“Parlamenter sistem bizim genlerimizde var”

“Parlamenter sistem bizim genlerimizde var”http://www.yenicaggazetesi.com.tr/s/i/1x1.gif

"Parlamenter sistem bizim genlerimizde var"

Doç. Dr. Ümit KOCASAKAL
İstanbul Barosu eski Başkanı

İstanbul Barosu eski Başkanı Ümit Kocasakal, Kocaeli’nin Karamürsel İlçesi’nde

  • ‘Başkanlık ve Referandum Tuzağındaki Türkiye’

konulu konferansa katıldı.

Kocasakal getirlmek istenen yeni sisteme değinerek,

“Parlamenter sistem bizim genlerimizde var.” dedi.

Karamürsel Öğretmenevi’nde düzenlenen konferansta ilk olarak söz alan CHP Karamürsel İlçe Başkanı Şinasi Yazar, “Önümüzde şüphesiz bir referandum var. Bizler bugün itibari (AS: bu günden) ile ilçemizden bu referanduma (AS: halkoylamasına) karşı olan tepkimizi göstermek adına yapacağımız faaliyetlere start veriyoruz (AS: etkinlikleri başlatıyoruz..). Bu günden itibaren (AS: başlayarak) referanduma ‘hayır’ dediğimizi bütün ilçe halkımıza duyurmak adına başlattığımız kampanyamıza bütün halkımızın desteğini bekliyoruz.” dedi.

Ümit Kocasakal ise konuşmasında, yapılmak istenenin rejim değişikliği olduğunu belirterek,

  • “Şu an yapılmak istenen sistem değişikliği değil, rejim değişikliğidir. Türkiye terör saldırılarının ve büyük bir kaosun altındayken Cumhuriyet ile kavga ederek, Atatürk’le, İnönü’yle Lozan’la kavga ederek, birlik beraberliği sağlayamazsınız. Ülkemizde böyle büyük terör saldırıları varken, Türkiye üretmeyip açlığa gidiyorken, başkanlığı niçin, kimin için konuşuyoruz? Bunun kime faydası var? Başkanlık sistemi ne, parlamenter sistem ne, getirmek istedikleri ne?” dedi.

KARARNAME DEĞİL ‘KRALNAME’

Başkanlık sisteminin Türk milletine aykırı bir sistem olduğunu dile getiren Kocasakal,
sözlerini şöyle sürdürdü:

  • Başkanlık sistemi Türkiye’ye uymaz. Biz milli mücadeleyi 1. Meclis ruhuyla kazandık. Parlamenter sistem bizim genlerimizde var. Getirilmek istenen başkanlık sistemi değil.– Meclis yok,
    – milletvekili yok,
    – Meclisin kanun çıkarma gibi bir durumu yok.
    – Meclis denetimi yok,
    – müzakere yok…

    O zaman neye yarayacak o Meclis? En iyisi kapatsınlar, milletin parasını boşuna maaş olarak vermesinler. Bu tasarıya göre hukuki denetim de yok.

  • Her şey kararname, ben ona artık kararname değil ‘kralname’ diyorum. Kanun hükmünde çıkartılan bir kralname diyorum.
  • Padişah demek bile yanlış. Yemin ediyorum size 1876 Kanun-i Esasi’nden daha geride.
  • Vallahi Abdülhamit’in bu kadar yetkisi yoktu.Ve biz şu anda Atatürk’e dahi verilmeyen yetkileri konuşuyoruz.
    Atatürk’e dahi meclisi fesih yetkisi verilmedi. Bunun nedeni Atatürk’ün bir fani oluşu ve yarın ölecek bir kişiye nasıl olur da böyle büyük yetkiler verilebilirdi? Bu kadar büyük bir gücü nasıl yönetecektir. Unutmayın ki adalet hepimize bir gün lazım olacak.
  • Tek başına her şeyi yönetmek imkansız bir şeydir.”
    (http://www.yenicaggazetesi.com.tr/parlamenter-sistem-bizim-genlerimizde-var-155138h.htm 18.01.2017)
    =======================================Teşekkürler değerli hukukçu ve yürekli aydın Sayın Ümit Kocasakal..

