Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.net

Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Hizmet Sözleşmesi’nden inciler

Dostlar,

3 Kasım 2011’de yürürlük alan 663 sayılı Yasa Gücünde (Kanun Hükmünde) Kararname; YGK , KHK) kapsamında KAMU HASTANE BİRLİKLERİ, öngörüldüğü üzere YGK’den 1 yıl sonra 3 Kasım 2012 günü yürürlüğe sokuldu.

Bu konuda kimi dosyaşarımızda değinmeler yaptık
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜMDE SON DÖNEMEÇ vb. temalarla.

Değerli meslektaşımız Prof. Dr. Ayşegül Tokatlı aşağıdaki kısa ve anlamlı iletiyi
e-ileti ile yolladı. Biz de paylaşmak istiyoruz.. Kendisine teşekkür ederiz..

Vahşi piyasa düzeni sağlık çalışanlarını ve o arada halkı;
sonunda da siyasal iktidarı tarumar edecek.. Bizden söylemesi..

Bu arada yaş da kuru da yanacak.
Ülkeye yazık oluyor. ABD’nin kurtulmaya çalıştığı vahşi düzen aynen bize postalanıyor..

Daha çok harca ama daha sağlıksız ol ki; yerli-yabancı sermaye sağlık alanında da karını ençok kılabilsin..

********************************

http://www.tkhk.gov.tr/Eklenti/450,hizmet-sozlesmesi.pdf?0 

Hekimden hemşireye, hasta bakıcıdan temizlik personeline değin tüm sağlıkçılardan imzalamaları istenen Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Hizmet Sözleşmesi’ne göre:

Birlikler ve sağlık tesisleri için belirlenen kritik verimlilik göstergelerinden puan alamayana…

Belge ile kanıtlanan sağlık mazereti nedeniyle bir yılda görevden uzak kalınan süresi 30 günü geçene…

Ve de tutukluluk, gözaltına alınma, hükümlülük gibi nedenlerle görevden uzak kalınan süresi 30 günü geçene… “Haydi sana güle güle.”

Yeni hastane yöneticisinin göreve başlamasından itibaren, ilgili hastane başhekimi, müdürleri, başhekim yardımcıları ve müdür yardımcılarına… “Hayatta başarılar.”

Sağlık personeli sözleşmeyi kendisi feshederse, brüt ücretinin 3 katı tazminat…

Sağlıkta dönüşüm dediğin işte böyle olmalı..

*******************************************************

Sevgi ve saygı ile.
05.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

“Nusret Fişek’e Armağan : KÜRESELLEŞtirME ve HALK(ın) SAĞLIĞI”

 

Dostlar,

Prof. Dr. Nusret H. Fişek için

“Gidişinin 22. Yılında Prof. Dr. Nusret Fişek’e Sesleniş..”
(https://ahmetsaltik.net/prof-dr-nusret-fiseki-anma-etkinlikleri/)

başlıklı bir yazımızı 3 Kasım 2012 günü (önceki gün) sizlerle paylaşmıştık.
o gün süze sunmayı tasarladığımız bir de power point dosyamız vardı, yetiştirememiştik.

Nusret Fişek’e Armağan : KÜRESELLEŞtirME ve HALK(ın) SAĞLIĞI

başlıklı bu dosyayı, hocamızın gidişinin 12. yılında, 21 Kasım 2002’de, günümüzden 10 yıl önce sunmuştuk. Nusret hocanın oğlu dostumuz Prof. Gürhan Fişek’in yönetimindeki Fişek Çalışan Çocuklar Enstitüsü‘nde..

İçeriğine hiç dokunmadan, 10 yıl önceki dosyayı aynen yeniden özellikle sunuyoruz.

Bunu özellikle yapmaktayız çünkü 10 yıl önceki öngörülerimizin gerçeklerşmiş olmasının acısını duyumsuyoruz.

Okumak için lütfen tıklar mısınız??

Nusret_Fisek’e_armagan_Kuresellesme_ve_Halk_Sagligi_21.11.2002_Ankara

Sevgi ve saygı ile.
05.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Fast Food Alışkanlığı Beyin Hücrelerini Zehirliyor..


“Fast Food Alışkanlığı Beyin Hücrelerini Zehirliyor..”

Dostlar.

Fast food hakkında sitemizde birkaç yazı yer aldı daha önce.

Yaklaşık 3 onyıl önce ABD’de devreye giren ve tüm dünyaya hızla yayılan bu kültür,
bir bumerang gibi geri tepti ve oldukça yüksek bir fatura yükledi insanlığa.

Günümüzde 7 milyarlık dünya nüfusunun 1 milyarı, her 7 kişiden 1’i şişman (obes)..

Türkiye’de ise 30+ yaşta kadınlarda %43, erkeklerde %21 obesite sıklığı söz konusu..
20 milyon kadında 8,6 milyon şişman kadın..
20 milyon erkekte 4,2 milyon şişman erkek..
Toplam 12,8 milyon şişman insan.. Salt 30+ yaşta.. Yani nüfusun yarısında..
Bu soruna ikincil yıllık sağlık giderleri bir hesaplamada 5 milyar doların altında değil.. (Prof. D. Ali Ercan..)

1 milyar obes dünyalının yanı sıra; bir o denlisi de açlıkla boğuşuyor!
Bu kitlenin her yıl 11 milyonu AÇLIKTAN ÖLÜYOR! toplam ölümlerin 1/5’i!

2 kutupta 1’er milyar dünyalı sağlıksız yaşamakta; ne ağır bir halter..
Altından nasıl kalkacağız??

  • İğrenç kapitalizm insanları “obes” leştiriken kazandı,
    şimdi de obesite cerrahisi ve ilaçları ile kazanmakta..

Satılık hastalıklar” kazanında bu kez obesite güncel.. ,

Obesite cerrahisi” öyle ilerledi ki, inanamazsınız.. (!)
Kimi virtüöz cerrahlar, sindirim sisteminizin anatomisine “uygun” müdahalelerde bulunarak düş ötesi “mekanik” çözümler üretiyorlar..

Dilediğinizce yemeye devam ediyorsunuz ama “by pass” cerrahisi ile bunlar
sindirim kanalınızdan emilmeden “dışkı” laşıyor.. Tabii tümüyle dışkılaşma olamıyor sindirilmediği için.. Artık ne dışkıladığınıza siz karar verin..

İnsanları kitlesel olarak hastalandırırlen de kazan, “çözüm gerekirse onu da biz üretiriz” totaliter söylemi ile sözde iyileştirirken (tedavi ederken) de kazan..

Bunca “zeka performansı” gösterebilmek (!) ancak kapitalistlere özgü olmalı.

Öneriler..                                 :  

Fast food’u unutun..

Çantanıza her gün1 elma koyun, yemek için zaman “gerçekten” (??) çok sınırlı ise.

İngiliz atasözünü anımsayın :

* An apple a day, keeps doctor away..
(Her gün 1 elma, doktoru sizden uzak tutar..) 

Evinizden getirdiğiniz sandviçi yine çantanızdaki pastörize ayran – süt – meyve suyu ile tüketin.. Bunu yaparken oturmayın, büronuzda bile olsa gezinin..

Yarım saat geçmeden de çay – kahve içmeyin..

Yürüyün, asansör kullanmamaya bakın..

Dünya Sağlık Örgütü ve FAO da BM’ye sınırlama önerileri getirsinler bu sektör için..

Zamanlama uygun..

Aşağıda;

“Fast Food Alışkanlığı Beyin Hücrelerini Zehirliyor..”

başlıklı bir yazı sunuyoruz.. Biraz uzun olduğundan, dizgisini de bozmamak üzere
pdf olarak..

Lütfen tıklar mısınız okumak için??

Fast _food_aliskanligi_beyin_hucrelerini_zehirliyor
(Cumhuriyet Bilim Teknik, 2.11.12) 

Sevgi ve saygı ile.
5.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

ADNAN BİNYAZAR : Aydınlanma savaşçısı

ADNAN BİNYAZAR
binyazar@gmail.com 

Aydınlanma savaşçısı

Yılların gazetecisi Orhan Karaveli, son elli yılın kültür ve siyasal yaşamına damgasını vuran bir meslektaşını yazdı bu kez: Kendi Heykelini Yapan Adam: İlhan Selçuk. Aydın olmanın ölçüsü bilgiyle donanmak, iradesini başkasının güdümüne kaptırmamak, inandıklarını cesurca savunmaksa;üstelik o, atılımcı bir direnme gücü de taşıyorsa, buna en iyi örnek, bir Aydınlanma savaşçısı olan İlhan Selçuk’tur.
Karaveli, Gamze Özdemir’in sorularını yanıtlarken bunun tanısını koyuyor:

“Osmanlı’dan bugüne Türk basınında İlhan Selçuk çapında ve yapısında ikinci bir isme rastlanmamıştır. Bundan sonra rastlanması da sanırım kolay olmayacaktır.

İlhan Selçuk, Türk aydınlanmasının Tevfik Fikret ve Atatürk’ten sonra üçüncü ismi olan bir fenomendir.”

Bu yargıya karikatürün büyük ustası Turhan Selçuk’u da katarak vardığı sonuç,
iki kardeşin sağlam kişiliklerinin tunçtan yontusu değerindedir:

“Benliklerini cömertçe harcadıkları ülkenin insanlarında vicdan hazineleri bir gün bütünüyle kurumazsa hep anımsanacaklardır.”

Bu bağlamda İlhan Selçuk’u yalnızca gazeteciliğiyle öne çıkarmak ona haksızlık olur. Köşe yazarı deyip geçmek, bu haksızlığı perçinler.

