışanları ve onların bağlı bulunduğu örgütlerle tartışılmadan uygulanmaya konması kabul edilemez. İstanbul, Tuzla’da apar topar yaşama geçirilmeye çalışılan, amaç ve hedefleri iyi belirlenmemiş, yasal dayanaktan yoksun,  altyapı hazırlığı ve pilot çalışması bulunmayan bu uygulamayı izah etmek olanaklı değildir.

HSM Genelgesinde yer alan maddelerin ne anlama geldiği, genelgede belirtilen hizmetlerin nasıl yaşama geçirileceği, varolan sistemle çelişkilerinin nasıl giderileceği, yaşanacak olası sorunların nasıl çözüleceği.. gibi birçok sorunun yanıtı bir bilmece olarak önümüzde durmaktadır.

HSM Genelgesinde yer alan ve sonrasında Sağlık Bakanı’nın yaptığı açıklamalarda belirtildiği gibi,  ASM ve TSM çalışanlarına HSM’lerde Cumartesi ve mesai günlerinde 17-21 saatleri arasında nöbet tutturulması dayatmalarının, tıpkı Hastane acil nöbetleri ve ASM nöbetlerinde olduğu gibi kabul görmeyeceğini belirtmek istiyoruz.

1. Basamak sağlık hizmeti sunumunu paramparça eden, hekimleri ve sağlık çalışanlarını ağır yükler altında ezen, niteliksiz bir sağlık hizmeti sunum programına dönüşen bu sağlık sistemi artık yamalı bohçaya dönmüştür. Büyük ışıklı tabelalarla halkın gözünü boyamaya çalışan Bakanlık,  en temel etmen olan insanı görmezden gelmekte,  kocaman binalara hapsedilen köleler yaratıp yalnızca gösteriş peşinde koşarken, içtenlikli vatandaşımızı  nitelikli sağlık hizmeti aldığına inandırmaya çalışmaktadır.

  • Birinci Basamak sağlık hizmetlerinin, kamu eliyle, toplumun gereksinimlerine uygun olarak yürütüldüğü, koruyucu sağlık hizmetlerinin öncelendiği, toplumun her kesimine eşit, ulaşılabilir, tümüyle ücretsiz bir sağlık ortamı olanaklıdır.

Sağlık çalışanlarının, güvenceli iş, güvenli iş ortamı, çalışma haklarının kısıtlanmadığı, baskı ve angaryaların olmadığı, emekliliğine de yansıyan insani bir ücret karşılığında, iyi hekimliğin yapılabileceği 1. Basamak sağlık politikalarının izlenmesi gerektiğine inanıyoruz.

Sağlık Bakanlığı’nı;
Hem toplumun sağlık hakkı, hem sağlık çalışanlarının haklarını gözeten bir Birinci Basamak için sorumluluklarını yerine getirmeye davet ediyoruz.

TTB AİLE HEKİMLİĞİ KOLU
04 Nisan 2016

=============================================================

Dostlar,

TTB (Türk Tabipleri Birliği) Aile Hekimliği Kolu üyesi – yöneticisi meslektaşlarımızın yukarıda aktardığımız açıklamasına ve itirazına katılmamak olanaksız..

AKP, Haziran 2003’te başlayarak sağlık hizmetlerini çok büyük ölçüde piyasalaştırdı. Batı emperyalizminin finans – kapitalizminin maşası Dünya Bankası ve IMF güdümünde yürütülen kökü dışarıda SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM (Health Transformation) dayatması ile sistem DNA’sına dek değiştirildi..

Görülüyor ki 1. Basamak Sağlık hizmetleri (yatak olmayan tüm sağlık hizmetleri) ciddi biçimde aksamaktadır. Aile Hekimliği sistemi ile salt kişilere dönük koruyucu sağlık hizmeti verilmeye çalışılmaktadır. Aile hekimleri salt 1 Aile sağlığı elemanı ile çalışmaktadırlar. Çevreye dönük koruyucu sağlık hizmetleri ayrılmış ve Toplum Sağlığı Merkezlerine bırakılmıştır.. 2 Birim arasında yeter eşgüdüm sağlanamadığı gibi, TSM’ler gereken teknik ve personel altyapısına kavuşturulamamıştır. Ayrıca gıda hijyeni Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bırakılmıştır. Pek çok çevre sağlığı sorunu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı sorumluluk alanındadır. Sularla ilgili olarak Orman ve Suişleri Bakanlığı devrededir. Okul kantinlerinde hangi yiyeceklerin satılacağına Milli Eğitim Bakanlığı karar vermektedir… Sistem çok başlı, eşgüdümsüz, hatta paramparçadır.. Yıllardır bu sorunları yazıyor ve anlatıyoruz.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde son sınıf öğrencilerimizi (İntörn Dr.) Aile Sağlığı hekimlerinin ofislerinde, Toplum Sağlığı Merkezlerinde ve öbür 1. Basamak Sağlık hizmeti birimlerinde (Verem Savaş Dispanseri, Ana-Çocuk Sağlığı Disp. gibi) uygulamalı çalışmalara (staja) gönderiyor ve izliyoruz.. Sistemi yakından gözlüyor ve sorunları içinden biliyoruz. Kökü dışarıda ve Türkiye’nin bünyesine uymayan bu zorlama model yürümemektedir. Sağlık Bakanlığı’nın geç de olsa sorunu ayrımsaması (fark etmesi) buruk bir sevinç veriyor. Ancak onarım, yeni sorunlara yol açmamalıdır. Türkiye’nin sağlık sektöründe yeni hatalara dayancı (tahammülü) kalmamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın, yabancıların dayatması ve güdümüyle çalışmak yerine, Türk hekimlerine, onların örgütlerine, sağlık çalışanlarına danışarak sermayeden yana değil, ulusal ve halktan – insandan yana bir sağlık sistemi oluşturmasını istemek hakkımızıdır.

Sevgi ve saygı ile.
05 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com