Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

19 Mayıs’ın SIRRI!

19 Mayıs’ın SIRRI!

İstanbul Beşiktaş’ta Yıldız Sarayı’na yakın olan Serencebey Mahallesi’ndeki bir konağın bahçesinde bir grup genç çocuklar, toplanmış spor yapıyorlardır.

Kimi güreşiyor, kimi jimnastik hareketleri yapıyor. Kimi de halter kaldırıyordur.

Birden konağın bahçesine polisler gelir, gençleri toplayıp Beşiktaş Karakolu’na götürürler.

İçlerinde askeri öğrencilerin de olduğu gençler, karakolun bir köşesinde korku ve şaşkınlıkla beklemeye başlarlar.

Bir polis memuru gelir…

‘Hakkınızda ihbar var. Konağın bahçesinde toplanıp ne yapıyordunuz?’ diye sorar.

Gençlerden Hüseyin Bereket, ‘spor yapıyorduk ‘ diye cevap verir.

Neyse ki; İş anlaşılmış, gençlerin futbol oynamadığı ortaya çıkmıştır.

Çünkü futbol oynamak yasaktır. Şeytan icadıdır futbol…

Seryaver Mehmet Paşa’nın araya girmesiyle de gençler sürgüne gönderilmekten kurtulmuşlardır.

Padişah affetmiştİr üstelik…

Ve hatta beden hareketleri yapmalarına izin bile verilmiştir.

Yıl 1902… Devir, Sultan 2. Abdülhamid devri;

Bırakın spor yapmayı iki kişi yan yana geldiği vakit kuşkuyla bakılır hafiyeler hemen saraya ihbar ederlerdi.

Sarayın desteğini alan gençler, 1903 Mart ayında Bereket Jimnastik Kulübü’nü kurarlar. Gençler kulübe araba ile gelip gittiklerinden halk, onlara ‘arabalılar takımı’ adını verir.

2. Meşrutiyet’e karşı çıkan yobazlar, İstanbul’ da ayaklanırlar.

İsyanı bastırmak için aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu hareket ordusu, Selanik’ten yola çıkar.

Genç ve sporcu subaylar gericilerin ayaklanmasını bastırdıktan sonra Bereket Jimnastik Kulübü’ndeki gençlerle tanışırlar.

Ancak…

Devrimci subaylar bir teklifte bulunurlar.

Kulübün adı Beşiktaş Jimnastik Kulubü olsun. İşte BJK’nin kuruluşu ve ismi böyle doğmuştur.

Bitmedi…

Yüzbaşı Şeref BJK’nin eskrim takımının kaptanıydı. İstanbul işgal edilmiş, Mondros Ateşkes Antlaşması gereği Dolmabahçe’nin önünde Yüzbaşı Şeref 120 askeri ile birlikte silahlarını teslim etmişti.

Yüzbaşıya silahını teslim etmek çok ağır gelmiş, bunalıma girmişti.

Bir müddet sonra…

Yüzbaşı Şeref, Beşiktaş’ta bir balıkçı kahvesinde otururken yanına bir balıkçı gelir.

‘Ağam okumam yazmak yoktur, tekneme yazı yazar mısın?’  diye sorar…

Balıkçının elindeki  boyayı alır ve sorar: Teknenin adı ne?

Balıkçı, gülen gözlerle ‘Kardelen’ der.

Yüzbaşı Şeref Harp Okulunda öğrendiği  ‘hat’ ile Kardelen yazar.

Balıkçı çok beğenir… ‘Ağam sana bir borcum var’ der.

Morali bozuk olan Yüzbaşı Şeref divan kurulu üyesi olduğu Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne gider….

Kendisini işe yaramaz hissediyordur…

Adı gibi şerefiyle yaşamak istiyor ama çaresizdir…

Birden ayağa kalkar…

Tavan arasına sakladığı baba yadigarı tabancasını alır. Elinde kalan son mermiyi sürer, tabancayı şakağına dayar.

Tam sıkacakken Bahriye Subayı Ahmet Fetgeri odaya dalar.

‘Dur ne yapıyorsun?’ deyip, hemen silahı Yüzbaşı Şeref’in elinden kapar…

’Çaresizliğini anlıyorum ama umut Anadolu’dan doğuyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gittiler” der.

Birkaç dakika önce canına kıymak isteyen Yüzbaşı Şeref’in gözleri parlar.

İşittiği sözler, onu kendisine getirmiştir.

Arkadaşına sarılarak, ‘söz veriyorum tabancamdaki son mermiyi düşmana karşı kullanacağım’ der.

Kafaya koymuştur Anadolu’ya gidecektir. Ama nasıl?

Aklına balıkçı gelir. ‘Kardelen tekne ile gidebilirim’ der.

Beline tabancasını sokar, Ahmet Fetgeri’ye sarılır, vedalaşır.

Tam kulüpten çıkacakken Ahmet Fetgeri bir torba uzatır…

‘Bunu al. Ama söz ver, Anadolu’ya gidinceye kadar açmayacaksın’ der.

Yüzbaşı Şeref, Kardelen Teknesi’ne binip yüzlerce subay gibi gizlice Anadolu’ya gider ve gazi olur…

Torbanın içinde ne mi vardır?

O dönem, azınlıkların futbol takımlarının Pazar günü oynanan lig maçları vardır. Beşiktaş Jimnastik Kulübü bu maçlarda oynamak için defalarca başvurmasına karşın hep reddedilmiştir.

Sonunda, Beşiktaş Kulübü “Türk İdman Birliği” adı altında Türk takımlarının mücadele ettiği bir lig kurar.

1919’da bu ligin ilk şampiyonu olur.

Ödül ise “Ertolhd” marka bir futbol topudur.

Yüzbaşı Şeref’in torbasında işte bu futbol topu vardır…

Ahmet Fetgeri ilk kupa ödülünü Anadolu’ya göndermiştir. Aynı zamanda BJK’nin başkanlığını da yapan Fetgeri 19 Mayıs’ın ‘Gençlik ve Spor Bayramı’ olarak kutlanmasıAtatürk’e öneren ilk isim olur… Ve kabul edilir.

Yıllar sonra Ahmet Fetgeri’ye bir kadın gelir. Ve bir torba verir.

‘Nedir bu bacım?’ diye sorar

Kadın cevap verir:

İstiklal Savaşı’nda şehit düşen kocamın vasiyetiydi, size vermemi istedi.

Ahmet Fetgeri: Adın ne bacım?

Kadın yanıt verir: Kardelen

Mustafa Kemal Atatürk, doğum gününü soranlara ‘Anam, mayıs ayında’ derdi. O halde 19 Mayıs doğum günüm olsun’ demiştir.

Atam doğum günün kutlu olsun.

19 Mayıs Gençlik Ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun.

Ayşegül ÇAKMAK / Kartal Gözü

Bilime vurulan pranga

Bilime vurulan pranga

Dr. Ceyhun Balcı
16 Mayıs 2020
(https://veryansintv.com/bilime-vurulan-pranga/ adresinde de yayınlanmıştır.)

