ABC Gazetesi (18.11.2018)
Bir Danıştay kararı ile yeniden gündeme gelen “ulusal and” konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Danıştay üyelerini “fırçalaması”, ulusal andın yazarı ve aynı zamanda ezanı da Türkçeleştiren dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’i Türkçe ezan tartışmaları üzerinden de eleştirmesi, ırkçılık, milliyetçilik, ümmetçilik, Arapçılık tartışmalarını da yeniden alevlendirmiştir.
Ulusal and, yurttaş kimliği ve Atatürk milliyetçiliği
Uğradığı küçük değişikliklerle 1933 ile 2013 tarihleri arasında ilköğretim okullarında okutulan ulusal and, ulus devlet ve Cumhuriyet rejiminin gereği olarak “yurttaş” kimliğinin belleklere kazınması, çağdışı kul ve ümmet kimliğinin dışlanması, reddedilmesidir.
Ulusal Andda vurgu yapılan milliyetçilik, ırkçı, ayırımcı, ötekileştirici değildir. Ulu önder Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” özdeyişiyle, Türk milleti tanımını tüm bu olumsuz siyasal ayrıştırmalardan soyutlamış, çağın gereklerine uygun, birleştirici bir millet tanımı yapmıştır.
İşte Ulusal And’daki milliyetçilik bu tanımın bir yansıması olup, genç bireylere kapsayıcı “Atatürk milliyetçiliğinin” benimsetilmesi amaçlanmıştır. Ulusal And ile ortaya konulan milliyetçilik, gerek ilk yazıldığı dönemdeki düzenlemelere, gerekse bugün Anayasanın “değişmez nitelikteki” başlangıç bölümü ve 2. maddesinde vurgulandığı üzere “Atatürk milliyetçiliğidir.” Atatürk milliyetçiliği, ülkede yaşayan tüm yurttaşların birlik, beraberlik, bütünlük ve eşitliğine dayanan, gelecekte de bu anlayışla bir arada yaşama ülküsünü içeren, farklılıklara saygı gösteren, ulusal birliği esas alan anayasal bir ilkedir.
Anayasada yer alan bu temel ilke, tüm anayasa kuralları gibi bütün siyasi partilerin uymakla zorunlu oldukları temel bir ilkedir. Öte yandan Atatürk milliyetçiliği, CHP’nin “6 Ok” la simgeleşen temel ilkelerinden de ikincisidir. Ulusal Andın tartışmaya açılması bir anlamda siyasal iktidarın ve onun en tepesindeki temsilcisinin Cumhuriyeti ve onun kuruluş ilkelerini tartışmaya açmasından öte, yadsıması, reddetmesi demektir.
Dil, din ve ibadet
Din ve vicdan özgürlüğü, Anayasamızın 24. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 9 uncu maddesinde koruma altına alınmıştır. Bu özgürlük, ulusal ve evrensel düzeyde korunan temel bir insan hakkıdır. Bu hakkın etkin kullanımı ve kötüye kullanılmasının önlenebilmesi için, kişinin ibadetini bildiği, anladığı dilde yapması, devletin de vatandaşına bu ortamı sağlaması esastır. Kişinin anlamadığı bilmediği dilde ibadet yapması veya ibadete zorlanması, her türlü dinsel sömürünün de kaynağıdır.
- Ortaçağ Avrupasında ortaya çıkan engisizyon, cadı yakma törenleri, haçlı seferi çağrıları, cennetten yer satma uygulamaları, halkın anlamadığı bir dilde inanç ve ibadete zorlanmasının sonucudur.
Geçmişte Vatikan, Latince İncil’in başka dillere çevrilmesine ısrarla karşı çıkmıştır. Yüzyıllarca Papalığın dini sömürüsü altında inleyen, bu uğurda milyonlarcası canından, malından olan Avrupa ulusları Vatikan’ın baskısına boyun eğmemiş, sonunda İncil 1500’lü yıllarda Luther tarafından Almanca’ya, yine Fransız, İngiliz ve Alman krallarının emirleriyle kendi ulusal dillerine çevrilmiştir.
