Amiral Erdağ’ın günlüğü

Amiral Erdağ’ın günlüğü

????????????????????????????????????????????????????????????

Naci BEŞTEPE
E. Tümg.
1.2.16

Tuğamiral Turgay Erdağ’ın “Bir Amiralin Hapishane Günlükleridlı kitabını elimden düşürmeden okudum. Silivri’de yaşamış gibi oldum. Sık sık duygu yüküm doldu taştı.

SİLAH ARKADAŞLIĞI

Komuta kademelerinin gerekli desteği vermemesi yanında, emekli-muvazzaf
silah arkadaşlarının etkisiz ve tepkisizliği üzücüydü. Özellikle Hasdal Askeri Cezaevi yönetimi ile Silivri’deki jandarmaların (şüphesiz hepsi değil) davranışları unutulmaz izler bıraktı.
Bir örnek;

Korg. Hayri Güner Silivri’de ani rahatsızlık geçirir ve anjiyo yapılır.

Gerisi kitaptan.

Doktorlar anjiyodan sonra Hayri General’in tetkik için hastaneye yatırılmasına karar vermişler. Hayri General mahkum koğuşuna götürülmüş. Adı üstünde mahkum koğuşu,
koğuşun penceresi de kapısı da kilitli tutulacak, bütün parmaklıklar kapalı tutulacak,
bütün çıkışlar demir parmaklıklı olacak. 
Bir üsteğmen ve iki er, kaçmaması veya kaçırılmaması için Hayri General’e refakat etmiş. General terör suçundan dolayı tutuklu çünkü.
Mahkum odasına yerleştirilen, yorulmuş ve psikolojik olarak kendini kötü hisseden
emekli general üsteğmenden rica etmiş,

– ”Üsteğmenim, kalp spazmı geçirdim, nefes almakta zorlanıyorum, mümkünse kapı biraz aralık kalabilir mi?”

Üsteğmen cevap vermiş, “Mümkün değil,  kurallara aykırı.”

Hayri General “Camı aralayalım o zaman” diyerek talebini biraz yumuşatmış.
Yanıt aynı olmuş, “Mümkün değil. Kurallara aykırı”

Üsteğmen genç, göreceli olarak deneyimsiz. Komutanlarının yaptıkları ve yapamadıkları ile kıyaslanınca davranışı doğal bile karşılanabilir. Öykünün devamını okuyunca hak vermek
biraz zorlaşıyor. Silivri’nin ilk günlerinde rütbe farkı olmaksızın herkes koğuşları temizliyor. Sıra koridora geliyor. Komutanlar temizliğe başlıyorlar. Kitaptan devam edelim;

Biraz sonra koridorun ucunda ellerinde paspaslar ile koşarak gelen gardiyanları görmüşler. Gardiyanlara,

”Arkadaşlar her taraf kamera dolu. bize  yardım ettiğinizi görürlerse size kızarlar” diye uyarıda bulunmuşlar. Gardiyanların yanıtı ise hepsinin gözlerini yaşartmış;

“Komutanım bu devlet size bunu yaptı ya… Bize bir şey olmaz.”

HEM YAZAR HEM ŞAİR

Amiral Erdağ’ın anlatımı yanında şiirleri de usta işi. Çok etkilendiğim bir tanesini aktaracağım.

KUŞLAR GEÇTİ

Bugün kuşlar geçti üzerimden.
Yeşil, sarı tüyleri,
    yaylanarak uçuşları,
            her kanat çırpışta ötüşleriyle.

Bugün kuşlar geçti üzerimden.
Peşlerinden, yemyeşil çayırları
                       aştığım günlerdeki gibiydiler.
Çocukluluğumun sevgilileri,
              sakalar, fluryalar, isketeler.

Bugün kuşlar geçti üzerimden.
Özgürlüğün keyfiyle kanat çırparak,
Silivri zindanlarının havalandırmasında,
      beni çocukluğumla baş başa bırakarak.

UNUTULMAZ

Değerli silah arkadaşım Tuğamiral Erdağ’ı kutlarım. Kumpası, cezaevini,  hukuksuzluğu, arkadaşlığı ve ihaneti, korkuyu ve cesareti, duyguyu ve gerçeği halı gibi dokumuş.
Hiçbiri unutulmamalı.
KUMPASDER’e çok iş düşüyor.
Kumpasa düşenlere ve avukatlarına da.

*****

PAZARTESİ İĞNELERİ

MEVZUAT

RTE kaymakamlara; ”Yeri geldiğinde koyun mevzuatı bir kenara” 
Koyan koyana…

YEMİN

RTE, Leyla Zana’yı yemin etmeden kabul etmeyecekmiş. 
Ha yemin etmemiş, ha etmiş çiğnemiş …

KUMPAS

Arınç’a suikast davası da kumpas çıktı. 
Suikaste bile değmeyeceği açıktı…

=========================================

Dostlar,

Duyarlı insan E. Tümg. Naci Beştepe dostumuzun bu kitabı tanıtması çok yerinde oldu :

Tuğamiral Turgay Erdağ’ın “Bir Amiralin Hapishane Günlükleriadlı kitabı..

Biz de kendisi gibi elimizden düşürmeden okuyacağız. Sayın E. Tuğa. Turgay Erdağa
biz de teşekkür ederiz tarihe tanıklığını yazarak belgeselleştirdiği için..

Ünlü Latin atasözüdür..

  • Verba volent scripta manent (Söz uçar yazı kalır)Biz de bu bilinç ve sorumlulukla, yoğun çalışma tempomuzda bu siteye yıllardır her gün
    birkaç saat ayırmak zorunda kalıyoruz..  Aydın sorunluluğu..

    İnsan yazdığıdır ya da yazdıklarıyla insandır..
    İnsanlığı yazı kurtaracak…

    Öyleyse yazmaya devam..
    Ama ağır sorumlulukla; akla-bilime dayalı, barışa – sevgiye bezeli..
    Umut veren, deneyim paylaşan, düşündürten ve sorgulatan..
    Özetle insanın aklını özgürleştirerek ona en büyük armağanı verecek hedefle..
    Kadim İmmanuel Kant‘ı da hürmetle anarak :

    Sapere aude.. sapere aude.. (aklını kullan.. aklını kullan..

Bu arada KUMPASDER girişimi de son derece yerinde.. Başarılar dileriz.
Yapacakları  öyle çok önemli iş var ki.. Şimdiden saygı ile selamlarız..

Sevgi ve saygı ile.
2 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE  (*)

portresi

 

Suay Karaman

 

 

Değerli katılımcılar,

Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerin ışıklar içinde yatarak, bizleri aydınlattığı inancıyla hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum.

Cumhuriyet yönetimi, eski tüzükle yönetilen Darülfünun’u Cumhuriyet Devrimlerine uygun bir şekle getirerek, 1 Nisan 1924’te 493 sayılı yasayla İstanbul Darülfünunu’nu kurmuştur. Genç Cumhuriyet yöneticileri, Darülfünun’dan çok şey beklemişler ancak beklediklerini bulamamışlardır. İstanbul Darülfünunu, genç cumhuriyet aydınlanmacılarının beklediği iyileşmeye, gelişmeye ve ilerlemeye ulaşamadığı gibi, yapılan pek çok devrime ya sessiz kalmış ya da karşı çıkmıştır. İşte uğursuz üniversite böylece ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu yüzden eğitim alanında köklü değişiklikler yapılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 Üniversite Devrimi ile yeniden kurulan üniversite, özerk bir yapıya kavuşmamasına karşın belirli dönemlerde atılımlar yaparak, bilimsel niteliğini ve devrimci çizgisini yükseltmiştir.

18 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılarak, üniversiteler hem bilimsel, hem de yönetsel özerkliğe kavuşmuş ve yönetimde katılımcılık ilkesi getirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 28 Ekim 1960’ta çıkarılan 115 sayılı yasa ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilerek, katılımcı yönetimi ve demokratikleşmeyi artırıcı nitelikler sağlanmıştır. Üniversitelerin özerk oluşları da, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 7 Temmuz 1973’te, hem antidemokratik, hem demokratik hükümler içeren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Antidemokratik hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, önceki yasalara göre en özgürlükçü yasa konumuna gelmiştir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Bu yasayla çağdaş, demokrat ve özerk üniversite yok edilmiştir. Üniversitelerimiz 35 yıldır bu yasayla yönetilerek, uğursuz üniversiteye kalıcı geçiş sağlanmıştır. Bu YÖK dönemini uğursuz üniversite olarak anmak yanlış sayılmaz. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tümden ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Şimdi bu uğursuzlukların bazılarını yakından görelim.

YÖK’ün kurucusu ve 1981-92 arasında on bir yıl YÖK Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı döneminde üniversiteler açık açık doğranmıştır ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verilmiştir. İhsan Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yapmış, bilimden ve aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açmıştır. İstediği kişilerin, sahte jüri kurarak doçent olmasını bile sağlamıştır. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, Bilkent Üniversitesi adıyla ilk özel üniversiteyi kurmuştur. Böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atılmıştır.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ilk basımı 1952’de 14. ve son basımı 2000 yılında yapılan “Annenin Kitabı” başlıklı bir çocuk bakım kitabı bulunmaktadır.  Bu kitabında ABD’li bilim insanı Dr. Benjamin Spock’un (1902-98) ilk baskısı 1946’da yapılan “Çocuk Bakımı ve Eğitimi” (Baby and Child Care) adlı dünyaca ünlü kitabından, kaynak göstermeden alıntılar (aşırma/intihal) yaptığı, ilk kez 29 Kasım 1981 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu tarafından yazılmıştı. Bu olayın hukuksal süreci 10 Mayıs 2006 tarihinde Doğramacı lehine sonuçlanmıştır ancak vicdanlarda Doğramacı aklanmamıştır. Bu işin peşini bırakmayan Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 15 Nisan 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığı davayı kazandı ve İhsan Doğramacı’nın aşırma (intihal) yaptığına karar verildi. İşte böyle bir kişinin üniversitelerin başına geçmesi, uğursuzluk olarak değerlendirilmelidir. Bu olaydan cesaret alarak, günümüzde de birçok akademisyen aşırma yapmaktadır ve uğursuz üniversitede artık aşırma olağan sayılmaktadır.

Gericiliğe ve tarikatlara bırakılan üniversitelerde imamların da içinde olduğu bazı gruplar, etkinliklere katılmaya başlamıştır. 1994’te Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz yapmış ve şunları söylemişti: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış ve küçük düşürmüştü. Ancak tepki veren olmaması, uğursuz üniversitenin hızla yayılmasını sağlamıştır.