Hemen her kurumu kendisine uydurma konusunda bitip tükenmez istekle yanıp tutuşan iktidarın nerede duracağını kestirmek neredeyse olanaksız. Üniversiteler bilim kurumları olarak bu hevesin önde gelen hedeflerinden birisi olmuştu. Sayıları 200’e yaklaşan (AS: aşan!) üniversitelerin ele geçirilmesi süreci büyük ölçüde tamamlandı. Rektörü, dekanı, müdürü, şefi ya da aklınıza gelebilecek her düzeyden yetkilisi olabildiğince kapıkuluna dönüştürüldü. Başka yapılacak şey kalmadı diye mırıldanırken yanıldığımızı anladık!

Son günlerde bu çalışmaların karşılığı olarak Türkiye’deki olgu sayılarının yatay çizgide ilerlemeye başladığını hoşnutlukla izler olduk. Çabaların karşılığını alması hiç kuşkusuz ülkemiz ve milletimiz için sevindirici.

Bilime dönersek!

İktidarın akademiye ilişkin yapacaklarının bitmediğini şaşırarak ve epeyce de üzülerek gördük.

Covid-19 salgınıyla baş etmeye çalışan hekimler ve özellikle de Türk akademisi deneyimlerini bilimsel yayına dönüştürme aşamasında engelleniyor. Hiç kuşkusuz bilimsel bir yayının başlatılması için de bir dizi aşamanın tamamlanması gerekiyor. Etik kurul onayı da bunlardan birisi. Ancak, ne dünyada ne de bu ana dek Türkiye’de Sağlık Bakanlığı onayı diye bir gereklilik yoktu.

Gerekçesi ne olursa olsun yapılanın adını koymak gerekir. Bilime pranga vurmak!

Ege Öğretim Elemanları Derneği (EGÖDER) de bu önemli konuya tepki olarak bir basın açıklaması yapmış. Son derece yerinde ve doğru saptamalar içeren açıklamaya bağlantıdan erişilebilir. (AS: biz de web sitemizde yayınladık..)

http://www.egoder.org.tr/tr/icerik/271/ozgur-bagimsiz-ve-tarafsiz-bilim-konusunda-kamuoyu-aciklamasi

EGÖDER’in açıklamasına eklenmesi gereken bir başka önemli noktayı da göz ardı etmemekte yarar var.

İnsanlığın Covid-19 etkeni korona virüsle tanışması henüz çok yenidir. Birkaç aylık geçmişi olan bu tanışma henüz tamamlanmış da değildir. Virüs başlangıçtan bu yana farklı dönemlerde ve farklı ülkelerde farklı davranışlar sergilemiştir. Sergilemeyi de sürdürmektedir.

Bir hekim olarak fazlasıyla farkında olduğum önemli bir noktaya değinmekte yarar görüyorum. Covid-19 salgını sürecinde bu konuya ilişkin bilimsel yayınların alışılmış bilimsel süreçlerden daha kısa sürede akademik ortamla buluştuğunu gözlemliyoruz.

İlk bakışta akademik eğilimlere aykırı gibi görünse de bunun son derece haklı bir gerekçesi var.

İvedilik!

Hastalık hızla yayılma eğiliminde. Durum böyle olunca çok sayıda insanın hastalığa yakalanması ve dolayısı ile ölümcül tablolarla karşılaşması söz konusu olabiliyor.

Covid-19’un ne aşısı ne de yüzde yüz etkili bir sağaltımı var!

Aşı söz konusu olmamakla birlikte sağaltım olarak verilen ilâçların hiçbiri Covid-19 için özgün değil. Bazıları başka virüsler için kullanılan virüs öldürücü ilâçların yanı sıra sıtma ve romatizma sağaltımında kullanılan bir başka daha ilâcın Covid-19 sağaltımında yoğunlukla kullanıldığı biliniyor. Hatta, bu ilâçlardan birisinden milyon kutu istiflemiş olmak Sağlık Bakanı için övünç gerekçesi olabiliyor.

Böylesine bilinmeyenleri bilinenlerinden fazla olan bir hastalıkla ilgili olarak bir yandan baş etme çabaları sürdürülürken öte yandan da hastalıkla ilgili deneyimlerin akademik ortamla hızla paylaşılması göz ardı edilemeyecek denli önemlidir.

Türkiye’de akademik ortamın bu görevi yerine getirmesinin önüne geçilmesi çabaları bu bakımdan da irdelenmelidir.

Bu arada, Türkiye Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr Önder Ergönül’ün çığlığını duymazdan gelmemek gerek. Prof Dr Ergönül Sağlık Bakanı Dr Fahrettin Koca’ya sesleniyor :

  • “Çalışmaların engellenmesinden Avrupa Klinik Mikrobiyoloji ve Bulaşıcı Hastalıklar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi olarak utanıyorum.”

Son haftalarda Türkiye’nin çok sayıda ülkeye kişisel koruyucu donanım başta olmak üzere Covid-19 salgınıyla baş etmede gerekli çeşitli araç ve gerecin gönderildiğini basından öğreniyoruz. Eleştirilecek yanları olsa da ülkemizin bu zor günlerde dünyayla dayanışma içinde olması kuşkusuz üzüntü gerekçesi de olamaz.

Bilimsel yayınlar aracılığıyla Türk hekimlerinin Covid-19’la baş etmedeki başarılı deneyimlerinin insanlıkla paylaşılması son derece önemli bir başka görevdir.

Yasakçı anlayışın akademik ortamda kök salmaya başlaması hepimizi utandırması ve kaygılandırması gereken bir gelişmedir.

Son olarak bu uygulamanın Anayasa’ya aykırı olmasına değinelim. Anayasa’nın pek çok kez delik deşik edildiği günümüzde bu aykırılığın ne denli önemli olduğunu kestirmek zor olsa da Anayasaya aykırılığın bilim ortamına bu şekilde taşınmış olması da tarihe düşülmesi gereken bir başka nottur.

Bilime prangaya vurulmasına hayır demek güncel görevdir.

AKP’nin ‘normalleşme’ dediği salgını uzatmak: O sırada insanlarımız ölüyor

AKP’nin ‘normalleşme’ dediği salgını uzatmak: O sırada insanlarımız ölüyor!

(Dr. AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

  • ’15 Mayıs Türkiye’de salgının 65. gününe denk geliyor. Çin’de ise günlük vaka sayısının 100’ün altına inişine. Vaka sayısı bakımından Türkiye’nin 65. günü (1.708), Çin’in 49. günüdür (1.749). Daha şimdiden 16 günlük kaybımız var. Bu 16 günde ülkemizde gereksiz yere en az 70.000 kişi hastalandı, en az 970 kişi hayatını kaybetti.’
İLKER BELEK
https://sol.org.tr/haber/akpnin-normallesme-dedigi-salgini-uzatmak-o-sirada-insanlarimiz-oluyor-4535,

Salgının kontrol altına alındığı 23 Nisan’da açıklandı. Vaka sayısı 3.116, ölüm sayısı 115 idi.