“Yazar” denecekse, O’nun, gerçek yazarlık soyundan gelen özellikler taşıdığı unutulmamalıdır. Eli kalem tutan kişilerce benimsenen “gazeteci yazar” da sayamayız Selçuk’u; özellikle, kendini öyle adlandırıp yazarlığın onurunu çamura bulayan kişilerin ekranlarda her an cirit attığı bir medya ortamında…

Tahsin Yücel gibi bir yazar şunları yazıyorsa, O’nun sağlam kişiliğini niteleyecek başka sözcükler aranmalıdır ahlak dilinde:

“Bir zamanlar Cumhuriyet sayfalarında İlhan Selçuk’la aynı görüşleri paylaşırken,
bu görüşleri İlhan Selçuk’tan çok daha ateşli bir biçimde savunurken,
bugün, başka gazetelerde, o görüşlerin tam tersini savunanlar hiç de az değil.”

İlhan Selçuk’un yazarlık serüveni gözden geçirildiğinde, O’nun, söylemsel yönden Ahmet Haşim, bir ölçüde Falih Rıfkı Atay geleneğini sürdürdüğü söylenebilir. Karaveli’nin kitabına yazdığım “Aydınlanmacı Bir Kişiliğin Oluşumu” başlıklı önsözde değindiğim gibi, gerçek gazeteci, “en değerli cevherin hangi dağ yumrusunun diplerinde bulunduğunu bilir.” İlhan Selçuk’un biçeminin böyle bir ayrıcalığı var.
Bu da onu Montaigne, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol gibi denemecilerin arasında görmemizi gerektiriyor. Bu kaynaktan beslendiği içindir ki,

  • İlhan Selçuk yalnızca eşsiz bir yazar, gazete yöneticisi olmamış;
    iyi bir denemeci, düşünce yaşamında aklın, direngenliğin,
    sağlam ahlaklı oluşun simgesi sayılmıştır.

Orhan Karaveli, bu kişilik oluşumunu kanıtlamak için, araştırmacılığının gereği,
İlhan Selçuk’u bebekliğinden alıp ömrünün sonuna değin getiriyor. Bunu yaparken annesinin, çalışma arkadaşlarının tanıklıklarına genişçe başvuruyor. Görüşlerini
bu tanıklıklarla pekiştiren Karaveli, böylece gerçek bir aydınlanmacının portresini de çizmiş oluyor.

O’nun aydınlığını toprak bile karartamadı.

Karaveli’nin, “Japon Gülü” yazısından seçip kitabına öndeyiş yaptığı şu söz, günümüzde umut çöküntüsüne uğrayan insanımıza direnmeye yönelten bir kılavuzdur:

  • “Kimi insan japongülü gibidir. En zor günleri bekler açmak için; karanlık,
    soğuk, fırtına, tipi vız gelir. O kişiyi, ne kışın geri dönmesi korkutur ne
    kırağı çalması ne de don tutması… Heeey… Yurdumun japongülleri... ”

Yukarıda sözünü ettiğim konuşmasında, “İlhan Selçuk hakkında yüz kitap daha yazılsa azdır,” diyor Karaveli. Nitekim yazdığı kitap daha ayını doldurmadan, Selçuk’un yakın arkadaşı Miyase İlknur’un İlhan Abi’si geldi. “İlhan Selçuk arşivi” değerindeki ..
O da başka bir yazıya…

(Cumhuriyet PAZAR eki, 4.11.12)

=================================================

Orhan Karaveli’ye de, Adnan Binyazar’a da bin teşekkür.
İlhan Selçuk için ne yapılsa az gelir.

İlhan Seçluk, çok yönlü bütüncül kişilği ile bilgelik sınırlarını aştı ve tadına doyum olmaz kalemi ile düşün ve yazın (edebiyat) dünyasına paha biçilmez ürünler, değerler kazandırdı..

Hala O’ndan öğreniyor ve güç alıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
5.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

ZÜLAL KALKANDELEN : Yaratıcılık ve müzik


Yaratıcılık ve müzik..

ZÜLAL KALKANDELEN
www.zulalkalkandelen.com
kzulal@yahoo.com 

Okuyucular, bu köşede zaman zaman müzikten söz ettiğimi biliyor. Müzikle nefes alıp veren, onu hayatının odak noktası yapmış biriyim. Her ne kadar burada daha çok siyaset hakkında yazsam da bazen herkesle paylaşmak istediğim müzikle ilgili konular da oluyor. Bunlardan birisini geçenlerde Londra’da yaşadım.

Bu yazıda Aphex Twin’in Barbican Centre’da verdiği konserden söz edeceğim.
Asıl adı Richard D. James olan 41 yaşındaki bu müzisyeni tanımayanlar, Wikipedia’ya bakarlarsa, The Guardian tarafından “çağdaş elektronik müziğin en yaratıcı ve en esin verici figürü” olarak tanımlandığını görürler.

Aphex Twin’in ‘Remote Orchestra’ adlı özel projesini Londra’da yalnızca bir keze özgü olmak üzere dinleyiciyle buluşturacağını duyunca biletlerin satışa çıktığı anda internetin başında yerimi aldım. Çok kısa sürede tükenen biletlerden bir tane kapmayı başardım.

Aphex Twin’i bilen bilir; bugüne kadar DJ’lik yaptığı kulüplerde kendisine benzeyen birçok kişiyi kalabalığın içinde dolaştırmakla kalmadı, mekândan tümüyle farklı bir yerden gönderdiği elektronik dalgalarla müziği kontrol etti, yüz eşleme teknolojisini kullanarak dinleyicilerin yüzüne kendi yüzünün resmini yansıttı. Kalabalık içinde görünmekten çekinen bir müzisyenin dikkati kendi üzerinden alıp kalabalığa yansıtma çabaları, ancak bu kadar akıllıca bir şekilde teknolojiyle buluşturulabilir. Bu kez ne yapacağını merak etmem boşuna değildi.

Sonunda performans günü geldiğinde Barbican’da ışıklar karardı ve sahneye 5 barlı bir grafikle yansıyan dev kontrol panelini gördük. 28 orkestra elemanı ve 12 kişilik koro sahnedeki yerini aldı, hepsi sırtını izleyiciye dönerek ekrana yöneldi. Her biri, performans boyunca görmediğimiz Aphex Twin’den gelen yönlendirmeleri duyabilmek için kulaklık takmıştı.

Kontrol panelindeki farkli renkteki barlar yükselip alçaldıkça orkestradan çıkan
neo-klasik ve dark ambient
arasındaki sesleri tam olarak anlatmak olanaksız.
Yalnız şunu söyleyebilirim; Aphex Twin bir MIDI kontrol paneli ile orkestrayı yönetirken, her aşamada matematik devrede ama performansı şekillendiren asıl unsur insana bağlı olarak gelişiyor.

Performansın ikinci bölümünde, orkestra sahneden ayrıldı; onun yerine başrol,
yerden yaklaşık yarım metre yükseltilerek tavandan asılmış bir platform üzerine kablolarla bağlanan büyük bir Yamaha piyanoya verildi. Birisi, kenarına bağlanan iplerden tutup çekince platform farklı sesler çıkararak bir sağa, bir sola sallanmaya başladı. Aynı anda tuşları uzaktan kumanda ile yöneten Aphex Twin’in çaldığı müziğin güzelliği baş döndürücüydü. Teknoloji yine devredeydi ama insanın hareketleriyle belirlenen organik bir süreçti bu.

Platformun hareketi kendiliğinden sona erene kadar süren bu bölümden sonra,
sıra 3. kısma geldi. Minimal müziğin kurucusu Steve Reich’ın 1968’de bestelediği Pendulum Music’ten esin alan bu son bölümde ana öge, tavandan sarkıtılan 18 adet disko topuydu. Aphex Twin miks masasının başındayken, her bir top birer insan tarafından tutulup ileriye doğru farklı hızlarda bırakıldı. Aynı anda lazer ışıkları toplarla buluştuğunda çıkan ajite edilmiş sesler ve yansıyan ışıklar, dinleyenleri çılgın bir atmosfere sürükledi.

Bütün bunlar, müziği oluşturan elementlerin, planlanmış ya da kendiliğinden olanların farkına varmak, teknoloji ve insan ilişkisini daha net görmek açısından ufuk açıcıydı. Brian Eno görse gurur duyardı.

Hissedilmesi için içinde olunması gereken bir performanstı ama en azından bu yaratıcı proje bilinsin istedim. Müzik statik bir olgu değildir; teknoloji de insan aklının eseridir, onu müzikte kullanmaya karşı çıkanlar haberdar olsun.
(Cumhuriyet PAZAR eki, 4.11.12)

===============================================

Teşekkürler Zülal Kalkandelen..

Geçen haftaki yazınızı da paylaştık web sitemizde..
Orada, Londra’da konser salonunda olup bitenleri aktarmadaki ustalığınızı da kutlamak isteriz..

Ne diyordu Büyük ATATÜRK ??

  • Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimidir…

Sevgi ve saygı ile.
4.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Türklüğün Kökenleri : Ceviz Kabuğu; Haluk Tarcan (32/32)

Dostlar,

Kürt sorunu” diye ülke gündemi işgal ediliyor.
Son günlerde sitemize bu konularda epey yazı, dosya koyduk..

Sayın Hulki Cevizoğlu “CEVİZKABUĞU” progamında bu bağlamda çok önemli hizmet verdi, ciddi katkı sağladı.

Ünlü Türk tarihi araştırmacısı Haluk Tarcan ve çalışmaları ise ülkemiz için
tek sözcükle “NİMET”‘tir..

