Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

AKP, Şiddetin İktidarı : Toplumsal Baskı ve Sessiz Yıkım

Toplumsal şiddet, toplumda bireyler, kümeler veya kurumlar arasında güç ilişkileri temelinde ortaya çıkan fiziksel, psikolojik ya da yapısal zarar verme eylemlerinin tümünü kapsayan şiddet türüdür (Galtung; 1969, 1990). Yazar şiddeti salt doğrudan – fiziksel olarak değil, aynı zamanda yapısal ve kültürel biçimleriyle de tanımlar. Toplumsal şiddet, bu üçlü şiddet kuramı ile incelenebilir.
Doğrudan Şiddet: Fiziksel saldırılar, kolluk şiddeti, gözaltında kötü işlem (muamele) vb.
Yapısal Şiddet
: Adaletsiz yasalar, gelir eşitsizliği – derin yoksulluk, fırsat eşitsizliği,
sistemli ayrımcılık.
Kültürel Şiddet: Medya, din, ideoloji ya da eğitim yoluyla bu adaletsizliklerin meşrulaştırılması.
   Halk Psikolojik travma alıyor: Sürekli korku, umutsuzluk, depresyon yaygınlaşır.
Aile, komşuluk, arkadaşlık bağları zayıflar (toplumsal çözülme). Baskı altındaki toplumlarda yatırım ve üretim düşer (Ekonomik gerileme). Sanat, düşünce, akademi susar;
otosansür yaygınlaşır (Kültürel baskı).
İktidar ve şiddet uygulayanlara da sonuçlar ağırdır. Ahlak çöküntüsüyle zorbalık sıradanlaşır, şiddeti içselleştiren kişiler vicdan ve moral çöküntüsü yaşar. Baskıcı sistemler
an gelir, içte – dışta meşruluklarını yitirir. Uzun erimde korkuya dayalı iktidar birden (ani) kırılma ile çökebilir; Arap Baharı gibi (Siyasal kırılganlık). Demokrasi çiğnemleri (ihlalleri), yaptırımlara ve uluslararası yalıtıma yol açar.

   Siyaset bilimi kapsamında neler önerebiliriz?

   Hakikat ve Adalet Komisyonları : Güney Afrika, Şili, Arjantin’de yitik insanların bulunması. Geçmişteki şiddetin araştırılması ve kabulü barışçıl geçişin ilk adımıdır. Sivil Toplumun güçlendirilmesi için insan hakları kuruluşları, sendikalar, bağımsız medya ve akademi desteklenmelidir. Şiddetin meşrulaştırılmasına medya okuryazarlığı, eleştirel düşünce eğitimi, dayanışma bilinci yaygınlaştırılarak direnmelidir.
   Demokratik Geçiş Süreçleri ile baskıcı rejimlerden çıkışta karşıtları yok etmeden uzlaşma
ve yeniden yapılandırma gerekir. Günümüzde Türkiye, yalnızca ekonomik bunalım ve demokratik gerilemeyle değil, aynı zamanda sistemli bir toplumsal şiddet sarmalıyla
yüz yüze. Bu şiddet doğrudan copla, basınçlı – boyalı suyla, gazla.. açık alanlarda, gözaltında, cezaevinde görülse de; gerçekte çok daha derin, yaygın ve görünmez biçimlerde yaşamımıza işliyor. Bu hukuksuz ve orantısız şiddet, hem toplumu hem yapanı zehirliyor.
Galtung’a göre şiddetin 3 biçimi var: Doğrudan, Yapısal ve Ekinsel (Kültürel).
Ülkemizde yıllardır yaşadığımız, giderek artan ve yaygınlaşan bu tablo, 3 şiddet biçiminin
iç içe geçerek kurumsallaş-tığını kanıtlıyor. Doğrudan şiddet, polis müdahalesi ve gözaltında, cezaevinde somutlaşırken; Yapısal şiddet; hukuk sisteminin yozlaşması, eğitim – sağlık gibi temel hizmetlerde büyüyen eşitsizliklerle oluşur. Ekinsel şiddet, adaletsizliklerin medya,
din ya da milliyetçi söylemle meşrulaştırılmasıdır; kabul edilemez.

Bu şiddet biçimleri halkı psikolojik olarak yaralamakla kalmaz, toplumsal bağları da çözmeye başlar. İnsanlar arasındaki güven azalır, umutsuzluk ve kayıtsızlık yaygınlaşır. Travma psikoloğu Herman’a göre, uzun süre baskı altında yaşayan bireyler, yalnızca psikolojik olarak değil, toplumsal olarak da yalnızlaşır. Bu durum, şiddete itiraz edil(e)meyişi normalleştirir (öğrenilmiş çaresizlik!) ve despotluğa zemin hazırlar.

   Ancak bu diktatörlük yalnızca halkı değil, şiddeti uygulayanı da yıkıma sürükler.

Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” usumuza geliyor. Ceberrut ve itaate – boyun eğmeye dayalı rejimde insanlar, yaptıkları şiddeti sorgulamaz olur, bu da toplumsal ahlakı çürütür.
İktidar zamanla meşruluğunu yitirir; içerde korku, dışarda yalnızlaşarak yönetmeye çalışır.
Bu politika asla sürdürülebilir değildir.

  • Baskıyla kurulan her düzen, tarihsel olarak ya içerden çürüyerek
    ya da dışardan kırılarak çökmüştür.

İlk adım, bu şiddetin görünür kılınması. Hakikat ve adalet komisyonları, geçmişte yaşananların belgelenmesi ve kamuya açıklanması etkilidir. G. Afrika’da ırkçı İngiliz Apartheid rejimi sonrası bu çabalar, toplumsal barışa evrilmiştir. Geçmişte yaşanan hak çiğnemlerinin açıklanması, mağdurların – yakınlarının iyileşmesi, yaşayan eylemcinin (failin) yaptırım görmesi için gereklidir. 2. adım, sivil toplumu ve eleştirel düşünceyi güçlendirmektir. Sendikalar, dernekler, bağımsız medya ve akademi; demokratik toplumun direnç odaklarıdır. Toplumsal dayanışma, korku zincirini kırmada yaşamsaldır. Şiddetin “kültürel meşrulaştırılması” na karşı durmak gerekir. Din, milliyetçilik, aile şiddetin gerekçesi değil, barışın kaynağıdır. Eleştirel düşünce, medya okuryazarlığı, yurttaşların eşitliği sağlanmalıdır. Toplumsal şiddet salt sokakta değil; zihinde, yasada, dilde, haberlerde yaşar.
Savaşım salt meydanlarda değil; okulda, evde, ekranda, vicdanda.. sürdürülmelidir.

  • Türkiye şiddetle değil, hak-adalet-özgürlük-eşitlikle yeniden kurulabilir.

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/akp-siddetin-iktidari-toplumsal-baski-ve-sessiz-yikim-2336325

TEK (Millet), TEK (Devlet), TEK (Vatan), TEK (Bayrak), TEK (Dil)

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Kurucu Genel Başkanı

TEK (Millet), TEK (Devlet), TEK (Vatan), TEK (Bayrak), TEK (Dil)

  • Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk dışına çıkamayacaktır. (Anayasa-Başlangıç Emri)”

Herkesin etnik kökeni, inancı, ana dili, kültürü onun onurudur.
Toplumun her kesimi ve devlet buna saygı duymak zorundadır.

Ayrıca devlet, vatandaşlarının bu onurlarını yaşatmalarına yardım ve destek verir.

Türk Milleti” çatısı altında, kardeş olmanın ve herkesi kucaklamanın ilk şartı budur.
Emperyalist saldırıları bu şekilde durdurabiliriz. (DOĞRU Parti)

Başlıktaki TEK Millet, Devlet, Vatan, Bayrak, Dil sloganını en çok kullanan CB Erdoğan’dır.

Bu ilkelere bağlı olduğunu, korumaktan asla vazgeçmeyeceğini kezlerce televizyonlarda, meydanlarda haykırdı!

Anadolu’da keçi çobanları sürülerini yönlendirmek için “Büüvvvtt” diye bağırırlar.
Çokça yalan söyleyenler için Kırşehir köylerinde şöyle bir yakıştırma yapılır :

“Bunun her “Büüvvvtt” dediği keçi olsa, dağlar taşlar keçi dolardı.” diye!