“Normalleşme”den 4 Mayıs’ta söz edildi. Vaka sayısı 1.614, ölüm sayısı 64’tü.

“Normalleşme” 11 Mayıs’ta başlatıldı. Vaka sayısı 1.114, ölüm sayısı 55’ti.

15 Mayıs’ta vaka sayısı 1.708, ölüm sayısı da 48 olarak gerçekleşti. Önceki iki günde ise 58 ve 55’ti.

Normalleşme”nin etkileri verilere henüz yansımadı, ama lafı bile sayıların artmasına yetti.

“Sosyal mesafe”, “evde kal” önerileri zaten uygulanamıyordu, “salgın kontrol altında”, “normalleşme” denildikçe, havaların ısınmasının da etkisiyle, iyice gözden düştüler.

Oysa çok ciddi bir sağlık olayıyla karşı karşıyayız, işin şakaya, gevşekliğe gelir yanı yok. Bütün bilim dünyasının ikinci dalga konusunda hemfikir olduğu bir dönemde AVM’ler açılıyor ve üstelik bunun kararını Sağlık Bakanlığı ya da Bilim Kurulu vermiyor.

Aşağıdaki grafiklerde Türkiye ve Çin’in son durumlarını bir kez daha gösteriyoruz. Çin en azından şimdilik salgını sonlandırdı. Verilerin Türkiye açısından yakın ve orta vadede neyi işaret ettiği ise çok açık.

15 Mayıs Türkiye’de salgının 65. gününe denk geliyor. Çin’de ise günlük vaka sayısının 100’ün altına inişine. Vaka sayısı bakımından Türkiye’nin 65. günü (1.708), Çin’in 49. günüdür (1.749).

  • Daha şimdiden 16 günlük kaybımız var.
  • Bu 16 günde ülkemizde gereksiz yere en az 70.000 kişi hastalandı,
  • en az 970 kişi hayatını kaybetti. 

Üstelik Çin’in nüfusu Türkiye’nin 17 katı.

Türkiye’de günlük vaka sayısının değişimi

Türkiye’de aktif vaka sayısının değişimi


Çin’de günlük vaka sayısının değişimi

Çin’de aktif vaka sayısının değişimi

https://www.worldometers.info/coronavirus/country/china/
https://www.worldometers.info/coronavirus/country/turkey/

===============================================
Dostlar,

Değerli meslektaşımız, Halk Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. İlker Belek, bizim TV’lerde çığlık atarak anlatmaya çabaladıklarımzı dile getirmiş adeta..
Üstelik salt açıklanan “resmi” rakamlar üzerinden..

“Normalleşme”de ölçüyü kaçırmak daha büyük ve daha uzun sürebilecek bir 2. dalga riskini göze almak demektir.

  • Bedeli; hep yazıp – söylediğimiz gibi 3 hançerdir..– daha çok hasta ve doğal sonucu olarak
    – daha çok ölümdür!
    – Ayrıca ekonominin alacağı yara daha da büyüyecek ve onarımı hem çok daha güç hem de geç olacaktır.

Dolayısıyla ülkenin bir ANONİM ŞİRKET GİBİ DEĞİL, Devlet aklıyla yönetilmesi kaçınılmazdır. Şirketler iflas edebilirler ama Türkiye Cumhuriyeti‘nin böyle bir seçeneği yoktur!!

“Normalleşme adımlarında” ölçü kaçırılmıştır.. Gözden geçirilmesinde ve frene basılarak çok daha özenli (ihtiyatlı) olunmasında Epidemiyoloji bilimi bakımından zorunluluk vardır.

Halkın yaşamıyla kumar oynanamaz!

  • Siyasal tercih, kör kâr güdüsüyle davranan irrasyonel sermaye çevrelerinin baskısına boyun eğerek ülke halkını kurban vermek olamaz! Halkın da aklını başına alıp kapitalizmin tapınakları AVM’lere saldırmasının… kendi çıkarına olmadığını görmesi beklenir.

Sevgi ve saygı ile. 17 Mayıs 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Maske takılırken maskeler düşüyor

Maske takılırken maskeler düşüyor

https://sol.org.tr/yazar/maske-takilirken-maskeler-dusuyor-4315 14.05.2020

  • Devlet hediye vermez, devlet kamu hizmeti yapar. Ki, burada salgın halinin zorunlu önleminden, devletçe alınan önlem olarak maske takma ve maske değiştirme zorunluluğundan söz ediyorsak, bunun kamu hizmeti dışına çıkarılması, piyasaya bırakılması olmaz, hediyesi de olmaz. Geliri açlığını bile gideremeyen, işi ve geliri dahi olmayan emekçilere “maske satın al” denmez.

Maske hikayesi yetti tek başına… Piyasa, devlet ve cumhurbaşkanı Erdoğan hediyesi arasında yalpalanıp duran maske sonunda tekrar piyasaya düştü, piyasa maskesi oldu.

Yurtdışına maske gönderildi, merdiven altı imalatlar yakalandı, fiyatlar fırladı, devlet dağıtırken ya da hediye yapılırken bile el altından maskeler satıldı, merkez ve belediye kavgaları yapıldı, sonunda piyasa galip geldi.

Devlet hediye vermez, devlet kamu hizmeti yapar. Ki, burada salgın halinin zorunlu önleminden, devletçe alınan önlem olarak maske takma ve maske değiştirme zorunluluğundan söz ediyorsak, bunun kamu hizmeti dışına çıkarılması, piyasaya bırakılması olmaz, hediyesi de olmaz.

  • Geliri açlığını bile gideremeyen, işi ve geliri dahi olmayan emekçilere “maske satın al” denmez.

Şu hediye konusu her yurttaşın tek tek anlayacağı şekilde anlatılmalı, kaynağının hesabı da tek tek verilmeli. Burada, malum, sağlık nedeniyle koruma ya da tedavi amaçlı maskeden söz ediyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bu maskeli yaşam virüse karşı bağışıklık kazanılana ve aşı bulunana kadar yaşamın parçası olacak.

  • Maske piyasasının da piyasa maskesinin de gözü aydın.

Zaten bu maske işi genelde öyle böyle basit bir iş, korunmak için yüze geçirilen şey değil. Eskilere gidiyor. Süslenmeden sanata, doğaüstü canlandırmalardan dinselliğe, gizlenmeden toplulukları korkutarak denetim altında tutmaya, gizli örgüt üyeliği törenlerinden yargıçların kendilerini suçlamalardan korumasına kadar yaşamın birçok alanında devrede.

Bilineni, Eski Taş Devrine kadar uzanıyor. Burada pası Sevgili Orhan’a (Gökdemir) vermekle yetinelim.

Maskenin kapitalist düzene uygun olan tanımı gerçek düşünceleri ve amacı, gerçek görünüşü gizleyen aldatıcı görünüş ya da davranış; kişiliği, duyguları, politikaları ve sınıfsallığı gizleme aracı

Dinselliğin, faşizmin ama bütünsel olarak sömürü ve tahakküm dünyasının oluşumunda, kabulünde ve sürdürülmesinde yaşam tarzlarından ve toplumsal ilişkilerden yararlanan bir fırsatçılık ve yönetim biçimi söz konusu. Devrimci etiği dinsel etikle sıkıştırma da bunlardan biri…

Maskeler hep düşüyor ya da mücadelelerle düşürülüyor ama düzen sürdükçe maskeli yaşam hiç bitmiyor.