Sayın Cevizoğlu “CEVİZKABUĞU” progamında Sn. Tarcan’a fırsat vererek, programları kayıt altına alıp arşivleyerek ve de youtube’da kamuoyuna açarak son derece anlamlı katkılar sağlamıştır.

Sn. Tarcan’a da, birkaç kez programına konuk olduğumuz Sn. Cevizoğlu’na da
şükran borçluyuz.

Sn. Cevizoğlu’na, 1999’da canlı olarak katıldığımız bir programında benzersiz Türk Tarihi araştırmacısı Kazım Mirşan’ı konuk etmesini salık vermiştik. Değerli Mirşan, paha biçilmez belgeler ve arşiviyle programa çok değerli katkı sağlamıştı.

Emperyalizmin klasik oyununa gelmeyelim; “DİVİDA et İMPERA” Latin atasözünü akıldan çıkarfmayalım : Böl ve yönet..

Yine akıldan çıkartmayalım, Anadolu genetik olarak öylesine harmanlanmış ki;
biyolojik ırk bağlamında “etnisiteler nostaljik birer hatıra” dan öte anlam taşımamaktadır.. (Prof. Ali Ercan).

  • Türk ve Kürt kardeştir, ayırmaya çalışan da kalleş mi kalleştir..

Büyük ATATÜRK‘ün söylemi dikkatle değerlendirilmelidir :

  • Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir. Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, -birkaç, düşman âleti mürteci, beyinsizden başka- hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir yapmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de umum
    Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar.”
  • Kürt” kardeşlerimizin sağduyu ile emperyalizme ve onun sinsi oyunlarına alet olmayacaklarına inanmak istiyoruz. 
  • Tek çaremiz “TÜRK – KÜRT KARDEŞLİĞİ ve BİRLİĞİ” dir..

Sevgi ve saygı ile.
4.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================================

TÜRKLÜĞÜN KÖKENLERİ..

Ceviz Kabuğu
Haluk Tarcan (32/32)

kürt degil dogu sorunu

http://www.youtube.com/watch?v=qdu0S1MEJQM&NR=1&feature=endscreen
http://www.youtube.com/watch?v=Xs7xxHCk3Pg
http://www.youtube.com/watch?v=CLwutCxK5C4
http://www.youtube.com/watch?v=uuot8hAPN_Q
http://www.youtube.com/watch?v=4DIuWOSGs8w
http://www.youtube.com/watch?v=l67Xmja-2ic
http://www.youtube.com/watch?v=gv8UaGlIkuw
http://www.youtube.com/watch?v=eOUcEb05azE
http://www.youtube.com/watch?v=zruFcDTiP3Y
http://www.youtube.com/watch?v=BzeyUW62Oto
http://www.youtube.com/watch?v=TZSO7f36Q48
http://www.youtube.com/watch?v=L1vaS0AieSo
http://www.youtube.com/watch?v=HOLxZL6iaUE
http://www.youtube.com/watch?v=7diIHbX4UGU
http://www.youtube.com/watch?v=lUMB-NBYCnc
http://www.youtube.com/watch?v=BFGXZfnPMpM
http://www.youtube.com/watch?v=B_VeIDDThms
http://www.youtube.com/watch?v=e3jyPUntbuc
http://www.youtube.com/watch?v=yTgg3juXk1k
http://www.youtube.com/watch?v=yuBNgT_AYoM
http://www.youtube.com/watch?v=7y2FSXulW1c
http://www.youtube.com/watch?v=shqGM4IIJZw
http://www.youtube.com/watch?v=fgbWPRMqub8
http://www.youtube.com/watch?v=CmGoeTdcDOw
http://www.youtube.com/watch?v=6oKdNDs3NOM
http://www.youtube.com/watch?v=6oKdNDs3NOM
http://www.youtube.com/watch?v=JaXxoOxa_Kw
http://www.youtube.com/watch?v=NtK-m_wuHsg
http://www.youtube.com/watch?v=p15FEuvVk9Q
http://www.youtube.com/watch?v=828riiR7LnE
http://www.youtube.com/watch?v=ZYa2miUnsXc
http://www.youtube.com/watch?v=RhLsfaTHODA
http://www.youtube.com/watch?v=4ln7Pz7nOHI

Atatürkçü Düşünce Sistemi = KEMALİZM = Kemalist İdeoloji


Dostlar,

Çok değerli hocamız, ADD Bilim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. D. Ali ERCAN,
bir nükleer fizik hocası olmasına karşın, sosyal bilimler alanından da yetkinlikle
akıl yürütüyor; evrensel bilimsel yöntembilim ilkelerini kullanarak.

Özellikle matematiksel düşünceyi ustalıkla kullanarak sorun çözümlerine uyarlıyor ve  doğallıkla bilimsel açıdan geçerli sonuçlara varıyor.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ = KEMALİZM = KEMALİST İDEOLOJİ

başlıklı yazısını Temmuz 2012 içinde sitemizde yayımlamıştık.Türkiye’nin akıllara seza biçimde TBMM’de anayasasını değiştirerek kaçınılmaz biçimde bölünmeye sürükleyecek federal yapıya elveren değişikliklerin gündeme alındığı bir kesitte, ULUS DEVLETin ne olduğu, ne denli stratejik nitelik taşıdığı ve ülkemiz için nasıl vazgeçilmez ve de etnik ayrımcılığın ne denli saçma olduğunu bu yazıyı özenle okuyarak anlamanın, anlatmanın tam da zamanı.
Sn. Ercan’ı hem kutluyor hem de teşekkür ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
4.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
========================================================= 

 

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ
= KEMALİZM = KEMALİST İDEOLOJİ

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
ADD Bilim Kurulu Başkanı
Savunma Sanayisi Eski Müsteşarı
Nükleer Fizik Uzmanı

Atatürkçü Düşünce Sistemi olarak ifade ettiğimiz “Kemalist ideoloji” yi anlatabilmek için öncelikle ideoloji kavramını açıklamak gerekiyor… ideoloji nedir?

İdeoloji, Batı Felsefe dünyasında, özellikle Marksist gelenekle birlikte 19. yüzyılda oluşmuş ve 20.nci yüzyıl başlarından bu yana, 150 yıldır yoğun kullanıla gelen bir kavramdır. Evreni, dünyayı, özellikle toplumsal yaşamı algılamak biçimi “Aksiyomatik dünya görüşü” olarak da betimlenebilen İdeoloji; önerdiği, öngördüğü, kurguladığı yaşam tarzını biçimlendirmek ve uygulamak yönünde, beklenti, amaç ve eylemleri kapsayan sistematik, (yani birbiriyle ilintili ve çelişkisiz) düşünceler bütünlüğüdür.

Daha kısa, genel bir ifade ile “ideoloji = düşünce sistemi” diyebiliriz.

Yapısal bölümler halinde ifade edilecek olursa, bir ideolojinin,

• Evreni, Dünyayı (dogmatik, düşünsel, bilimsel) algılama biçimi, görüşü vardır.
• Gerçekleştirmek istediği bir amacı, erişmek istediği hedefi vardır.
• Amacına varmak için bir yöntemi ve eylemleri vardır.
• Amaç ve yöntem arasında çelişkisiz bir söylem bütünlüğü vardır.

Toplumsal işlemlere uygulanan ve dolayısıyla temel politikaları oluşturan soyut bir düşünce sistemi olarak ideoloji, asgari sürtüşme ile ve kamu yönetiminde azami kontrol sağlayacak biçimde, toplumsal yaşamda köklü bir yenilik ve değişiklik sunmak savındadır.

Bu açıklamaların ışığında, Kısaca, “Bilimi rehber alan1 ulus devlet2 ” anlayışı olarak tanımlayabileceğimiz Kemalizmin de evrensel bir ideoloji olduğu görülür.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş felsefesini oluşturan Kemalizm/Atatürkçü düşünce sistemi iki temel aksiyom üzerine inşa edilmiştir:

1. Toplumsal yaşamda, devlet yönetiminde Bilimin rehber alınması.

Kemalizm/Atatürkçülük dışında hemen bütün ideolojiler, doktrinler belirli değişmez dogmalar temelinde inşa edilmişlerdir. Dolayısıyla belirli sosyal paradigmalara yanıt olarak ortaya konan bu dogmatik kurallar, değişen koşullar nedeniyle, er ya da geç değişmeye, yok olmaya mahkûm olduklarından, ilke olarak bütün ideolojilerin tarihin çöplüğüne gitmeleri kaçınılmazdır. Ancak bilimsel akla dayalı Atatürkçü düşünce sistemi “bilim” var olduğu sürece var olacaktır.

Toplumsal yaşama bilimsel akılcılık yön verdiği sürece laiklik, laik devlet sistemi işleyecek, yurttaşlar arasında toleransın, hoşgörünün, empatinin ve dayanışmacı işbirliğinin geliştiği barış ortamı oluşacaktır. İşte gerçek Demokrasi (Atatürk’ün tanımıyla Halkçılık, yani halkın, halk tarafından, halk için yönetim erkini kullanması) bu temel üzerinde mümkün olabilir. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, doğurganı Laikliktir.
Bu doğurganlık sıralamasını takip edecek olursak sonuçta barış, güvenç ve erinç içerisinde yaşayan bir toplum düzenine ulaşırız:

  • Bilimin rehberliği → aklın özgürlüğü → laiklik → demokrasi → halkçılık → 
    sosyal adalet → özgürlük → yurtta barış

(Bu sıralamada her kavram bir önceki kavramın türevidir; özgürlük olmadan barış olmaz, sosyal adalet olmadan özgürlük olmaz. vs… Muhakkak ki bu kavramların her biri üzerine kitaplar dolusu açıklayıcı bilgiler yazılabilir, ancak biz şimdilik başlıklarla yetinelim.)

