Demokraside “Tarikat”ın “Medrese”nin Meşru Yeri Var mıymış?
PROF.DR. ÖZER OZANKAYA
TOPLUMBİLİMCİ
– Ortaçağ Artığı Tarikatların Atatürk Cumhuriyeti’ne Pusu Kurabilmesi Dolayısıyla-
Ne diyordu Mustafa Kemal ?
• “Efendiler ve ey ulus, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mansıplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (= yol), uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğunu ve istediğini yapmak, insan olmak için yeterlidir. Tarikat başkanları hemen bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla kavrayacak ve kendiliklerinden, hemen, tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaşmış olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”
Ne acıdır ki, 1946’dan başlayarak Türkiye’de siyasal parti yöneticileri Atatürk’ün bu çağrısını içtenlik ve kararlılıkla izlemek yerine, tarikat başkanı diye ortalığa çıkabilen cahil madrabazların ellerini öperek
oy bezirgânlığı yaptılar.
Her biri türlü bilim ve sanat alanlarında birer deha olabilecek yüzbinlerce ulus çocuğunu «aydın din adamı yetiştirme» yalanı ile çağdaş, demokratik Cumhuriyet eğitimine karşıt bir dünya, toplum ve insan anlayışına yöneltecek İmam-Hatip okullarını yaygınlaştırdılar.
Böylece de «tarikat» denilen bu Ortaçağ artığı karanlıkçı örgütlenişlere yapay olarak yeni taban hazırladılar.
Şeyh, derviş, mürit ve mansıpların yuvası tekke ve zaviye izbelerini, ulusumuzu köreltmiş olan bu çağdışı örgütlenmeleri pohpohlama tuzaklarını kurdular.
Bunu CHP içinde yapanların, CHP’ye seçimi yitirtmekten başka sonuç alamayacakları,
hatta bunu kendilerinin de bildikleri kanısındayım.
Bu gericilik politikasıyla elde ettikleri sonuç ortadadır!
Cumhuriyetten yana olduklarını söyleyen sanat ve bilim insanları, düşünürler, yazarlar, .. ise,
ortada «dindarlık» değil, din sömürüsü olduğunu, din kılıfı altında insan hak ve özgürlüklerine dayalı
devlet düzenini yıkma hainliği güdüldüğünü bile anlatmak için kendilerini yormadılar. Bugün bile
bu din sömürgenlerinden «dinci, islamcı, islami, müslüman, dindar, müslüman sermaye .. » gibi
hiç hak etmedikleri sıfatlarla söz etmenin yanlışlığının bilincinde değiller.
«Faşist» düşünceye «milliyetçi», «marksist» düşünceye «ulusalcı» nitelemeleri yapıştırılarak toplumda kavram kargaşası ve kafa karışıklığı yaratılması karşısında edilgin kaldıkları gibi.
Basın ve yayın kuruluşlarının sanayi-ticaret ve bankacılık yapanların denetimine girmesinin, yüz-kızartıcı suçlardan hüküm giymiş insanların bu kuruluşlarda etkinlikte bulunabilmesinin, düzenli olarak gelir -ve mal-bildiriminde bulunma zorunluluğuna alınmamasının ne korkunç yıkımlara yola açabileceğini göz ardı ettiler!
Oysa Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, orta-çağcıllığın ve onu hortlatmaya çalışan dış-sömürgeciliğin saldırı hedefi olan laik, yani demokratik düzeni koruyup geliştirebilmek amacıyla, hem temel eğitim için, hem yargıç, savcı ve savunman (avukat) gibi hukuk adamları için, hem de kitle iletişim araçları için
çok önemli uyarılarda bulunmuştu:
1) «Sevgili kardeşlerim! .. Dünya uygarlık ailesinde saygın bir yere sahip olmaya lâyık Türk Ulusu, çocuklarına vereceği eğitimi «okul» ve «medrese» adında (bugünkü «düz lise» – «imam-hatip lisesi»
saçma ayrımı gibi!), birbirinden büsbütün başka iki türlü kuruma bölmeğe artık katlanabilir miydi ?
Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe, aynı düşüncede ve kafada bireylerden oluşan bir ulus yapmaya
olanak aramak, saçmalıkla uğraşmak olmaz mıydı ?»
“..Ulus, genel yönetimini ve bütün yasalarını ancak dünyevi gereksinimlerden saymış; gereksinimlerle birlikte durmadan değişmesi ve gelişmesi asıl olan dünyevi bir anlayışı yaşamın kaynağı olarak görmüştür.”
2) «Şimdi ortaya çıkan bu büyük yapıtın (= Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Ö.O.) anlayışını, gereksinimlerini doyuracak yeni hukuk ilkelerini ve yeni hukuk adamlarını ortaya çıkarmak için girişimlerde bulunmak zamanı gelmiştir.
Ulusun ateşli devrim atılımları sırasında sinmek zorunda kalan eski yasa hükümleri, eski hukuk adamları, emek harcayanların etkinlik ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz, hemen canlanarak devrim ilkelerini
ve onun içtenlikli izleyicilerini, onların değerli ülkülerini mahkûm etmek için fırsat beklerler..
Bu fırsatın çıkması, eski yasaların varlığı, eski hukuk ilkelerinin yürürlükte kalması ve eski anlayışta direnen yargıç ve avukatların varlığıyla kesinleşir.”
3) «Aşağılık insanların parayla yaptıracağı yayınlardan korkulur. Yayın araçlarının bir yabancı devletin
örtülü ödeneğinin ya da uluslararası para dünyasının etkisi altına girmesinden korkulur.»