Gerçi CB Erdoğan’ın yalan söylediği görülmüş değildir ama uygulamalar bazen insanları yanıltabiliyor…

PKK Narko Terör Örgütü Lideri ile Erdoğan-Bahçeli ortaklığıyla yapılan anlaşmaya göre;

  • Tek Millet kalkacak, yerine Türkiye Halkları gelecek!
  • Tek Devlet kalkacak, yerine Federal Devletçikler olacak!
  • Tek Vatan kalkacak, yerine “Ortak Vatan” gelecek!
  • Tek Bayrak kalkacak, yerine şimdilik Çift Bayrak olacak. Bayrağın sopası?
  • Tek Dil kalkacak, Arabın Yalellisi ve Kürtçenin 3 lehçesi (Kurmançi-Sorani-Kelhori) konuşulacak. Türk Milleti birbirleriyle ancak İngilizce anlaşabilecek!

Ama, Erdoğan ve Bahçeli, Yes ve No’dan başka bir şey bilmedikleri için, eğer yaşarlarsa ”Kuşdili” ile konuşabilecekler!

Tabii ki tüm bunlar ileriki günlerde ülkenin her köyünde, kasabasında, şehrinde ”Ulusal Birlik” , “Kurtuluş İttifakı” ve Atatürkçü çok sayıda parti ile Sivil Toplum Kuruluşları tarafından anlatılacak ve Türk Milletinin KARARI olarak, hem Saray’a hem de Abdullah Bahçeli’ye, milyonlarca imza ve yurttaşın eşliğinde takdim edilecek!

Görelim bakalım Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler!

Türk Milleti mi kazanacak, İsrail-ABD-İngiltere’den oluşan Küresel Çete ve yerli-milli (!) elemanları mı?

Sağlık ve başarı dileklerimle. 14 Mayıs 2025

Telefçilik darbesi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 05 Mayıs 2025

 

AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ ın, “Bakalım cumhurbaşkanlığı hevesi yolunda daha kaç CHP’li telef olup gidecek” biçimindeki açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir siyasetçinin yaptığı en vahim açıklamalardan biridir.

Bu açıklama darbeciliğin ilanıdır; demokrasi, seçme ve seçilme özgürlüğü, serbest ve özgür seçim karşıtlığının itirafıdır!

Bu açıklama şu anlama gelen bir tehdittir:

“CHP kazanabilecek bir cumhurbaşkanı adayı çıkartırsa, Ekrem İmamoğlu’na ne yaptıysak, ona da aynısını yaparız. Seçim olsa da, karşımda kaybedecek adaylarla göstermelik bir seçim olur.”

Bu açıklama, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’a yönelik de bir tehdittir.

Bu açıklama aynı zamanda, İmamoğlu’na yönelik operasyonun kumpas olduğunun, hukukla ilgisinin olmadığının itirafıdır!

Erdoğan’ın bu konuşmayı, önceden hazırlanmış yazılı bir metini okuyarak yapması ve bu sözlerin anlık bir heyecanla ve öfkeyle söylenmemiş olması daha da vahimdir.

Bu açıklama, Erdoğan’ın kendisini padişah, memleketi de babasının çiftliği veya kendi tapulu malı olarak gördüğünün, milleti umursamadığının göstergesidir!

Erdoğan’ın, “Erken seçim yok, seçimler zamanında yapılacaktır.” demek yerine, CHP’nin cumhurbaşkanı adaylarını tehdit etmesi, saf bir biçimde geçiştirilecek bir konu değildir.
***
Erdoğan, kendisini ve AKP’yi devletle özdeşleştirerek, devlet ile milleti karşı karşıya getirmektedir!

Devlet, milletle bütünleşmesi gereken bir araçtır. Devlet millet için vardır, millet devlet için yoktur. Milletin devletin hizmetçisi, kulu, kölesi, uşağı haline geldiği veya devletle milletin karşı karşıya geldiği bir ülke, yok olmaya mahkûmdur. Tarihte aksine dair hiçbir örnek yoktur!

  • Erdoğan devlet değildir!
  • AKP devlet değildir!

AKP hükümette olan bir siyasal partidir. Erdoğan da geçici olarak bu hükümeti yöneten kişidir! Devlet başka bir şeydir, hükümet başka bir şeydir.

Hem ülkeyi yöneten siyasetçilerin hem de devlette görevli olanların, kamu görevlilerinin öncelikle anlaması gerek şey budur!

Ayrıca Erdoğan ve AKP, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu da değildir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür!
Atatürk de bu devleti kendi şahsı veya başka bir şahıs için değil, millet için kurmuştur!
***
Devletin omurgası ve hukuksal temeli ise anayasadır!

Erdoğan’ın bu açıklaması, anayasal düzenin yıkıldığının ilanı anlamına gelir!

Bu aynı zamanda devletin yıkılması anlamına gelir! Çünkü devlet anayasadan bağımsız olarak var olamaz! Olursa, devlet olmaz!

Anayasanın 6. maddesine göre, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.

Anayasanın 8. maddesine göre, “Yürütme yetkisi ve görevi, cumhurbaşkanı tarafından, anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”

Anayasanın 11. maddesine göre, “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır”.

Anayasanın 138. maddesine göre, “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz”.

Erdoğan milletin desteğiyle değil, sözde “savcıların”, sözde “hâkimlerin”, polislerin, kolluk güçlerinin, gardiyanların kaba gücüyle iktidarda kalırsa, meşruluğunu tümüyle yitirmiş olur!
***
Türkiye, birkaç yıllık darbe dönemleri dışında, 1950’den beri serbest ve özgür seçimlerle yönetilmektedir. O nedenle Türkiye’nin, tarihinde serbest ve özgür seçim deneyimi olmayan Rusya ve Orta Asya ülkeleri gibi yönetilmesi olanaksızdır!

Bir hakkın alınması uzun yıllar sürebilir; ancak o hakkın, alındıktan sonra gasp edilmesi, tarihin akışına ve toplumun doğasına aykırıdır!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Telefçilik darbesi5 Mayıs 2025
Kimler suçlu?28 Nisan 2025

TÜRKİYE’nin Enerji Çıkmazı

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan, 15 Nisan 2025 günü Poyraz Gurup zoom ortamında çok önemli bir konferans verdi : TÜRKİYE’nin Enerji Çıkmazı

Prof. Ercan Çekirdek Fiziği (Nükleer Fizik) uzmanı.
Çekmece Nükleer Araştırma Merkezinde, TAEK’te ülkemize önemli hizmetleri oldu.
Savunma Sanayisi Müsteşarı iken kendi isteğiyle emekliliğe ayrıldı.
ADD’de Genel Başkan Yardımcılığı görevimizi 2006’da O’na devrettik.

Bu yakıcı ulusal sorunumuzu  yetkin bir uzmandan dinlemek gerek.
Yıllık enerji faturamız 100 (yüz!) milyar doları buluyor ve başlıca dış ticaret açığı kalemi.

  • Türkiye enerji ve su yoksulu ama nüfus kalabalığı 100 (yüz!) milyona yakın,
    ağır bir gerilim altında. Sürdürülmesi olanaklı değil!

Oturumun youtube kaydına görseldeki adresten erişilerek canlı izlenebilir.

Yansılara erişmek için lütfen tıklayınız : TÜRKİYE’nin Enerji Çıkmazı 15.4.25

Hem yurtsever Poyraz Gurup emekçilerine hem de Prof. Ercan’a şükran borçluyuz.

Sevgi ve saygı ile. 18 Nisan 2025, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

85. yılında Köy Enstitüleri aydınlığı

Olaylar ve Görüşler
PROF. DR. KEMAL KOCABAŞ
YENİ KUŞAK KÖY ENSTİTÜLÜLER DERNEĞİ KURUCU GENEL BAŞKANI

Son Yazısı / Tüm Yazıları  17 Nisan 2025, Cumhuriyet

17 Nisan 1940, her tür yoksulluk ve yoksunluklar içinde ortaçağı yaşayan ve ülke nüfusunun yüzde sekseninin yaşadığı, okulsuz, öğretmensiz köylere farklı bir eğitimle “köye yarayan meslek erbabını yetiştirmeyi” temel alan 3803 Sayılı Köy Enstitüleri Yasası’nın TBMM’de kabul edildiği tarihtir. Tamamen (tümüyle) kapatılmasının üzerinden 71 yıl geçmesine rağmen (karşın) bu Enstitüler, beyinlerde, yüreklerde, vicdanlarda aydınlık, özgün bir kazanım ve esin kaynağı olmaya devam ediyor.