- Avrupa’da halk okuduğunu anlamaya başlayınca Vatikan ve ruhban sınıfının etkisi kırılmıştır.
Böylece laik yaşam ve aydınlanma hareketi başlayabilmiş, bir anlamda Avrupa (geniş anlamda batı) sanayi devrimini başlatarak bütün yerkürenin siyasi ve kültürel egemeni olmuştur. İnanç ve ibadet özgürlüğü de böylece oralarda körü körüne değil, anlayarak bilerek laikliğe de uygun biçimde, “kendi sınırları içinde” kullanılabilir olmuştur. İslam inanç sistemine göre ibadetin mutlaka Arapça yapılması, bu bağlamda Kuran ve ezanın Arapça okunması zorunluluğu bulunmamaktadır.
Ezan ve Kuran’ın Arapça okunmadığı, ibadetin yerel dillerle yapıldığı Müslüman toplumlar da bulunmaktadır. Ancak İslam ülkelerinin çoğunda egemen şeriat rejimleri nedeniyle bireyler bu hak ve özgürlüklerini bilmediklerinden ibadetlerini Arapça yapmakta, bu da din sömürüsünü kronik bir soruna dönüştürdüğünden laik bir devlet ve eğitim sistemi oluşturulmasındaki sorunlar ortadan kalkmamaktadır. Bunların sonucu olarak da, en temel demokrasi uygulamalarından uzak, baskıcı, teokratik, emperyalizmin sömürüsüne açık tek adam rejimleri ortaya çıkmakta, bu durum zaten yaşananlardan da görülmektedir.
Hiçbir din yönünden kutsal bir dil ve kutsal bir yazı söz konusu değildir.
Kutsallık, kendi sınırları içinde dinin kendisi için söz konusudur.
Kuşkusuz İslam dini konusunda da kutsal bir dil ve yazı yoktur ve olamaz da.
Arapça ve Arap harfleri de, İslam dini yönünden ne dil ne de harf olarak kutsaldır.
İslam dini vahiy yolu ile gelmekle, “Arap harflerinin” zaten bu yönden ayrı ve özel bir anlamı da bulunmamaktadır.
Bizim tarihimizde de Türkçe ibadet tartışmalarının tarihi Cumhuriyet öncesinde başlamıştır. 1876 Anayasasında Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu belirtilmiş, ezan dahil, Türkçe ibadet tartışmaları yapılmışsa da, yaşama geçirilememiştir. Türkiye Cumhuriyeti akıl ve bilim temeline (aydınlanma) dayandığı, her alanda akıl ve bilimi esas aldığı için ibadetin, din ve vicdan özgürlüğü esaslarına uygun olarak kişilerin bildiği, konuştuğu dilde yapılmasını esas almıştır. Bu devrimci tutum bir ulus kimliği yaratma uğraşısında çağ dışı kalan ve her türlü sosyal, ekonomik gelişmeyi engelleyen ümmet kimliğinin tarihin tozlu raflarına kaldırılması için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak Atatürk başlattığı ve her açıdan desteklediği bu devrimci atılımı sağlığında tamamlayamamış, Onun erken ölümünü fırsat bilen ve faaliyetlerini gizli sürdüren gerici çevreler saklandıkları inlerinden çıkarak bugün yaşadığımız karşı devrimin zehirli ortamını hızla büyütmüşler, sömürü ve kötüye kullanma faaliyetlerinde en çok Türkçe ezan ve ibadeti malzeme yapmışlardır.
Türkiye’de inanç ve ibadette dil
1921 Anayasası dahil tüm Anayasalarımızda resmi dilin Türkçe olduğu vurgulanmıştır. 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla, Türkiye’de gayrimüslim azınlıkların (Avrupa’daki gibi) “kendi dillerinde” ibadetleri güvence altına alınmış, böylece azınlıkların din ve inançları konusuna da (kendi) dilleri yönüyle yaklaşılmıştır. 1924’te çıkartılan bir yasa ile Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış, İslam dininin inanç ve ibadet esasları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, bir diğer yasa ile Halifelik kurumu da kaldırılmıştır.