    CHP Karamürsel İlçe Başkanı Şinasi Yazar da sağolsun..
    Ama ne çok Arapça – İngilizce sözcük kullanıyor ve bozuk bir Türkçe..  (Ayraç içinde önermelerde bulunduk..)

    Sevgi ve saygı ile.
    18 Ocak 2017, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak.Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

AKP kurucularından anayasa teklifine ‘hayır’ çağrısı

AKP kurucularından
anayasa teklifine ‘hayır’ çağrısı

AKP kurucularından Abdüllatif Şener ve Ertuğrul Yalçınbayır,
* milletvekillerine anayasa teklifini geri çekmeleri ya da
‘hayır’ oyu vermeleri konusunda çağrıda bulundu.
Ertuğrul Yalçınbayır ile ilgili görsel sonucu

‘Türkiye’nin başta terör ve ekonomik kriz olmak üzere çok sayıda sorunla boğuştuğunu, buna bir de başkanlık tartışmasının eklenmesinin vahim sonuçlar doğuracağını’ savunan Şener ve Yalçınbayır, teklifi imzalayan AKP milletvekillerine,

* “Teklifi geri çekin, Türkiye rahatlasın” dedi.

T24’ün haberine göre, Türkiye’nin birçok alanda sıkıntı yaşadığını hatırlatan Şener,

* Türkiye’nin sıkıntılarından kurtulabilmesi için yapılması gereken çok iş var.
Başlangıç olarak Meclis’te görüşülmekte olan anayasa değişikliği teklifi geri çekilmelidir. Yapılmak istenen değişikliğin Türkiye’ye hiçbir hayrı yoktur. Ama zararı çoktur.
İçinde bulunduğumuz ortamda halk içinde kamplaşma yaratacak girişimlerden
uzak durmamız gerekiyor.” diye konuştu.

‘TÜRKİYE’NİN ACİLEN NORMALLEŞMESİ LAZIM’

Ekonomide ciddi sıkıntılar yaşandığını, yabancı yatırımcılarda hukuk endişesi ortaya çıktığını ve Meclis’te görüşülmekte olan teklifte bu kaygıları daha da artıracak maddeler bulunduğunu savunan Şener, şöyle devam etti:

* “Türkiye’nin acilen normalleşmesi lazım. Ekonomik ve siyasi sıkıntının giderilmesi için teklif geri çekilmeli, çekilmeyecekse milletvekilleri sorumlu davranmalı, ülkeyi düşünmeli
ve ‘hayır’ oyu vermeli.”

‘AKP İÇİNDEN YÖNETİCİ VE MİLLETVEKİLLERİ YAŞANANLARDAN RAHATSIZ’

Meclis’te görüşülen anayasa değişikliği teklifinin ‘halk içinde birlik değil, bölünme yarattığını’ ileri süren Yalçınbayır da,

* “AKP içinde birçok yönetici ve milletvekili ile görüşüyorum. Çoğu yaşananlardan rahatsız,
bu işin nereye varacağından tedirgin. Geçmişte Türkiye’de üst düzey görev yapmış devlet ve siyaset adamları da kaygılı. AKP kuruluş felsefesi bu değildi. Anayasa değişikliği bu şekilde yapılmaz. Demokratik tartışma ortamında yapılır. Ayrıca anayasa değişikliğinin zamanı da değil. Türkiye’yi birleştirmiyor, ayrıştırıyor. Şu kısa dönemde bile bu açıkça görüldü.” ifadelerini kullandı.
=====================================
Dostlar,

Her 2 saygıdeğer AKP kurucusuna sağduyuları için teşekkür borçluyuz.