Güvencesiz ve sağlıksız koşullarda dip dibe çalışmaya zorlanan işçilere taktırılan koruma maskeleriyle kapitalizmin gerçek yüzünün maskelendiğini nasıl görmezden geliriz?

    • Anayasadaki laikliğin, eşitliğin, demokrasinin, siyasi faaliyet hakkının, seçme ve seçilme hakkının, sosyal hukuk devletinin, yargı bağımsızlığının, bireysel ve soyut hak ve özgürlüklerin sınıfsallığı ve sermaye sınıfının emekçiler üzerindeki egemenliğini maskelediği her an gözümüzün önünde durmuyor mu?

Anayasadaki cumhuriyet ve cumhurbaşkanı sözcükleri, bir ve birkaç partinin sömürücü ve gerici politikalarının, ilerici ve aydınlanmacı cumhuriyeti parçalama çabalarının maskelenmesi amaçlı kullanılmasına yol açmıyor mu?

Sendikal haklar sınıf birliğini sağlamamanın, dağıtıp parçalamanın maskeleri olarak kullanılmıyor mu?

Grev hakkı, emekçilerin kapitalizmin kuşatması altında yaşamasının bir maskesi olarak tutulmuyor mu Anayasada?

Paranın ve dinin saltanatı maskelenerek sınıfsallık unutturulmuyor mu?

Düzenin normali maskeleriyle, maskeleri de normaliyle koşut değil mi?

Sömürücü düzen binbir surat; maskelerle yaşıyor hep. Bir, bunu bildiği ve gördüğü halde susanlar, gözlerini yumanlar var. Düzenin olaya, zamana, mekana göre değişik maskelerle sürdürülmesinin ortamını yaratıyorlar. Bir de düşen maskelerin yerine farklı düzen maskeleri önerenler hatta takanlar var, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye diye…

Her iki halde de düzenin gemisi yüzüyor, teklese de yüzdürülüyor.

Sermayeyle devletin iç içeliği, devletin anayasayla, hukukla, yargıyla, sosyallikle, dinsel duygularla ve demokratiklikle sömürücü düzenin doymak bilmez açgözlülüğünü gizlenmesini sağlıyor; kapitalizmin kendisi için uyguladığı, emekçi halka vermediği hak ve özgürlüğü saklıyor.

Kapitalist sistemin ikiyüzlülüğünü, ahlaksızlığını, adaletsizliğini, eşitsizliğini, sağlıksızlığını ve sınıfsallığını, sömürünün zincirlerini saklayan maskeleme araçları emekçilerin örtülü ya da açık sömürülmesini artırıyor.

Kapitalizmin maskeleri, “emeği gerçek koşullarının dışında ele alan” eğilimlerin “burjuva anlatımı”.

Virüsten korunma maskesiyse, bir yandan yaşam hakkıyla ilgili bilimsel gerekleri yerine getirirken aynı zamanda da insan ve toplum sağlığını koruyamayan kapitalizmin gerçek yüzünü örtüyor.

Devekuşu gibi, kafayı saklarken piyasası açıkta…

Başka bir düzen hiç uzakta değil. Maske değiştirilmesine, maskeler düşerken yeni maskeler önerilmesine izin vermeyecek, ayarlamalarla oyalanmayacak, maskeleri yırtıp atarak gerçekleri ortaya çıkaracak,  sosyalist gerçekçilikle buluşmanın adımlarını “Parti hattı”yla atacak işçi sınıfı var.

Ekonomik tablo ve beklentiler ağırlaşıyor

Ekonomik tablo ve beklentiler ağırlaşıyor

Erdal Sağlam
Cumhuriyet, 16 Mayıs 2020

Mart ve nisan aylarına ilişkin veriler geldikçe, ekonomik tablonun giderek ağırlaştığı da somut olarak görülmeye başladı. Bununla birlikte beklentilerin de hızla bozulduğu, salgın nedeniyle 2020’nin tümüne ilişkin umutların azalmaya başladığı da gözleniyor.

Ekonomi çevreleri, diğer ülkelere kıyasla salgından etkilenenlere Türkiye’de daha az maddi yardım verildiğini hatırlatarak gelen bütçe verilerinin buna rağmen ciddi bozulmaya işaret ettiği görüşündeler. Salgından çıkış programlarının devreye sokulduğunu ama hazirandan itibaren hemen toparlanmaya geçişin zor gözüktüğünü kaydeden aynı çevreler, yılın ikinci yarısında da salgın için ek yardımların gündeme gelebileceğinin altını çiziyorlar. Salgında ikinci bir dalga gelmese bile krizin faturasının ortaya çıkmasıyla birlikte, birkaç ay sonra yeni yardımlara olan ihtiyacın daha somut gözükeceği görüşündeler.

Bu arada özellikle işsizlik oranlarında henüz salgın etkisinin görülmediği, kısa çalışma ödeneği gibi ara çözümler nedeniyle, ilk 6 ayda işsizlik oranlarının fazla artmayacağı görüşü hâkim. Bununla birlikte hazirandan sonra bu imkânların ortadan kalkmasıyla, canlanmanın derecesine bağlı olarak, resmi işsizlik sayılarının ikinci yarıda artması bekleniyor. Bu unsurun, talebin canlanması ve toparlanmanın başlamasına da olumsuz etki yapacağını kaydeden ekonomi çevreleri, “hem salgın nedeniyle talepte çekimserlik, talep ertelemesine devam gibi eğilimler görülebilir hem de gelirlerin azalmasına bağlı talebin artması zorlaşabilir” diyorlar. Bunun da toparlanmanın gecikmesine yol açması kaçınılmaz olacak.

İç talepte salgından çıkışta ancak kademeli bir artış olabileceği, bunun da 2020 yılının sonuna kadar sürebileceği tahminlerini yapanlar çoğunlukta. Hatta bazı sektörlerde ancak 2022 yılında normale dönüş olabileceğini söyleyenler var.

İç talepteki bu beklentilere karşılık dış talebin çabuk toparlanması da pek beklenmiyor. Örneğin tekstil gibi sektörlerde Avrupa’da normalleşme başladığında ellerindeki stokların önce eritileceği, yeni siparişlerin daha sonra verilebileceği belirtiliyor. Bu arada dün açıklanan AB’nin resmi tahminlerine göre bölgenin, yılın ilk çeyreğinde %3.8 oranında küçüldüğü açıklandı. Dolayısıyla Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı olan AB’ye satışların açılmasının da zaman alacağı, zorunlu mallar dışında bekleme eğiliminin hâkim olmasından korkulduğu görülüyor.

