06 Mart 2017, Pazartesi 12:54
Bu abartılı yorumları bir yana bırakarak, konuya insan hakları açısından bakmak istiyorum. Bu hususta izleyebildiğim kadarıyla iki görüş var. Biri “her ne pahasına olursa olsun ifade özgürlüğü korunmalı,
o yüzden gerekçesi ne olursa olsun Alman hükümetinin tavrı kabul edilemez” diyenler. Sadece siyasi iktidar değil çok sayıda CHP’li siyasetçi de bu çizgide açıklamalar yaptılar. Bu duruşun arkasında, Voltaire’ci bir yaklaşımla “görüşüne katılmasam da konuşmana izin vermeliyim” ilkesinin olduğu görülebiliyor.
İkinci görüş ise “oh oldu, umrumda bile değil konuşmaması” diyenler. Bu görüş de, kendisi hak ihlallerine ses çıkarmayan bir siyasi hareketin insan hakları ihlalinin şikayetçisi olamayacağını ileri sürüyor.
Peki olayı insan hakları hukuku açısından 3. bir yöntemle yorumlamak imkansız mı? Bu iki pozisyondan birini kabul etmek durumunda mıyız? CHP’liler dahil olmak üzere birçok kişi Türkiye’nin son zamanlarda sistemli bir şekilde insan hakları ihlalleri gerçekleştirdiğini ileri sürüyorlar. Peki bu ihlale karşı uluslararası ilişkilerde nasıl bir yöntem izlenmesi gerekir? İnsan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda, tek yol mahkemeler, uluslararası mekanizmaları kullanmak mıdır? Yoksa, devletler ortak insan hakları taahhütlerine aykırı davranan diğer devletlere karşı belli sınırların aşılması durumunda çeşitli yaptırımlar uygulayabilir mi?
Adalet Bakanı Bozdağ, Almanya’da konuşmak isteyen herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil. Çok sayıda insan hakları ihlali gerçekleştirdiği iddia edilen bir hükümetin önde gelen isimlerinden biri. 150 gazeteci, 13 milletvekili dahil çok sayıda muhalifi tutuklayan, 82 belediyeye kayyım atayan, 150 yayın kuruluşunu bir KHK ile kapatan, içlerinde insan hakları örgütlerinin de olduğu yüzlerce sivil toplum örgütünü kapatan, yüzbini aşkın kişiyi adil bir yargılama olmaksızın kamu hizmetinden çıkaran, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmanın neredeyse imkansız hale geldiği; Venedik Komisyonundan, İnsan Hakları Komiserine, BM İfade Özgürlüğü Raportöründen, Af Örgütüne ve İnsan Hakları İzleme Örgütüne tüm tarafsız gözlemcilerin ağır ihlaller işlediğini iddia ettiği bir devlete karşı bir başka devlet nasıl bir önlem alırsa ölçülü davranmış olur?
Normalde, her insan hakları ihlaline karşı bu tarz bir yaptırım meşru görülmeyebilir. Ancak, Türkiye Avrupa Konseyi ve BM Üyesi. Bu örgütlerin üyesi olarak bir sürü yükümlülüğü var. Bu örgütlere yönelik yükümlülükleri hatırlatıldığında, umursamadığını, kale almadığını, tavsiyeleri uygulamayacağını açıkça söylüyor. Ölüm cezası bile söz konusu olduğunda “ben Hans’ın, Maykıl’ın ne dediğine bakmam” diye karşı çıkıyor. Şüphesiz, hiçbir kurala uymayan bir ortağı, örgütten çıkarma opsiyonu her zaman açıktır. Ama o seviyeye gelmeden önce taahhütlere uymayı zorlayacak başka araçlar kullanılması daha ölçülü ve meşru olmaz mı?
Bu açıdan bakıldığında, yukarıda saydığımız ihlal pratiklerinin karşılığında bir yaptırım olarak hükümeti temsil eden bir bakanın konuşmasına izin verilmemesi, gerçekten insan hakları ve demokrasiye büyük bir darbe midir yoksa ölçülü bir yaptırım mıdır? Madem ki insan hakları artık modern dünyada devletlerin salt iç işi olarak görülmemektedir, bu ihlallere yönelik yaptırımların uygulanması diğer devletlerin sadece hakkı değil aynı zamanda ödevi değil midir?
Bakın, ben “bu en iyi yaptırımdır” demiyorum. Sadece insan hakları ihlallerinin saptanması açısından AİHM’in 10 sene sonra vereceği kararın beklenmesi dışında da yollar olabileceğini ve uluslararası hukuk açısından bunun mümkün olduğunu söylüyorum. Almanya hükümeti bunu mu yaptı emin değilim ama üst düzey yetkililerden gelen açıklamalar bu yönde gibi. Belli ki burada verilmek istenen bir mesaj var. İnsan haklarına aykırı davranıyorsunuz, biz de buna karşı tepki koyuyoruz deniyor. Aslında bu da bir çeşit ifade kullanımı farkındaysanız. Bunun dışında yaptırım tipleri de bu kapsamda mümkün olabilir. Sorun o zaman böyle bir yaptırımın olup olamayacağı değil, bu nitelikte yaptırımların ne zaman meşru ve etkili olacağı sorunu. Yaptırımın uygulandığı kişi, insan hakları ihlali iddiaları ile ilişkilendirilemeyen bir kişi olsaydı, yorumumuz farklı olabilirdi. Ama bağlamı içinde değerlendirince ben ölçüsüz bir müdahale göremiyorum işin doğrusu. Daha çok insanın konuşabilmesini sağlamak, hükümeti buna zorlamak için Türkiye’de konuşma tekelini elinde tutan bir kişinin bir de Almanya’da bir salonda konuşmaması ölçüsüz bir yaptırım sayılamaz. (KA/EA)
===========================
Dostlar,
Sayın Y. Doç. Dr. Kerem ALTIPARMAK yürekli bir aydın ve akademisyendir. İnsan Hakları konusunda yetkin bir uzman hukukçudur. Aslında geçelim doçentliği, profesörlüğü bile almış olması gereken bir yaştadır. Söylediklerin, yazıp çizdiklerine dikkat etmek gerekir. İnsan hakları hukuku konusunda ödülleri vardır ve AİHM’de açılan pek çok davada yönlendirici olmuştur. Ne yazık ki ya da ne iyi ki bu davalar çok büyük ölçüde insan haklarını çiğneyen bir ülke olarak Türkiye aleyhine sonuçlanmıştır.