Dileriz geç kalınmadan, 2. tur oylamada hem gizli oy kuralına Anayasa’nın kesin ve açık buyruğu (md. 175) uyulur hem de bu olanak kullanılarak 15 dolayında HAYIR oyu çıkar
ve ülkemiz bu yersiz ve gereksiz gerilim ve sorundan kurtulur..
Türkiye, 15-20 yurtsever AKP – MHP’liye mahkum edilmiştir.
Her 2 partiden de, 18.01.2017 günü başlayacak 2. tur oylamada “gereğini” bekliyoruz..

Tam güçle, ulusal seferberlikle ve hiç gecikmeden çözmemiz gereken öyle çok ve öyle
acil ve ağır – ciddi sorunlarımız var ki! Bizzat Başbakan Binali Yıldırım acı acı itiraf etti :

* Türkiye’nin beka sorunu var!

Bu vahim sorundan AKP iktidarı 1. derecede sorumludur.
Yaşanan korkutucu sonuçlar AKP – RTE’nin doğrudan eseridir.
Bu bataktan çıkış için Tayyip beyi Padişah yapmamız isteniyor..
Bu istem utanmaz bir taleptir ve irrasyoneldir, ulusun aklıyla dalga geçmektir!
Ulusumuz, halk oylamasında önüne gelirse, Anadolu tokadını aşkedecektir..
Sevgi ve saygı ile.
17 Ocak 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dr. Faruk Alpkaya : Türkiye’yi çok zor 2 yıl bekliyor

Dr. Faruk Alpkaya:
Türkiye’yi çok zor 2 yıl bekliyor

(Dr. A. Saltık : Uzun ama tarihsel değeri olan önemli söyleşinin bütünüyle okunmasında büyük yarar görüyoruz.. 17.01.2017)
KHK ile Ankara Üniversitesi’nden atılan Dr. Faruk Alpkaya, ekonomide, dış ve iç politikada 2017 ve 2018’in çok sert, çatışmalı ve acılı geçeceğini söyleyerek
– “Türkiye’de şu anda başka bir şey yapılıyor. Bunu 150 yıllık modernleşme hareketinin topyekûn imhası olarak değerlendiriyorum” dedi.

Türkiye, son bir yıldır Barış İçin Akademisyenler grubunun “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirisine imza atan akademisyenlere yaşatılan türlü işkenceleri seyrediyor. Açılan idari ve adli soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar, keyfi iş akdi fesihleri derken son olarak KHK ile Ankara Üniversitesi’nden atılan imzacı akademisyenleri okuduk. KHK ile ihraç edilenler arasında yer alan Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Dr. Faruk Alpkaya ile Ankara Üniversitesi’nin imzacı akademisyenlere yönelik özel tutumunu, AKP’nin tek adam yönetimini getirecek olan Anayasa değişikliğini Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına atıf yaparak savunmasını ve Türkiye’yi önümüzdeki dönemde bekleyen tehlikeleri konuştuk.

– Barış için Akademisyenler grubundaydınız ve meşhur barış bildirisine imza atmıştınız tam bir yıl önce. Bu süreç çeşitli merhalelerden geçti. Hakkınızda adli soruşturma açıldı ve KHK’yle ihraç edildiniz. Bu ihracınız dikkat çekici, çünkü birçok büyük üniversitede imzacı akademisyenler hakkında bir işlem yapılmadı ama Ankara Üniversitesi’nde çok sayıda akademisyen atıldı. Özel bir durum mu var sizin üniversitenizde?

Doğru bir tespit yaptınız. Kimi köklü üniversitelerde, idari veya adli soruşturma yönünde hiçbir girişimde bulunulmazken Ankara Üniversitesi’nin özel bir çabası var. Atılan akademisyen ve Eğitim Sen üyeleri sayısında ilk sırada Ankara Üniversitesi yer alıyor. Rektör Erkan İbiş’in Siyasal Bilgiler Fakültesine, İletişim Fakültesine ve Cebeci Kampüsü’ne yönelik özel bir memnuniyetsizliği var. Bu memnuniyetsizlik aslında Gezi döneminin biraz öncesinde başlıyor. İlk rektör seçildiğinde yoğun protestolarla karşılaşmıştı. Daha sonra bir daha hiç gelmedi fakülteye. Mülkiye’nin kuruluş yıldönümlerine de gelmedi, yerine yardımcılarını gönderdi.