Üretimde büyük düşüş

Geçen hafta yayımlanan mart ayı sanayi üretim endeksine göre, üretim %7.2 oranında düştü. İş çevreleri, mart ayının büyük bölümünde üretimin devam ettiğini, dolayısıyla asıl olarak nisan ayı verisinin daha büyük bir daralmaya işaret edeceği görüşündeler. Bununla birlikte sanayi üretiminin yanında hizmetler sektöründe çok daha büyük daralmalar yaşanacağı tahmin ediliyor. Yani mart ayının dahil olduğu ilk çeyrek büyümesinin, ocak ve şubat ayı artışlarına rağmen, sıfıra yakın bir oranda gelmesi bekleniyor. Asıl düşüşün ise ikinci çeyrekte görüleceği, daha sonraki toparlanma eğiliminin tüm yılın büyüme rakamında etkili olacağı gözüküyor.

Merkez Bankası’nın dün açıklanan mayıs ayı beklenti anketine göre, bu yılın tümünde beklenen ekonomik daralma %1.3 düzeyine çıktı. Bir önceki ankette bu oran %0.6 daralma idi. Önümüzdeki dönem ekonomide küçülme tahminlerinin daha da artabileceği belirtiliyor.

Merkez Bankası beklenti anketine göre, yıl sonu enflasyon tahmini %9.38’e indi. Yine $ kuru olarak da 7.01 TL’lik bir ortalama tahmin yer aldı. Özellikle kurla ilgili tahminlerin önümüzdeki aylarda artması beklenirken, ikinci yarıda kurların fiyatlara etkisinin görülmesi halinde, enflasyon tahminlerinin yükselmesi de kaçınılmaz olabilir.

Beklenti anketi bize bozulma beklentilerinin arttığını ama salgından çıkışın etkisinin henüz beklentilere tam olarak yansımadığını gösteriyor.

Bununla birlikte aylık cari açık rakamının 4.9 milyar $’a çıktığı, önümüzdeki dönem bunun azabileceği ama dış borç geri ödemelerine ek, cari açık finansmanı için de ek döviz talebinin ortaya çıkmasının sürpriz olmayacağı söylenebilir. Sadece son bir haftada yabancıların 1 milyar doların üzerinde tahvil ve hisse senedi satarak çıktıkları, zaten net rezervlerin eksiye döndüğü, swapla ilgili umutların giderek kaybolduğu göz önüne alındığında, dış kaynak ihtiyacının ne kadar acil hale geldiği de bir kez daha ortaya çıkıyor.

Salgının etkisiyle ilgili gelen ilk veriler bariz kötüleşmeyi gösteriyor ama bu tablonun daha da ağırlaşması bence kaçınılmaz olacak. Hep söylediğimiz gibi, çok daha kapsamlı çözümlere, yönetim anlayışının değişmesine ihtiyaç var.

İki hakim, iki hukuk!

İki hakim, iki hukuk!

https://sol.org.tr/haber/iki-hakim-iki-hukuk-4495, 16.5.2020

Bir hakim, ‘Türküler kimseye zarar vermez #ibrahimgokcekyasamalıdır’ yazdı. HSK inceleme başlattı, savunması bile istenmeden açığa alındı. Bir başkası aylardır şaibeli kararlarıyla konuşuluyor. İranlı uyuşturucu baronu Zindaşti’nin serbest bırakılması, milyonluk rüşvetlerle gündemde. Aylar sonra hakkında inceleme başlatılabildi.

Sarısu Pehlivan’ın, soL’a verdiği bilgiye göre savunması bile istenmeden açığa alındı.

Hakim Cevdet Özcan, İranlı uyuşturucu baronu Zindaşti’nin serbest bırakılması, Topbaş’ın damadının 20 dakikada tahliye edilmesi gibi şaibeli kararlara imza attı. Aylardır hakkındaki rüşvet iddialarıyla da birlikte gündemde duran Özcan hakkında HSK tarafından soruşturma “sonunda” başlatıldı.

İki hakim, iki hukuk.

Bir hakim, bir insanın yaşamasını istediği için yıldırım soruşturmayla savunması bile alınmadan açığa alınıyor.

Diğeriyse milyon dolarlardan söz edilen suçlamalara rağmen işine devam ediyor.

TTB’den COVID-19 Pandemisi 2. Ay Raporu : Süreç şeffaf yönetilmiyor!

TTB’den COVID-19 Pandemisi 2. Ay Raporu:
Süreç şeffaf yönetilmiyor!

Basın toplantısına TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Sinan Adıyaman, TTB Merkez Konseyi üyesi Dr. Selma Güngör ve TTB COVID-19 Danışma ve İzleme Kurulu üyeleri Prof. Dr. Kayıhan Pala ile Prof. Dr. Özlem Azap katıldılar.

Prof. Dr. Sinan Adıyaman’ın raporun hazırlık sürecine ilişkin TTB Merkez Konseyi’nin açıklamasını paylaştığı basın toplantısında, Prof. Dr. Kayıhan Pala da raporda yer alan tespitlere ilişkin bir sunum yaptı.

TTB olarak, COVID-19 salgını dönemini sadece bir tartışma ve değerlendirme dönemi olarak görmediklerini, ilk günden bu yana halkın ve sağlık çalışanlarının sağlığının korunmasının yanı sıra salgın döneminde önemi daha belirgin şekilde ortaya çıkan sağlığın sosyal belirleyicilerine vurgu yaptıklarını belirten Adıyaman, COVID-19 ile mücadelenin ancak bilimsel yöntemler ve epidemiyolojik veriler kullanılarak ciddi bir işbirliği ve koordinasyonla yürütülmesinin zorunlu olduğunu hatırlattı.

Adıyaman, “Sağlık Bakanlığı’nın kendi “bilimsel danışma kurulunun” mu, “Bakanlık bürokrasisinin” mi ya da bir başka “yetkili kurulun” mu verdiğinin tam olarak bilemediğimiz ülkemizdeki 83 milyon yurttaşımızla birlikte sahada olan hekim ve sağlık çalışanlarını doğrudan etkileyen ve bazılarının sonuçlarından kaygı duyduğumuz kararlarla salgın yönetimine devam ediliyor” diye konuştu.

Prof. Dr. Kayıhan Pala da raporun içeriğine yönelik sunumunda, ülkeler tarafından kullanılan bazı halk sağlığı yöntemleri, Türkiye’de benimsenen pandemi stratejisi, sağlık çalışanlarının sağlığı, olgu, ölüm bildirimi ve kayıtlar gibi çeşitli başlıklardaki tespitleri aktardı. Türkiye’de COVID-19 pandemisinin yönetiminin şeffaflıktan uzak olduğunu belirten Pala, Sağlık Bakanlığı, klinik ve epidemiyolojik olarak COVID19 tanısı konulan, ancak laboratuvar testi ile kesinleştirilmemiş olası/kuşkulu olgular ve ölümlerin sayısını açıklamadığı için meslek örgütleri ve bağımsız bilim insanları tarafından pandeminin gerçek etkisinin değerlendirilemediğine dikkat çekti.