Bilimin rehberliği yerine dinin, dogmaların rehberliğini alan devlet şekline
“teokratik” devlet denir (örn. şeriatla yönetilen ülkeler). Bu tür devlet mantığında, yukarıdaki sıralamayı şu şekilde değiştirmek gerekir:

  • Dinin rehberliği, dogma → iman → teokrasi → ümmet → kul →
    rıza, biat → sükûnet

Unutmayalım, çok defa zor ve dayatmayla gerçekleştirilen “sükûnet” gerçek anlamda
bir “barış” değildir.

2. Atatürkçü düşünce sisteminin ikinci temel aksiyomu
   “Ulus devlet” yapılanmasıdır.

Neden Ulus devlet ??

Sınırlı bir coğrafyada (örn. Misak-ı Milli ile belirlenmiş Türkiye) bir arada yaşamak istencini gösteren ve bu amaçla bir araya gelen (Latince re-public = halkın bir araya gelişi, toplanması, Arapça Cumhur = yığın, topluluk) ve bir “Cumhuriyet” kuran
halk bütünlüğüne millet (ulus) denir. Vatan (ülke) ve Ulus bileşenlerinden oluşan
Devlet dediğimiz yapı da, ulusal iradenin (Anayasa) somutlaşmış halidir:

Örneğin Türkiye + Cumhuriyeti = Devleti

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

ifadesiyle Türk milletinin veciz ve gerçekçi bir tanımını vermiştir.

  • Dikkat edilirse, Atatürk “Türk halkı” demiyor, “Türkiye halkları” da demiyor…
  • Çünkü Türkiye’de halklar yoktur ve
    Türk” bir halkın, bir etnik grubun adı değil, bir milletin adıdır.

Unutmayalım ki; binlerce yıllık geçmişi boyunca bu topraklarda, Türkiye coğrafyasında, 3 büyük imparatorluk, 7 büyük Krallık, onlarca beylik, sultanlık kurulmuş, değişik kültürler yaşamıştır.

Büyük akınların, kavimler göçlerinin hallaç pamuğu gibi attığı Anadolu kültürel ve genetik anlamda dünyanın en yoğun karışıklığına sahne olmuştur.

Böyle bir coğrafyada yaşayan insanların gerçekle uyuşmayan, bilimsel tutarlığı olmayan ırkçı söylemlerde bulunması, artık tarihi hatıralar olmuş etnisitelerden söz ederek ayrımcılık yapması, saçmalıktır, “abesle iştigaldir”.

Her şeye karşın, yurttaşlarımızdan bazıları kendilerini hâlâ Kürt, Arap, Çerkez, Türkmen, Pomak, Gürcü, Abaza, Yörük, Tatar, Rum, Zaza, Boşnak, Alevi, Sünni, Ermeni, Musevi, vs. vs… olarak betimleseler de, sonuçta hepsi 82 milyonluk büyük TÜRK ULUSU’nun eşit bireyleridir.

  • Türklük, bir kan meselesi, bir ırka aidiyet değil, bir kültür meselesi ve bir millete bilinçli mensup oluştur.

***
Sistemler teorisi sistem büyüklüklerinin fiziksel çevre koşulları tarafından belirlendiğini söyler. (örneğin soğuk iklimlerde, kutuplarda 10 cm’den daha küçük bir memelinin yaşaması mümkün değil, çünkü bütün vücut yalnızca koruyucu yağ kütlesi olmak durumunda kalırdı.) Ülkelerin büyüklükleri için de benzer çözümlemeler geçerlidir.

Ölçüsüz toprak kazanımlarıyla Emperyal büyümelerin kısa sürede yozlaşıp, çözünüp dağılmalarının kaçınılmaz olduğunu tarih göstermiştir; yine aynı şekilde şehir devletçikleri şeklindeki minik yapılanmalar da uzun ömürlü olamamışlardır.
Büyük emperyal devletlerle, küçük şehir/eyalet devletler arasındaki Ulus devlet, Gezegenin fiziksel koşulları da göz önüne alındığında, “optimal” yapılanmadır.
Bugün dünyada 200’ü aşkın devletin yarısına yakını ulus devlet modeli devletlerdir.

Sömürü temelinde egemenlik kurmak demek olan “emperyalizm” bir yandan kolay sömürü için ülkeleri parçalamak ve bölmek (divida et impera!) siyasetinin icabı dünyada binlerce (en az 2 bin devletçik) kurmak planları geliştirirken, öte yandan tüm dünyayı finans kapitalizmin tek elden yöneteceği bir modele, büyük “küresel devlet” modeline yönelmektedir. Hem bütün dünyayı tek elden “yönetmek” için ele geçirmek, tek dünya devleti kurmak, hem de bu bütünü “sömürmek” için binlerce parçalara bölmek!

Emperyalizm, bu iki uç arasındaki çelişkisini yaşarken, Ulus devlet modeli Emperyalizmin işine gelmeyen, emperyalizme karşı durabilen model olarak öne çıkmıştır. Bu nedenle Küresel Emperyalizm sömürüye karşı duran, bağımsız
ulus devlet modeli istemez. Emperyalizm sömürmek için örgütlenmek, ulus devlet ise sömürüye karşı durmak için ulusal egemenlik temelinde örgütlenmektir.

Ulus devletin en büyük, başat özelliği, Mustafa Kemal’in dediği gibi, tam bağımsızlık (istiklal-i tam) temelinde oluşudur; yani siyasi, kültürel, askeri, hukuksal ve ekonomik anlamda bağımsızlık. Tam bağımsız bir ülke, Uluslar arası ilişkilerde karşılıklılık ve eşitlik ilkesiyle hareket eder. Ulus devlet anlayışı ve istenci “tam bağımsızlık” kavramını doğurur; bu aksiyom için de kavramsal türev sıralamasını şu şekilde gösterebiliriz.

  • Ulus devlet → tam bağımsızlık → antiemperyalizm → devrimcilik, sömürüye karşı mücadele → anti-kapitalizm → planlı ekonomi (devletçilik) → küresel barış.

Sonuçta Mustafa Kemal’in veciz sözü : “Yurtta barış, Dünyada barış !”

haklılık ve anlam kazanıyor.

Yurtta ve Dünyada barış amacına erişmek için tüm dünyaya Kemalist öneri;

  • Bilimin rehberliğindeki Ulus devlet modelidir.

21. yüzyılın devasa sosyo-ekonomik problemlerinin batağından 22. yy’a
salimen çıkacak ülkeler, adını doğrudan, açıkça telaffuz etmeseler de,
sonuçta Atatürkçü düşünce sistemini başarıyla uygulayan ülkeler olacaktır.

Saygılarımla. æ

Cumhuriyet Simpozyumu : SBF ve Cumhuriyet Gazetesi; 5-6 Kasım 2012 – Ankara

Dostlar, 

Bir simpozyum duyurusunu paylaşalım..

Siyasal Bilgiler Fakültesi GETA (Gelişme ve Toplum Araştırmaları Merkezi)

Ve Cumhuriyet Gazetesi

89. Yılında 29 Ekim 1923 Sempozyumu
“Osmanlıdan Cumhuriyete – Cumhuriyetten Osmanlıya mı?”

5 ve 6 Kasım 2012, SBF..

Program ayrıntıları için lütfen tıklar mısınız ??

Cumhuriyet_Simp._SBF_Cumhuriyet_5-6.11.12

Emek verenlere / vereceklere şükranlarımızı sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
4.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

KÜRTLERİN TÜRKLÜĞÜ


Dostlar,

ADD Bilim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan bize ulaşan
önemli bir e-ileti ve ekini sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Konu başlığı : KÜRTLERİN TÜRKLÜĞÜ

Tarihçi Prof. Kırzıoğlu‘nun kitabından bir bölüm..

Dikkatle okunmalı..

Sevgi ve saygı ile.
3.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
============================================== 

Değerli arkadaşlar,

Babamın kirvesinin oğlu  Tarihçi Prof. Kırzıoğlu‘nun kitabından bir bölüm aşağıdadır.. Prof. Kırzıoğlu, Asya’dan gelen ve Perslerin etkisiyle dillerini yitiren Kürtlerin kökenine yönelik ilginç bir araştırmaya girişmiş…

İlgilenen arkadaşların dikkatine. æ

Prof. Dr. Ali Ercan
3.11.12, Ankara
***

KÜRTLERİN TÜRKLÜĞÜ

Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu
(1995, İstanbul)

Muhterem misafirler, aziz Arkadaşlar, sevgili Öğrenciler!
Burada sizlere, 2700 yıllık Türk tarihinin, yazık ki az bilinen bir yönünü açıklayacağım. Doğuda 100. boylam da denilen Tul dairesinden, yani Moğolistan kuzeyindeki Baykal Gölü batısından; batıda Viyana doğrusuna kadarki 17. Tul dairesi arasında ve kuzeyde, 55. paralel de denilen arz dairesinden, güneyde Afganistan ve Basra Körfezinin bulunduğu 30. arz dairesi aralarındaki beş ayrı bölgede, tarih boyunca görülen Kürt adlı Türk uruklarını, tarih ve dil bakımından tanıtmaya çalışacağım. Bendeniz bu konuyu , Mayıs1946″da İstanbul”da “Tasvir” gazetesinde üç makale halinde yazdığım “Kürmanç Kürtlerinin Aslı” adlı yazımdan beri 22 yıldır makale, konferans, risale ve kitaplarım ile işlemekteyim. Ankara”da toplanan “VI. Türk Tarih Kongresi Bildiriler” kitabında çıkmış ve ayrı basımı da yapılmıştır.