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal’in konuşmalarının çoğunda “uygulamalı eğitim ve köye ulaşma” vurgusu vardır. Mustafa Kemal’in bu isteği 1940’lı yıllarda Enstitülerde karşılık bulur. Köy Enstitülerinin kuruluşunda Mustafa Necati döneminin Köy Muallim Mektepleri, Saffet Arıkan döneminin Eğitmen Kursları ve Köy Öğretmen Okulları deneyimleri gibi deneysel pedagojik kazanımlar vardır. Enstitüler, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün desteği, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un ortak aklı, emek ve öngörüleriyle kurulur, 1946 yılına dek özgün kazanımlarını korur.

1946 sonrası dünyadaki yeni dengeler nedeniyle tek parti içindeki iktidarın değişmesi, Yücel ve Tonguç’un görevden ayrılışıyla özgün kazanımlarında örselenmeler yaşanır, programlar değişir. 1950 yılında Enstitülerdeki karma eğitime son verilir, 1954 yılında da Enstitü karşıtlığı ile iktidara gelen Demokrat Parti Köy Enstitülerini kapatarak ilköğretmen okullarına dönüştürür. Enstitülerin kısa öyküsü böyle. Enstitülerin günümüzde de güncelliğini koruyor olması, kuruluşundaki deneysel pedagojik düşüncenin ve eğitim hakkını temel alan ilerici felsefesi doğruluğunun kanıtıdır.

ÖĞRETMENE VERİLEN GÖREV

Köy Enstitüleri, salt öğretmen yetiştirmeyi değil, aynı zamanda toplumsal değişim ve dönüşümü gerçekleştirmeyi hedefleyen eğitim kurumlarıydılar. Köy Eğitmenler ve Köy Enstitüleri Yasası’nın içeriği incelenirse, her iki yasanın yeni bir anlayışla köye öğretmen yetiştirmeyi hedeflediğini görebiliyoruz.

Cumhuriyet, köyü kendi çocuklarıyla yalnızca okuma-yazma öğretimi ile ilgili değil, modern tarım ve hayvancılık eğitimi de almış bireylerle köyü içten canlandırmayı hedeflemişti. Bu öğretmen köy okulu sınıfına değil, köye öğretmen olacaktı. Yasaya göre bu öğretmene, köyün her türlü öğretim ve eğitim işlerini görme, ziraat işlerinin fenni (teknik) bir biçimde yapılmasını sağlama, köy halkının milli kültürünü yükseltme, köyün ekonomik yaşamını geliştirme, kooperatif kurma, işletme ve rehberlik, neslinin tükenmemesi ve körelmemesi gereken hayvan ve bitki cinslerinin saptanması ve korunması, ormanların korunması ve önemi ile ilgili çalışmalar yapma gibi görevler veriyordu. Talip Apaydın bu süreci anılarında: “Hakkı Tonguç, biz halk çocukları üstünde yeni bir öğretmen tipi deniyordu. İşi sınıfın kapısında başlayıp penceresinde biten, topluma arkası dönük maaş alma makinesi öğretmenler olmayacaktık biz.” ifadeleriyle tanımlar.

İNÖNÜ, YÜCEL ve TONGUÇ

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, Enstitülerin yaşama geçmesinde çok değerli katkıları vardır. 9 Mayıs 1941’de Savaştepe Köy Enstitüsü’ne yaptığı ziyaretteki konuşmasındaki:

  • “Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi ve en sevgilisi sayıyorum.”

sözleri bunun somut ifadesidir. İnönü, Enstitüleri sürekli ziyaret ederek gelişimlerini yakından izlemiştir. Tonguç ve Yücel’den daha çok Enstitü açmalarını, toprak reformu için Enstitülerde 200 bin tarımcı yetiştirmeyi tartışmıştır. Sonraki yıllarda Tonguç, “İnönü’nün Köy Enstitüleri sayısının önce 40’a, sonra 60’a çıkarmamız için yaptığı öneriyi uygulamamamız başlıca kaybımız, hatamız olmuştur.” ifadeleriyle özeleştirisini yapmıştır.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel bu süreçte CHP içindeki dengelerde ve TBMM’deki tartışmalarda etkin olmuştur. Yücel’in TBMM’deki Köy Enstitüsü görüşmelerinde, “Köy Enstitüleri ilkesi, bu pratik ilke tümüyle bizimdir. Taklit değildir. Türkçe buluştur.” sözleri eğitim tarihimizde onurla yer almıştır. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ise Enstitü yerlerinin seçimi, eğitim kadrolarının, eğitim programlarının ve Enstitü eğitim sisteminin kuramının oluşturulmasında yoğunlaşmıştır. Dönemin önemli tanığı Sabahattin Eyüboğlu, Tonguç’un Enstitülerin kurulma sürecindeki en ağır yükü çektiğini belirterek: “…Bu okulların bize göreliğini, köye göreliğini iş üstünde, masa başında, sıralarda, köy kahvelerinde, şoför uyumadıkça durmayan ciplerde sağlayan O’ydu. İş eğitimi ilkelerine on binlerce insana yazıyla, sözle tükenmez inancı sevgisiyle benimseten o oldu… Adı, resimleri gazetelerde çıkmayan, iş gerektirmedikçe nutuk söylemeden, her türlü övünmeden kaçınan, gördüğü işin keyfiyle yetinen, kendinden yüz çevirenlere bile kolay kolay küsmeyen de oydu.” ifadeleriyle Tonguç’u anlatır.

Yücel ve Tonguç işbirliği içinde ortak akılla çalışmalar üretmişlerdir. Tonguç’un ölümü sonrası Yücel’in “Çilekeş Tonguç” başlıklı veda yazısında, “Bu satırları gözyaşlarımla yazıyorum. Kırk yıllık dostum ve uzun yıllar çalışma arkadaşım İsmail Hakkı’yı Cebeci’nin susmuşlar diyarına bırakıp döndüğüm şu anda, mezarının başında yüreğimden gelenleri dökerek konuştuğum gibi derin bir acı içinde kalemimi kalbimden taşan duyguların akışına bırakıyorum” (Cumhuriyet, Temmuz 1960) bir dosta, yol arkadaşına yazılabilecek en güzel ifadeler vardır.

GÜNÜMÜZE DERSLER

Tonguç, Enstitülerde öğrencilerin yaratıcı kudreti (gücü) meydana çıkarılarak gelenekçi okulun çocukları ezen, yıpratan sakat usulleri yerine yeni metotlar (yöntemler)  geliştirildiğini ifade eder. İş eğitiminin ortaçağı kapayan çağdaş bir eğitim olduğunu ifade eden Tonguç, “Uygulanmayan bilgi boş ve gereksiz bilgidir” ifadeleriyle Enstitülerdeki iş eğitiminin önemine vurgu yapar.

Köy Enstitüleri bir Cumhuriyet tasarımıdır ve ülkenin gereksinmelerini temel alan, “yaparak, yaşayarak öğrenme” olarak tanımladığımız, öğrenilen bilginin içselleştirilerek işe, uygulamaya ve üretime dönüştürüldüğü nitelikli, işlevsel, uygulamalı eğitim sisteminin adıdır. Günümüzde “aktif öğrenme, işbirlikli öğrenme, çoklu zekâ kuramı” şeklinde adlandırılan çağdaş eğitim kuramlarının tüm izlerini Enstitü deneyimlerinde görebiliyoruz. Vedat Günyol Enstitülerdeki iş eğitimini:

  • Köy Enstitülerinin babası Tonguç’un ereği, amacı Türkiye’yi, bir an önce yaratıcı insanlar topluluğu haline sokmaktı. Bunun için iş içinde iş yoluyla eğitimi ön plana almaktaydı.” ifadeleriyle özetler.

Laik, demokratik, bilimsel, kamusal eğitimi ve eğitim hakkını temel alan Enstitüler ülkenin yoksul köy çocukları, kız öğrenciler için pozitif ayrımcıydılar ve ülkenin her köşesine eşitlikçi bir anlayışla dağılarak “eğitimde adalet” düşüncesinin yaşama geçtiği kurumlardı. Köy Enstitüleri; “demokratik kültür ve sanat” ortamları yaratarak öğrencilerin duyuşsal gelişimini sağlayan, eğitime bütünsel bakan, halk oyunlarını, halk müziğini, eğitim dizgesine katan ve bu anlamda halk kültürünün yaygınlaşmasına katkı sağlayan, “demokratik” eğitim kurumlarıydı.