Atatürkçüler, özellikle de Atatürkçü olduğunu sanan/savlayan politikacılar, Türk demokrasi devrimlerinin kazanımlarını, içinde rahat uyunacak siperler olarak görmek gibi büyük bir yanlışlık sergilediler.
Atatürkçüler, özellikle de Atatürkçü olduğunu sanan/savlayan politikacılar, Türk demokrasi devrimlerinin kazanımlarını, içinde rahat uyunacak siperler olarak görmek gibi büyük bir yanlışlık sergilediler.
Oysa Atatürk,
• «Yalnız savunma amacıyla kullanılan siperler, yenilgi nedeni olurlar!»
uyarısında bulunmuştu. Özgürlük düzeninin de durmadan daha ileri götürülmek ve genişletilmek için uğrunda her an atılgan biçimde mücadele etmeğe hazır bulunulması gerekli değerler düzeni olarak anlaşılması gerekliydi.
Meşru varlıklarını demokrasiye borçlu olan siyasetçi kadrosu, en dürüst kesimiyle bile :
a) Ne kerameti kendinden menkul ve babadan oğula aktarılan, uğrunda cami içlerinde bile cinayetler işlenen, 3-5 yaşlarından başlayarak çocukları, ergin olmayan gençleri robotlaştıran, cahilliğe ve cahilliğin sürdürülüp sömürülmesine dayalı «tarikat» ve «şeyh» liğin,
b) Ne de demokrasinin ve bilimsel düşünüş yönteminin temel bilgi ve değerlerini kazandırmayan,
bunların tam tersini şırınga eden medrese benzeri okulların
demokratik bir devlet ve toplumda meşru yerleri olmadığını açıkça dile getirip mücadelesini vermediler.
Hâlâ da vermekten korkup kaçıyorlar.
Onlar bu edilginliği sergiledikçe, Türk demokrasi devriminin iç ve dış düşmanları, kiraladıkları kitle iletişimcileri, sözde sanat ve bilim insanları ile el ele, bu kez «mahalle-baskısı», «cemaat-baskısı» gibi etkenleri Atatürk Cumhuriyeti’nin demokratik ilke ve kurumlarını yıkmanın «meşru» araçları gibi
ileri sürmeğe başladılar.
Bu «mahalle», bu «cemaat» nerede başlar, nerede biter; kimler bunun içine girer; nasıl girer, nasıl çıkar; onlar adına kimler konuşma, görüş-belirleme yetkisine sahiptirler; bu yetkililer nasıl belirlenir, nasıl seçilir, nasıl denetlenir, nasıl değiştirilirler?
«Cemaat ya da mahalle» denilen şeyin bu açılardan hiçbir irdelemesini yapmadılar,
demokraside meşru yerleri olamayacağını ulusa açıklamadılar.
Cumhuriyet düşmanı politikacılar ise, yabancı ve yerli işbirlikçileriyle el ele,
hiç uyumadan Cumhuriyet kurumlarının temellerini yıkmaya çalışageldiler.
Varılan sonuç ortadadır :
Siyaseti, demokrasiyi geliştirerek korumak için yapılacak bir kutsal görev olarak görmeyen, 20 yıldan
beri de yüksek maaş, kıyak emeklilik, adi suçlara zırh olan dokunulmazlık ile gözleri kamaşmış
eyyamcı politikacılar yüzünden, Atatürk döneminde sinmiş olan Ortaçağ kafası ve kurumları, ABD ve
AB sömürgecileriyle organik bağ kurarak başlarını karanlık deliklerden çıkarmak, en üst mevkilere gelmek ve Cumhuriyetin Başsavcılarını, bilim vs. sanat insanlarını, basın üyelerini tutuklatmaya kalkışmak,
hatta temel yasal görevlerinden birisi de «Cumhuriyeti koruyup kollamak» olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin Genel Kurmay Başkanı’nı dinletip izletmek, orgenerallerini tutuklatmak ve tüm ulusa gözdağı vermek gözüpekliğine dek varmışlardır.
Böylece, 90 yıl önce Mustafa Kemal’in ulusumuza gösterdiği temel gerçekleri, elli yıldır ilkokul aydınlığından bile yoksun kılınan kadın ve erkek milyonlarca ve milyonlarca yurttaşımıza yeniden anlatmak zorunluğuna düş(ürül)müş bulunuyoruz :
• “Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve talihlerini, yaşamlarını falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşmuş bir topluluk, uygar bir ulus olarak görülebilir mi?”
• “Uygarlığın coşkun seli karşısında direnmek boşunadır. .. Dağları delen, göklerde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara değin her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen uygarlığın gücü ve yüceliği karşısında ortaçağcıl düşünüşlerle, ilkel boş-inançlarla yürümeğe çalışan uluslar,
yok olmağa ya da hiç olmazsa tutsak olup alçalmağa yargılıdırlar.”
İşte tarikat, tekke ve zaviye pohpohçuluğunun gerçek anlamı, bilerek ya da bilmeden “Türk ulusunu
yok olmağa ya da tutsak olup alçalmağa” yazgılı kılmak niyetinden başka anlam taşımaz.
Bir cahillik ile bir hainlik aynı sonucu veriyorsa, aralarında bir fark gözetmenin yararı olmayacağını da
yine yüce önder Atatürk anımsatıyor! (13 ŞUBAT 2014)