Şimdi sizinle ilginç bir örnek paylaşacağım. 2006 yılında TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. unvanıyla işe başlayan, Çin Halk Cumhuriyeti, Sincan Uygur özerk bölgesinden gelen Alimcan Ziyai adlı bir kişi aynı zamanda üniversitede rektör danışmanı oldu. Bu unvanlarıyla birçok yerde konferanslar veren bu kişinin, Urumçi Üniversitesi ile yapılan yazışmalar sonucunda, lisans eğitiminin bile olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden TOBB ETÜ Rektörlüğü tarafından 2008 yılında görevine son verildi. Bu kişi daha sonra Nisan 2009’da Gazi Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksekokuluna, Eski Çince Eğitimi için Yrd. Doç. kadrosuyla alınmak istendi. Ancak jüride bulunan Çin’in Sincan Uygur özerk bölgesinde doğmuş ve Xinjiang Üniversitesi Tarih Fakültesinden mezun olan Doç. Dr. Varis Çakan, Urumçi Üniversitesi ile yazışarak, Alimcan Ziyai’nin makale ve evraklarının sahte olduğunu ve diploması olmadığını belgeleyerek, geçer not vermedi. Bunun üzerine Doç. Dr. Varis Çakan jüriden çıkartılarak, yerine Konya Selçuk Üniversitesi Türk Dili Bölümünden Yrd. Doç. Dr. başka bir akademisyen atandı. Böylece Alimcan Ziyai, Mart 2010’da Gazi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Çince bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak göreve başlatıldı, hem de hiçbir belgesi olmadan! Üstelik 2547 sayılı YÖK yasasına göre, profesör olarak atanan bir kişi, başka bir üniversiteye yardımcı doçent olarak atanamazken…

Günümüzde uzmanlık alanının dışında ders veren, bilgisiz ve yetersiz birçok akademisyenlerin olduğu uğursuz üniversitelerde, sahte diplomaların ve unvanların uçuştuğu, merkezi sınavlarda sahteciliklerin yapıldığı, bilimin nasıl film haline getirildiği, tüm değerlerin para ile ölçüldüğü bir ortamda öğrencilerin bilgi ve kültür düzeylerinin en alt düzeylerde yetiştirildiği tüm açıklığıyla görülmektedir. Aile şirketi gibi olan üniversiteler de vardır; ailenin tüm bireyleri aynı üniversitede akademisyen olarak ya da idari kadrolarda görev yapmaktadırlar.

Sabancı Üniversitesi’nde Prof. Dr. Cemil Koçak, velilere verdiği konferansta “Aslında onbaşı bile olamaz” dediği büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk için şunları söylemişti: “Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer; Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti.” Ülkesinin yakın tarihini bilmeden tarih konferansı vermeye kalkan böyle bir profesör ile bu akademik unvanları böylelerine verenler, uğursuz üniversitenin görüntüsüdür.

Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fikret Adanır, Hamburg’daki bir panelde sözde Ermeni soykırımını kabul ettirmek için tarihimizi ve arşivlerimizi kirleterek, Türkiye’ye, Osmanlı’ya ve Türkler’e iftira kusarak; “Türkler soykırımı yapmasalardı ulus olamazlardı..” gibi gerçek dışı söylemlerde bulunmuştu.

Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bertil Emrah Öder, “Yeni Anayasa’dan Türklük kalkmalı. Anayasa’nın temeli din olmalı” demişti. CHP parti meclisinin eski üyesi ve Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışma grubunda olan Bertil Emrah Öder, laiklik kavramının tartışmaya açılmasıyla özgürlükler alanının genişleyeceğini ileri sürmüştü.

Koç Üniversitesi’nin düzenlediği “Öz yönetim nedir?” konulu panelde konuşan HDP milletvekili Sabahat Tuncel, PKK teröristlerinin kazdıkları hendekleri savunarak, bu hendekleri neden kazdıklarını ve bu bölgelerde öz yönetimin nasıl geliştirildiğine ilişkin fikirlerini aktardı.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen paneldeki konuşmasında; “Hendekler yeni mücadele mekanizmalarıdır. Özyönetim öz savunmayla gelir” ifadesini kullanarak, teröristlerin kazdığı hendeklere övgüler yağdırdı. Bu gibi panellerin olduğu uğursuz üniversitelerden ve diğer uğursuz üniversitelerden bazı uğursuz akademisyenler de, yayınladıkları bildirilerle, PKK terör örgütüne desteklerini sunmuşlardır.

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı’nın, Tayyip Erdoğan’ın elini öpmek için yerlere kadar eğilmesi, üniversitelerin ortaçağ karanlığındaki medreselere doğru kayarak, uğursuzlaştığını göstermesi açısından önemlidir. Muş, Alpaslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç; “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar..” diyerek ODTÜ yönetimini hedef alan söylemleri de uğursuz üniversite içinde değerlendirilmelidir.

Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu’nun, çocuk pornosu arşivlediği ortaya çıkarılmıştı ve bu akademisyenin yabancı dergilerde tek bir yayını olmadan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine atandığı belirlenmişti. Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir: “Kadın yüzünü de kapamalı, Kadının evden çıkması caiz değil, Saç boyama caiz değil, Parfümlüye cennet haram, Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”

Şimdi Diyanet İşleri Başkanı ki kendisi de akademisyendir, uğursuz üniversitelerde bir moda başlattı: her üniversiteye cami yapımı kampanyası. Bilim yuvalarına, ibadet yerleri yapılması için düğmeye basıldı ve uğursuz üniversiteler cami yapma yarışına başladılar. Hatta Ege Üniversitesi kampüsünde cami yapılabilmesi için imar planında değişiklik bile yapıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in; “Sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekün bir savaşın içine soktu.” söylemi, aklı örümcek ağıyla sarılmış bir ilahiyat profesörü için normal görülebilir. Aydınlanma Devriminden payını alamayanların bulunduğu uğursuz üniversite, ülkemizi hızla ortaçağ karanlığına sürüklemektedir.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan insanlıkla, vicdanla, ahlakla bağdaşmayacak açıklamalar gelmektedir. Laik ülkede fetva adı ile topluma yutturulmak istenen bu saçmalıklardan bazıları şunlardır:

  • Nişanlılar el ele tutuşamaz,
  • Müslüman bir kişi Alevi bir kızla evlenemez,
  • Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir.Ülkemizde 196 kamu ve özel üniversite bulunmaktadır ve içlerinde 86 ilahiyat fakültesi vardır. Bu fakültelerde üç binin üzerinde akademisyen çalışmaktadır. Ama hepsi uğursuz üniversite üyesi olduğu için, bu saçmalıklara seslerini çıkartamamaktadırlar.

Uğur Mumcu’nun 27 Haziran 1975’te Kanıksamak” adlı yazısında “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlığını yitirmesidir. Yaşadığımız olaylar demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. Unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar.” sözlerini anlayamayan uğursuz üniversite ve akademisyenleri ile sorunları aşmak olanaksızdır.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türban ile bugün yükseköğretimde derslere girmek yasaktır. Bu konuda Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Öbür benzer davaları da sürmektedir. Uğursuz üniversite budur işte.

YÖK’ün ağır baskısı sonucunda, üniversite personeli suskun duruma getirilmiştir. Ülkemizde hukuk yok edilirken, hukuk fakültelerinden ses çıkmamaktadır. Sanat katledilirken, güzel sanatlar fakültelerinden ve konservatuvarlardan ses duyulmamaktadır. Buna benzer daha birçok örnek sıralanabilir. Her şeyin para karşılığı olduğu bu uğursuz üniversitelerle, ülkemizin aydınlığa kavuşacağına inananlar, en basit deyimle saftırlar.

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren yer değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya çalıştıran, bunun için de düşünme alışkanlığı veren yerdir. Uğursuz üniversiteler, Uğur Mumcu’nun fikirlerini özümseyen yurtsever akademisyenlerle aydınlanacak, uğurlanacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmamalıdır, Atatürk’ün ilke ve devrimleri yolumuzu aydınlatacaktır. Uğurlu, aydınlık ve çağdaş üniversitelerde buluşmak üzere hepinize saygılarımı sunuyorum.

İlk Kurşun Gazetesi, 1 Şubat 2016.
(*) 23. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 28 Ocak 2016’da TÜMÖD’ün düzenlediği “Uğur’suz Üniversite ve Gençlik” adlı etkinlik konuşması.

======================================

Dostlar,

23. Adalet ve Demokrasi Haftasını dün kapatmıştık.. Ancak çok değerli dostumuz, düşün ve eylem insanı, 27 Mayıs Devrimcilerinden Suphi Karaman‘ın oğlu Gazi Üniversitesi Öğr. Gör. sevgili Suay Karaman‘ın yukarıdaki yazısını paylaşmadan edemezdik. Bize bu gün ulaştı ve bu çok önemli derlemeyi mutlaka site okurlarımıza sunma gereği duyduk. Bu yazı, tarihçileri açısından önemli bir not düşeüme işlevi de taşıyor. Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD’ün Genel Yazmanı olan Sayın Suay Karaman’a salt yüreklilikle konuşmakla kalmayıp bir de konuşma içeriğini yazılı metne dönüştürdüğü ve yayımlayarak paylaştığı için teşekkür etmeliyiz ve ediyoruz..

Biz de bu sürece yakından tanıklık ettik. 1971’de 4936 sayılı Üniversiteler yasasına göre tıp öğrencisi olduk. 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler yasası sürecinde tıp eğitimimizi tamamladık ve asistanlığımızda Ankara’da TÜMAS üyesi olduk.. 12 Eylülcüler 2547 sayılı YÖK düzenini getirdikten sonra (6 Kasım 1981) 1988’de İdari Yargı kararıyla Üniversite’ye atanarak öğretim üyesi olduk.. Sistemle boğuşa boğuşa ilerledik.. Doçentliğimiz de yargı kararıyla alınabildi.. Bu 2 süreci değişik zamanlarda sitemizde yazdık. Doğramacı biz Hacettepe’de öğrenci ve asistan iken rektör idi.. Öğretim üyeliğine başladıktan sonra  da yıllarca YÖK başkanı olarak gene “patronumuz” (!) idi.. Tanık olduğumuz öyle çok olay var ki.. Zaman zaman bu sitede yansıttık. Emekliliğimiz yaklaştı (Kasım 2020) ama özerk – özgür bir üniversitede keyifle çalışamadık. Özgürlük alanımızı, dğerlerimizi bizler yaratmaya, genişletmeye çabaladık hep..

Yitiren ülke ve kuşaklar olmuştur ve giderimi (telafisi) neredeyse olanaksızdır.
Ancak AYDINLANMA kazanacaktır yine de.. Bizler, Mustafa Kemal’in çocukları olarak;

15 Temmuz 1921, Sakarya Savaşı sürerken Ankara’da Maarif Kongresi toplayan Mustafa Kemal Paşa’nın şu yönergesi (direktifi) rehberimiz oldu, olmayı sürdürecek :

  • “Ulusal bir eğitim programından söz ederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Batı’dan ve Doğu’dan gelen yabancı etkilerden uzak ve ulusal yapımızla uyumlu bir kültür kastediyorum.”

    Büyük ATATÜRK‘ün 1 Kasım 1937 TBMM konuşmasındaki sözleri de :

  • “..Büyük Davamız, en uygar ve en kalkınmış Millet olarak varlığımızı yükseltmektir.
    Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü, bir inkilap yapmış olan Büyük Türk Milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek zaruriyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu nedenle, okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketinin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanı yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı ağır zorunluluklardır.

    İşaret ettiğim ilkeleri, Türk Gençliğinin beyin yapısında ve Türk Milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca görevdir..”