Köy Enstitüleri; çevre ve doğa duyarlığını yaşama geçiren, öğrenmeyi yaşamın gerçek sorunları üzerinden gerçekleştiren teknik becerilerle donatılmış “nitelikli öğretmen ve halk sağlıkçısı yetiştirmenin” kurumlarıydı aynı zamanda. Köy Enstitülü öğretmenler, öğretmenliği bir yaşam biçimi olarak algılamışlar, yaşam boyu öğrenme süreçlerinde hep yer almışlar, toplumsal sorumluluklarını hiç yitirmemişler, yazın dünyasında kendilerini hep var etmişler; demokratik öğretmen ve ülkedeki kooperatifçilik hareketinin öncüsü olmuşlardır.

İlk 23 yıl devrimci Cumhuriyet ve kuruluş dönemiydi. Son 23 yıl ise eğitim hakkının tüm kazanımlarının örselendiği, eğitimin niteliğini yitirdiği, neo-liberal anlayışlarla piyasalaştırıldığı, dinselleştirildiği, adaletsizlikler ve eşitsizlikler ortamında eğitimin tarikat ve cemaatlere bırakıldığı, karma eğitim karşıtlığının tırmandırıldığı bir dönemin adıdır. 1940’tan 2025’e dek geçen sürede değişen sosyolojik yapıyı dikkate alarak yerel yönetimlerde, siyaset kurumunda, demokratik kitle örgütlerinde Enstitülerin güncel karşılığını üretmek anlamında pek çok çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalar önümüzdeki dönemlerde mutlaka bir eğitim reformu önerisiyle taçlanacaktır.

Ülkenin gereksinmelerini karşılayacak eğitim reformu arayışlarımızda en önemli referans, eğitim hakkını önceleyen, insanı özgürleştiren, toplumsallaştıran, yeteneklerinin ortaya çıkmasına olanak sağlayan Enstitü eğitim sistemi olacaktır. Bu eğitim reformunda temel amaç, akıl ve bilimin rehberliğinde, evrensel pedagojinin kazanımlarıyla ülkenin tüm çocuklarına “nitelikli, laik, kamusal eğitim” vermekten geçmektedir.

Köy Enstitüleri imecesinin tüm kahramanlarının emeklerine, yurtseverliklerine, anılarına sevgi ve saygıyla…

ATATÜRK’Ü GÖRMEK

Suay Karaman 

10 Ağustos 1929’da, o zaman Paris Büyükelçisi olan Fethi Okyar, büyük önderimiz Atatürk için Büyükdere’deki yalısında akşam ziyafeti hazırlamıştı. Atatürk’ün yalıda bulunduğunu duyan halk, O’nu görebilmek için oraya toplanmıştı. Atatürk yalının balkonuna çıktı ve kendisini görmek için caddeleri dolduran halkı selamladı. Sonra şöyle dedi:

  • Benim için zahmet ediyorsunuz, mahcup oluyorum.
    Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir.
    Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”
     

Atatürk’ün ilke ve devrimlerini özümsemeden, Atatürk anlaşılmaz, Atatürk görülmez. Günümüzde birçok kimse, birçok siyasetçi hatta Atatürk’ün kurduğu partinin yöneticileri, milletvekilleri Atatürk’ün fikirlerinden çok uzaktır. Kimisi tarikat ve cemaatlerle bağlantılı, kimisi bölücülerle ilişkili, kimisi liberalizm savunucusu, kimisi emperyalizm destekçisidir.

Atatürk’e ‘ayyaş’ diyenlerin, adını stadyumlardan, hava limanlarından silenlerin, açık açık hakaret edenlerin, heykellerini kıranların çok sık görüldüğü günlerden geçmekteyiz. 

Türk Milletini tutsaklıktan kurtaran, kul yerine birey yapan, yeni bir devlet kuran, cumhuriyet ilan ederek gençlerin korumasına bırakan, yaptığı devrimlerle çağdaş bir ülke yaratan
eşsiz önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e sevgi ve saygı duymayanlar, emperyalizmin işbirlikçisi, bölücülük ve dincilikten beslenen maşalardır. Unutmamamız gereken önemli bir olgu vardır:

  • Atatürk Türkiye’dir, Türkiye Atatürk’tür. 

‘Kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret’, ‘tehdit’ ve ‘terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek’ suçlarından 2 yıl 8 aydan 7 yıl 4 aya dek hapis cezasına çarptırılması istenen İstanbul Anakent Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince Marmara Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi içindeki duruşma salonunda savunma yaptı. Ekrem İmamoğlu, 11 Nisan 2025 günü yaptığı savunmasında;

  • Beni terörle yan yana getirecek kişinin alnını karışlarım. Bu kadar net. Alnını karışlarım! Terör ve Ekrem… Onu diyen kişi aynaya baksın! Ben, bu memleketin vatan evladıyım. Bana bakan ne görür biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni görür. Türk Bayrağı’nı görür. Mustafa Kemal Atatürk’ü görür. Ben öyle biriyim. Kimse kendisiyle karıştırmasın. Terörle beni yan yana getirecekmiş…” ifadelerini kullandı. 

Bir CHP’li yöneticiye, belediye başkanına, milletvekiline bakıldığında Mustafa Kemal Atatürk’ü görmek, herkesi mutlu eder. Ancak bugün CHP çatısı altında çok değişik fikirlerin olduğu görülürken, Atatürk’ün fikirlerine çok az rastlanmaktadır, hatta yoktur bile. Parti yöneticileri sıkışınca ya da zor duruma düşünce akıllarına hep Atatürk gelmektedir. 

Fethullah Gülen’in Samanyolu televizyonunda yorum yapan, sık sık demokrasiyi yok eden Adnan Menderes, toplumun ahlakını bozan, ulusal değerlerimizi özelleştiren Turgut Özal gibilerine övgülerde bulunan, bölücülere ve dincilere yeşil ışık yakan birine bakınca Mustafa Kemal Atatürk’ü görmemiz olanaksızdır. 

Mustafa Kemal Atatürk, toplumsal ayrışmanın turnusol kağıdıdır. Atatürk’ü sevmek bir yana, O’nun adını, anısını, yaptıklarını silmek isterler, kurduğu devleti yıkmak isterler. Çünkü emperyalizmi dize getiren Atatürk, laik-cumhuriyet yönetimli bir toplum yaratarak dinin insanın inancı olmasını, toplumu yönetmemesini gerçekleştirmiştir. Böylece din zayıflatılmamış, tersine sömürüye alet edilmekten kurtarılmıştır. Ümmeti millet yaparak özgürleştiren ve “bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ü; yaşamları boyunca ya köle ya dinci ya da efendi-toprak ağası olanlar sevmez. Ama yaşamları boyunca

Atatürk’ü hiç görmeden anlayarak seven, saygı duyan, ilke ve devrimlerine sarılan, bu ülkenin aydınlık yüzleri laik ve demokratik cumhuriyetimizi sonsuza dek yaşatacaklardır.

Bunun böyle bilinmesi gerekir. 

Azim ve Karar, 14 Nisan 2025

Köy Enstitüleri : Türk aydınlanması

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu

Büyük Atatürk’ün önderliği ve ulusun olağanüstü özverileri ile bağımsızlık savaşı sonunda kurulan Cumhuriyeti kalıcı duruma getirmek, bir daha tutsak düşmemek amacıyla yapılan Devrimin en önemli öğelerinden biri eğitim ve kültür devrimidir.

Eğitim ve kültür devriminin geri bıraktırılmış ülkelere örnek olacak, kalkınmayı köyden başlatacak öğesi ise 17 Nisan 1940’da kurulan Köy Enstitüleridir.

Gereksinim:

Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye 12 yıllık sürekli savaşlardan yeni çıkmış, ülke yıkıntıya dönmüş, geriye yoksul, hastalıklı, gelişmemiş bir Türk nüfus kalmıştı. Ülke nüfusu 16 milyondu. [1] (AS: Cumhuriyet ilk nüfus sayımını 1927’de yaptı ve sonuç 13,5 milyondu) Bunun % 80’i 40 bin dağınık köy ve mezrada yaşamakta idi. Erkeklerin % 7’si, kadınların %0.4’ü okur-yazardı.[2] Okur-yazarların büyük bölümü memurlar, subaylar, öğretmenler ve azınlıklardı. 40 000 köyün 37 bininde okul yoktu. Var olan okulların çoğu üç sınıflıydı, 5 sınıfı köy okulu yoktu. Okul yapılsa bile kentli öğretmeni köyün ilkel koşullarında tutmak zordu. Köyler bakımsızlık, güvenliksizlik, soygunlar yüzünden adeta birer mezarlığa dönüşmüştü.[3] Eli silah tutan köylüler askere alınmış, köyler yıllarca erkeksiz kalmıştı. Askere gidenlerin yarısından çoğu sağ olarak köylerine dönemiyordu. Köylerdeki bütün işler dul kadınlara ve çocuklara yüklenmişti. Bunların ürettiğinin yarıdan çoğunu da hırsızlar, vergi memurları, asker kaçakları ellerinden alıyorlardı. Köylülerin çoğu için soygun, hırsızlık, yol kesme gibi olaylar olağandı. Bunları önleyemeyen devlet köylülere hiçbir şey vermiyor, üstelik ürünlerinin % 10’nu aşar vergisi olarak ellerinden alıyordu.