Sürecin toplum ve meslek örgütlerinin katılımına açık olmamasının büyük bir eksiklik olduğunu belirten Pala, alınan önlemlerin etkili olup olmadığının da Sağlık Bakanlığı tarafından değerlendirilmediğini kaydetti. Pala, Türkiye’de var olan pandemi stratejisinin salgının baskılanması değil, etkisinin azaltılması yönünde olduğunu belirterek, salgının doğru yönetilebilmesi için adımların Epidemiyoloji biliminin gereklerine göre atılması gerektiğini kaydetti.

Normalleştirme” denen sürecin aslında “yeniden açılma” olduğunun altını çizen Prof. Dr. Kayıhan Pala, DSÖ’nün pandeminin kısa sürede sona ermeyeceği, aşı ve ilaç çalışmalarının halen sürdüğü yönündeki açıklamalarını da hatırlatarak, halen çok dikkatli olunması gerektiğini vurguladı. Pala, AVM’lerin açılması için erken olduğunu belirterek, “AVM’ler açılıyor ama parklar kapalı. Bu durum bize kararların sağlıkla ilgili veriler ışığında değil, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda alındığını düşündürüyor” diye konuştu. Pala, konuşmasını salgının başından bu yana emek veren tüm sağlık çalışanlarına teşekkür ederek ve yaşamını bu mücadelede kaybedenleri anarak tamamladı.

TTB Merkez Konseyi üyesi Dr. Selma Güngör’ün TTB’nin önerilerine ilişkin paylaşımının ardından, tüm katılımcılar, gazetecilerin sürece ilişkin sorularını yanıtladılar.

Basın açıklaması için tıklayınız.

Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın sunumu için tıklayınız.

TTB COVID-19 Pandemisi İkinci Ay Raporu için tıklayınız.

Özgür, Bağımsız ve Tarafsız Bilim Konusunda Kamuoyu Açıklaması

Coronavirus-19 salgını insanlığı hazırlıksız yakaladı. Hızla dünya çapında yayıldı ve halen beş milyona yakın insana bulaştı. Ölüm oranı %3-4 civarında gözüküyor. Dünyanın her yerinde bilim insanları söz konusu virüsü tanımaya, özelliklerini anlamaya ve neden olduğu covid-19 hastalığına karşı aşı ve ilaç geliştirmeye çalışıyor.

Ülkemizde ilk covid-19 tanısı, dünyada ilk göründüğü tarihten yaklaşık olarak iki ay sonra, 11 Mart 2020 tarihinde kondu. Aslında iki ayı bulan bu süre ülkemiz açısından pek çok tedbirin alınması açısından son derece önemli bir zaman dilimi idi. Yeterince yararlandığımız söylenemez. Milyon kişi başına covid-19 tanısı konulan kişi sayısı bakımından dünyada maalesef sekizinci sıradayız. Sağlık Bakanlığımız tarafından hemen bir Bilim Kurulu teşkil edilmiş olması ve kurulun sürekli toplantı halinde olması çok önemli olmakla birlikte siyasi erkin Bilim Kurulunu yeterince dikkate aldığı konusunda güçlü şüpheler bulunmaktadır.

Çeşitli nedenler ile sınav tarihlerinin öne çekilmesi veya 11 Mayıs itibariyle yeni normal konusunda ilk adımların atılması ve bu doğrultuda berber ve kuaförler ile AVM’lerin açılması erken atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir. Son birkaç gündür günlük vaka sayısında gözlenen artışlar endişe yaratmaktadır. Bir yandan normalleşme adımları atılırken, diğer taraftan maske bile takmayan devlet yetkililerimizin halkımıza tedbiri elden bırakmayın şeklinde öğüt vermeleri coronavirus-19 ile mücadelede maalesef zafiyet doğurmaktadır.

Diğer yandan virüs ile mücadelede asıl görev bilim insanlarınındır. Hal böyle iken, Sağlık Bakanlığımız 28 Nisan tarihinde bir genelge yayınlamış ve Bakanlığa bağlı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesinde COVID-19 Bilimsel Araştırma Değerlendirme Komisyonu kurulduğunu ve bilim insanlarının bu konuda yapacakları bilimsel ve virüs geçmişine ilişkin çalışmaları öncelikle söz konusu bu komisyona bildirerek izin almaları gerektiğini duyurmuştur.

EGÖDER olarak bu konudaki görüşümüzü kamuoyu ile paylaşmak isteriz. Şöyle ki;

1. Bilimsel inceleme ve araştırma yapmak ve sonuçları yayınlamak izin alınarak yapılacak bir iş değildir.

2. İzin alınarak yapılacak bir araştırma güdümlüdür ve izin verenler tarafından denetlenme olasılığı her zaman söz konusu olabilir. Çalışmanın bilimsel tarafsızlığından şüphe duyulmasına ve şaibe doğmasına yol açar.

2. Bilimsel çalışmaların, her ne sebeple olursa olsun, izne bağlanması bilimin ilerlemesi ve gelişmesine aykırıdır. Özgür bilim anlayışı ile de uyuşmaz.

3. Bilimin vazgeçilmez karakteri; özgür, bağımsız ve tarafsız olmasıdır. Güdümlü ya da izne bağlı bilim söz konusu olamaz. Siyasi erkin bilime yapabileceği müdahale; vereceği destek ile ilgili olarak alan ve konu başlıklarını ve destek miktarlarını belirlemekle sınırlı olabilir.

Sonuç itibariyle EGÖDER olarak hangi konuda olursa olsun etik ilkelere uygun bilimsel çalışmaların yapılabilmesi ve ülkemizin bilimsel alanda dünya çapında çalışmalara imza atabilmesi doğrultusunda olası engellerin ortadan kaldırılmasını ve bilim insanlarının maddi ve manevi olarak desteklenmesi gerektiğini kamuoyu ile paylaşmayı görev biliriz.

Bu vesile ile halkımızı coronavirus-19 ile ilgili henüz bir zafer kazanılmadığı ve bu nedenle tedbiri elden bırakmamaları gerektiği konusunda uyarıyoruz.

Prof. Dr. Ömer Lütfi Değirmenci
EGÖDER Yönetim Kurulu Adına

Salgının Çıkarımları

Salgının Çıkarımları


PROF. DR. YAKUT IRMAK ÖZDEN
Cumhuriyet, 15 Mayıs 2020

Uzun yıllar başkanlığını yaptığım, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilimdalı‘nda derslerimize hep şu tanımla başlardık:

  • “Sağlık, sadece hastalık ya da sakatlığın yokluğu değil, bedensel, ruhsal, zihinsel ve toplumsal tam bir iyilik halidir.”

Sağlığı, asemptotik olarak, ne kadar yaklaşılsa da gerçek yaşamda tam olarak ulaşılamayacak bir “ideal” durum olarak ifade eden bir tanımdır bu…

Böyle bir ideale, ancak her bireyi, ana rahminden başlayarak yaşamı boyunca sarmalayacak koruyucu sağlık hizmetleriyle yaklaşılabileceği kuşkusuzdur. Dolayısıyla, tüm sağlık hizmetleri içinde, koruyucu tıbbın öncelikliği vardır. Aslolan, insanların sağlığını, olabildiğince bozulmadan koruyabilmek değil midir? Bu bakış açısı bizi, sağlık hizmetlerinin ağırlığının özel sektöre değil, kamuya verilmesi gerektiği sonucuna götürür.