1925’te Atatürk’ün önerisi üzerine Kur’an’ın Türkçeye çevirisi için TBMM’ce karar alınmış, bu iş için bütçeden kaynak ayrılmıştır. Böylece Avrupa’dan tam 400 yıl sonra Türk insanının bildiği dil ile Kuran’ı okuması ve anlaması sağlanabilmiş, bir anlamda geç de olsa Anadolu aydınlanmasının temelleri atılmıştır. 1928’te yapılan Anayasa değişikliği ile devletin dininin İslam olduğu hükmü kaldırılmıştır. Aynı yıl çıkartılan bir yasa ile Harf Devrimi yapılarak bütün resmi kurumların ve her türlü özel hukuk tüzel kişilerinin Latin esasına dayalı Türk harflerini kullanmaları zorunlu kılınmıştır. Böylece Türklerin İslamiyete girmekle başlayan Arap harflerini kullanma dönemi sona ermiştir.
Halkın din ve vicdan özgürlüklerinin bir gereği yani bu özgürlüklerin anlayarak, bilerek kullanılabilmeleri için, Atatürk’ün emriyle 30 Ocak 1932 de Fatih Camisinde ilk Türkçe ezan, 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camisinde ilk Türkçe Kur’an, 3 Şubat 1932’de de Süleymaniye Camisinde ilk Türkçe hutbe okunmuştur.
- 1937 yılında da çağdaş demokrasilerin, aydınlanmanın ve ilerlemenin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik ilkesi anayasamızda yer almıştır.
Atatürk 1923’te Balıkesir’de ilk ve son kez Türkçe hutbe okumuştur. 1932’den bu yana Türkçe hutbe okutulması devam etmektedir. İranlılar Fatiha suresini bile Farsça okurken, “Türkçe namaz” kılınması ise bugüne kadar hiç söz konusu olmamıştır.
Arapça ezan yasağının konulması ve kaldırılması
1932’de çıkartılan bir genelge ile ezanın Türkçe okunması benimsenmiştir. Arapça ezan okunması ise uygulamada TCY’nin 526 ncı maddesindeki “kamu düzenine aykırılık” olarak değerlendirilmiş, bu yönüyle aynı maddedeki “emirlere aykırılık suçuna” ilişkin “genel düzenleme içinde”, hafif hapis veya hafif para cezası yaptırımı ile karşılanmıştır.
1941’de TCY’nın 526’ncı maddesine “ezanın Arapça okunması yasak ve yaptırımı” konusunda ayrıca özel bir hüküm eklenerek, bu konu biraz daha ağır bir yaptırıma bağlanmıştır.
- 1950’de DP iktidar olduğunda ilk çıkardığı yasa, TCY’deki Arapça ezan yasak ve yaptırımına ilişkin işte bu düzenlemenin kaldırılması olmuştur.
Bu yasa görüşmeleri hakkında CHP bir grup kararı almamıştır. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve bazı CHP milletvekilleri kabul oturumuna katılmamışlardır. Bu yasa, 10 yıllık DP iktidarı döneminde DP milletvekilleri ve “oturuma katılan” CHP’li milletvekillerinin oybirliği ile kabul ettikleri tek yasa olmuştur. Cumhurbaşkanı Celal Bayar bu yasayı gönülsüzce de olsa onaylamıştır. Arapça ezan hakkında yasak ve yaptırım hükmü kaldırılırken, ezanın Türkçe de okunabileceği ifade edilmişse de o tarihten bu yana aynı zamanda devlet memuru olan Diyanet görevlilerince hiçbir camide Türkçe ezan okunmamıştır.
Bu haliyle uygulama 1932 ila 1950 yılları arasında sınırlı bir uygulama alanı bulmuştur. Ortak dil, ulus kimliğinin bir parçası olmakla, Cumhuriyet devrimlerinin sosyal ve siyasal hayata bir yansıması olarak ezanın Türkçe okutulmasına, siyasal ve tarihsel açıdan yanlış denilemez. Ulus devlet yapılanmasında devletin ve ulusun birlik ve beraberliğinin sağlanması ve devamlılığı için ortak dilin tüm yaşam alanlarında egemen kılınması zorunludur. Bu durum aynı zamanda dini ve onun kurallarını doğru anlayabilmenin de gereğidir.