Hepsi bugünkü gibi, serbest münakaşalı olmak üzere, 1951″den beri Kürtler üzerine
9 defa konferans verdim. Bunların tarihini ve yerlerini saymamda, fayda vardır:

Diyarbakır Lisesi”nde Tarih Öğretmeni iken 1951 Mayısında, önce Öğretmen Okulu Salonu”nda, sonra da Diyarbakır Öğretmenler Lokalinde, “Kürtlerin Menşei” adlı konferansımı verdim. Ergani”deki Dicle Köy Enstitüsü Müdürü (şimdi Kayseri Senatörü) Sayın Hüsnü Dikeçligil”in daveti üzerine, 1952 Mayısında Dicle Köy Enstitüsünde;
Türk Milliyetçiler Derneği İstanbul Şubesi adına, 1952 Temmuzunda İstanbul-Eminönü Halk evinde; 1960 ara tatilindeki bir folklor seyahatim sırasında, Muş Valisi Erzurumlu Sayın Mehmet Belek’in isteği üzerine, Şubat’ta Muş’ta Sümer Sineması Salonunda; Erzurum Lisesinden Hocam, Türk Ocakları başkanı Sayın Prof. Necati Akder”in isteğiyle, 1960 Ağustosunda Kars ve Erzurum Halk Eğitim Merkezi Salonlarında ve 1962 Kasımında, yine Ankara Türk Ocağında, aynı adla bu konferanslarımı tekrarlamıştım.

Şimdi de Atatürk Üniversitesinde “Tarih Öğretim Görevlisi” bulunuşumun ikinci ayında, Erzurum’da ilk konferansım olarak, Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Talebe Derneği”nin isteği üzerine, “Tarih ve Dil Bakımlarından Kürtler” adıyla bu konuyu, yüksek huzurlarınızda anlatmak, benim için büyük bir mutluluk olacaktır. Bugün bu arada, milli ve ilmi bir konu olan, yeryüzünde Türklerin yayıldığı beş ayrı bölgede, tarih boyunca tanınan Kürt adlı Türk urukları”nı, birkaç saatinizi alacak olan bir uzunca konferansla anlatmaya çalışacağım. Bendenize bu mutlu fırsatı hazırlayan, Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Talebe Derneği”ne ve bendenizi dinlemek lütfunda bulunarak burayı teşriflerinizden dolayı, siz sayın dinleyicilere çok teşekkür ederim.

Asıl konumuza girmeden, tarih boyunca Asya, Avrupa ve Afrika”ya hakim olarak yayılan Türklerin, umumi ve ülke-bölge tarihindeki birçok meseleler gibi, Kürt adıyla tanınan kalabalık ve güçlü bir uruk yani kavminin neden şimdiye kadar incelenerek, derli toplu bir kitapla tanıtılamadığını, haklı olarak düşünenler olacaktır. Bu haklı düşünce sahiplerine, kısaca şöyle cevap verebiliriz: Rahmetli Ziya Gökalp, 1.  Cihan Savaşı içinde 1916’da ders yılı başında, şimdiki  İstanbul Üniversitesi demek olan, Darülfülün’u ıslah ederken, burada ilk defa bir “Tarih Kürsüsü” nü kurmuştu. Bu tarihten önce, koca Türk-Osmanlı İmparatorluğunda, Liselerin üstünde ancak Harbiye”lerde harp tarihleri ve Mülkiye Mektebinde de, çoğu tercüme olan siyasi ve idari tarih okutulurdu. Fakat, 1916-1933 arasında İstanbul  Darülfülünu Edebiyat Fakültesi “Tarih Kürsüsü” nde “Müderris” (Profesör) unvanı ile  ders okutan rahmetli Necib Asım, Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Fuad Köprülü gibi zatların hiçbiri, “Tarih Enstitüsü” nde okumamış ve doktora yapmamış kimseler olup, lisan bilen ve kendi kendini yetiştirmiş Harbiye, Hukuk veya Mülkiye mezunu idiler. Bu yüzden, eski Türkleri tanıtan kaynakların yazdığı Çince, Hintçe, Eski İran”ca, Asurca, Yunanca ve Latince gibi dilleri bilmiyorlardı. Mezopotamya, Mısır ve Hitit yazılarını okuyan, tek bir Türk yoktu. Tarih ilmi “usul” ü bakımından da kendileri donanmış olmadığından, 1916-1933 arasındaki İstanbul Edebiyat Fakültesi “Tarih Mezuniyet Tezleri” de, çok zayıf olup, “Tez” vasfını taşıyanların sayısı, bir elin parmağını geçmezdi.

Ancak, rahmetli Atatürk”ün emriyle 1933″te “Darülfünun” adı da kaldırılarak ıslahat yapılıp “Üniversite” adı verilerek, yabancı uzman ve Profesörler İstanbul”a getirildikten sonra, Türk Tarih ilmi de gelişmeye başladı. Yine rahmetli Atatürk”ün isteği ile, başkent Ankara”da, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi“nin 1936’da açılması ve gelişmesiyle, demin arz edilen Umumi Türk Tarihi kaynaklarının yazdığı dilleri, doğrudan doğruya okuyup değerlendirebilen Türk gençleri yetişmeye başladı; ve Ankara”da Macar dili ile tarihini öğreten Hungaroloji Enstitüsü”nün gayretli Macar Profesörleri , Türk Tarih araştırmalarına geniş ufuklar açtılar ve çok değerli gençlerimizi yetiştirdiler 1938″de yeniden İstanbul Üniversitesi’ne dönen Sayın Hocam Prof. A. Zeki Velidi Togan da, burada “Umumi Türk Tarihi Kürsü Profesörü” olarak, bugüne kadar çalışmakta ve değerli, müdekkik gençler yetiştirmektedir.

Artık İstanbul’da Edebiyat fakültesi ve Ankara”da Dil ve Tarih-Coğrafya  Fakültesi gittikçe gelişerek, milletler arası ilim kongrelerinde, “Umumi Türk Tarihi” nin ana meselelerini kavramış olarak, yetki ile konuşan ve hatırı sayılan Türk uzmanlarını yetiştirmektedir. Bu yüzden, milli ve umumi tarihimizin birçok meseleleri de çözülüp, aydınlığa kavuşmaktadır. Fakat, hiçbir milletin eski tarihi, Türklerinki gibi çok geniş ve dünyayı saran bir ululuk göstermemektedir ; yani, doğuda Japon Denizi”nden, batıda Atlas Okyanusu”na ve Kuzey Sibir ile Kazan bölgelerinden güney Hinde, Yemen”e, Habeşistan”a kadar, asırlarca hakim olup, medeniyetler geliştirerek, “Üç-Kıta” ya yayılan Türk ırkının, Yakınçağa kadar gerçekten “dünyanın efendisi” sayılan ve en büyük teşkilatçısı olan şanlı atalarımızın tarihini, bütün ayrıntıları ile 30-35 yılda aydınlığa kavuşturmak, kolay değildir.

İşte, kısaca arz ettiğim bu gibi sebepler yüzünden, yani Türkiye”de tarih araştırma ve öğretimin üniversitede çok geç başlamasından dolayı, daha Umumi Türk Tarihi içindeki birçok meselelerin bile çözülüp su yüzüne çıkmayışı gibi, Kürt diye anılan Asya ve Avrupadaki Türk urukları da, tüm olarak bir arada araştırılmaya, yeni başlanmıştır. Edebiyat Fakültesi “Tarih Dalı” mezunu olarak bu işe, ilk defa bendeniz başladığımdan, mutluyumdur. 1944″‘e ikinci askerlikten terhisim üzerine İstanbul’a dönüp, “Kars Tarihi” adlı kitabımı hazırlarken, “Dede Korkut Oğuz Nameleri” ile, 1597’de Bitlis’te Farsça olarak yazılan “Kürtler Tarihi” üzerine iki eser olan “Şeref Name” de, bir “Kürt-Oğuz Namesi” nin bulunmasından ilham alarak, 1945 Ocak ayında Kürtlerin menşei meselesini çözdüm. Ertesi 1946 yılı Mayıs-Haziran ayında “Tasvir” adlı uzun uzun üç makale neşrettim. Ondan sonra da, konuşmamın başında arz ettiğim gibi :

1) 100. doğu boylamında Moğalistan kuzey batısındaki Sayan Dağları ve Yenisey Irmağı Başlarında,
2) Batı Türkistan’da (Horasan ile Afganistan),
3) Dağıstan ile Romanya-Macaristan Çekoslovakya gibi Tuna boylarında,
4) Kuzey Azerbaycan’da Kür-Aras Irmakları boylarında,
5) Dicle boylarından yayılmış olarak, Türkiye, İran, Irak ve Kuzey Suriye’dekiler olmak üzere.

Asya ve Avrupa”daki başlıca beş ayrı coğrafya bölgesinde yaşamış ve hatıralar bırakmış olan “Kürt” adlı, güçlü ve kalabalık Türk uruklarını tespit ettim. Bunların
tarih boyunca varlıklarını ve dillerini öğrenip tanıtma merakı da, bendenizi sarmış oldu.

1946’dan beri yaptığım yayınlar, gerçek kaynaklar ve sağlam delillere dayandığından, arz ettiğim ilk dört bölgedeki Kürtler gibi, bir Türk ve Oğuz uruğu olan ve umumiyetle “Kürmanç” denilen Dicle Kürtleri”nin de gerçek mahiyeti ve kökleri, artık aydınlığa kavuşmuştur. Kurucularından olduğum “Diyarbakır”ı Tanıtma Derneği” nin 1963″te Ankara”da 32 sahife halinde bastırdığı “Kürtlerin Kökü I. Bölüm” ve 1964’te bendenizin Ankara’da neşrettiğim iki haritalı,

Her Bakımdan Türk Olan Kürtler I” adlı 130 sahifelik kitabım ile,

“VI. Türk Tarih Kongresi” ndeki tebliğim, artık “Tarih” bakımından Kürtlerin kökünü, ilmi olarak ortaya koymuştur.