KAPİTALİZMİN SIVASI DÖKÜLDÜ

Geride bıraktığımız 20. yüzyılda insanlık sağlık alanında dev adımlarla ilerledi. Yüzyılın sonuna doğru, artık, geçmişte çok ağır kayıplar yaratan bulaşıcı hastalıkların denetim altına alınmış olduğuna inanılmış ve dikkat, ön plana geçen süreğen (kronik) hastalıklara yönelmişti. Bu süreç içinde, belli bir insan kuşağının ortalama olarak kaç yaşına kadar yaşayabileceğini ifade eden “yaşam umudu” tarihte ilk kez 35-40 yıl seviyesinden, 80’li yaşlara doğru fırladı. (Nitekim ülkemizde de Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, özellikle Dr. Refik Saydam‘ın önderliğinde yürütülen, koruyucu hekimlik ağırlıklı kamusal sağlık hizmetleri tüm dünyaya örnek oluşturacak başarılarla sonuçlanmıştı.)

20. yüzyılda yaşanan süreci kavramak için Cahit Sıtkı Tarancı‘nın 1946 tarihli ünlü şiirini anımsamamız yeterli olacaktır:

“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün”

dizesi, bundan sadece yarım yüzyıl sonra, biraz abartılı da olsa,

“Yaş yetmiş beş, yolun yarısı eder”e dönüştürülebildi.

Gerçekten de, pek çok bilim insanına göre, önümüzdeki yıllarda dünyaya gelecek kuşakların doğuşta yaşam umutları 120’lere doğru tırmanabilecekti. Tek tek bireyler açısından oldukça umut verici sayılabilecek bir beklenti..

Öte yandan, doğuşta yaşam umudunun henüz hiçbir ülkede 80’leri aşamadığı günümüzde bile, şimdiden yaşlı nüfusun ekonomi üzerinde ciddi bir yük oluşturduğuna göre, yaşamın daha da uzamasının yaratacağı demografik yapının ekonomik sonuçları düşündürücüdür. Tüm dünyayı altüst eden virüs pandemisinin ekonomik yapıya en çok yük getiren iki insan grubunu, yani her yaştan süregen hastalarla yaşlıları (ki örneğin Türkiye’de her 100 kişinin kabaca 10’u 65 yaşın üstündeyken, virüsün yol açtığı her 100 ölümün en az 80’i bu yaş grubuna isabet ediyor görünmektedir) hedef aldığı açıktır. Önümüzdeki kış aylarında, bu salgının yeni dalgalar halinde ortaya çıkarak ısrarla yaşlı nüfusu vurması olası mıdır? Her halükârda, insanoğlu kendini 120 yıllık sağlıklı ömürlere hazırlarken, bu öldürücü virüsle karşılaşması bir kara mizah senaryosu gibi…

Birçok düşünüre göre, dünyayı saran bu salgın, insanların doğal koşullarda dışında, hatta uzağında kaldığı, bazı yaban hayvanlarına ait yaşam alanlarına (bu canlıların habitatlarına) girmelerinin -tecavüz etmelerinin de denebilir- karşılığında ödedikleri bir bedeldir. Tüm dünyayı beklenmedik şekilde etkisine alan bu yıkıcı salgının kökenleri ve amaçlarına ilişkin çeşitli kuramlar üretilebilir elbette, ama şu anda öncelikli hedef, varolan salgının denetim altına alınabilmesi ve gelecekte ortaya çıkabilecek yeni tehlikelere karşı hazırlıklı olunabilmesidir.

Okuduğum sağlık ekonomisi çalışmalarının çoğunda, beni hep rahatsız eden şu postula’ya (belit’e) rastlamışımdır: Buna göre, hiçbir ülkede, sağlık hizmetleri bu alandaki gereksinim ve talepleri tam olarak karşılayamaz… Oysa kanımca sağlık hizmeti, belli kişilere özgü bir ayrıcalık değil, her insanın doğuştan sahip olduğu temel bir insan hakkıdır. Dolayısıyla, yaşamın çeşitli alanlarında kullanılan, verimlilik, fizibilite, kâr-zarar hesapları, gibi değerlendirme ölçütlerinin sağlık alanında geçerliliği olmamalıdır. Bu da doğal olarak ancak sağlık hizmetlerinin kamusal ağırlıklı olmasıyla gerçekleştirilebilir.

  • Bu salgın, küreselleşmeyle doruğuna ulaşmış olan kapitalist düzenin sağlık politikalarının (ABD’de bile) böyle bir krizle başetmekteki yetersizliğini ortaya koymuştur.

Görülen şudur ki;

  • Piyasa kurallarına teslim edilen bir sağlık sistemi, en gelişmiş ülkelerde bile insanların gereksinimlerini karşılayamamaktadır.

PANDEMİNİN ANIMSATTIKLARI 

Tüm dünyanın yaşamakta olduğu bu bunalım, insanları sadece sağlık ve ekonomi alanlarında  değil, pandeminin olası siyasal sonuçları üzerinde de düşünmeye zorlamaktadır. Kimi görüşlere göre, dünyanın birçok yerinde, daha pandemi öncesinde bazı şarlatan despotları iktidara taşıyan otoriterlik eğilimleri daha da pekişerek ve yaygınlaşarak demokrasileri derinden sarsacaktır. Bu karamsar öngörülerin gerçekleşmemesini umarız elbette…

Umarım yaşamakta olduğumuz bu felaket, kişisel olanaklarımız ne olursa olsun, hepimizin aynı gezegeni paylaşmakta olduğumuz gerçeğini  içselleştirmemizi sağlar… İçinde küçük bir cennet yarattığımızı sanarak çevremizde ördüğümüz duvarlar meğer ne kolay yıkılıyormuş!.. Ünlü bir düşünür, insanlığın tüm tarih boyunca, başına, halledemediği bir dert açmadığını ileri sürmüştü. Bu görüşün doğru olduğunu ve yaşanmakta olan acıların ilerde insanlığa olumlu katkılarla geri döneceğini umalım.

Yazımı bitirirken, Dünya Sağlık Örgütü‘nün, 2020’nin çağdaş hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale‘in doğumunun 200’üncü yılı olması dolayısıyla bu yılki Dünya Sağlık Günü‘nü yardımcı sağlık personeline adadığını, ayrıca tüm dünyanın Mayısın ikinci haftasını da hemşirelik haftası olarak kutladığını hatırlatmak isterim. Gerek hekimlerimizin, gerekse hemşirelerimizin bu salgınla, bazen canları pahasına, büyük özverilerle nasıl savaştıklarını hepimiz biliyoruz. Tüm sağlık emekçilerimizin geride bıraktığımız 1 Mayıs bayramlarını kutluyor, hepsine sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

‘Ne bilimi ulan?..’