Aydınlanma ve Türkçe ibadet
Hukuk sistemimizde din ve inanç özgürlüğü de, tüm özgürlükler gibi dil ve harf alanındaki düzenlemelere tabidir. Bu konuda ayrık bir düzenleme söz konusu değildir. Bu uygulama batıdaki aydınlanma sürecinin doğru analiz edildiğini de göstermektedir. Aydınlanmanın ve laikliğin gereği olarak din ve vicdan özgürlüğünün sınırları dışına taşmadan kullanılabilmesi, kötüye kullanılmaması, sömürü konusu edilememesi, ancak yerel, bilinen ve anlaşılabilen dilin kullanılmasıyla olanaklıdır.
Tarihi durum ve mevcut yasal durum gözetildiğinde halen devlet memuru, kamu görevlisi statüsünde görev yerine getiren Diyanet İşleri Başkan ve görevlilerinin Anayasanın resmi dil hükmünden ve Türk harfleri hakkındaki yasadan ayrık tutulamayacakları gözetildiğinde, bu resmi kurum ve resmi görevlilerin de Türkçe ve Türk harflerini kullanmaları gerekmektedir.
Atatürk, tarihten de ilham alarak Türk halkının dinini doğru öğrenmesini istemiş ve bunu uygulamaya koymuştur. Konuya Avrupa’daki aydınlanma sürecini ve dinin kendi tarihimizdeki rolünü gözeterek hep “dil” boyutuyla yaklaşmıştır.
Atatürk döneminde, Türkçe ibadetin üzerinde durulmuş, din ve inanç özgürlüğü yasaklanmamış, kısıtlanmamıştır. Bu devrimin bir sonucu olarak Türk halkı okuduğunu anlamaya, bilerek, anlayarak din ve vicdan özgürlüklerini kullanmaya başlamıştır. Bu durum asırlardır din sömürüsü ile geçinen, bu sömürüden başka bir beceri ve üretimleri olmayan gerici zümreyi oldukça rahatsız etmiştir. Kubilay olayını yaşatanların, “bilinen dil ile yani anlayarak ibadete karşı olan”, böylece dini sömüren, gericiliği bayrak yapanlar olduğu unutulmamalıdır.
Ziya Gökalp’ın şiirlerine bile konu olan Türkçe ezan konusu, elbette Türkçe ibadet içinde yani bilinen dilde ibadet içindeki bir konudur. Öte yandan Türkçe ezan, bilinen dilde ibadet alanında en çok sömürülen konu da olmuştur. Amaç bilinen dilde ibadeti etkin kılmak olmakla, atılacak adımlarda yeni bir sömürüye yol açılmaması, konuya da zarar verilmemesi özel bir önem taşımaktadır.
Cumhuriyet yüzüncü yılına yaklaşırken Anadolu aydınlanmasının en temel sorunlarından birisi hala din ve ibadet konularında Türkçenin egemen kılınmaması gelmektedir.
- Batı dünyası aydınlanma konusunda en büyük adımı kendi ana dillerini dini inanç ve ibadet dahil, yaşamın her alanında kullanmakla atmıştır.
Yerel dille, resmi dille ibadeti savunmak, bu hakkın kısıtlanması değil, tersine, bu hak ve özgürlüğün etkin kullanılmasının savunulması demektir. Kuruluş esası dinsel konularda halkı bilgilendirmek ve aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı nerede ise her dilde ve dünyanın her yerinde yaşayan müslümanları gözeterek örneğin Samoa’da yaşayanlar için “Samoa’ca Kuran çevirisi” bile yaparken, niyeyse aynı duyarlılığı ve bu derece yoğun çalışmayı Türkiye’de yaşayanlar için göstermemektedir.
Özetlemek gerekirse;
Evrensel hukuk normları ve ulusal düzenlemeler dikkate alındığında inanç ve ibadetin her alanında yurttaşların bildikleri dili, Türkçeyi kullanmalarını savunmak, insan haklarının etkin kullanımının zorunlu bir gereğidir. Bunun aksini savunmak ise ne bir suç olarak düzenlenebilir ne de bir yaptırıma bağlanabilir.