– Nedir bu özel husumetin nedeni?

Bu özel husumetin nedeni, sanırım kendi alışık olduğu yönetim tarzına uygun bulmaması. Çünkü bizim kampüste genel olarak yanlış bulduğunu eleştirme, yöneticinin her söylediğini doğru bulmama gibi bir gelenek vardır. Bu gelenek onu çok rahatsız etti. Kendi kültürü gereği, hem siyasi kültürü hem de muhtemelen mesleki kültürü gereği hep baş eğmeye hep itaat etmeye alışmış olsa gerek ki, aynı itaati Rektör olduktan sonra çevresinden de görmek istedi. Ama bunu göremeyince özel olarak uğraşmaya başladı. Uğraşmaya da bundan 2 yıl önce Dekan Yalçın Karatepe’ye soruşturma açarak başladı. Bu ondan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi ve nispeten iletişim Fakültesi öğretim üyelerine yönelik sistematik bir mobbinge dönüştü. Son tespitte, öğretim üyelerine açılan soruşturma sayısı 60’ı geçmişti bizim fakültede. Hatta bazı arkadaşlarımıza 5, 6, 7 soruşturma açıldı. İtiraz dilekçesine bile soruşturma açma biçiminde tepki gösterdi. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Dr. Cenk Yiğiter’i mesela ısrarla soruşturmada savunma yapması için Kalecik ilçesine gönderiyordu. Bu özel bir husumet olduğunun göstergesi. Bu husumet söylediğim gibi kendi kültüründen kaynaklanıyor olabilir. Ama bir yandan da kendi kimi hatalarını ya da kusurlarını örtbas etmeye yönelik bir çabadan da kaynaklanıyor olabilir. Şunu demek istiyorum: Nedense Ankara Üniversitesi’nde sistematik bir Fetullahçı temizliği yapılmadı. Tam aksine mesela Hakkari Üniversitesi’nin Fetullahçı olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan ve adli kontrol şartıyla serbest bırakılan eski rektörü, Veteriner Fakültesi’nde rektör Erkan İbiş’in isteğiyle görevlendirilmiş durumda. Gene kimi dekan vekilleri hakkında Fetullahçı olduğu gerekçesiyle suç duyuruları olduğu söyleniyor. Bunlara hiçbir şey yapılmazken, ‘ben bir şey yapıyorum’ diyebilmek için asıl olarak solcu, demokrat olan ve ağırlıklı olarak da hemen hemen hepsi Barış için Akademisyenler’in 11 Ocak’ta (2016) yayınladıkları bildiriye imza atmış kişileri tasfiye ediyor. Ama bunu yaparken bile özel bir uygulama yapıyor. Mesela İletişim Fakültesi’nden Doç. Gülseren Adaklı arkadaşımız ilk 1 Eylül KHK’si ile atılmıştı. Gülseren Adaklı,  sendika listesinde Rektör Erkan İbiş’in usulsüzlük ya da yolsuzluk yaptığına dair bir adli soruşturma yürütüldüğüne ilişkin bir haber paylaşmıştı ve bundan dolayı önce soruşturma açıldı, ceza verildi ve sonra ilk KHK’ye konulup atıldı. Gene İletişim Fakültesi’nden Doç. Sevilay Çelenk, bir yıldır beklemekte olan profesörlük tezinin daha fazla bekletilmesinin görevi kötüye kullanmak olduğunu belirttiği için KHK’ye konularak atıldı.  Kendinin konumunu rahatsız eden ya da kendinin otoritesini sarsmaya yönelik şeylere karşı özel bir uğraşma durumu da var. Tabii bunlar genellikle Barış için Akademisyenler imzacıları ile çakışıyor. Çünkü haksızlık ve adaletsizliğe karşı çıkmak ister Cizre’de olsun, ister Ankara Üniversitesi’nde olsun, ister dünyanın herhangi bir köşesinde olsun, ahlaklı ve vicdanlı insanların ortak özelliğidir.