Burada sizlere, Kürtleri, tarih yönünden başka,, son derece ilgi çekici olan, dil bakımından da tanıtmaya çalışarak, Kürtlerin Türklüklerini ispat edeceğim. Vaktimiz kalırsa ve sabrınızı tüketmezsem, biraz da, antropoloji, etnografya/etnoloji ve folklor bakımlarından da, Kürmanç ve Zaza uruklarına ayrılan Dicle Kürtlerinin, asla İranlı/Aryani olmayıp, Türklüklerini belirteceğim.

Asıl konuya başlarken,şunu da arz edeyim ki, yurdumuzun doğusundaki aziz Atatürk”ün adını taşıyan bu en büyük ilim ocağı Üniversitemizde “Edebiyat Fakültesi” yakında gelişip, “Enstitü” leri ikmal edildikçe, buradan yetişecek Türk gençleri, bölgemiz tarihi ile birlikte ““yabancı yayın ve ajanlarının propaganda ve yemleme telkinlerinden kendilerini sıyırarak- ilmin ışığı ve aklın ölçüleriyle, yalnız Kürtleri değil , yurdumuzdaki yerleşik veya göçebe : Türkmenler, Yörükler, Tahtacılar, Manavlar, Mavalılar, Terekemeler, Karapapaklar ve başkaca adlarla anılan halkımızı da inceleyip, mazilerini aydınlatacaklardır. Bu uğurda, milletler arası ilim değeri taşıyacak eserleri ortaya getireceklerdir. Bu gerçeği unutmayalım ki, 1945″te “Kars, Ardahan, Artvin” başta olmak üzere, doğu Karadeniz illerimizi, Gürcistan “tarih hakları” adına; ve bütün Doğu Anadolu”yu da, Amerika”da toplattıran “Dünya Ermeniler Kongresi” ve “Revan Komünist Partisi Kararları” adına, Ermenistan için Türkiye”den, bu kutlu ve mutlu Son-Ana yurdumuzdan koparmak isteyen emperyalist ve korkunç derecede Türk düşmanı Moskoflar, “Tiflis-Gürcü Üniversitesi” ile “Revan-Ermeni Üniversitesi” gibi ocaklarda, Kars”tan çıkan Kür ve Erzurum’dan doğan Aras Irmakları boylarında, “ilmi siyasete alet ederek” , geceli-gündüzlü çalışmaktadırlar! On yıl önce Erzurum’da açılan “Atatürk Üniversitesi”, bu kutlu irfan ocağımız, her şeyden önce, “Doğuda Türklüğün bir manevi kalesi” olarak kurulmuştur.

Unutmayalım ki, eskiden Çinliler ile Bizanslıların güttüğü “parçala, hükm-et” düsturunu, 1552 yılından beri genişleyip yayılmakta olan Moskoflar, maharetle tatbik etmektedirler. Bu sayede Ruslar : Kazan Hanlığını,Astakan Ülkesini, Sibiri ve İstiklal Vadi ile Kırım Yurdunu, Kabartay-İlini, Gürcistan”ı, Dağıstan ile Kuzey Azerbaycan”ı, Batı Türkistan”ı, sıra ile istila etmiş; para ve türlü yollarla, Türk”ü ve Müslüman”ı biri birine düşürerek kırdırmış ve I.Petro”dan beri de, Osmanlı-Türk İmparatorluğunun, amansız düşmanı olarak, çöküşünü hızlandırmıştır. Bu yüzden pis Moskof ayakları, 1829 ile 1878″de ve 1916″da üç defa, kahraman Erzurum”u da çiğneyip kirletmiş; ve yüz binlerce Anadolu-Türkünün ocağını söndürmüş, yuvasını yıkmıştır. Şimdi de, Moskova”daki kurmaylar ve korkunç istila plancıları, Boğazlar ile Akdeniz”e çıkmak, Dicle petrollerine de konmak için, Türkiye”yi yıkacak usullere başvurmakta: Ansiklopedileri, Üniversite yayınları, aşırı solcu akımları ve yüz milyonlarca lira sarfiye yurdumuzu, yurttaşımızı parçalamaya çalışmakta; bu arada “kanı bizden,dini bizden donu (giyimi) bizden” diye söylenen halk deyimimizdeki gibi, her şeyi ile bir ve bizden olan milletimizi : Türk-Kürt ayrımı, Sünni-Alevi düşmanlığı, Sağcı-Solcu çatışması ve daha türlü türlü çökertici mikrop aşıları ile bölmeye, milli birlik ve bütünlüğümüzü bozmaya çalışmaktadır.

Tanrıdan korkan, insanlık ve ilim hassasiyeti olan, gerçekten milletini ve yurdunu seven Aydınlar, bu gibi düşman tesirlerinden kendilerini kurtarıp; gerçeği ve doğruyu seçebiliyor. Burada, engin Türk varlığının güçlü ve yaygın uruklarından birisini, yani kanımızdan ve canımızdan  olan Kürtlerin: tarih, dil, antropoloji, etnoloji/etnografya ve folklor bakımlarından gerçek köklerini, mahiyetlerini, bir konferansta sizlere arz ederken, gerekli gördüğüm bu Girişi uzattığım için, bağışlamanızı dilerim.*

KÜRT ADININ MANASI 

Asıl konumuza girerken, hiçbir İran veya Aryanı toplulukta görülmeyip, yalnız Türk ve Oğuzlar kolundan gelen urukların adı olan “Kürt” deyiminin, anlamından işe başlayalım. Başta Macar dilcileri olmak üzere, Türkologlar, doğru olarak “Kürt” adının, Türkçe “yatkın kar, sertleşmiş kar, yazın dağ başlarında bulunan ve geç eriyen kar” anlamına geldiğini belirtmişlerdir. Türkistan, Kırım ve Kafkas  İllerinde bugünde, “kar” anlamına kullanılan “Kürt” sözü, Azerbaycan  ile Anadolu”da, kışın insanı, hayvanı ve kızağı batırmaz derecede, tahta gibi sert kar yığını demek olan “kurtuk” (Ahıska, Artvin, Çorum, Kırşehir), “kürtük” (Kars, Erzurum, Erzincan, Sivas, Amasya, Malatya, Diyarbakır, Bitlis, Hakkari) ve “kürtün” (Kastamonu, Bolu, Edirne, Konya, Isparta*) deyimlerinde yaşamaktadır ki; bu sonuncular, dağların kuzey ve kuytu yerlerinde
yaz ortalarına kadar kalan kar anlamına gelmektedir.

Tipi veya boranın çukur yerlere doldurduğu ve sertleşerek uzun zaman kalan “kar yığını” anlamına da gelen “kurtuk-kürtük” ile, Orta Asya (Doğu) ve Kuzey  Türk dillerindeki “kar” demek olan “Kürt” sözü, yatkın ve sertleşmiş karın üzerinde yürünürken çıkan, “Kürt-Kürt” gibi sesten kalmadır.

Bundan 900 yıl önceleri yazılmış olan Kaş garlı” nın “Divanü Lügat”i Türk” adlı büyük sözlüğünde, Kürt” deyimi iki anlamda geçmektedir. :1-“At arpanı (arpayı) Kürt Kürt yedi” cümlesi misal veriliyor ve insanın “hıyar” (salatalık) gibi sert nesneleri yerken çıkarılan sese de “Kürt-Kürt” (şimdiki İstanbul ağzımızla “kütür-kütür”) deniyor ;

2- “Yay, kamçı ve değnek gibi (sert, dayanıklı) nesneler yapılan kayın ağacına da , “Kürt” dendiği belirtiliyor. Azerbaycan, Dağıstan ve Doğu Anadolu”da Çoban Hesabı (Takvimi) içinde “gücük” (Şubat) ayı sonundaki “üçüncü cemre” de “Kürdoğlu” veya “Kürdoğlu Kayada Kaldığı Gece” denilen sayılı bir gün vardır. İnanışa göre, bu sırada “Kürdoğlu, yarı geceye kadar soğuktan titreyip, diş dişe vururken, yarı geceden sonra, çağ (mevsim) dönüp, yer nefes aldığından, kışın dondurucu soğuğu sona erer; yazın
(İlk baharın) ilk saatlerinde başlar.” Bu yüzden Çıldır Gölü gibi, kışın kızaklar ve hayvan sürüleri geçen üzeri buzlanmış sulardan, artık hiç geçilmez. Bu “Çoban Hesabı” ndaki “Kürdoğlu” deyimi, halk inanışına göre,  “Kar Adamı”nın oğlu, Kar Oğlu” dur ve artık ondan sonra, “İnsanoğlu” nun bulunduğu bölgelerden uzaklaşıp, gözden yitermiş!