Hukuk, hakkaniyet temellidir ve özünde yoruma dayanır. Öncelikle de iyi niyetli olmayı gerektirir ve tersinin korumaz. AKP iktidarının Adalet Bakanı Bozdağ’ın konumunda insanın içine sinmeyen bir durum net olarak ortadadır. Bozdağ ve partisinin iktidarı ülkemizde temel insan haklarını fütursuz – pervasız – ölçüsüz – korkusuz -acımasız… biçim ve derecede ve epey yıllardır çiğnemektedir. Bu hukuk dışı eylemlerin öznesi ne yazık ki hukuksal bir yaptırıma da uğratılamamaktadır. Gerek iç gerek uluslararası kurumlar söz konusu ürkünç (vahim) düzeye ulaşan insan hakları çiğnemlerini (ihlallerini) durdurmaya yetmemektedir. Burada bir başka hukuksal kurum (ya da ilke) akla gelmektedir : Zorunluluk / zaruret durumu.
Bir siyasal iktidar ve bu bağlamda en önemli bakanı Adalet Bakanı, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası andlaşma kurallarını da hiçe sayarak uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmeyi adeta efelenerek reddedebilmektedir. Yapılacak şey bellidir, o uluslararası kurumların kuruluş sözleşmelerindeki yaptırımlara başvurmak ve örn. Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini askıya almak, dondurmak, giderek iptal etmek.. Acaba AKP iktidarı bunu yapmaya Avrupa Konseyi’ni tahrik mi etmektedir? Sonra da iç kamuoyuna dönüp yine mağdur edebiyatı mı yapacaktır?? Ya da gizli ajandasında AB dahil Batı’ya arkasını dönmek ve ülkemizi Ortadoğuda 2. bir Suudi Arabistan rejimine sürüklemek mi vardır? Avrupa’nın sınırında 80+ milyon nüfuslu dev bir ülkenin böylesine şeriata savrulmasına Batı kamuoyu onay verir mi??
Ya da daha üst düzeyde BM kararları ile Türkiye’ye politik, diplomatik, askeri, ekonomik, ticari, mali.. yaptırımlar mı uygulanmalıdır?? Göz göre göre bir ülkenin faşizme kayması karşısında uluslararası hukuk hiçbir girişim olanağı vermemekte midir?
Bu sorunun yanıtı HAYIR olmak zorundadır. Hukuk çaresizlik kurumu değildir. Ronald Dworkin’in hep yazageldiği gibi, adil olan çözüm, hukukun evrensel kabul gören ilkeleri temelinde bulunacak, varsa pozitif hukuk normu bu yönde yorumlanarak dayanak yapılacaktır.
Dolayısıyla, Almanya’nın Bozdağ’a dönük tepkisi hukuk içidir, makuldür, adildir, orantılıdır. AKP iktidarı ve Erdoğan’ın yersiz – gereksiz – irrasyonel efelenmeleri sorunu daha da büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır. Kendilerine tutulan aynaya bakmalı ve özdeşim (empati) kurarak olup biteni anlama çabası göstermelidirler. Tuttukları yolun yanlış, kabul edilemez ve sürdürülemez olduğu elden gelen araçlarla sabır ve olgunlukla kendilerine hep ama hep anlatılmaya çabalanmaktadır. Tüm bunları görmezden gelmek AKP için ”hayırlı” bir yol olmasa gerektir.
Anımsanmalıdır; Avusturya’da seçim kazanan Jork Haider‘in faşist partisinin iktidar ortağı yapılmasına bile Avrupa kamuoyu, demokrasisi rıza göster(e)memiştir. Daha üstün bir yararın korunması adına daha az önemli kimi haklar feda edilebilir denerek; 1999’da
Avusturya’da seçim sandığından potansiyel kolalisyon ortağı olarak çıkan Haider’in faşist partisine AB bu olanağı sağlamamıştır. “Biçimsel olarak Yasal” ama
“hukuksal açıdan meşru değil” diyerek bu hükümeti engellemiştir.
- Anımsarsanız; Nazi dönemini öven aşırı sağcı ve faşist söylemleri olan Avusturyalı siyasetçi Dr. Jörg Haider
Ekim 1999’da %27 ile 2. parti olup iktidar ortağı olması söz konusu olduğunda bütün Avrupa kıyameti kopardı ve “Demokrasiye şans tanımadı.” Çünkü demokrasi demek (AS: salt) sandık demek değildi. Babası da Nazi olan Haider’ın sicili bozuktu, Avusturya ve Avrupa demokrasisi için tehlikeliydi ve ne oranda oy aldığının hiç önemi yoktu! Wolfgang Schüssel Şansölye oldu Haider yerine. Haider ise 2008’de (58 yaşında) bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.. Öldürüldü mü?
(http://ahmetsaltik.net/2014/10/12/turker-erturk-demokrasiye-sans-tanimak/)
Sevgi ve saygı ile. 06 Mart 2017, Datça
Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com