‘Ne bilimi ulan?..’

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 15 Mayıs 2020

Anahtar sözcük: Rejim.

Hayatın her alanında; siyasette de, ekonomide de, dış politikada da, sporda da, sanat dünyasında da kendini buram buram hissettiriyor rejim değişikliği.

Ve şimdi de, belki de son 100 yılın en ciddi küresel ve ulusal sorunu ile boğuştuğumuz bugünlerde pandemi ile mücadelede de bunun izlerini “fevkalade” bir şekilde görmekteyiz.

Daha o günlerde, yani rejimi değiştirmek ve parlamenter sistemin tabutuna son çivileri çakmak istediklerinde avazımız çıktığı kadar bağıra bağıra söylemiştik. “Yapmayın. Bu girişim, (haydi daha da açık yazayım – bu darbe) sadece ATATÜRK Cumhuriyeti’nin değil, ufacık da olsa kırıntıları kalmış olan parlamenter sistemin de yıkımı anlamına gelir..” diye haykırmıştık. Bizim gibi demokrasinin safını tutanlar, sadece hazırlık ve tasarım aşamasında değil, 16 Nisan 2017 günü yapılan hileli oylamanın sonuçlarının “kuzu kuzu” kabullenilmesi aşamasında da kendilerini paraladılar.

Neden?

Çünkü yapılan şey bir “teknik” değişim, şekilsel bir “revizyon”un ötesindeydi. Bir darbe ile demokrasinin “tüm kalelerinin, tüm burçlarının, tüm tersanelerinin, tüm fabrikalarının, atölyelerinin üzerinden buldozerle geçmek”ti. Sanayisinden medyasına, sivil toplumundan adliyesine, irili ufaklı tüm kurumlarının ve aslında demokrasi denen seçeneğin “berhava” edilmesiydi.

Dediklerimiz bir bir yaşandı… Ve geldik bugüne.

En somut örneğini pandemi ile mücadele sürecinde yaşamıyor muyuz?

Bir Sağlık Bakanı var ülkenin. Aslında herkesin (hâlâ) eski anlamda “Bakan” zannettiği bir makamın temsilcisi. İnsanlarda öyle bir izlenim uyandırıyor. Sanki bir “Bakanlığı” var da, onun bünyesinde birileri çalışıyor da, kararlar alınıyor.. filan. Aslında bir “Kabine Sekreteri” bir de Bilim Kurulu var. Masanın etrafında çok sayıda değerli (kinaye ile yazmıyorum bunu. Yerden göğe kadar o unvanlarını hak eden hocalarımız bunlar) bilim insanları sıralanmış ve durum değerlendirmesi yapıp “Bakan Bey”e sunuyorlar ve bir karar alınıyormuş gibi bir “sanal” izlenim.

Oysa gerçek, “Yeni Rejim”in, yani “Tek Adam Rejimi”nin damgasını taşıyor. Alnına koca puntolarla vurulmuş damgasını. Hem de, gizli saklı da değil, alenen ilan ediliyor bu “yeni işleyiş.”

Nasıl mı? Şöyle:

Sağlık Bakanı bir tıp doktoru. Bilim Kurulu’nda da çok değerli prof.’lar, doç.’lar, Dr.’ler oturuyor. Ama hiçbirinin (Bakan dahil – ben değil, kendisi söylüyor) karar yetkisi yok. Hatta, iki günde bir tekrarlıyor bunu Sayın Bakan. Adeta ben sadece “buralara bakıyorum” demeye getiriyor.

Soruyorlar Bakan’a: AVM’lerin açılmasına Bilim Kurulu ile siz mi karar verdiniz?

Yanıtlıyor: Hayır. Zaten kapatmak için de karar verilmemişti ki. Sayın Cumhurbaşkanımız…

Soruyorlar: Futbol?

Yanıtlıyor: Sayın Cumhurbaşkanımız…

Soruyorlar: AVM’lerden sonra camiler de?…

Yanıtlıyor: Sayın Cumhurbaşkanımız…

Soruyorlar: Bayramda da sokağa çıkma yasağı?

Yanıtlıyor: Sayın Cumhurbaşkanımız…

“E o zaman…….” diye devam sorusu sormuyor (soramıyor) kimse tabii. Ne yazık ki.

Aslında sadece o değil, tüm bakanlar, tüm bürokratlar, hepsi aynı şeyi yapıyor. 3 cümlelik bir uzun açıklama ya da uzun bir cevap metninde 33 kez “Sayın Cumhurbaşkanımız” sözünü tekrarlamaktan öteye gidemiyorlar. Her şey “oraya” bağlı. “Orası” karar veriyor her şeye.

Bunun adı demokrasi olamaz.

Yeni Rejim’in demokrasiyi ve hukuku, adaleti ve (son süreç bize gösterdi ki) hatta bilimi bile böylesine kayıtsız şartsız tekeline almasından memnun olanlar da “Biz çoğunluğuz nasıl olsa… Ve bir şikâyetimiz yok. Siz de tatava etmeyin” tavrı da cabası.

Son “pandemi ile mücadele” sürecinde de Sağlık Bakanlığı’nın “Bilimsel Yayın Denetimi – Bakanlık onayı” kararı alınması da işin, deyim yerindeyse “tuzu biberi” niteliğinde.

Bilim Akademisi’nin değerli üyelerince bu konuda bir “feryat” niteliğindeki bildiride, anayasanın “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama yayma ve bu alanlarda araştırma hakkına sahiptir” diyen 27’nci maddesi ile “Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler…” diyen 130’uncu maddesine atıflar bulunuyor.

Göğüs hastalıkları alanında değerli çalışmaları ile tebarüz eden Toraks Derneği de, bu “itiraz”a sesini ekleyerek “Bilim insanlarının çalışmalarının ve yönteminin politik irade tarafından denetime tabi tutulması kabul edilemez bir tutumdur. Ayrıca hangi çalışmalara hangi kriterlerle onay verilip verilmeyeceği konularında şeffaf bir tutum sergilenmemesi…” diye de önemli bir “kuşkuya” (arızaya) daha dikkat çekiyor.

Şimdi, akıllara şu geliyor: Acaba toplam bilimsel çalışma ve emek birikimleri belki de yüz binlerce yıla yaklaşan onca bilim insanının çalışmaları da, acaba klasörler halinde “Saray”a götürülüp “o masa”ya mı sunulacak?

Olur mu olur? Burası Türkiye. Cevap ne olur? Burası Türkiye.

Virüse bir gün galebe çalacağız mutlaka.

Ama kendimizce “gerçek bir başarı öyküsü” ve gerçek bir “normalleşme” zaferi ilan etmek istiyorsak, bizi böyle bir mücadele de bekliyor.

Demokrasiye, parlamenter rejime, kısacası “çağdaş dünyaya” geri dönüş mücadelesi.

Zor, ama imkânsız değil.

Asıl sorun, “Ben nereden bileyim? Ben bir naçiz Bakanım.. Ben bilmem yukarısı bilir..” zihniyetinde.