Biraz sonra göreceğimiz gibi, Kürklerin “Kürt” adlı uruğu, yazın tepesinde ve kuzeyde kar bulunan yüksek yaylaklarda yaşadıklarından, böyle anılmışlardır. Biz, bu adın eş anlamını, “Karluk” diye tanınan  Oğuzlarda da görmekteyiz. XIII. yüzyıldan kalma Uygurca yazılı “Oğuz Kağan Destanı” nda, Orta Asya’daki yüce Tanrı Dağlar bölgesinde yaşayan “Karluk” (kar-lık) Türkleri”ne bu adın, “kar içinde” yaşadıkları için Oğuz Kağan tarafından verildiği belirtilmektedir. Türkistan”ın güney kesiminde Afganistan’a değin yayılan Karluklar, 751 Talas Savaşı sırasında İslam Arapların tarafını tutarak, Çinlilerin  yenilmesini sağlamışlardı. Bu Karluk Türkleri”nin güneyde devlet kuran bir koluna verilen “Abdal” adının, kuzey-Hint  dilince, “karlık” (karlı yerde yaşayan) anlamına geldiği tespit edilmiştir. Çin kaynaklarında bunlara “Ye-ta/ Hu-ta”, 568’deki Bizans kroniklerinde “Heptalit” (=Haptal’lar) ve İslam Arap eserlerinde “Ha batıla” (Habtallar) denilmekte idi. Hintçe kaynaklar bunların, “Huna” (Hun Türkleri) soyundan geldiğini belirtir. 563-567 yılları arasındaki savaşlar ile Göktürkler ve müttefiki Sasanlı İranlılar, Tanrı Dağların doğu ve batısına yayılarak geniş bir imparatorluk halinde yaşayan bu Heptalit/haptallar/Abdallar Devletini yıkarak, aralarında paylaşmışlardı.

İşte bu Karluk/Abdal Türkleri kolundan bugün Türkiye”de Bingöl”den Silifke”ye ve Adapazarı”na kadar yer yer yayılmış olarak “Abdallar” veya “Abdalan” (=Abdallar) adıyla Kürtler, Zazalar, Türkmenler ve Yörükler topluluğu içinde, çoğu göçebe ve çalgıcı, oyuncu olarak tanınan oymaklar vardır. Köy adlarında da hatıraları yaşayan ve ana dilleri kür maçça, zazaca veya Türkçe olan Anadolu”daki bu Abdalan/Abdalların adının, “Karluk” (=karlı  dağ bölgesinde yaşayan) anlamından geldiği ve hepsinin Afganistan ile doğusundaki eski Haptallar’dan oldukları anlaşılmıştır.

Kısacası, hiçbir İran veya Hint-Avrupalı/Aryani topluluğunda bulunmayan “Kürt” veya buna benzer bir etnik topluluk, yalnız Moğolistan kuzey batısındaki Sayan Dağları”ndan Viyana”ya ve Sibir”den Basra Körfezine kadarki yerlerde yaşayan Türkler arasında, güçlü ve kalabalık bir uruk (kavim) olarak görülmektedir. Bunların adı da, tarihçi ve Türkologların belirttiği üzere, Türkçe’de “Kürt, Kürtlük, kürtün” deyimlerindeki gibi “sertleşmiş veya yaza da kalan kar yığını” anlamına gelmektedir. Azerbaycan ile Türkiye’de köylülerin : “Kürdün bir yanı dağ olmazsa yaşayamaz” biçimindeki atasözü ve Kars, Erzurum Halay türkülerinden birinde :

“Allah Kürdü yaratmış, Dağlar khali (boş) kalmaya” mısraları da koyuncu ve çoban Kürtlerin, karlı yaylaklar bölgesini severek, böyle yerlerde yaşamalarının hatırasından kalmadır. Oğuzların  bir kolu Tanrı Dağları bölgesi ve çevresinde “karluk” ve kuzey Hintlilerce “Abdal/Haptal” diye tanındığı gibi, Asya”nın kuzey ve batısında da, aynı anlamda “Kürt” (Karduk/Kortuk/Kortik ve Batı Sibir’de Kürdak varyantları ile) diye anılan Türk/Oğuz kolu tarih boyunca tanınmıştır.

I. BÖLÜM : Tarih Bakımından Kürtlerin Türklüğü 

Bizim araştırmalarımıza göre, M.Ö. VIII. Yüzyılda Orta Asya”nın doğusuna hakim Hunlar (Hiyung-nu) kolundan gelip, Tanrı Dağlar bölgesine yerleşerek burada “karluk” ve “Abdal/Haptal (Heptalit)” adıyla tanınan  Oğuzlara karşılık ; Saka (İskit) birliği içindeki Oğuzların karlı dağ/yaylak bölgelerinde  yaşayanlarına, “Kürt” ve bunun benzeri adlar verilmiştir. Yani, “Karluk/Abdal” urukları, Hunlar kolundan olup ; “Kürtler” ise , sakalar (İskitler) topluluğundaki yüce dağlar bölgesinde yaşayan Oğuzlardandır. Biz, tarih boyunca Sakaların ülkesinde başlıca beş ülke ve bölgede “Kürt” adıyla tanınan göçebe toplulukları görmekteyiz. Bunları, doğudan batıya ve kuzeyden güneye yayılış yönlerine göre, sırasıyla gözden geçirelim.

Yenisey Kürtleri :

Türklerin Sibir ve Avrupalıların Sibirya/Siberya dedikleri, Asya”nın bütün kuzeyini kaplayan geniş ülkelerin ortasından geçen ulu ırmağın adı, Türkçe Yenisey”dir.
Bu Yenisey Irmağı başlarında, Göktürklerin “Kögmen” dediği Sayan Dağları (En yükseği 3490 m.) arasında, küçük dağ gölleriyle donanmış çok güzel ve bol otlaklı yeşil yaylaklar vardır. Moğolistan”ın kuzeybatısı ile Baykal Gölü”nün batısında bulunan Yenisey başlarındaki bu toprakların doğu kesiminde, bugün Sovyet Rusya”ya tabi Tannu-Tuva adlı bir “Muhtar Türk Cumhuriyeti” vardır. Yüzölçümü 200 bin Km. tutan bu ülkede, ikinci Göktürk Kağanlığı”ndan  (681 yılından) önce yaşayıp, “Altı Oğuzlar”a” komşu bulunan
ve sürüler ile yılkılar besleyip geçinen “Kürt” adlı göçebeye bir Türk uruğu vardır.
Bu Yenisey Kürtleri, 650 yıllarından öce, daha doğrusu, Doğu Göktürkleri”nin 630-681 yılları arasında Çin İmparatorluğuna tabi bulunduğu sırada, güçlü bir “el-kan”lık (il-han)” kurmuştu. Sayan Atay Dağları çevresinde ve Yenisey başlarında yaşayan Türkler, Orkun Irmağı bölgesindeki Doğu Göktürkleri”nden kalma anıtlardaki yazıdan daha eski olup, “Yenisey Yazısı” denilen 39 harfli en eski Türk alfabesini kullanıyorlardı.

Göktürk veya Orkun yazısının eski biçimi sayılan yenisey Yazısı ile yazılı 32 mezar taşı  bulunarak okunmuştur; bunların hepsi Türkçedir. “Yenisey Yazıtları (Kitabeleri)” denilen bu anıt mezar taşlarının en uzun yazılanı, 12 satırlı olup, 650 yıllarından önce ölen “Kürt Elkan” lığı  hükümdarı “Alp Urangu” ya aittir ve ölünün ağzından Türkçe bir ağıt gibi yazılmıştır. Yenisey Irmağı”nın baş kollarından Elegeş Suyu boyunda bulunduğundan, “Elegeş Yazıtı” da denilen bu anıt, çok büyük bir bitevi taş yontularak üzerine yazılmış olup; yere gömülü bulunan bu taşın topraktan yukarısı, 320 santim boyunda ve en geniş yeri 60 santim enindedir. Bu koca taşı, Yenisey Kürtleri uruğu, kendi padişahları için mezar anıtı olarak dikmiştir. “Elegeş Yazıtı” nın 8. satırında, bizi ilgilendiren şu sözler yazılıdır:

“(Men) Kürt El-Kan  Alp-Urangu, altunlug keşigim bantım belde; El”im, tokuz-kırk yaşım.” 14. yüzyıllık bu Türkçe cümleleri, bugünkü dilimize şöylece aktarabiliriz : “(Ben) Kürt İl-hani (Padişahı) Alp-Urungu”yum, altından yapılmış okluğumu bağladım belime ; El”im (Devletim ve Milletim) ben 39 yaşımda öldüm.” 

100. Doğu boylamı bölgesinde Yenisey Kürtleri”nden ve 1300 yıldan önce kalan “Elkan Alp-Urangu” nun  yazılı mezar taşında, zengin hayvan sürülerinden de bahsediliyor ve buradaki “Kürt” adı güçlü uruğun, Türk soyundan olup, Türkçe konuşup yazdığını gösteriyor. Asya”nın bu kadar doğu ve kuzey kesimine, eskiden hiçbir İranlı ve Aryani kavim gelmemiştir. Yenisey başları, Türklerin Anayurdunun doğu kuzey kesimidir. Böyle iken, henüz mektep kitaplarımızda, bu Yenisey Kürtleri”nden hiç bahsedilmediği gibi, eski bir Rus diplomatı olan ve Çarlığın  son yıllarında başkent Petersburg/Petrograd (şimdi:Leningrad)  daki ”  Kürtler Masası Şefi” sıfatı ile, Rusların 1914-1917 arasında, Kars”tan İskenderun”a ve Tebriz”den Basra Körfezi”ne  ilerleyen ordularına, yol üzerindeki “Kürtler” den nasıl istifade edilebileceğini, gizli ve numaralanmış olarak basılan bir kitabında anlatan V. Minorsky”nin 1927″de İslam Ansiklopedisi”nin Avrupa dillerindeki nüshalarında yazdığı “Kürtler” maddesinde de, asla bu hususa dokunulmamıştır. Ne yazık ki, bu korkunç Türk düşmanı ve Rusların Kürtleri bizden ayırıcı faaliyetlerinin akıl hocası olan Prof.V. Minorsky”nin “Kürtler” makalesi, 1955″te çıkan Türkçe “İslam Ansiklopedisi” nde, olduğu gibi tercüme edilerek, basılmıştır!…Umarız ki, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Profesörleri, “Türk Ansiklopedisi” nin zeyil Cildinde, “Kürtler” üzerine doğru ve ilmi bilgileri vererek, bu açık ve korkunç hatayı düzeltsinler.