Son derece sağlıksız yaşam koşulları ve çok yetersiz (AS: hatta olmayan!) sağlık sistemi nedeniyle özellikle bulaşıcı hastalıklar çok yaygındı. Özetle köyler, bakımsız, yoksul, bilgisiz ve hastalıklı idi.

Oysa yeni bir devlet kurulmuş, kurucular bu devlete çağdaş uygarlığa ulaşma ve geçme ulusal hedefini göstermişti. Çağdaş uygarlığa ulaşmanın ön koşulu, nüfusun %80’ini oluşturan köyleri ve köylüleri bu acınası durumdan kurtarmaktı. Kalkınmayı köyden başlatmak o zamanki koşulların zorunlu kıldığı bir öncelikti. Talim Terbiye Kurulu üyesi Halil Fikret Kanad’a göre,
Türk Devrimini kökleştirmek gerekir. Bu kökleştirme kentlerden değil, köylerden başlatılmalıdır. Köylüyü etkileyebilecek en etkili güç ise köy öğretmenleridir”.[4]

Köylünün uyanması, bilgili ve bilinçli olması aynı zamanda demokrasinin de gereği idi. O zamana dek köyde en büyük otorite olan imamın karşısına bilgili, kültürlü, donanımlı, Atatürk Devrimi’ ni özümsemiş köyün yabancısı olmayan öğretmen gelecekti.

İlk Girişimler

Köylüleri uygulamalı ileri tarım teknikleri konusunda eğitmek, 1923’te  İzmir’de yapılan Türkiye İktisat Kongresi’nde alınan kararlardan biriydi. Atatürk, bu kongreyi açış konuşmasında, köylülere yönelik üretim odaklı eğitim üzerinde durmuştu. Ancak uygulamaya geçmek için, zamanın ve koşulların oluşmasına gerek vardı. 1935’te CHP 4. Kongresinde köyün kalkındırılması için önlem almaya karar verildi.

Köy Enstitüleri başlangıçta Toprak Reformu’nun tamamlayıcı bir öğesi olarak düşünülmüştü Topraksız köylüye toprak verilecek, köylü bu toprağı çağdaş tarım tekniklerine göre
ekip biçecekti.

Mili Eğitim Bakanı (1935-38) Saffet Arıkan,(AS: Cumhuriyet ilk nüfus sayımını 1927’de yaptı ve sonuç 13,5 milyondu) Cumhurbaşkanı Atatürk’le çözüm ararken, Atatürk’ün aklına Ordu geldi. Büyük devrimci, “Eğitim yaptırdığımız çavuşlardan yararlanabiliriz.” dedi. Yasası 1940’ta çıktı ama köy enstitülerini ilk düşünen  Atatürk’tü.

Köy enstitülerinin ilk adımı askerliğini çavuş olarak yapmış okuma yazma bilen gençlerin kendi köylerinde görev yapmak üzere “köy eğitmeni” olarak eğitilmesi ile atılmış oldu. İlk aşamada
85 genç Çifteler / Eskişehir’de eğitime alındı. Altı aylık eğitimden sonra kendi köylerine dönüp “Köy Eğitmeni” olarak köylülerini eğitmeye başladılar.

Köy Enstitülerinin yaşama geçirilmesinde öncü rolü kendisi de bir öğretmen olan ve Avrupa’da “üretim odaklı eğitim” konusunda kendisini yetiştirmiş olan, Enstitü öğrencilerinin “Tonguç Baba’sı”  İsmail Hakkı Tonguç oynamıştır. Tonguç’un Milli Eğitim Bakan Saffet Arıkan (Bedük) döneminde 1935’te vekil olarak, Hasan Ali Yücel’in Bakanlığı döneminde 1940’ta asıl olarak
İlk Öğretim Genel Müdürlüğüne atanması, Köy Enstitüleri tasarısını hızlandırırdı. İki devrimci öğretmen; Bakan Hasan Ali Yücel ve İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un işbirliği tasarıyı yaşama geçirdi.

Tonguç’un ilk işi, köy eğitmenleri deneyiminden yararlanarak bu konuda Bakan’a tasarıyı  sunmak oldu. Bakan Yücel, Tonguç’u yurt çapında bir keşif gezine gönderdi. Tonguç, ülkeyi coğrafi ve tarımsal koşullara göre 21 bölgeye ayırdı, her bölgenin merkezi bir yerinde demiryolu ulaşımına yakın bir Enstitü kurulmasını önerdi.

Köy Enstitüleri yasa tasarısı 1940 ilkbaharında Meclise geldi. Bakan Yücel tarafından coşku ile savunuldu ve 17 Nisan 1940’ta yasalaştı (3803 sayılı yasa). Çoğu toprak ağası 38 milletvekili oylamaya katılmamıştı. Yasa gereği öğrenciler belirlenen yerlerde kendi okullarını kurmaya başladılar.

Enstitülerde Eğitim

Köy enstitüleri; eğitimde bütünlük, bireysellik, çevre ve zamana görelik, üreticilik, özgürlük, rehberlik, toplumsallık, demokratiklik, laik karma eğitim gibi çağdaş eğitim ilkeleri üzerine kuruldu.[5]

Köy Enstitülerine beş yıllık ilkokulu bitiren öğrenciler alındı. Eğitim süresi beş yıldı. Program uygulamalı eğitime (yaparak öğrenme) dayanıyordu. Derslerin % 50’si normal ortaokul dersleri, geri kalanın yarısı tarım, yarısı da sanat dersleri idi. Öğrenciler sabah sporu niteliğinde kızlı erkekli halk oyunları ile güne başlıyor, bir saatlik okuma saatinden sonra derslere devam ediyorlardı. Tarih dersi dışında tüm dersler derslikte değil, dışarıda yapılıyordu. Her öğrenci, Bakan Hasan Ali Yücel zamanında çeviri Bürosu tarafından Türkçeye çevrilen dünya klasiklerinden yılda 25’ini okumakla yükümlü idi. Cumartesi günleri “tenkit (eleştiri) günü” idi.
O gün haftanın genel bir değerlendirmesi yapılır, hafta içinde yöneticilerin ve öğretmenlerin  yanlışları öğrencilerce eleştirilir ve tüm öğrenciler karşısında hoşgörü ile yanıtlanırdı.

  • Bu aynı zamanda uygulamalı demokrasi dersi idi.

Öğretmen öğrenciye şiddet uygulayamaz. aşağılayamazdı. Bunları yaparsa, öğrencinin de aynı biçimde karşılık verme hakkı vardı. Amaç açık düşünceli, düşünebilen, düşüncesini korkusuzca söyleyebilen özgüveni yüksek öğretmenler / köy önderleri yetiştirmekti. Öğrenciler arasından öğrenci başkanı, kültür başkanı seçilirdi. Kültür başkanının görevi basını izleyerek yurtta ve dünyadaki gelişmeler hakkında arkadaşlarını bilgilendirmekti.

Beş yıllık eğitim boyunca toplam 30 haftalık (her yıl 6 hafta) tatil vardı. Resim, müzik, tiyatro alanlarında kendini yetiştiren bir kuşak yaratıldı. Tarım derslerinde her Enstitü, bölgesinin koşullarına uygun bir alanda uzmanlaşmıştı. Örn. Trabzon’da balıkçılık, Kars’ta hayvancılık, Kastamonu’da arıcılık, ipek böcekçiliği… Demokratik yaşamın egemen olduğu Enstitülerde yönetimden öğretmen ve öğrencisine, çalışanlarına dek herkes dayanışma ve birlikte hareket etme dürtüsüne sahipti.