– Ankara Üniversitesi’nde böyle bir uygulama var ama bir de KHK gerçeği var. Türkiye çapında çok sayıda akademisyen ihraç edildi. Bu durum kamuoyuna şöyle bir algıyla sunuluyor. FETÖ’cüler ve terörle iltisaklı olanlar atılıyor. Bu bahane edilerek birçok görüşten insan atıldı. FETÖ’cü olmayan solcu, demokrat akademisyenlerin tasfiyesi ile
ne amaçlanıyor?

Şimdi orada terör örgütüyle iltisaklı olanlar dediniz ama KHK’de daha esnek ve daha vahim bir ifade var. ‘Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan’lar deniyor.

– Yani bir kişinin kamu görevinden KHK ile atılması için terör örgütüne iltisaklı olması gerekmiyor mu?

Terör örgütü olması gerekmiyor. MGK’nin bir şekilde bir listeye aldığı yapı, oluşum ve gruplardan söz ediliyor. Bunların hiçbirinin hukuksal karşılığı yok. Yapı ne demek, oluşum,
grup ne demek? Bunlarla da iltisakı, irtibatı olanlar atılır diye ayrıca bir düzenleme var. Şimdi ben kendi yakın çevremdeki insanları tanıyorum. Onlar hakkında, benim tanıdıklarım içinde herhangi bir terör örgütü ile iltisak ve irtibat ya da tehlikeli olabilecek yapı, grup ve oluşumlarla ilişkisi olan kimse yok.

– Zaten Türkiye terör suçlarına karşı en sert uygulamalara ve hukuksal düzenlemelere sahip bir ülke. Diyelim ki herhangi bir terör örgütüne iltisakı olan bir öğretim üyesi olsa bile KHK’lere varana kadar çoktan işlem yapılması gerekmez miydi?

Barış için Akademisyenler imzacılarından ilk 4 arkadaşımız İstanbul’da gözaltına alındıklarında, yargılanma Terörle Mücadele Kanunu üzerinden başlatılmıştı. Sonra yargılamayı mahkeme durdurdu, burada sadece ‘devlete hakaret’ olabilir dedi. Onun için de Ceza Kanunu’nun 301. maddesi gereği Adalet Bakanlığı’ndan izin alınması gerektiği için Adalet Bakanlığı’na izin yazısı yazdı. Yani yargı organları da herhangi bir terör işi olmadığını aslında tescil etmiş oldu. Adalet Bakanlığı uzun bir süredir gerçi yanıt yazmadı. ‘İzin vermiyorum’ da demedi, işi sürüncemede bırakmaya devam ediyor. Zaten kötü olan bakın şu:

  • KHK’yle 100 bine yaklaştı atılan kamu görevlisi sayısı!

Akademisyen sayısı 5 -6 bin civarında. Bunların kimin ne olduğunu, aslında herkes yakın çevresinden biliyor. Ben gerçekten bunlar ne kadarı Fethullahçı, ne kadarı şucu, ne kadarı bucu hiçbir bilgim yok. Büyük çoğunluğunun ismi cismi belli değil. Bilinen, tanınan insanlar için kamuoyu ilgisi yoğunlaşıyor ama bilmediğimiz büyük bir kitleyle karşı karşıyayız. 100 bin kişi. Şaka değil yani bu. Bunlar ne zaman ve nasıl devlete alındılar, bunca yıldır ne yapıyorlardı, niye sessiz kalındı, şimdi niye atılıyorlar? Bütün bunlar büyük bir belirsizlik işareti. Bunun yanı sıra doğrudan aslında Fethullahçılarla ilişkisi olan kişilerin bir kısmına da hiçbir şekilde dokunulmuyor.

– Bu çok garip değil mi?