Sevgi ve saygı ile.
1 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Otoriterliğe karşı bir kampanya önerisi

Otoriterliğe karşı bir kampanya önerisi

Orhan Bursalı
Cumhurbaşkanı başkanlık rejimini bu ülkeye kabul ettirebilmek için propaganda ve kampanyasını adım adım tırmandırıyor. Son olarak bir eşik daha atladı ve ülkemizde otoriter bir rejimi yerleştirmek için oluşturulduğu açık olan yandaş derneklerin Yeni Anayasa Platformu’nun ilk toplantısında net açıkladı: Kuvvetler Uyumu’da dayalı bir başkanlık rejimi…

Biz bunun böyle olduğunu yazıp çizerken, bize nereden çıkartıyorsun, başkanlık sisteminde de denetleme, fren sistemi vardır diyenlerin yüzlerini görmek isterdim.
Evet kuvvetler ayrılığını gözeten değil; başkanlığı denetleyecek ve dengeleyecek bir başkanlık sistemi değil…
Tüm kuvvetlerin, yani yasamanın ve yargının, varsa geride başka kuvvetlerin hepsinin, başkanlıkla, yani Recep Tayyip Erdoğan’la uyum içinde çalışacağı, onun emir ve talimatları çerçevesinde hareket edeceği, kararlar alacağı ve uygulayacağı bir otoriter rejim…
Bana göre böyle bir rejimin adı faşizm veya faşizme çok yakındır, her şeyi tek adamın dudakları arasına verir. Örnekleri, bazı Latin Amerika ülkeleri, bazı Türki cumhuriyetler ve geçmişte
daha eskiye giderseniz diktatörlükler, büyük otoriter rejimlerdir.
Bunlar arasından Hitler ve Mussolini’ler çıkmıştır.
  • Cumhurbaşkanı’nın, başkanlık ve üniter devletin bir arada bulunabileceğine örnek olarak
    Hitler Almanyası’nı göstermesi, ne bir dil sürçmesiydi ne de sıradan bir örnekti.
Farklılıklar derinleşiyor

Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında var olan ve yazıp çizdiğimiz derin görüş farklılıkları,
net olarak ortaya çıktı.
Biz, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın dile getirdiği Başkanlık Sistemleri’nin birbiriyle ilgili olmadığını, aralarında büyük farklılıklar olduğunu söyledik.
Davutoğlu, dengeleme ve denetleme sistemlerine dayalı bir başkanlığa evet demektedir,
aslında asıl istediği ise (bugünkü) başbakanlığa dayalı parlamenter rejimdir. RTE ve adamlarının parti içindeki gücü nedeniyle, Başkanlık Sistemi’ne evet demektedir. Fakat nasıl bir başkanlık sistemi olabileceğini de tarif ederek.

Şimdi Davutoğlu’nu izlemeye alın. “Kuvvetler uyumu”nu öngören bir sisteme evet diyecek mi. Evet demesi, kendi ipini çekmesi anlamına gelir. O takdirde dayatılana boyun eğmiş demektir.

İki merkez arasında gerilim
İki merkez arasında giderek adım adım büyük bir pozitif-negatif enerji biriktiğini şimdilik söylemekle yetineyim. Aynı zamanda Ankara’dan gelen kulis bilgileri de Başbakanlık ve çevresinde rahatsızlığın giderek arttığını gösterir niteliktedir.
Bu konuyu yarınki yazımda işleyeceğim.
RTE’nin “Türk tipi” ve “milli anayasa” gibi, bize göre ülkemizdeki demokrasi kırıntılarını da silip süpürecek, evrensel ilkeleri öngörmeyen, ülkenin en bağnaz düşüncelerine yaslanacak bir anayasa isteği piyasaya sürüldü. Bu da ayrı bir makale konusu.
Şimdi saflar iyice belirginleştiğine, RTE ülke çapında büyük bir “kuvvetler uyumlu otoriter bir lider” kampanyasını başlattığına göre, muhalefetin yapacağı önemli bir iş vardır.
Tabii ortada gerçek anlamda bir muhalefet varsa!

Karşı anayasa kampanyası
O da şudur: Derhal parlamenter rejimi savunan, uyumlu başkanın ne anlama geldiğini, uzun süreli ve düzenli kampanya, toplantı, panel, TV programları, gazete yazıları ile bir KARŞI-ANAYASA KAMPANYASI örgütlemektir.
RTE kendi programını resmen açıkladı.
Muhalefet ise Meclis’te anayasa komisyonunda “yeni anayasacılık oyunu” oynamaya hazırlanıyor. Önceki yazılarımda bunun bir büyük aldatmaca olduğunu vurgulamıştım.
Anayasa millet önünde oynanıyor. Büyük bir güç milleti büyük bir baskı gücü olarak kullanarak otoriter bir rejimi Meclis’in içinden ve üzerinden geçirmek için start verdi.

  • Otoriter güç, PKK saldırılarını, cinayetlerini ve buna karşı savaşı da,
    bu başkanlık kampanyasının parçası olarak görüyor.


    RTE’nin isteği belli, peki SİZ NE İSTİYORSUNUZ?


    Koyun gibi çarmıha gerilmeyi mi?
    ====================================

    Dostlar, 

    Sayın Bursalı’nın makalesine ekleyeceğimiz bir şey yok..Tayyip bey ama bilerek ama bilmeyerek meramını açık etmiştir.

    “Türk tipi Anayasa – Başkanlık” sözleri milyonlarca az eğitimli – az okuyan yurttaşa dönük bir sözel zihinsel (retorik) tuzaklardır.

    “Kuvvetler Uyumu” söylemi, tam da Tayyip beyin bakışından – duruşundan ne yapması gerektiğini çıkaran uysal – terbiye edilmiş sözde “erkler” in tam biatıdır. Bürokrasi gibi!

    Yasama – Yürütme – Yargı Erkleri (3 Kuvvet) Tayyip bey ile “uyum” içinde çalışacaklardır!

    Bu istem ve model irrasyoneldir (akıldışıdır) ve kabul edilmesi olanaklı değildir,
    çünkü demokrasiye aykırıdır!..
    Tek adam yönetimi ile totaliter – otoriter hatta despot bir sisteme hızla sürükelenir Türkiye.
    Dahası, Mussolini İtalyası ve Hitler Almanyasından daha beter olarak “Türk tipi faşizm”
    yeşil renkli / soslu olur. Yani dinci faşizm olur! Türkiye Ortadoğu’nun 2. Suudi Arabistanı olur..

    Biraz hava atıp (!) İngilizcesini söyleyelim : King Erdogan’s Turkey..

    “Olmaz olmaz!” demeyin; olmaaaz, olmaaaz..

    Sevgi ve saygı ile.
    1 Şubat 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

Prof. Hatemi : “Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum.”

“Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum.”

İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Hatemi,
“Ben hükümete hâlen de düşman değilim. Ümidi kaybetmek demek, düşmanlık değildir.
Acımak demektir. Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum.” dedi.

12 Eylül döneminde görevden uzaklaştırılan 1402’lik akademisyenler arasında yer alan ve şu an İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde dersler veren Hatemi, son günlerde gündemde olan ‘barış bildirisi’ hakkında Aksiyon’dan Tuğba Kaplan’a konuştu. İşte Hüseyin Hatemi’nin iktidar, Hasan Karakaya, Hilal Kaplan ve Ak trollerle ilgili sorulara verdiği cevaplar:

“AKADEMİSYENLERE BÖYLE BİR LİNÇ HAVASI YARATILMASINI İSTEMİYORUM”

-12 Eylül döneminde Aydınlar Bildirisi’ne imza atmak isteyip de atamadığınızı söylediniz. Şimdilerde akademisyenlerin barış bildirisi tartışılıyor. Bu bildiri sizce neden bir anlamda infiale yol açtı?

“Yurtdışına oğlumun göz tedavisine gidip geldiğim için çıkış ya da pasaport sorunu olmasın diye imzalayamamıştım o metni. Ama bugün akademisyenlerin ‘barış bildirisi’ni imzalamam için kimse teklifte bulunmadı. Güneydoğu’da üzücü olaylar oluyor. Hukuk devleti, terörle mücadele etmek zorunda. Bildirinin bütününü okumadım. Ama yanlış olan endişe belirtmek değil. Sanki biraz terörle mücadeleye gerek yokmuş gibi bir havada yazılmış. Kasten yapıldığı zannedildiği için infiale yol açtı. Bu aydınlar içinde hukukçu yok. Bunu insanlık görevi olarak gördükleri için imzaladıklarını düşünüyorum. Ama zaten tozdan dumandan ferman okunmadığı, herkesin birbiriyle vuruşturulduğu bir sırada, yabancı kötü niyetli odaklara fırsat verecek bir üslup kullanılmasa çok daha iyi olurdu. Üslup kötüydü. İnsancıllığını, hümanizmini göstermek için imzalayanlar, kötü niyetle bu imzayı atmış değil. Üzülüyorum olanlara. Şimdi bunu bana getirselerdi, üslubu dolayısıyla imzalamayabilirdim. Olağanüstü hâllerde yangına körükle gitmemek için, iki tarafın da yumuşak üslup kullanması lazım. Akademisyenlere böyle bir linç havası yaratılmasını istemiyorum. Çünkü bundan sonra herkes ağzını açmaktan korkar üniversite çevrelerinde.”

*****
“12 ÖLÜM TEHDİDİ ALDIM”

“‘Mağdur Müslüman gençlik, Hitler’in faşist gençliğine dönmeye başlıyor.
Aldığım hakaret ve tehditler düzineyi geçti.’ diyorsunuz.
Hitler’in faşist gençliğine nasıl dönülüyor?”

“12 ölüm tehdidi aldım, Twitter’dan yazdığım tweetler üzerine. Çoğu AK trol tehdidi.
“Kanuni Sultan Süleyman çok iyi yaptı Azerbaycan bölgesini Şiilerden temizledi,
Yavuz Sultan Selim Şiileri öldürdü. Sıra sende.” diyorlar. Bunlar çok ağır şeyler.
Hepsinin de hükümete yakın çevreden olduğu anlaşılıyor. Bunların hepsi utanmadan profillerine Osmanlı arması koyan AK troller.

İnsan bir gecede 12 ölüm tehdidi alınca zıvanadan çıkıyor.
IŞİD hayranlığı had safhada.
Devekuşu siyasetinin sonu nedamet.
Ahlaksızlık ve canavarlık yavaş yavaş din şartı sayılıyor.
Bari bu gidişe bir çare bulunsun.”

*****

“SONUNUN MENDERES GİBİ KÖTÜ OLMAMASI İÇİN ACIYORUM”

-7 Haziran’dan sonra iktidar partisinden “Artık ümidi kestim.” diyor ve iktidar yorgunluğundan bahsediyorsunuz bir röportajınızda.
7 Haziran’dan bu yana iktidara ve ülkeye dair ümidinizde bir değişiklik oldu mu?

“Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Var olan şu üç kusur hâlâ giderilemedi:
– Dış politikada her an bir kıvılcım Türkiye’yi yangına sürükleyebilir. Bu durum önlenemedi.
– Belediyelerde, yerel yönetimlerde kamu yararına çalışması gereken görevlilerin rüşvet almaları, müteahhitlerle anlaşmaları önlenemedi.
– Bunlara bağlı olarak emanetlerin ehline tevdi edilmemesi söz konusu.
Mesela aday adaylarından seçim yapılırken ümit veren kişiler değil, müteahhitlerle anlaşıp kendilerine bir menfaat kopartacak kişiler daha çok aday gösterildi.

Dostça eleştiriyorum..
Mesela hemen “Bunun zaten ne olduğu belliydi. İçinden dost değildi. Karagöz, yüzü dost,
kalbi düşman.” dediler. Beni hep değişmez şekilde böyle görüyorlar. Hâlbuki dost yanlışı söylemeli ki başına bir şey gelmesin. Ben hükümete hâlen de düşman değilim.
Ümidi kaybetmek demek, düşmanlık değildir. Acımak demektir.

Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum.
Ama buradaki kurtarıcı, yine İslam imanı olacak.” (Cihan)

(http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/469917/_Sonunun_Menderes_gibi_kotu_olmamasi_icin_aciyorum._.html)

=====================================

Dostlar,

Prof. Hüseyin Hatemi, İstanbul Hukuk Fakültesinden emekli, gerçek ve yetkin bir hukuk bilgini, Medeni Hukuk uzmanıdır. Eşi Kezban hanım da kendisi gibi bir hukukçudur ve başarılı bir uygulmacı avukattır.

Prof. Hüsrev Hatemi ise, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin seçkin İç Hastalıkları hocalarındandır,
O da emekli olmuştur. Meslek büyüğümüz olduğu için kendisini tanırız, O da bizi bilir.
Hekim Hatemi ayrıca çok da iyi bir şairdir ve yayımlanmış enfes şiirler içeren kitapları vardır.

2 kardeş, kesin olarak yüksek zekalı, Şii inançlı yurttaşlarımızdır.
Nesnel – bilimsel akılcılık yöntemini benimsemişlerdir ve uygulamaktadırlar.

Hukukçu Prof. Hatemi’nin uyarısı son derece yerindedir. Yabana atılmamalıdır.
Hüseyin hocanın öngörüsüne saygı duyulmalı ve önem verilmelidir.

– AKP – RTE tek başına iktidarın 14. yılındadırlar ve Türkiye’yi hücrelerine dek
ele geçirmişlerdir.
– Cumhuriyeti son derece ciddi biçimde dönüştürmüşler ve açıkça bir karşıdevrim dayatmışlardır.
– Rejim başkalaştırmış ve dinci – otoriter, laiklik – sekülar yapıdan epey uzaklaştırılmıştır.
– Damat kritik bir Bakanlığa getirilmiş, ülke devasa yolsuzluklara bulanmıştır.
– Evlatlar ve aile muazzam zenginleşmiştir.
– Ekonomi enkaz durumundadır; yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği sorunları çözülememiş, daha da ağırlaşmıştır. Toplum burnundan solumaktadır.
– Dış ticaret açığı, bütçe açığı, cari açık, ülke borçları bunaltıcı ve sürdürülemez boyuttadır.
– Basına, karşıtlara, aydınlara, kadına, sanat – kültüre… isyan ettiren baskı sürdürülmektedir.
– Dış politika tam bir fiyaskodur ve tüm komşularla ilişkiler bozulmuştur.
ÇÖZÜM SÜRECİ ihaneti ülkemize olağanüstü pahalıya malolmaktadır.
– Kıbrıs, Ege sorunu, AB ilişkileri kulvarlarında yol alınamadığı gibi;
AKP öncesine göre daha da mevzi yitirilmiştir.
– Yargının siyasallaştırılması ülke huzuru bakımından dinamit etkisi yapmıştır.
– Faili meçhul hiçbir cinayet aydınlatıl(a)madığı gibi yenileri işlenmiştir.
– Ülkede can ve mal güvenliği kalmamış; koyu bir polis devleti kurulmuştur.
……..
Lanetli listeyi uzatmanın anlamı yoktur..
Ancak AKP’nin kadim duayenlerinden eski bakanlardan Hüseyin Çelik ile Başbakan Yrd. Bülent Arınç‘ın yazıp söyledikleri yenilir yutulur şeyler değildir. Açıkça Bay RTE’yi yalanlamakta ve halka yalan söylediğini duyurmaktadırlar. Hem vicdanların isyanıdır,
hem kendini kurtarma çabası – telaşıdır hem de Yüce Divan dosyasına beylik belgelerdir bunlar.
(https://ahmetsaltik.net/2016/01/27/siyaset-silaha-esir-olmamali/)

Ancak bunca “alamet” e karşın Erdoğan hırs ve ihtirasını gemleyememekte,
Başkanlık için vargücüyle dayatmasını sürdürmekte, yüklenmekte ve ülkeyi germektedir.

Erdoğan’a biz de tüm iyiniyetimizle bir psikiyatrist – psikoterapist ile mutlaka görüşmesini
ve dürtü denetimi (emotional control) bakımından yardım – destek almasını öneriyoruz.
Mahkemelerde ülke genelinde yüzlerce dava söz konusu Erdoğan’ın açtığı..
Bana hakaret ediyorlar..” diye.. 17 yaşında mahkumolan “çocuk”, acılı şehit amcası… dahil,
Bu normal bir ruh hali değildir. Serinkanlılıkla kapsamlı bir değerlendirme yapmalıdır Erdoğan.
Erdoğan çooooooooooook yorulmuştur bedensel ve ruhsal olarak.. Bunu TV’erde görüyoruz.
Biraz “mola” almak ülkemizi çin de kendisi için de “hayırlı” olacaktır.
Aşırı yüklenmelerin yaşamı tehdit eden sonuçları herkesin bilgisindedir..
Son örneği merhum Mustafa Koç’tur…

Bu son paragrafı, meslek yaşamının 39. yılında olan çooook kıdemli bir hekim,
üstelik Koruyucu Hekimlik alanında uzmanlaşmış bir tıp doktoru olarak yazıyoruz.

Erdoğan, inançları gereği, 90 yıllık ülke tarihinde 12. insan olarak geldiği yeri takdir etmeli ve “şükür” ile karşılamalıdır. Daha fazla ihtiras – hırs geri tepebilir ve bedeli çok ağır olabilir.. Tarih, bu tür muhterislerin acı örnekleri ile doludur..

Bu “çok riskli” tablodan, Erdoğan kadar O’nun yakın çevresinde olup da vargüçleriyle O’nu
ikna edip engellemeye çalışmayan, alıkoymayan etkili – yetkili AKP’liler – aile de sorumludur.

Etkili frenleme yapmak yerine bilerek hataya iten ve Erdoğan’ı düşürdükleri bu kaygan zeminde
daha da acımasızca “kullanmayı” tasarlayan dış güçler de sorumluluğa ortaktır..

Sevgi ve saygı ile.
1 Şubat 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yılın Diktatörü : 1′inci IŞİD Lideri Bağdadi – 2′inci Erdoğan!

Hollanda’da ‘Yılın Diktatörü’ anketi:

1′inci IŞİD Lideri Bağdadi, 2′inci Erdoğan!

Hollanda resmi yayın kuruluşu VPRO, IŞİD lideri Ebubekir el Bağdadi’yi,
“2015 yılının diktatörü” seçti

Hollanda’da ‘Yılın Diktatörü’ anketi: 1′inci Bağdadi, 2′inci Erdoğan


El Bağdadi’ye ödül olarak, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM)
tek gidiş bileti verilecek.

Erdoğan, halk jürisi tarafından en çok oy verilen ad oldu.

Anketi, Hollanda’da 1926 yılından bu yana kamu yayıncılığı yapan VPRO’nun,
devlet radyosunda yayınlanan ‘Yurtdışı Bürosu’ adlı programı düzenledi.
Yarışmanın seçici kuruluna Uluslararası Af Örgütü Direktörü Eduard Nazarski başkanlık etti. Seçici kurulda Tilburg Üniversitesi Uluslararası Hukuk Bölümü’nden Prof. Rianna Letschert ve ‘Diktatör Virüsü’ kitabının yazarı Frank Schaper de yer aldı.

Jüri, ’2015 yılın diktatörü adayları’ için 7 ad belirledi. Rusya lideri Vladimir Putin,
Mısır Cumhurbaşkanı Abdül Fettah el Sisi ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da
bu adlar arasında yer aldı.

Gazeteciler, hukukçular ve öbür uzmanlarca yapılan oylama sonucu IŞİD lideri el Bağdadi, “2015 yılının diktatörü” seçildi. El Bağdadi, ‘en aşırı güç kullanımı ve ortalarda görünmemesine karşın gençlerin üzerindeki güçlü ve radikalleştirici etkisi nedeniyle’
birinciliğe yaraşır görüldü. IŞİD liderine öncelik kazandıran bir başka özellik de,
hala ‘sınırı olmayan halifeliğini’ devlet yapabilmek için attığı adımlar oldu.

ÖDÜL MAHKEME BİLETİ

Açıklamaya göre, ‘Yılın diktatörü’ seçilen el Bağdadi’nin ödülü ‘onursuzluk’ ve
Lahey’deki mahkeme için tek gidiş bileti olacak. VPRO, bu ‘eğlenceli seçimin’ amacının
potansiyel diktatörlerin baskıcı uygulamalarına dikkati çekmek olduğunu vurguladı.
Yarışmayı düzenleyen Yurtdışı Bürosu adlı programın yayın yönetmeni Herman Schulte Nordholt, “Diktatörler elbette kendilerini seçtirmezler.” dedi.

Nordholt, ‘fenomen diktatörler’ ve demokrasiye farklı bir biçimde bakmak istediklerini söyledi. Nordholt’a göre yarışma ile “Diktatör kime denir?”, “Kendi halkları tarafından seçilen popüler liderler demokrasiyi nasıl ortadan kaldırır?” sorularına yanıt arandı.

Açıklamaya göre jüri, “büyümekte olan göstermelik demokrasilerde liderlerin gücü
nasıl tek elde toplama çabalarını” inceledi. Bu konunun İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün
(Human Right Watch)
raporunda da vurgulandığı belirtildi.

HRW raporunda, otoriter rejimlerin kendi halkına karşı giderek daha saldırgan bir tutum izlediğinin altı çizildiği anımstıldı.

  • VPRO’nun açıklamasında, raporun basın özgürlüğüne yönelik baskılar nedeniyle
    Türkiye’de açıklandığı belirtildi.

    =================================

Dostlar,

Bugünleri de gördük..
Büyük Atatürk‘ün öncülüğünde ulusumuzun – Anadolu halkının olağanüstü özverisi ile kurulan 16 . Türk Devleti Türkiye Cumhuriyeti, asıl hedefi olan ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİNİ AŞMA yerine, giderek diktatörlüğe kayıyor.. Batı güdümlü kanlı köktendinci İslami terör örgütü IŞİD’in başı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı Bay RT Erdoğan, diktatörlükte yarışıyor ve kıl payı El Bağdadi 1. oluyor. Erdoğan kimleri geride bırakmıyor ki!

– Rusya lideri Vladimir Putin, Mısır Cumhurbaşkanı Abdül Fettah el Sisi .. dahil..

Ne diyelim?
“Yetmez ama evet” diyen “akillere” (!), akılları 5 arşın fırlamış AKP fanatiklerine,
hazreti “asrın lideri” ilan eden yalakalara, aydın müsvettelerine, “dötünün kılı olayım” diyen dalkavuklara, “ilahım, tapıyorum..” diyerek jet hızıyla milyarlık olanlara, “milletin a’sına koyacağız..” diyerek ihale şampiyonu olanlara… ve de AKP – RTE’ye 4 kez üst üste tek başına iktidar sağlayan ve son seçimde sayıları 23,5 milyona varan necip milletimize… hayırlı olsun..

Gerçekten istedikleri bu muydu?
Ve de Anayasa değişikliği ile Erdoğan’ın istemiyle BAŞKANLIK REJİMİNE geçilirse,
RT Edoğan’ın bu tür “yılın diktatörü” yarışmalarında ne gibi dereceler alacağını
hala merak edelim mi?

  • “VPRO’nun açıklamasında, raporun basın özgürlüğüne yönelik baskılar nedeniyle
    Türkiye’de açıklandığı belirtildi.”

Haberdeki bu son not da tuzu biberi olmalı..