Öğrencilerin bilgi ve kültürlerini artırmak amacıyla yurt çapında tarihsel ve turistik yerlere, müzelere, sanayi kuruluşlarına geziler düzenlenirdi.

Zamanla Köy Enstitülerinin öğretmen gereksinimi ortaya çıkınca, 1943’te Hasanoğlan’da 3 yıllık Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Öbürlerinde olduğu gibi, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitünsün binaları ve öbür tesisleri öğrencileri tarafından yapıldı.

Her öğrenci mezun olmadan bir çalgı aleti  (saz, akerdeon, keman, flüt) çalmasını öğrenirdi.  Müzik derslerine Aşık Veysel, Ruhi Su ve Adnan Saygun; tiyatro derslerine Ulvi Uraz gelirdi. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri kendi yaptıkları anfi tiyatroda Gogol, Moliere,  Shakespeare, Çehov oynuyorlar; İdil Biret’in, Suna Kan’ın konserlerini dinletiyorlardı. Her hafta sonu öğrencilerin hazırladığı ve oynadığı bir tiyatro yapıtı sahnelenirdi.

Çağdaş tarım ve hayvancılık dersleri tarlalarda uygulamalı olarak yapılırdı. Üretilen ürünler öğrencilerin sofralarına getirilirdi. Kooperatifçilik de uygulamalı olarak öğretilirdi. Enstitülerde kızlar ve erkekler karma eğitim yapıyorlardı. Sanat derslerinde erkek öğrenciler inşaat, demircilik, marangozluk; kız öğrenciler elişi, biçki-dikiş, yemek dersleri alıyorlardı.

Enstitüler başta Cumhurbaşkanı İnönü olmak üzere Milli Eğitim Bakanlarının ve “Tonguç Baba’nın” yakın ilgi ve denetimi altında idiler.

1940-47 arasında 21 Köy Enstitüsü 17 000 köy öğretmeni yetiştirdi. Bitirenler (Mezunlar) arasında yüksek köy enstitüsünün yayınladığı “Köy Enstitüleri Dergisinin” yazarlığından gelen Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal gibi ünlü yazarlar vardı.

Tasarı Enstitülerle sınırlı değildi. Her mezun köyüne gitmeden üç yıl önce Bakanlıkça muhtara bir yazı gönderilir, o köye atanan öğretmenin okulu, lojmanı, uygulama tarlası ve işleklerinin (atölyelerinin) hazır olması istenirdi. Köy okulunu yaptırmak köylülerin görevi idi. Öğretmenler enstitülerde öğrendikleri çağcıl (modern) tarım ve hayvancılığı, kültür ve sanatı köy çocuklarına öğretirlerdi. Öğretmenlerin ayda 20 lira aylıkla 20 yıl zorunlu hizmet yükümlülüğü vardı.

3803 sayılı yasanın 6. maddesi; “Köy Enstitüsünden mezun olan öğretmenler köyün her türlü öğretim ve eğitim işlerini görürler. Ziraat işlerinin fenni şekilde yapılması için meydana getirecekleri örnek tarla, bağ, bahçe atölye gibi tesislerde köye öncülük ederler.” demekteydi.

Aynı yasanın 11. maddesi ile de öğretmenin gereksinim duyduğu üretim araçlarının devletçe parasız verileceği belirtilmişti.

Kısa sürede 17 000 köy, Atatürk Devrimini benimsemiş, hem öğretmen, hem çağdaş tarımı, inşaatı, marangozluğu, demirciliği bilen, yeterli sağlık eğitimi olan üstelik köye yabancılık çekmeyen, köylü ile iletişim kurabilen aydın öğretmenlerle aydınlanmaya başlamıştı. 1940-46 arasında 15 000 dönüm toprak işlenmiş, 750 000 fidan dikilmiş, 1200 dönüm bağ oluşturulmuştu. 1940-47 arasında ayrıca 150 büyük yapı, 60 işlik, 150 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 12 balıkhane, 100 km. yol yapılmış, ayrıca su boruları döşenmiş, kanalizasyonlar açılmış, seli akıtacak hendekler kazılmıştı.[6]

Kapanış süreci

Başlangıçta toprak reformunun tamamlayıcı öğesi  olarak düşünülen Köy Enstitüleri, öncelikle topak ağalarının işine gelmemişti. Toprak reformu da gerektiği biçimde ve zamanda yapılamadığından, Enstitülerin başlangıçta niyetlenen işlevleri geçersiz kaldı. Hasan Ali Yücel’in 1942’de TBMM’de söylediğine göre, beş yıl içinde sayıları en az 22 bini bulacak olan Köy Enstitüsü bitirenlerinin (mezunlarının) elinde 150 bine yakın hayvan, 1,5 milyon dönüme yakın toprak, 2 milyona yakın iş araçları bulunması öngörülüyordu.

Bu birikim, toprak ağalarının ekonomik güçleri ile birlikte saygınlıklarının da ellerinden alınması demekti. (Feodalizmin bitirilmesi – tasfiyesi!)

Enstitülerin kapatılmasında asıl etken toprak ağalarının karşı koyması ve ağaların etkisinde kalan kimi politikacıların oy yitiği kaygıları olmuştur. 2. Dünya Paylaşım Savaşı ve sonrasındaki siyasal ortamın katkı sağladığı da unutulmamalıdır. Savaşta Türkiye’nin iç ve dış politikasını savaşın gelişimi etkilemiştir. Alman orduları Sovyetler Birliği içine ilerlerken komünizm karşıtlığı ve ırkçı milliyetçilik; Sovyetler Birliği Alman orduları karşısında ilerlerken (1942) ırkçı milliyetçilik karşıtlığı öne çıkmıştır. Savaş sonrası Türkiye Batı blokunda yer almış, komünizm karşıtlığı, komünist avcılığı politikanın egemen ögesi olmuştur.  Dönem; Truman doktrini, Marshall yardımı, ABD Missouri zırhlısının ziyareti dönemidir. 1946’da CHP’nin karşısında toprak ağaları öncülüğünde Demokrat Parti (DP) kurularak çok partili düzene geçilmiştir.

Toprak ağaları Köy Enstitülerine karşı çıkarken komünizm karşıtlığını ve dinsel – kültürel duyarlıkları kullanmışlardır. Enstitülere yönelik en önemli suçlamalar, kız ve erkeklerin yatılı okulda birlikte okumalarının ahlaksızlık olduğu ve Enstitülerde komünizmin öğretildiği savları olmuştur.

Enstitülere karşı CHP içinde de karşıtlık (muhalefet) gelişilmişti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1946’da ilk kez yapılacak olan çok partili seçimde Köy Enstitülerinin komünistlikle suçlanmasının CHP’ye oy yitirteceğini öngörmüştü. Yaşamının en zor kararlarından birini vererek Enstitülerden vazgeçmeyi yeğledi.[7]  Bu yönde atılan ilk önemli adım, tutucu olduğu bilinen Şemsettin Günaltay’ın 1949’da Başbakanlığa; Köy Enstitülerine karşı olduğu bilinen, Nazi yanlısı Şemsettin Sirer’in 1946-47 ve 1948-49 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığına atanması odu. Sirer, ilk iş olarak İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğünden Talim Terbiye Kurulu üyeliğine atadı. Tonguç daha sonra da Ankara Atatürk Lisesi resim – iş öğretmenliğine atandı. Tonguç’un Köy Enstitülerinin başından alınması, Enstitülere vurulan büyük darbe idi.

14 Mayıs 1950 seçimleri sonucunda 1923’ten beri iktidardaki tek parti olan CHP’nin seçimi yitirmesi ve DP’nin kazanması, karşı devrimin ivme kazandığı bir dönemi başlattı. Zaten CHP döneminde zayıflatılmış olan Köy Enstitülerine son öldürücü darbeyi DP hükümeti 27 Ocak 1954’de, 6234 sayılı yasa ile bu aydınlanma ocaklarını kapatarak vurdu.

Sonuç ve Değerlendirme

Köy Enstitüleri girişimi salt köye öğretmen yetiştirme tasarısı değil, bir aydınlanma devrimidir. Türkiye çağdaş Batı uygarlığı ile arasını 15. yy’da Aydınlanma devrimini kaçırarak açmıştı. İşte Köy Enstitüleri bu açığı kapatmak amacıyla beş yüzyıl sonra Türk aydınlanmasını başlatıyordu.