Dolayısıyla bunu buradan izah etmek mümkün değil. Başka bir şey yapılıyor Türkiye’de. Ben onu 150 yıllık modernleşme hareketinin topyekun imhası olarak değerlendiriyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nda,  19. yüzyılın ortalarında kabaca Tanzimat Fermanı ile işaretleyeceğimiz bir modernleşme başladı (AS: 1839). Sadece yasal düzeyde değil, kurumlar düzeyinde de bir modernleşme… Yeni kurumlar açıldı. Harbiye yeniden kuruldu. Mülkiye kuruldu. Tıbbiye yeniden kuruldu. Giderek özel idareler, yerel yönetimler oluşmaya başladı. Anayasacılık ve giderek demokrasiye doğru bir gidişat başladı. Bu modernizm süreci de modernleşme süreci de bütün yönleriyle olumlu değildi, bunun içinde olumsuz yönler de vardı. Ama bu iktidar olumlu olan her şeyi yok etmeye yönelmiş durumda. Olumsuz yönleri de o modernizmin içinde hoşgörülebilecek olumsuzluklar olmaktan çıkartıp artık tahammül edilmez bir boyuta taşıma eğilimi içinde aynı zamanda.

– Mesela neleri yok etmek istiyor?

Bütün kurumları yok etmek istiyor. Büyük ölçüde de yok etmiş durumda. Bakın yargı… Bugün artık Türkiye’de bağımsız yargı diye bir şeyden söz etmenin mümkün olduğunu zannetmiyorum. Herhangi bir konuda hükümetin istemediği bir kararı verecek yargıcın yarın yayımlanacak olan KHK’de yer alması neredeyse kaçınılmaz gibi. Belki de Fethullahçıları atmamalarının nedeni tam da bu. Onları rehin almış durumdalar ve kullanıyorlar tetikçi olarak. Böyle de değerlendirilebilir. ‘Ben seni Fethullahçılıktan içeri atacağım, benim dediğimi yap’ da diyebilirler.

– 10 Cumhuriyet yazar ve yöneticisinin tutuklu olduğu Cumhuriyet Vakfı dosyası da müebbetle yargılanan FETÖ sanığı bir savcı tarafından soruşturuluyor.

Bu tipik bir rehin alma durumu. ‘Sen benim rehinemsin. Benim her istediğimi yapacaksın.’
Bu rehin alma durumundan çıkabileceklerini de sanmıyorum.

[Haber görseli]

– Son dönemde özellikle başkanlık tartışmaları ekseninde şöyle benzetmeler yeniden tedavüle sokuldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında tek parti dönemindeki birtakım uygulamalar referans veriliyor. AKP’nin Cumhuriyet’in kuruluş yılları ile ilgili ikili bir söylemi var. Bu dönemi sıklıkla eleştiriyor, suçluyor. İnönü üzerinden daha çok yapıyor bunu. Atatürk’ün adını genellikle zikretmiyorlar. Fakat sıkıştıkları anda da kendi olumsuz uygulamaları için o dönemi referans gösteriyorlar.

Cumhuriyetin ilk yılları, yeni bir devletin ve bu devletin ulusunun kurulması ve yaratılması dönemiydi. Çok istisnai bir dönemdi, tarihsel açıdan. Osmanlı Devleti çok etnisiteli, çok dinli bir imparatorluk olmaktan çıkmış, dağılmış, onun içindeki bürokratik bir kesim bir bağımsız devlet kurma mücadelesine girişmiş, bu mücadelede askeri bir başarı sağladıktan sonra bunu Lozan’la siyasi olarak da dünyaya tescil ettirtmişti. O günlerde Mustafa Kemal’in izlediği çizgi,