(http://www.sozcu.com.tr/2016/dunya/hollandada-yilin-diktatoru-anketi-1inci-bagdadi-2inci-erdogan-1068711/)

****
Acı / kara mizah bir yana;

  • CHP – MHP ve hatta HDP derhal ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ masasından kalkmalı,
    tuzağı artık görmeli, Türkiye’nin geleceği ile oynamamalıdırlar..

Sevgi ve saygı ile.
31 Ocak 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

23. ADALET ve DEMOKRASİ HAFTASI KAPANIRKEN..

23. ADALET ve DEMOKRASİ HAFTASI KAPANIRKEN..

Dostlar,

Geçtiğimiz bu günlerde 22. Adalet ve Demokrasi Haftasında sitemizde paylaştıklarımızı haftanın son gününde bir kez daha paylaşmak istiyoruz..
Geçen yıl oldukça varsıl bir içeriği sunmuştuk site okurlarımıza..
Aradan geçen 1 yılda da değişen bir şey yok..
Ünlü galatla “Garp cephesinde yeni bir şey yok!” ne yazık ki..
Çünkü sorun İKTİDAR SORUNU

  • Emekten yana bir HALK İKTİDARI kurulmadıkça bu karanlık cinayetler
    ne önelenebilir
    ne de aydınlatılabilir..
    Çeyrek yüzyıldır, insanlık tarihinin yüz kızartıcı bu yakıcı gerçeğini,
    bir kez daha ülkemizde deneyimliyoruz..

    Üstelik, 12. Cumhurbaşkanı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin başı olan RT Erdoğan
    kıl payı farkla 1. değil 2. sırada Yılın Diktatörü seçilen ve ilan edilen Erdoğan..
    Ne büyük talihsizlik..

    Hollanda’da ‘Yılın Diktatörü’ anketi:
    1′inci IŞİD Lideri Bağdadi, 2′inci Erdoğan..

    Hollanda’da ‘Yılın Diktatörü’ anketi: 1′inci Bağdadi, 2′inci Erdoğan

http://www.sozcu.com.tr/2016/dunya/hollandada-yilin-diktatoru-anketi-1inci-bagdadi-2inci-erdogan-1068711/, 31.01.2016

AKP itidarınca Demokrasiden giderek uzaklaştırılan ve dinci diktaya sürüklenen bir ülkede,
laik aydınların, sanatçıların..  can güvenliğinin sağlanabileceğini umacak ölçüde
“saf” olamıyoruz ne yazık ki

Üstadlarımız; demokrasi ve adalet şehitleri Uğur Mumcular, Prof. Muammer Aksoylar…. saymaya içimiz elvermiyor… sizleri unutmadık ama uyarılarınızın gereğini yerine getiremedik.. Türkiye, sizin bıraktığınız yere göre çook daha dein karanlıklara gömüldü, önleyemedik..
Acımız katlanıyor..
Fakat, biraz hatta epey uzasa da bu “karanlık parantezi” açacağız, buna inancımız ve güvencimiz tamdır. Sorumluları da mutlaka halka adalet önünde hesap verecekler..
Er ya da geç ama mutlaka!

Geçen yıl İsparta’da verdiğimiz konferansın kapsamlı yansılarını izlemek için
lütfen tıklar mısınız?

Isparta_konf._24.01.2015

ISPARTA_KONF._TURKIYE’DE_AYDIN_CINAYETLERI_NEDEN_DURUDURULAMIYOR_KATILLER_KIM_24.1.15

Sevgi ve saygı ile.
31 Ocak 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

=================================================

Dostlar,

Özgürlük – Demokrasi – AYDINLANMA kahramanı ve şehidi aziiiiiz Uğur Mumcu‘yu
aramızdan kuparılışının 22. yılında özlem ve savaşım kararlılığıyla anıyoruz…

Biz İsparta Ulusal Güç Birliği’nin çağrılısı olarak bu kentte konferans verdik
24 Ocak 2015 günü (bu gün) 14:00 – 16:00 arasında..

Etkinliklere emek veren tüm kişi ve kurumlara teşekkür ediyoruz.

Ülkemizin Özgürlük – Demokrasi – AYDINLANMA kavgasını canları pahasına sürdüren yiğitlerimizi şükranla selamlıyor, aziz anıları önünde saygı ile eğiliyoruz.

Devleti bu iğrenç cinayetleri aydınlatmaya ve engellemeye çağırıyoruz
bir kez daha,
BİN kez daha!

“Faili meçhul” yutturmacasını – dayatmasını kesinlikle reddediyoruz.

Tüm sözde “faili meçhul” cinayetlerin işleyenlerininin ve işletenlerinin günışığına çıkarılmasını istiyoruz.

İnsanın insana kıymadığı barışçı, demokratik, insan haklarına dayalı, hoşgörü iklimli

ve her tür şiddetin dışlandığı bir yaşam ve toplumsal düzen özlemimizdir.
Bu hedefler – özlemler için canlarını verenlerin yolundan yürümeyi sürdüreceğiz.

Sevgi ve saygı ile,
24.01.2015

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Güneş Ecer : “Kemalizm gericilik – vahset ve medeniyetsizlikti” ve yanıtı…

Güneş Ecer :
“Kemalizm gericilik – vahset ve medeniyetsizlikti” ve yanıtı… 


Dostlar
,

Pek yapmadık bu sitede ama, bu sitenin önemli konuklarından – yazarlarından
ADD Bilim Kurulu Başkanı seçkin düşünür ve bilim insanı Sayın Prof. Dr. Ali Ercan
hocamız ile Sayın Güneş Ecer arasındaki bir e-ileti polemiğini paylaşmak istiyoruz.
Sayın Ecer’in yazısı ile başlayalım ve hemen altından da Sn. Prof. Ercan’ın yanıtını verelim..

Sayın Ecer, genel-geçer ancak ağır eleştiri hatta suçlamalar getiriyor Kemalizm‘e :

  • Kemalizm, gericilik, vahset, ve medeniyetsizlikti.diyor örneğin.. Yazısındaki imla hatalarına hiç dokunmadık. Yalnızca yukarı aldığımız tümceyi koyu ve kırmızı yaptık..

    Bu genel-geçer ve sık suçlamalar ve yanlış bilgilenmeler nedeniyle
    Sn. Prof. Ercan’ın bilimsel yanıtları önemli.

    Kanımızca bir insanın – aydının başına gelebilecek en büyük yıkım “beyin iğfali” dir.
    Dez-enformasyon ya da mis-enformasyon ne yazık ki insanlık onurunu ayaklar altına alacak biçimde yaygın olarak çağımızda kullanılmaktadır. Sakınmak kolay değildir ancak
    aydın sorumluluğu, çok yönlü araştırmayı, verileri karşılaştırarak irdelemeyi, tutarsızlık ve çelişkileri yakalayıp ayıklamayı gerektirir.. Somutlamak gerekirse nasıl ki mahkemede yargıç(lar) her yargılamada maddi gerçeği – yalnıca maddi gerçeği ortaya koymak ve
    adaleti sağlamakla yükümlü iseler profesyonel bağlamda; Aydınlar da benzer yüküm altındadır
    kanaat oluştururken, yazarken, konuşurken.. kafa patlatmak zorundadırlar.
    Bu tarihe ve insanlığa karşı ağır ve savsaklanamaz sürekli bir sorumluluktur..

    Nitekim büyük ATATÜRK de bu önemli noktaya vurgu yapmakta ve tarihi yazanın
    yapana sadık kalmaması durumunda tarihsel gerçekliklerin büsbütün başkalaşarak sapacağına dikkat çekmektedir.. Doğru tarih yazımı, dolayısıyla son derece önemlidir.

  • Aydın da beyin iğfalinden kendisini korumak için deyim yerinde ise çırpınmalıdır..
    Beyin iğfali insanı insan olmaktan çıkarmakta, acınacak ve tehlikeli bir düşkünlüğe
    yol açmaktadır.

    Sevgi ve saygı ile.
    31 Ocak 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com=================================

    Ali Ercan Bey:

    Kemalist rejim, Turklerle Turk olmayanlari ayirt eden kanunlar cikardi. Mesela, Iskan Kanunu…bakin isterseniz Internet’te.

    Oyle ki, azinliklar ve Kurtlerin kume kume oturmalari, bir arada çogunluk teskil edecek sekilde yerlesmeleri vs yasaklandi. Istanbul’da, bazi (30 kusur) serbest meslek isleri azinliklara yasaklandi. Bu kanun sonrasi, 1934’te Trakya’da yasayan yahudilere saldirilar oldu; Dersim katliami oldu. Kurtlerin dilleri, kimlikleri, kulturleri yasaklandi.
    (Islamiyet’e karsi cikarilan kanunlari saymiyorum; lakin, onlar da butun Muslumanlara, azinliklar ve Kurtler dahil, buyuk sorunlar getirdi)

    Sadece Turk tarihini arastiran, Anadolu’daki diger unsurlari yok sayan bir devlet politikasi takip  edildi.

    DTC Fakultesi, Etnografik calismalar merkezi (sonra muze oldu), Turk Dili ve Tarihi Kurumu gibi sadece Turk irkini arastiran muesseseler kuruldu. Bu arada diger fakulteleri ihmal ederek, ve tek bir yeni universite dahi acmazken bunlar yapiliyordu. 65 bin mezar acilip kafa taslari olculdu. Orta okuldayken biz ogrencilerin bile kafa taslari olculmustu.

    Acaip teoriler gelistirildi. Gunes Dil teorisi, butun insanlarin Turklerden geldigi gibi.

    Butun bunlara Itiraz edenler olduruldu, katlimlara ugratildi.
    Dersim, Zilyan Vadisi gibi bircok isyanlarda Kurt sivil halki katliamlara tabi tutuldu. Hedef halkti.

    1918’de, Anadolu’da yasayan azinliklarin (Kurtler haric) orani %13.5 iken bu nufus bugun %0.2’ye dustu.
    Zorunlu gocler bunun ancak ufak bir bolumunu izah ediyor.

    University of Hawaii ‘Power Kills’ projesi diye Internet’te arastirirsaniz, katliamlara ugrayanlarin sayilarinin ne kadar buyuk oldugunu gorursunuz.

    Turklestirme ve Turkcelestirme devlet politikasi oldu.
    Bunlarin da kaynagi irkcilikti.

    DTC Fakuktesi ve Turk Tabipler Birligi Turk irkciligi uzerinde calismalar yaptilar. Orta Asya’dan ‘ari’ bir irkin geldigini, Turkiye’nin tibbi yollarla daha ari bir Turk ulkesi olabilecegini (Hitler’in Almanya’sina paralel ollarak), vs anlatan bildirilerin  sunuldugu iki uluslar arasi sempoziyum duzenlendi.

    Bugun, genetik clismalar Turk ari irkinin olmadigini gosteriyor. Anadolu’daki halkin Mogollarla alakalari olmadigini, Turk ana yurt genlerinin %3-5 oldugunu gosteriyor.

    Turk ana yurt genlerinin cogunlukta oldugu, dunyadan tecrit yasayan, sadece birkac ufak kavim var. Bunlardan birisi, Kuzey kutba yakin, Sibirya’da oturan Saka Turkleri (Yakut). Ana yurt gen orani %80.

    Daha da enteresani, Anadolu’da, Ana yurt genleri disinda kalan genlerimizin %99 Ermenilerin gen yapisi ile ortustugunu gosteriyor. Kibris Rumlari ve Yunanlilarla ortak yanimiz %60. Ermenilerin de %60. Demek ki ayni insanlarla evlenmisiz.