Köy Enstitülerinin yukarıda anlatılan öyküsü devrim – karşı devrim savaşımının  somut bir örneğidir. Enstitülerin açılması ve etkinlikleri  Atatürk devriminin sağlamlaştırılması, Türkiye’nin Ortaçağ karanlığından aydınlığa çıkması yönünde ne denli devrimci bir atılım ise, kapatılması da karşı devrim yönünde o denli büyük bir yitik olmuştur. Enstitüler yaşatılsa, nicelik ve nitelik bakımından hedeflenen düzeye ulaştırılabilseydi, günümüz sorunlarının çoğu gündemimizde olmazdı. Hiçbir ülkeden taklit edilmeyen, salt  kendi gereksinimlerimize ve özelliklerimize uygun olan bu aydınlanma ocakları, karşı devrimci DP iktidarı tarafından dinci eğitimin öne çıkartıldığı günümüz milli (!) eğitimine çok değerli bir seçenek oluşturmaktadır.
***

Kaynaklar

[1] Can Dündar, Köy Enstitüleri, İmge Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 16
[2] Sina Akşin Kısa Türkiye tarihi, T. İŞ Bankası Yayını, İstanbul, 2013, s.237
[3] İsmail Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy, Remzi kitabevi, İstanbul, 2019, s.3
[4] Çetin Yetkin, Karşı devrim, Otopsi Yayınları, İstanbul , 2003, s. 231
[5] Ahmet Özgür Türen, Köy Enstitüleri Dosyası, Destek Yayınları, 2018 S.39.
[6] Yetkin, a.g.e. s. 238
[7] Dündar, a.g.e. s.75

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 16 Nisan 2025

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

MÜZİK

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Hukukun üstünlüğü, fiyat istikrarının sağlanması, öngörülebilirliğin artırılması ve yatırım ortamının iyileştirilmesinden yana olduğunu” söyledi. Şimşek, “Bunlar kulağıma müzik gibi geliyor” dedi.

Bana da…

ÖVGÜ

Trump’ın ‘Erdoğan’ı seviyorum, o da beni seviyor. Hatırladığınız gibi rahibimizi Türkiye’den geri aldık. İsrail’in Türkiye ile sorunu varsa bunu çözebileceğimi düşünüyorum.’ sözleri AKP yandaş ve yalakalarını çok mutlu etmiş.

Sevene bak, onura bak!..

KIYIM

MEB, yüzlerce Atatürkçü öğretmeni dağıttı.

Yargıdan kayyım, eğitimden kıyım…

KÖRLERE

RTE’nin davetlisi olarak yurdumuza gelen Endonezya Cumhurbaşkanı Subianto TBMM’de Atatürk’e hayranlığını anlattı.

Kör gözüne parmak…
(AS: TRT, Endonezya Devlet Başkanı’nın Atatürk hk. sözlerini vermedi. O tümceleri özellikle makasladı.. Utanç verici bir durum. Halkın vergisiyle halkın haber alma özgürlüğünü tümüyle hukuk ve etik dışı engellemek.. Gün gelir yargıda hesabı sorulur elbet!

SORU

Grand Kartal Otel Yangını Bilirkişileri Heyeti, TBMM Kartalkaya Yangını Araştırma Komisyonu’na sunum yaptı. Heyetin raporları, ihmaller zincirini gözler önüne serdi.

Sorumlulara sıra gelince orası hala soru…

DOĞUM

Sivasspor futbol takımı Sağlık Bakanlığı’nın “Doğal olan normal doğum” pankartını açtı.

Doğal olan annenin karar vermesi olsa?..

SAMİMİYET

Dışişleri Bakanı Fidan, Suriye devlet başkanı Colani ile sarmaş dolaş fotoğraf verdi.

Her terörist bir gün devlet adamı olacak yaklaşımı mıdır?..

Öğrenci öğretmen oldu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 14 Nisan 2025

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

CHP’nin cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun önce üniversite diplomasının hukuka aykırı biçimde iptal edilmesi, arkasından da tutuklanması üzerine, en büyük tepkiyi, üniversite öğrencileri ve gençler verdiler.

İstanbul Üniversitesi’nde görevli üç sözde “öğretim üyesi” hazırladıkları “raporla”, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını iptal ettirerek, padişahlık sarayının emrinde anayasaya aykırı hareket eden sözde “savcılar”, “hâkimler”“valiler”“polisler”“bilirkişiler” örgütüne “öğretim üyelerinin” de katılmasını sağladıkları gibi, meslek ahlakını ve ilkelerini de ihlal ettiler.

Kumpas “davası” üzerinden tutuklama uygulamasıyla birlikte, bu hukuksuzluğa ve ahlaksızlığa karşı ilk etkili tepkiyi veren ise öğretim üyeleri değil, öğrenciler oldu!

Büyükler ve öğretim üyeleri, gençlere ve öğrencilere örnek olacaklarına, gençler ve öğrenciler, büyüklere ve öğretim üyelerine örnek oldular, herkese bir hak, hukuk, adalet, ahlak ve erdem dersi verdiler.

Öğrenciler ve gençler, sosyal medyada yaptıkları açıklamalarla tepkilerini ortaya koydular; Anayasanın 34. maddesinin tanıdığı izinsiz gösteri yürüyüşü ve toplanma hakkını kullanarak, meydanlarda, caddelerde, sokaklarda iktidarı protesto ettiler; örgütlü bir biçimde tüketici boykotu eylemleri gerçekleştirdiler.

Protesto eylemleri sırasında bazı polisler öğrencilere biber gazı sıktı, copla, tekmeyle, tokatla, yumrukla saldırdı, hakaret etti, işkence uyguladı; bununla da yetinilmedi, yüzlerce öğrenci gözaltına alındı ve tutuklandı.

Ancak öğrenciler ve gençler yılmadılar, korkmadılar ve cesur bir biçimde, hem kendi geleceklerine hem de ülkenin geleceğine sahip çıktılar.
***

AKP iktidarı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan,
halkın desteğini yitirdiği için, sözde “savcıların”, “hâkimlerin”, “valilerin”, “polislerin”, “bilirkişilerin”,
“öğretim üyelerinin” arkasına sığınarak iktidarını korumaya çalışmaktadır.

AKP’nin 2015 yılı Kasım ayındaki seçimlerde % 49 olan oyu, 2018 seçimlerinde %42’ye, 2023 seçimlerinde % 35’e düştü.

Yapılan tüm araştırmalara göre AKP’nin 18-19 Mart darbesinden önce oy oranı, bir yıl içinde, % 30’a kadar düşmüştü; 18- 19 Mart darbesinden sonra da, birkaç hafta içinde, %30’un da altına düştü ve CHP birinci parti olarak aradaki farkı açtı.

Kronik bir biçimde Anayasayı ihlal ettiği için, Siyasal Partiler Yasasına göre, siyasal bir parti olup olmadığı bile tartışmalı olan AKP’nin yönetim kademesinde ve medyadaki propagandistleri arasında bir fire oluşmasa ve herkes Erdoğan’a mutlak bir biçimde biat etse de, AKP, seçmen tabanında, yıllardır büyük fireler vermektedir.

AKP’nin muhalefet üzerindeki baskılarını artırmasının bir nedeni bu olsa da, bu baskıların daha da büyük oy kaybına neden olmasına rağmen, AKP iktidarının bu baskıları neden sürdürdüğü, başlı başına araştırılması gereken çok önemli bir konudur. (AS: Bastırabileceği umudu var!)

AKP iktidarının, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve tutuklanması karşısında halktan bu kadar büyük bir tepkiyi beklemediğine dair yorumlar inandırıcı değildir. Erdoğan gibi deneyimli ve kurnaz bir siyasetçinin bunu tahmin edememesi olanaksızdır. Erdoğan adımlarını bu tepkinin doğacağını bilerek atmıştır.

AKP’nin, yıllardır devam eden kronik oy kaybının önüne geçemeyeceğini anladığı için, Anayasaya aykırı daha da karanlık bir planın peşinde olduğu olasılığı konusunda herkes teyakkuzda olmalıdır.

Ekrem İmamoğlu’nun, CHP’li ilçe belediye başkanlarının, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın tutukluluk durumlarının ve gazetecilere, yazarlara, öğrencilere yönelik diğer hukuk dışı baskıların devam etmesi, AKP’nin kaybettiği oyları umursamaması ve bir daha serbest seçim olmayacakmış gibi davranması, gençlerin geleceğini daha da fazla karartacak bu olasılığı güçlendirmektedir.
========================================
Dostlar,

AKP=RTE‘nin bir daha seçim yapmama olanağı yok kanımızca. Anayasa m. 78 şöyle :

Seçimlerin geriye bırakılması ve ara seçimler

  • Madde 78 – Savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkan görülmezse, Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına karar verebilir. Geri bırakma sebebi ortadan kalkmamışsa, erteleme kararındaki usule göre bu işlem tekrarlanabilir.

yeni seçimlerin yapılmasına imkan görülmezse” durumu salt “Savaş sebebiylesınırlıdır.
Yorum yoluyla genişletilmesi ve benzer nedenler türetilmesi olanaksızdır.
OHAL ilanı seçimlere engel değildir.