Beş Kürtlük bölgesinden en doğudaki olan bu Yenisey Kürtleri, sonradan doğudan gelen yeni göçlerin baskısı ile, batıya göçmüşler ve İrtiş Irmağı ile Tobol Suyu boylarına yerleşmişlerdir. Bu yeni yurtlarındayken, batıdan don Kazakları Hatamanı Yermak”ın 1581-1582’de İrtiş boylarını top ve tüfekli birlikleriyle, Ruslar hesabına  istilası ve Ortodoksluğu zorla yaymak istemesi üzerine, Türk Mollaları bunları XVI. yüzyıl sonlarında, İslam dinine kazandırmış ve Kam (Şaman) dinini bıraktırmışlardır. Son 400 yıldan beri bu eski Yenisey Kürtlerinin Batı Sibir’de torunlarına, “Kürdak” denildiği biliniyor. Çarlık çağında Ruslar bunlara resmen, “Tara-Tatarları” “Tobol Tatarları” ve yurtlarına da, “Kurdak- Heskaya Vosolt” derlerdi. Dilleri Türkçe”dir.*

Yenisey Kürtleri”nin, M.Ö. VII. yüzyılda doğuda Tanrı Dağlar ile Çin sınırına dayanan ve batıda Karpat Dağları ile Tuna Boylarına uzanan,güneyde Filistin ve Mısır kapılarına varan koca Saka/İskit İmparatorluğu”nun,kuzeydoğu ucundaki Türkleri teşkil ettikleri, anlaşılıyor.

Batı Türkistan veya Horasan-Afgan  Kürtleri :

Ortaçağ başlarında, İran”ı kuzeydoğu kesimi ile bugünkü Türkmenistan ve Afganistan bölgelerine “Doğu Ülkesi” anlamında Farsça “Khorasan” ve (Topkapı Sarayı-Oğuz Namesi”ndeki gibi) Türkçe “Gün doğusu-Genkyer” denirdi. Horasan”ın Doğu İran ile Bakı Afgan kesimlerine, burada yerleşen Saka Türkleri”ne göre İlk ve Ortaçağlarda “Secistan/Seistan” denilmiştir. İran destanlarında eşsiz bir pehlivan,yiğit olarak anılan Zal”oğlu Rüstem”de, işte bu Secistanlı Sakalar soyundandır. İstanbul Üniversitesinde “Umumi Türk Tarihi Kürsü Profesörü” olup, bu uğurda dünyaca tanınmış bir otorite sayılan Sayın Hocam Ahmet Zeki Velidi TOGAN, yazılı kaynaklardaki Horasan Sakaları dilinden kalma yer ve kişi adlarındaki Türkçe sözleri ayıklayıp ortaya çıkarmıştır.

4-5.Yüzyıllarda Sasanlılar, Horasandaki Merv ile Bavurd şehirleri çevresinde, (24 Oğuzlardan iki boyu teşkil eden) “Khalaç” adlı Türklerin göçebe olarak yaşadığını bildirirler. 591 yılında  Batı Göktürklerinin yardımı ile İran Devletine hakim olup, Bağdat yanındaki başkent  Ktezifon”da tahtı ele geçiren Horasan Sakaları”nın Arşaklılar kolundan Behram Çopin kardeşine,mensup bulunduğu uruna göre, “Kürdi” ve kız kardeşine “Kürdiyye” denildiğini, 915″te eserini bitiren ünlü İslam tarihçisi Taberi, İran kaynaklarından alarak bildirmektedir. İranlılığın koyu olarak yaşadığı  Taberistan”dan yetişen bu müellifin, Arapça”ya göre yazıldığı bu “Kürdi” ve bunun müennes (feminen) biçimdeki “Kürdiyye” gibi nispet bildiren sıfatlarla anılan kardeş ve kız kardeşin adları, İran tahtını zorla ele geçiren ve Sasanlı düşmanı olan Behram Çopin (Çüpin)”in de, Kürtlerden olduğunu gösterir. Bu yüzdendir ki, Bitlis Sancakbeyi  Şeref Han”da “İran Şahları” ndan “Behram Çübin”in, Kürtler Taifesi”nden” olduğuna işaret etmiştir. 

Ancak o tezi savunanların da yanlışlığı isbat edebildikleri bilimsel çalışmalar mevcut olmayıp,iddiaları tamamen dış kaynaklı verilere dayanmaktadır.Özetle bize sunulan dış kaynaklı bilgiler acaba neden revaçtadır takdirlerinize bırakıyorum.Yazı uzun olduğu için ilgilenenlerin dikkatine sunulmak amacı ile diğer bölümlerin adresi altta verilmiştir.


Tarih, Dil, Antropoloji, Etnografya, Etnoloji, Milli Destanlar, Gelenekler ve Folklor bakımından incelemeler sempozyumu

BDP ve Terör Örgütü PKK’ya 10 Maddelik Çağrımız


Lice’de çatışma: 1 şehit

Diyarbakır’ın Lice ilçesi Duru Jandarma Karakolu üs bölgesine teröristlerce yapılan saldırıda 1 asker şehit oldu, 6 asker yaralandı. Çatışmada 2 terörist öldürüldü.

Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak, yaptığı açıklamada, Diyarbakır-Bingöl karayolu
Hani yol ayrımında bulunan Duru Jandarma Karakolu’nun Narlı üs bölgesine terör örgütü PKK mensuplarınca roketatar ve uzun namlulu silahlarla saldırı düzenlendiğini ve üs bölgesine sızma girişiminde bulunulduğunu söyledi.

Güvenlik güçlerince karşılık verilmesi üzerine çıkan çatışmanın yaklaşık 2 saat sürdüğünü ifade eden Toprak, şunları kaydetti:

“Çatışma ile birlikte hemen bölgeye havadan ve karadan destek birlikleri
intikal ettirildi. Çatışmada ilk belirlemelere göre 1 askerimiz şehit olurken,
6 askerimiz de yaralandı. Yaralılar, helikopterlerle Diyarbakır’daki hastanelere getirildi. Çatışmada, üs bölgesine sızma girişiminde bulunan teröristlerden biri üs bölgesine yakın bölgede, biri de biraz daha uzakta ölü olarak ele geçirildi. Ölen teröristlerin sayısında artış olabilir. Bölgede havadan ve karadan operasyonlar sürüyor.” (AA, 2.11.12)
===================================================

BDP ve PKK TERÖR ÖRGÜTÜNE -10 Maddelik- ÇAĞRIMIZ……

Bir yandan cezaevlerinde açlık grevi bir yandan PKK eliyle pres politikası..

Ne denli klasik..

Jandarma karakoluna, roket atarak, asker öldürme kastı ile..

Devlet aklını teslim almak için??

Emperyalizm güdümünde bir “mücadelede” devleti en azından eşdeğer silahtan “mücadeleden” alıkoymak ve sözde “müzakereye” = isteklerini kabule zorlamak..

  • Artık bu acılı ve bildik oyunun bitmesi gerekiyor.

Terör örgütü PKK apaçık şunları kabul ve ilan edebilir mi ?

1) Tüm dış destekleri reddediyor ve ilişkimi kesiyorum
 = Emperyalizmin maşalığını bırakıyorum.

2) Koşulsuz silah bırakıyor ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin
toprak ve ulus bütünlüğüne 
saygımı bildiriyorum.

3) Türkiye Cumhuriyeti devletinin toprak ve ulus bütünlüğü
kapsamında, üniter devlet
yönetimiyle çelişmeyecek düzeyde,
sosyal ve kültürel haklarla yetineceğim. 

4) Dilimi ve kültürümü sosyal-kültürel alanda kullanıp geliştirme
hakkımı yeterli buluyor, 
kamusal alan için dayatmamı
geri çekiyorum.

5) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt kökenli “Türk” yurttaşı olarak
kalacağım; 
Kopenhag Ölçütleri çerçevesinde haklarla yetineceğim;
azınlık statüsü istemiyorum.

6) Net biçimde federasyon, özerklik – özerk bölge istemlerimi
geri çekiyorum. “
Tek millet – tek bayrak- tek devlet – tek resmi dil”
kabulümdür.

7) Emperyalizmin maşalığını yaparak özgürlük mücadelesi
sürdürülemeyeceğini
anladım.. Emperyalizmin tarihinde
hiçbir halka özgürlük sağladığının örneği
olmadığını da gördüm.  

8) Çözümün Türk – Kürt kardeşliğinde olduğunu kalleş bölücülerin
bizi onyıllardır iğrenç
biçimde kullanageldiğini, onbilerce can
kaybı verdiğimizi ama bunu çözüm
üretmediğini gördüm.

9) Tabandaki, bölgenin Kürt kökenli insanlarının gerçekte bölünme ve
Türkiye’den
ayrılma niyetleri olmadığını kabul ediyorum.
PKK-BDP olarak seçimlerde aldığım oyla Kürtlerin gerçek
temsilcisi olamadığımı görüyorum. 

 10) Başta can alan terör olmak üzere, benzer dayatmaları
sürdürürsem bunun e
mperyalizmin asıl isteği olan iç savaş
ortamına Türkiye’yi sürükleyeceğini, bedeli
çok ağır olarak
Kürt ve Türk insanlarımızın ödeyeceğini, bu kanlı oyunun da

Türkiye’yi bölmeye yetmeyeceğini sonunda anladım.


Sevgi ve saygı ile.
02.11.12, Ankara 

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net