    Bahsettiginiz, Turk milleti tarifi de durumu karartmak, yapilanlari ortmek, ogretilenleri yok gostermek icin.

    Bircok, bil fiil irkcilik devlet politikasi olmusken, Turkluk tarifi hic bir sey ifade etmez zaten.

    Etseydi, bugun insanlar sen Ermenisin, Gurcusun, Yahudisin tartismalari yapmazdi; boyle sozde suclamalarla, Turk olmayanlari asagiladiklarini dusunmezlerdi. Onlar da, bunlarin birer hakaret olarak soylendigini, asagilamak icin soylendiklerini dusunerek kendilerini mudafa etmezdi.

    Bugunun Kurt problemini bu politikalar yaratti.
    Bu politikalari cikaranlar ve uygulayanlar da Kemalistlerdi.
    Gunumuzdeki faili mechulleri, 1990’larda Guney-dogu’da islenen insalik suclarini da ‘sapina kadar’ Kemalist yetisen bazi insanlar isledi.

    Kisacasi, Kemalizm, gericilik, vahset, ve medeniyetsizlikti.

    Aksini iddia ediyorsaniz, getirin gorelim neye dayanarak konusuyorsunuz.

    Tamam, Anadolu’da, Turkuz diyen buyuk bir kesim var, ve kulturel yonden bir Turkluk yaratildi. Irkcilik yaparak bu kesimi de asagiliyorsunuz. Bunun bile farkinda degilsiniz.

    Gunes Ecer

    =========================

    Güneş Bey,

    T.C.’nin emekleme dönemlerinde (aynen bir bebeğin altına yapmasını doğal karşıladığımız gibi) bugünün bakış açısıyla kabul edilemeyecek yanlışlar yapıldığı ileri sürülebilir elbette…
    Yeni bir Devlet kuruyorsunuz, onlarca isyan var, yani iç savaş var (American Civil War dönemini anımsayın..). İstenmeyen dramların yaşanmış olması kadar doğal bir şey olamaz.
    Uzun bir savaş sonrası olanaksızlıkların, belirsizliklerin had safhada olduğu karmaşık
    sosyal ortamda elbette bir sürü yanlışlıklar (!) yapılacaktı. Takdir edersiniz ki,
    her sosyal olgu kendi zaman ve mekan koşullarında değerlendirilir…

Bu arada şunu söyleyeyim : Alman geni, Rus geni, Türk geni, Arap geni… diye bir şey yoktur. anlayacağınız, IRK diye bir şey yoktur. Bilimsel olarak. İnsanlar genetik olarak %99,5 oranında benzeşiktir. Sömürgecilik dönemi Avrupalı Milletlerde ‘üstün ırk’ yanılgısını yaratmıştı. Gerçek şu ki; tüm Avrupa’nın saplandığı bu yanlıştan Türkiye de etkilenmişti. Genetik biliminin emeklediği, elektron mikroskopunun bulunmadığı bu dönemde
elbette böyle saçmalıklar olacaktı.

Bugün “Irkçılık yanılgısını” hala sürdüren birtakım aymazlar olabilir, ancak daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, Kemalist öğreti Irkçılığı reddeder; Ulusçuluğu savunur.

  • “Tüm Yurtta ve Dünyada Barış olmalı, Toplumda gerçek yol gösterici Bilim olmalı,
    Kadın-Erkek eşit olmalı, Savaş, eğer Ulusun hayatı tehlikede değilse bir Cinayettir….”

diyen bir öğretiden “Kemalizm, gericilik, vahşet ve medeniyetsizliktir” biçiminde söz eden
bir kişinin akıl sağlığından kuşku duyarım. Böylesine takıntılı ve saldırgan ruh durumunuzla
sağlıklı bir tartışma yapabileceğimizi sanmıyorum.

Bakınız, Bir Fransız bilim adamı Atatürk dönemini nasıl değerlendiriyor:

Maurice_Duverger
Prof. Maurice Duverger (1917-2014)
Emeritus Professor Sorbonne
Hukukçu, Sosyolog

 

“…Kemalist partinin birinci özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip bulunmasıydı… Mustafa Kemal‘in siyasal rejimi, çoğulculuğun üstün bir değer olduğunu kabul ediyor
ve çoğulcu bir devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu.
Üstelik, partisinin, yapısal açıdan da
totaliterlikle hiçbir ilgisi yoktu.
Kemalizm demokratik bir deolojidir
Atatürk döneminde niçin demokrasinin tüm kurum ve kuralları yoktu?
Olamazdı da, onun için…

Fransız devriminden 50 yıl sonra bile, Fransız işçisinin oy hakkı var mıydı?
Amerikan devriminden 150 yıl sonra bile, ABD’de ırklar arasında tam bir hukuksal eşitlik sağlanmış mıydı?….

Atatürk bir orta çağ toplumundan yola çıktı. Cumhuriyet’i kurduktan sonra 15 yıl yaşadı ve sınıf-cinsiyet-ırk-din ayrımı olmadan, tüm yurttaşlar arasında hukuksal eşitliği,
o inanılmaz kısa süreye sığdırdı…
Bilim her olguyu kendi koşulları içinde değerlendirir.
Atatürk yönetimi, kendi koşulları içinde, olabilecek en demokratik yönetimdi;
Ve bu açıdan, Türkiye’nin bugünkü yönetiminden daha demokratikti!…”

Hoşça kalın. æ

Rifat Serdaroglu : YAZAR ERDOĞAN

YAZAR ERDOĞAN

Rifat Serdaroglu

Cumhur’un Başı Erdoğan, Milliyet Gazetesinin “Rize-Karadeniz” ekine köşe yazarı oldu.
Huysuz ve hadsiz muhalefet sözcüleri hemen lafı yapıştırdılar;
“O, zaten çoktan köşe olmuştu! Evinde çerez niyetine 1 Milyar Avro bulunduran adam köşe olmaz mı? Onun her tarafı köşe zaten!
Yazar olsa ne olur, olmasa ne olur! Ondan olsa olsa “Patron” olur” diye konuşmaya başladılar…

Dün gibi hatırlıyorum;
Milliyet Gazetesinde, AKP ile Öcalan arasında yapılan gizli görüşmenin zabıtları yayınlanmıştı. “Öcalan ile görüştüğümüzü iddia eden şerefsizdir” diyen Erdoğan’ın foyasının ortaya çıkması, onu çok sinirlendirmişti!
Sinirleri tepesine vuran Erdoğan, telefona sarılıp adaşı Demirören’e “Duman ettiniz her tarafı, rezil ettiniz beni” diye bağırınca, Demirören; “Üzdük mü seni PATRON” demiş daha sonra ağlayarak, “Hayatımda hiç kimse bana böyle hakaret etmedi, çok ağladım” demişti!

İşte bu gazetenin ekine köşe yazarı olarak katılan Erdoğan, herkesi Rize’ye davet etti. “Hemşerilerim adeta Evliya Çelebi’nin torunu gibiler. Rizelilerin bir başka özelliği de, maneviyatlarının kuvvetli oluşudur” deyip, diğer 80 İl’imizi “maneviyatları düşük iller olarak ilan etmiş oldu!

Köşe yazısında haber, bilgi, aydınlatma yoktu ama köşe yazarı Cumhur’un Başı olunca, “Ağlayan Erdoğan’ın” gazete yönetimi, bir fırça daha yememek için haberi birinci sayfadan verdi!
Vatana, millete hayırlı, uluslararası basına da kapak olsun!

Değerli Okurlar;
Bazen düşünüyorum da, acaba Cumhur’un Başı’nı eleştirmekle hata mı yapıyorum?
Baksanıza, hem Reis, hem Patron, hem Rizeli, hem Kasımpaşalı, hem Başbakan, hem Genel Başkan, hem Öcalan-Barzani ikilisinin en iyi dostu, hem terörle mücadele kahramanı, hem Habur rezaletinin mimarı hem de Özel Tim Komutanı, hem Savcı hem Yargıç, hem dünya lideri hem topçu!
İki elinde binbir maharet var!

Cumhur’un Başı, dün Cuma Namazı çıkışında öyle şeyler söyledi ki, başka birinin söylemesi olası değil! “İmralı’da terörist başına verilen yaşam şartları dünyada kimseye verilmemiştir” dedi!
Yetinmedi, Leyla Zana için, “Önce şunu söyleyeyim, burada birinci derecede bir defa yeminini etmesi lazım. Parlamentoda yemini yapmadıktan sonra zaten böyle bir kabul söz konusu olmaz” diye ekledi!

Kimde var böyle yönetici?
Öcalan’a İmralı’daki villa hayatını sağlayan kim? Elbette kendisi!
Peki, şikâyet eden kim? Tabii ki yine kendisi!

Leyla Zana, önce yemin etsin sonra görüşürüm, demiş Cumhur’un Başı!
Mardin’de bir söz vardır; “Tavuk poposu tövbe tutmazmış!”
Yemin eden HDP’ lilerden hangisi yeminini tuttu ki, Zana tutsun?
Bunların büüvvvt dedikleri keçi olsa, dağlar-taşlar keçi dolardı!

Şimdi bir kez daha soruyorum;
Kimde var böyle komple yönetici, ha kimde var? Başkan yapıverin gari…

Sağlık ve başarı dileklerimle.

30 Ocak 2016
http://wp.me/p3DAx3-fV

Türkiye meslek hastalıklarını gizlemede bir numara

Gündem :

Türkiye meslek hastalıklarını gizlemede bir numara!

iakkurt

Meslek hastalıkları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. İbrahim Akkurt, Türkiye’nin meslek hastalıklarını “gizleme yoluyla çözmüş(!)” bir ülke olduğunu belirtiyor. Sağlık Bakanlığı’na meslek hastalıklarının kaydının tutulması konusundaki görev ve sorumluluklarını hatırlatmak üzere change.org’da bir kampanya başlatan Akkurt ile Türkiye’de meslek hastalıkları sorununu ve kampanyayı konuştuk.

Mutlu Sereli Kaan

  • Çalışma yaşamı çalışan sağlığı açısından ne gibi riskler içeriyor?

Çalışma ortamlarında kitapların yazdığı, teorik olarak 1 milyondan çok toksik madde, binlerce fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyal riskler ve tehlikeler var. Bu toksik maddelerden ancak
10 bininin kısa ve uzun vadedeki etkileri test edilebilmiştir; geri kalanlarının etkileri bilinmemektedir. Çalışma ortamlarındaki riskler kendilerini bir olayla hemen gösterirlerse
bunun adı iş kazasıdır. İş kazaları belli bir düzey ve süreçte hemen görünmez kılınırlarsa
iş cinayetleri hatta maalesef ülkemizde olduğu gibi iş katliamları olarak ortaya çıkarlar.

Klasik söylemle “her bir iş cinayeti, saklanan 3 bin ramak kala iş kazasının faturasıdır” şeklindedir ki; maalesef günümüzde ülkemizde yaşadığımız budur. Çalışma ortamlarındaki
risk ve tehlikelerin belli bir süreç sonucunda görünür olmasının adı ise işe bağlı hastalıklar-meslek hastalıklarıdır. Meslek hastalıkları ilk maruziyetten belli bir zaman sonra ortaya çıkarlar. Bunların etkileri ancak çalışma ortamlarında bulunanlarda ortaya çıkan hastalık ve patolojilerin nedenlerinin irdelenmesiyle saptanabilir.