ANCAK                         :

“AKP=RTE savaş çıkartır mı?”  sorusu boşluktadır.
Erdoğan bu, gözünü karartmış koltuk için, hesap vermekten ödü patlıyor.
Dener mi, dener! Yapar mı, yapar!

Ama; Anayasa der ki :

Madde 92 – Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilanına ve Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.

Böylesi kritik bir kararın, TBMM’den basit çoğunlukla geçmesi bile kolay değildir. Kaldı ki, böylesi bir kararın meşru olabilmesi için TBMM’den salt çoğunlukla bile değil (301), nitelikli çoğunlukla (3/5, 2/3, 3/4) gibi geçmesi gerekir.

Özetle “seçimlerin yapılmayacağı / yapılmayabileceği” düşüncesi gerçekçi değil bize göre.

Geriye seçimlerde hile kalıyor. AKP=RTE ve ortaklarına bunu yaptırmamak için elden gelen her şey yapılırsa, bu da engellenebilir. 2019 İstanbul Belediye Başkanı seçiminde CHP’li yurtseverler günlerce oy çuvallarının üstünde yatarak böylesi bir oyunu engellemişlerdi. Yeni seçime CHP çok daha hazırlıklı, güçlü girecektir. Tüm sandıklar denetlenebilecektir.

Özetle “Tarzan zorda, çoooooooooooook zorda“…
Aklını başına alıp geri adım atmalı / attırılmalı ve Parlamenter rejime dönmek üzere CHP ile uzlaşmalıdır. İki maddelik bir Anayasa değişikliği ile 16 Nisan 2027 öncesine dönülebilir.
RTE ve A takımı zaten Anayasa m. 105 ve 106 ile ölene dek çok sıkı korunuyor. Görevleri ile ilgili suçlardan yargılanabilmeleri 400 oy ile TBMM’de olanaklı. Bu bakımdan, çelik kalkan devrede ve çooook güçlü.

Sevgi ve saygı ile. 15 Nisan 2025, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Yargıyı yargıçtan korumak!

Olaylar ve Görüşler

Av. Dr. Başar YALTI

Son Yazısı / Tüm Yazıları
Cumhuriyet, 14 Nisan 2025

Başlık, bundan 13 yıl önce 4 Nisan 2012’de tarafımdan yazılmış bir yazıdan alınmıştır. Yazıda, hukukun ışığının söndürülüp yargıyı karanlığa gömen dönemin anlayışı ele alınarak özel yetkili mahkemelerde yaptıkları hukuksuzluklardan ve adil yargılanma hak ve ilkelerini yok saymalarından o dönemin FETÖ yargıç ve savcılarının sorumlu olacağı dile getirilmişti. Nitekim 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminden sonra 4 bin 500 civarında yargıç ve savcı meslekten çıkartılarak cezalandırılmıştı.

Adil yargılanma hakkı, yargılama sürecinde yaşanan olumsuzluklara karşı uluslararası bir hak olarak, Türkiye’nin de tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. ve Medeni ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 14. maddesinde tanımlanmıştır. Adil yargılanma hakkı, bir kişinin suçlanmasıyla başlayıp infaz ile tamamlanan uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu hak, 2001 yılında yapılan değişiklikle anayasanın 36. maddesinde kendisine yer bulmuş, 2004 yılında anayasanın 90. maddesine ekleme yapılması yoluyla ek güvenceye kavuşturulmuştur.

ADİL YARGILANMA HAKKI

Bağımsızlık, tarafsızlık ve yetkinlik niteliklerine sahip bir yargı organının varlığı, adil yargılanma hakkı bakımından başlı başına bir güvencedir. Ancak kimi durumlarda bizzat yargı yerleri hak ihlallerinin kaynağı hatta nedeni olabilmektedir. Yargı yerleri siyasal iktidarın denetim ve etkisine girebilmekte, görünür şekilde toplumu ve siyasal hayatı kontrol eden, hatta düzenleyen bir mekanizma haline gelebilmekte, bağımsızlık ve tarafsızlığını yitirebilmekte, adil ve hakkaniyete uygun yargılama bakımından yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenlerle adil yargılanma hakkı, kişileri, yargıç ve savcıların keyfi davranışlarından, önyargısından ve kayıtsızlığından koruyan temel bir haktır.

Anayasa gereğince, savcılar ve yargıçlar, ilgili kişiler hakkında soruşturma ve kovuşturma yaparlarken adil yargılanma hakkının gereklerine uygun şekilde davranmak zorundadırlar. Bu, yargıç ve savcılar için aynı zamanda yargı etiğinden kaynaklanan bir sorumluluktur. Mahkemelerin bağımsızlığı ve kimsenin yargıçlara emir ve talimat veremeyeceği (m.138/1) ilkesi, bu amaç için anayasada yer almıştır. Temel hak ve özgürlüklerin korunmasıyla ilgili anayasanın 40. maddesine ise ne yazık ki işlerlik kazandırılmamıştır.

Adil yargılanma hakkının ihlali halinde başvurulacak yer, sadece üst mahkemeler değil, asıl olarak Hâkimler Savcılar Kurulu (HSK) olmalıdır. Ancak HSK, siyasallaşmış yapısı nedeniyle böyle bir işlevden uzak olduğu gibi günümüzde, hak ihlallerinin bizzat sebebi de olabilmektedir.

‘HÜKÜM VEREN DEĞİL HÜKMEDEN’

HSK, tarafsız davranan ve karar veren yargıçları koruyacağı yerde onlara yaptırım uygulamakta, yargıç ve savcılar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durmaktadır. Bunun sonucu olarak, adeta FETÖ dönemi taklit edilircesine, adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin onlarca örnek gözlerimizin önünde yaşanmakta, görev ve yetkilerini kötüye kullanarak hak ihlali yaratan yargıç ve savcılara herhangi bir işlem yapılmamaktadır. Sabaha karşı baskın şeklinde yapılan gözaltılar, haksız ve hukuka aykırı tutuklamalar, savunma hakkının kısıtlanması, tutuklamanın bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılması, gizli tanık, hukuka aykırı delillere dayanılması, düşman ceza hukukunu andıran uygulamalar günümüzde de aynen devam etmektedir.

Bu durumu yaratan sistem ve sisteme uygun yeni yargıç tipi 13 yıl önceki yazıda şu şekilde tanımlanmıştı: “Bu yargıç, siyasal iktidara/cemaate yüzü dönük durmakta, yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını önemsememekte, ön yargılarıyla hareket etmekte, toplumun bir kesimini düşman olarak algılamakta, avukatı sevmemekte, adaleti dünyevi bir olgu olarak değil öteki dünyaya hazırlayıcı bir sonuç olarak görmektedir. Yeni yargıç, anayasal haklara karşı aldırışsızdır. Tartışmaktan, itirazdan ve felsefeden hoşlanmamaktadır. Sorgulamayan, yaratıcı ve evrensel düşünemeyen yeni yargıç bilge değildir. Bir hukuk teknisyenidir. Entelektüel birikimi yetersizdir. Yorum yapmaya, gerekçe yazmaya üşenen yeni yargıç, düşünce kekemesidir. Çelişki içindeki yeni yargıç, hüküm veren değil hükmeden bir anlayıştadır. Yargı, bu yargıçtan kurtarılmalıdır.”

Elbette ki tüm yargıç ve savcılar yukarıda tanımlanan özellikte değildir. Ancak mevcut yargı sistemine karakterini veren görüntü, 13 yıl öncesinin karanlığından farksızdır. Bu nedenle yargı sistemi bütün nitelikleriyle, halka güven veren gerçek kimliğine bir an önce kavuşturulmalıdır. Bunun yolu, her şeyi, bu arada HSK’yi de belirleyen tek adam rejiminden kurtulmaktan geçmektedir.

Çözüm siyasettedir. Halkın, “hak, hukuk, adalet” istemiyle sokaklara çıkmasıyla bu yol açılmış gözükmektedir.