  • Türkiye için bu risklerin görünür olduğunu söyleyebilmek mümkün mü?

İş cinayetleri olarak nitelendirilen “görünürlüğü gizlenemeyen iş kazaları” konusunda dünyada ilk 3’de; “görünürlüğü gizlemek için oluşturulan sağlık sistemi -meslek hastalıkları liste/ kayıt ve bildirim sistemi- yoluyla gizleme” potansiyeli konusunda da dünyada belki de bir numaradayız. Yani dünyada meslek hastalıklarını “gizleme yoluyla çözmüş” bir ülkeyiz.   Bundandır ki, pratik olarak ülkemizdeki çalışma ortamlarında risk -sıfır- olarak gözükmektedir. Çünkü işe bağlı hastalıkların-meslek hastalıklarının hiçbiri “SGK yani bir sigorta kurumunun değişik düzeydeki uzmanlarınca bir nedensellik bağı ile gösterilebilir, kanıtlanabilir-işlemi bitmiş olmadıkça; kalıcı hasar, maluliyet, ölümü de bununla ilintili bulunmadıkça” kayıt altına alınmazlar. Yani ülkemizde sağlık sunucularının rutin kayıtlarına bu riskler ve tehlikelerin hiç biri girmemektedir; gizlenmektedir.

  •  Resmi kayıtlardaki rakam nedir? Gerçek rakam nedir?

Bir ülkede meslek hastalıklarının beklenen görülme sıklığı konusunda birkaç parametre vardır. Bunlardan ILO ve WHO’nun da kabul ettiği en sık kullanılan parametre şudur: Bir ülkede çalışma ortamlarının durumuna bağlı olmak üzere her bin kişiden en az 4, en çok 12 kişide meslek hastalığı/işle ilgili hastalık görülmesi beklenir (AS: Harrington ölçütü). Buna göre ülkemizde en az 25 milyon çalışan olduğunu düşünürsek beklenen meslek hastalığı sayısı en az 100 bin, en çok 300 bin küsurdur. Yani en iyi bir beklentiyle bile ülkemizde kayıt altına alınması gereken meslek hastalığı sayısının 100 binden az olmaması gerekir. Oysa ülkemizde “gerçekte meslek hastalığı olmayan” ancak ulusal ve uluslararası alana SGK tarafından
meslek hastalığı diye bildirilen yıllık rakamlar 500 – beşyüz- ün altına bile indirilmiştir.

  • Türkiye’de meslek hastalıklarının kaydının sağlıklı bir şekilde tutulamadığı açık…

Meslek hastalıkları bir etyolojik (nedensellik) tanımlamadır. Meslek hastalığı diye tek bir şablon yoktur.  Hastalıklar vardır, bunların nedenleri vardır. En baba meslek hastalıkları olarak bilinen kurşun toksisitesi başta olmak üzere tüm toksikasyonlar; hatta silikozis de dahil olmak üzere pnömokonyozların bile oluşmasında tek bir etken söz konusu değildir. Kişiye, ortama, koşullara, maruziyet süresi ve yoğunluğu vb. birçok etmene bağlı olmak üzere etkilenme – hastalık – hasar -maluliyet – ölüm olur.  Meslek hastalıklarını görünür kılmak istemezseniz gizleme potansiyeli en yüksek hastalıklardır. Bunlar sağlık sistemi içinde başka adlar, sendromlar vb. şaşalı isimler şeklinde lanse edilir. Meslek hastalıklarının görünür kılınmasının ilk ve belki de tek yolu
tüm hastalıkların nedenlerinin görünür kılınmasını sağlayıcı sistemin rutin sağlık hizmetinin bir parçası durumuna getirilmesini sağlamaktır. İşte görevi olduğu halde Sağlık Bakanlığı yıllardır bunu pratiğe dönüştürmemiştir. Böyle bir sistemimiz olmadığı için de hastalıklar içinde
meslek hastalıklarının görünürlüğü sağlanmıyor, kayıt altına alınmıyor, bildirilmiyor.
Oysa rutin pratikteki her bin hastalığın en az 5 ile 25’nin mesleki kökenli olduğu artık
bilimsel hemen tüm kitapların yazdığı bir gerçektir.

  • Meslek hastalıklarının kayıt altına alınması için siz neler öneriyorsunuz?

İlk soruda yanıtladığım meslek hastalıkları rakamları SGK’nın iş kazaları ve meslek hastalıkları sigortacılık kolunun “sigortacılık yönünden maluliyet – tazminat işlemleri bitmiş” rakamlardır.  Yani gerçek meslek hastalıkları değildir. Benim önerdiğim şu anda birçok ülkede uygulamaya sokulan, 1930’dan beri Sağlık Bakanlığı’na Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile verilmiş olan “meslek hastalıkları istatistikleri kayıt ve bildirim sistemi”nin uygulamaya sokulmasıdır.

  • Bu çerçevede başlattığınız imza kampanyası hakkında bilgi verir misiniz?

Meslek hastalıkları- işle ilgili hastalıklar hep bir maluliyet – tazminat kıskacında görüldüler;
o nedenle de adı dillendirildiği an “kara kaplı mevzuat hazretleri kitaplarına” bakılmayı gerektiren öcüler olarak çalışan – çalıştıran – hekim vb. birçok kesimlerce hep uzak duruldu.  Oysa biz biliyoruz ki; her yüz hatta kimi durumlarda her bin işe bağlı hastalıktan ancak ve ancak 1 (bir)’i yasal izlem gerektiren kategoridedir. Yani bu kategoride olabilecek bir hastalık için günlük pratikte 99’nun hatta bazen 999’nun üstü kapatılıyor, gizleniyor. Ancak evrensel
tıbbi bakışta biliyoruz ki; her hastalık erken evrede yakalanırsa morbidite (geçici veya kalıcı hasar) ve mortalitede (ölüm) çok belirgin bir olumlu etki sağlanır. Bu şekilde hem de çalışma ortamlarındaki risk ve tehlikeler görünür kılınır. Bu hem çalışandaki maruziyetin azalması ya da kesilmesi yoluyla hastalığının ilerlemesini durduracak hatta iyileştirecek, hem o ortamda bulunan öbür kişilerde etkilenme olup olmadığının incelenmesini sağlayacağı gibi hem de o ortamda aynı etkenlere maruz kalanlar için Birincil korunma koşullarının gözden geçirilmesini sağlayarak öbür kişilerin maruziyetini engelleyecektir.  Çünkü basit düz mantıkla da denilebilir ki bir şeyden korunabilmek için öncelikle onun risk ve tehlike derecesini bilmek gerekir.
Bu görev ve sorumluluk da sağlık otoritesinin oluşturduğu sistem içinde buna olanak sağlayıcı bir yapılanmanın bulunmasıdır. İşte kampanyanın temel amacı Sağlık Bakanlığı’nın
“Meslek Hastalıkları Tıbbi Bildirim ve Kayıt Sistemi” ni de içine alacak biçimde bu görev
ve sorumluluğunu artık yerine getirecek bir sistem oluşturmasını sağlamaktır

  • Böyle bir kayıt sistemi tutmanın çalışanların sağlığına olumlu etki edebilecek
    başka çıktıları olabilir mi?

Çalışma ortamlarını bir havuz olarak düşünürsek “tıbbi meslek hastalıkları tanı sistemi”
bu havuzun kaçaklarını (işe bağlı – meslek hastalıkları) bize gösterecektir. Bunların hasar bırakmadan erkenden tanı ve tedavisi sağlanacaktır. İşe bağlı hastalıklarda – meslek hastalıklarında tedavinin ilk koşulu maruziyetleri azaltmak, yok etmek”tir; bu sağlanarak hastalıklar hasar (maluliyet) oluşmadan saptanması sağaltılacaktır. Bunun ötesinde,
çalışma yaşamındaki binlerce risk ve tehlikenin görünür kılınması; benzer ortamlarda çalışan, çalışacaklar için önlemlerin alınmasının yolu açılacaktır. Görünür kılınması sonradan oluşacak hasar, yasal durumlar nedeniyle de önemli bir gösterge olarak kayda geçecek yani tıbbın hukuka kendiliğinden kanıt oluşturmasının önü açılacaktır.

  • Sizin eklemek istedikleriniz var mı?

Çalışma ortamlarının birer hastalık üretim merkezi olmasını istemiyorsak;
hastalıkların nedenini her Basamaktaki hekimin sağlık sunucusu sistemiyle kayıt ve bildirimi sağlayacak biçimde kurumsallaştırmak istiyorsak; pahalı ve kişiye zarar verici tanı yöntemleri yerine iş ve meslek öyküsü yoluyla maruziyetleri ortaya koyup erken tanı koymak istiyorsak; tedavi için tıbbın evrensel kuralı “primum non nocere!: önce zarar ver-me!” ilkesini yaşama geçirip hastalıkların hasar – maluliyet – ölüm yapıcı potansiyelini en aza indirmek istiyorsak mutlaka “meslek hastalıkları tıbbi tanı sistemi”ni kurmamız gerekiyor. Günümüzde bu mümkündür. Hemen her sağlık sunum basamağındaki otomasyon sistemlerinin altyapısı
buna uygundur. Hekim olarak ana görevimiz insanı korumak, hastalandığında zarar vermeden tanı koymak, en pratik yoldan eski sağlığına kavuşturmaktır. Çalışma ortamlarına bağlı etkilenme, hastalık ve bunlara bağlı kişilerde oluşan hasarları belgelemek;
sağlığı bozucu sosyal sürdürülebilirliğin koşullarının sağlanmasına yardımcı olmaktır.
28 Eylül 2015)

=======================================

Dostlar,

TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) düzenli yayın organlarından olan TIP DÜNYASI’nda yer alan bir söyleşiyi bir – iki ay sonra da olsa paylaşmak istedik. Değerli meslektaşımız Sn. Prof. Dr. İbrahim Akkurt, Göğüs Hastalıkları Uzmanı olarak uzun yıllar Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinde çalıştıktan sonra emekli olarak Ankara’da meslek yaşamını sürdürmektedir.
İş ve Meslek Hastalıkları yandal uzmanlığı da bulunmaktadır. Ankara Tabip Odası bünyesinde son birkaç yıldır, bizim de ara ara destek verdiğimiz Meslek Hastalıkları Konseyi çalışması başlatılmıştır. Bu çalışmanın bir kurumsallaşma çizgisi izlemesi sevindirici olacaktır.

İş ve Meslek Hastalıkları, bizim de meslek yaşamımızda en çok emek verdiğimiz alandır. 1977’de tıbbiyeden (İstanbul Tıp Fak.) mezun oluşumuzla birlikte bir yeraltı maden işletmesi hekimliğini de üstlenerek göreve başlamıştık. Ardından Çimento ve Kağıt sektöründe işyeri hekimliği yaptık. Üniversitede alanın her düzeyde (Tıbbiyede lisans, sonra lisans üstü, doktora) derslerini verdik. Tıpta Uzmanlık Tezleri yönettik…. TTB’de uzun yıllar İşyeri Hekimliği Kolu Akademik Kurul üyeliği yaptık ve 25 bine yakın meslektaşımızın İşyeri Hekimliği Sertifikası edindiği 100 dolayında kursta 10 yıl boyunca etkin görev üstlendik. Çalışma ve Sağlık Bakanlıkları ile sorunun çözümü için hep birlikte olduk.. Sevgili Prof. Akkurt’la da..

Ancak… meslek yaşammızın 39. yılına geldiğimiz halde Türkiye’de İşçi Sağlığı İş Güvenliği alanında ve onun bir uzantısı olarak Meslek Hastalıkları bağlamında anlamlı bir yol katettiğimizi söylemek güçtür.

Bu alan, “ekonomik – politik – hukuksal – tıbbi” olmak üzere 4 boyutlu uzay gibidir!

Kavramak, zihinde gerçek anlamda canlandırmak ve oldukça karmaşık etmenlerini tanımlayıp emekten – ulusal yarardan yana bir pusula koymak, sermayeyi bir uzlaşıya ikna etmek
son derece güçtür.

Türkiye bir “Meslek Hastalıkları Şeytan Üçgeni” içindedir..

Meslek_hastaliklari_seytan_ucgeni
Öyle ki; geçelim sermayeyi (işvereni) ve sonra Devleti, Emekçi (işçi,çalışan) da Meslek Hastalığı tanısı almak isteMEmektedir çünkü bu tanı genellikle işinden olmak demektir!
Sorun Küreseldir denebilir.. Tüm dünyada yıllık 1 milyon dolayında meslek hastalığı kayda girmektedir. Bunun yarısı Çin ve ABD’den bildirilenlerdir. Türkiye’ye, Dünya nüfusunun
% 1,1’i olmamız nedeniyle 11 bin / yıl gibi bir rakam düşebilirse de, biz 500’ü aşamıyoruz.

  • Temel engel, Küreselleşmiş vahşi kapitalizm ve mutlak bir sermaye vesayetidir..

    AÜTF’de (Ankara Üniv. Tıp Fakültesi) yıllardır Dönem V’te verdiğimiz
    Meslek Hastalıkları Derslerinin kapsamlı yansılarını izlemek yeterince fikir verebilir :

    https://ahmetsaltik.net/2015/11/11/meslek-hastaliklari-occupational-diseases/ 

    Sorunun çözümü salt tıbbi olarak olanaklı değildir..
    Emek güçlerinin direnişi küreselleştirecek ölçütte örgütlenmesinden geçmektedir.

    Sevgi ve saygı ile.
    30 Ocak 2016, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
    AÜTF Halk Sağlığı AbD
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

ATO Konferansı : “Sağlıkta Muhafazakârlaşma”

Adalet ve Demokrasi Haftası’nda ATO’dan konferans : 

Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag) tarafından düzenlenen

23. Adalet  ve Demokrasi Haftası

etkinlikleri kapsamında, Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Mine Önal‘ın konuşmacı olduğu “Sağlıkta Muhafazakarlaşma” konulu konferans gerçekleştirildi.
Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde 26 Ocak Salı günü gerçekleştirilen konferansın
açış konuşmasını TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Bayazıt İlhan yaptı.

Ankara Tabip Odası, Türk Tabipleri Birliği, NÜSED ve Tüketici Hakları Derneği’nin düzenleyicisi olduğu etkinliğe çok sayıda Ankaralı katıldı.

Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde
Göğüs Hastalıkları Uzmanı olarak görev yapan Dr. Mine Önal
“Sağlıkta Muhafazakarlaşma”yı son yıllarda uygulanan sağlık ve sosyal politikaların yarattığı değişimin ışığında değerlendirdi.

“Yapılan düzenlemelerle kadının kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı engelleniyor”

Türkiye’de varolan yasal çerçeve içinde, 10 haftalığa dek gebeliklerin sonlandırılabildiğini
(AS: 2827 sayılı ve 1983 tarihli Nüfus Planlaması Yasası md. 5 ve 6) belirten Dr. Mine Önal;

– muayenehanelere kürtaj yasağı,
– anneye düşünme süresi verilmesi,
– bebeğin kalp atışlarının dinletilmesi ve
– kürtaja karşı olan hekimin ‘ret’ hakkına sahip olması
….
gibi yapılan yeni düzenlemelerle kadının kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkının engellenmeye çalışıldığının altını çizdi.

Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi Dr. Mine Önal’ın “Sağlıkta Muhafazakarlaşma” başlıklı sunumundan satırbaşları şöyle:

“Anne Sütü Bankası çalışmaları sona erdi”

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu 2013 yılında ‘anne sütü bankası’ ile ilgili çalışmalarını Medeniyet Projesi olarak tanımlamışken, dünyada süregelen bilimsel tartışmaların aksine,
dinen caiz olmayabileceği görüşleri nedeniyle çok yararlı olabilecek bu girişim
başlamadan sona erdi.”

“Hastalara din psikoloğu”

“Hastalara ruhsal destek ve danışmanlığın modern tıbbi uygulamalar yerine din psikoloğu
veya manevi destek uzmanı gibi tanımlamalar altında dinsel telkin verilmesi bilimsellikten uzak ve geriye dönük bir projedir. Psikoloji bir bilim dalı ve lisans eğitimi olmayan kişilere
din psikoloğu adı altında benzer bir unvan verilmesi yanlış bir uygulamadır.”
(AS : Yasal olarak da suçtur!)

“Anayasa Mahkemesinin Aşı Kararı”

“Anayasa Mahkemesi Kasım 2015’te bebeklik / çocukluk dönemi aşılarını yaptırmak istemeyen ebeveynlerin (AS: anababanın) bireysel başvurusu hakkında; Anababa rızası olmadan çocuğa zorunlu aşı yaptırılmasının Anayasa’nın ‘kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı’nı düzenleyen ‘temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceğine’ ilişkin maddesine
(AS: m. 13) aykırı bularak “hak ihlali” kararı verdi. Böylelikle, çocukların sağlığı değil anababanın ‘rıza’ olarak adlandırılan davranış biçimleri Yüksek Mahkeme tarafından kutsanmış oldu. Çocuklarını aşılatmayan anababalar yalnızca kendi çocuklarını değil,
bütün çocukların sağlığını tehlikeye atıyor.”

“Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Yönetmeliği yayımlandı”

“Yönetmelikte geçen Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp uygulamalarının hekimler, diş hekimleri ve sağlık personeli tarafından kullanılması düzenlenmiş ve çok geniş endikasyon listesi belirlenmiştir. Kapsamında

– kupa uygulaması (hacamat),
– akupunktur,
– apiterapi,
– fitoterapi,
– hipnoz,
sülük tedavisi ve

bunun gibi birçok yöntemin yer aldığı geleneksel ve tamamlayıcı tıbba ilişkin bilimsel bilgi büyük oranda eksik ve bu yöntemlerin etkisiz olduğuna ilişkin birçok Tıp Uzmanlık Derneğinin açıklamaları var. Ayrıca kimi yöntemler riskli ve göze alınamayacak yan etkilere sahip. Hekimlerce yapılacak olması da onlara bilimsellik kazandırmaz. Ayrıca Yönetmelikle bu alanda bir pazar (AS: piyasa) oluşturulmakta ve pazara çeki düzen verilmekte. Türk Tabipleri Birliği tarafından da tıp ve tıpta uzmanlık eğitiminin gereklerine, bu alandaki kamu yararına aykırılığı nedeniyle ‘Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Yönetmeliği’ nin ekleriyle birlikte tümünün iptali
ve yürütülmesinin durdurulması istemiyle açılan dava Danıştay Onbeşinci Dairesi’nde
devam etmektedir.”

============================================

Dostlar,

Önemli bir toplantıdır… yurtsever Atatürkçü aydınımız Uğur Mumcu‘yu anmaya adanan..
Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası’nın 23. Adalet ve Demokrasi Haftası imecesine değerli bir katkısıdır. Meslektaşımız Dr. Mine Önal altı çizilecek saptamalarda bulunmuş ve uyarılar yapmıştır..

Sağlık Bakanlığı’nın neye hizmet ettiğini anlamak çok güçtür.. Aslında tam da tersine “kolay” dır. Sözümona SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM masallarıyla sağlık hizmetlerine erişim kolaylaşmıştır! Kamu sağlık sektöründe kurulu kapasite sağlık hizmeti gereksinimini karşılayamamaktadır. Özellikle radyolojik görüntüleme incelemeleri için aylar sonrasına randevu verilebilmektedir. Hastane yatakları dolu olup, hastalar bekleme listesine alınmaktadır.

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM denen kökü dışarıda özelleştirme – piyasalaştırma dayatmasının cilaları epeydir dökülmeye başlamıştır. Bu durumda, milyonlarca yoksul insana çağcıl (modern)
tıbbi hizmet verilemeyeceği için, hacamat gibi, sülük gibi ilkel ve tıbben zararlı yöntemlere yönlendirilerek “oyalanmaları” Sağlık Bakanlığı’nın yüksek takdirlerine terk edilmiştir.

Adına da zihinsel sözel tuzakla (Retorik tuzak) “Tamamlayıcı Tıp….” denen söz konusu
bu Yönetmelik düzenlemesinin Danıştay’da dava edilmiş olması sevindirici ve düşündürücüdür.
Dileriz halkın – kamuoyunun sağlığı sağlık tacirlerinin önünde tutulur ve halkın kobay edlmesi
ve sağlık hizmetlerinin geçelim “muhafazakarlaştırılmasını” ilkelleşmesi Danıştay’ın bu Yönetmeliği iptaliyle sağlanır..

Anayasa Mahkemesi‘nin aşı uygulamasında temel insan haklarının “ancak yasa ile” sınırlanabileceğine ilişkin Anayasal gerekçe ile (md. 13) anababa kararını (bireysel hak)
halk sağlığına (üstün kamu yararına) önceleyerek zorunlu aşı uygulamasını sınırlaması talihsizliktir. Gerçekte Umumi Hıfzıssıhha Yasası‘nda aşı uygulamasının zorunlu tutulduğuna ilişkin çok sayıda madde bu Yasanın ruhu ve amacı gereği yasada içselleştirilmiştir.
Biçimsel bir zorlama ile ille de bir yasa maddesinin açık açık bu zorunluluğu sözel – maddi olarak ifade etmesini aramak, kamu sağlığı yönünden sakıncalı olmuştur. Sağlık Bakanlığı’nın ise anılan yasada derhal kısa bir yasa maddesi eklenmesi ya da değişikliği ile sorunu çözebilecek iken, bildiğimiz ölçüde günümüze dek bu yönde bir adım atmamış olması düşündürücüdür.
Biz konuyu sitemizde önceki aylarda kapsamlı işlemiştik.. (HASUDER’den :
Anayasa Mahkemesi’nin Aşılama Kararı Hakkında Basın Açıklaması, 14 Kasım 2015,
https://ahmetsaltik.net/2015/11/23/hasuderden-anayasa-mahkemesinin-asilama-karari-hakkinda-basin-aciklamasi/)

Oysa “Yüce Meclis”, dünyada örneği olmayan adına “Torba yasa” denilen “Türk tipi yasalaştırma” sürecini sürdürmektedir. Son olarak doğurganlığı teşvik etmek üzere kadın çalışanlara izin ekleri ve kolaylıkları getirilmiştir.

Sağlık Bakanlığı, sağlığa zararlı olmayı sürdürmektedir..
Bu çok hazin bir olageliştir (tecellidir) ve karamizah kuyusudur..
Ancak yalın akıl, bu akıl ve bilim dışı gidişin hızla durdurulması gerektiğini buyurmaktadır.
İmmanuel Kant‘ın 1784’lerde yazdığı ünlü makalesindeki uyarıları yankılanıyor kulaklarımızda:

SAPERE AUDE… SAPERE AUDE..(Aklını kullan… aklını kullan…)

Sevgi ve saygı ile.
29 Ocak 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net 
profsaltik@gmail.com