  • ‘vatanı kurtardık, şimdi milleti kurtaracağız’ çizgisiydi.Milleti de asıl olarak hurafeden kurtaracaktı, gerilikten kurtaracaktı, taassuptan kurtaracaktı. Açık olarak böyle tarif edilmişti. Bu kurtarma operasyonu, yani tepeden aşağıya doğru modernleştirme girişimleri dünyanın her yerinde yaşanan olaylar. Ve kendine özgü koşulları vardır her yerde. Dolayısıyla ilk yılar hep tek adam, tek parti yönetimi altında geçmiştir. Hatta daha eski, Napolyon’a, Fransız Devrimi sonrasına gidersek, parti bile yok ortada. Sadece tek adam yönetimi içinde modern Fransa’yı oluşturan reformların bir kısmı gerçekleşmişti. Türkiye’de de benzer bir şey oldu. Tarihin akışı içinde kaçınılmaz bir şeydi. Ayrıca, Mustafa Kemal’in Meclis’e önerdiği ilk Anayasa teklifinde parti başkanı olan Cumhurbaşkanı ile Meclis farklı süreler için seçiliyordu. TBMM o günün koşullarında, bu konuyu görüşürken özellikle TBMM’nin ilk oluştuğu -yasama, yürütme, yargıyı bünyesinde topladığı- dönemden kalma bazı eğilimlerden vazgeçmedi ve Mustafa Kemal’in talep ettiği düzenlemenin yerine, tam bir parlamenter sistem yerine, Meclisle bağlantılı bir düzenleme yaptı. Demek istediğim,
    1924’te TBMM “Cumhurbaşkanı bana bağlı olsun” diyordu. Bugün ise tam tersi söz konusu: Cumhurbaşkanı TBMM’yi kendine bağlıyor. Sonra tabii 1930’lı yıllarda partiyle devletin birleşmesi gündeme geldi. 30’lı yılların ortası… Onu o günün koşullarında değerlendirmek gerekir. Hitler’in, Mussolini’nin, Peron’un, Stalin’in vs. olduğu bir dünya vardı. Buna rağmen yine de Meclis’i ve yasama prosedürlerini ortadan kaldırmadan, en azından kurumları biçimsel olarak koruyarak o günün dünyasına uyum gösterildi. Ayrıca, 1929 büyük bunalımı vardı. Dünya yanıp yıkılıyordu ve büyük bir savaşa gidiliyordu. Onu o koşullarda değerlendirmek gerekir. Bu konuda Erdoğan’ın başbakan iken danışmanlığını yapan, AKP Ankara milletvekili Aydın Ünal’ın Yeni Şafak gazetesinde aralık ayı sonunda yazdığı bir yazı vardı. Günümüzü 1914-1922 yılları arasındaki koşullara benzetiyor. Tayyip Erdoğan’ı da Enver Paşa’ya benzetiyor. ‘O gün Enver’den esirgenen bugün Recep Tayyip Erdoğan’dan esirgenmek isteniyor’ diyor. ‘Edirne’yi Enver alırsa Enver kahraman olur. Onun için Edirne Bulgar’da kalsın denilmiş’ diyor. O maceranın sonu Osmanlı Devleti’nin yıkılması, büyük bir soykırımın gerçekleştirilmesi ve Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan milyonlarca Müslüman’ın Anadolu’ya sığınmak zorunda kalması ile sonuçlandı. Tarihi benzetmeleri yaparken çok dikkatli olmak gerekir.

– Erdoğan’ın ve AKP, sürekli beka sorunundan söz ediyor. 2. İstiklal Savaşı veriliyor, deniliyor. Bununla paralel olarak dış düşman söyleminin yanı sıra bir iç düşman söyleminin de olması tehlikeli değil mi?

Tipik o yazı işte. Enver Paşa Kafkas harekatını başlattığında hedefi büyük bir imparatorluk kurmaktı. Biliyorsunuz bu işi 3 paşa, Talat, Cemal ve Enver başlatmıştı. O iki ayaklı bir harekattı. Bir yandan Enver Paşa Kafkaslara gidecek ve oradan Türk coğrafyasını ele geçirecekti. Cemal Paşa da Süveyş Kanalı harekatını yapıp yeniden Kuzey Afrika’yı ele geçirecek ve Türk-İslam İmparatorluğu kurulacaktı. Bugünkü iktidarın aklında da bu var. Bir tür Türk İslam İmparatorluğu kurmaya çalışmak. Ama buna ne konjonktür müsait ne de dünyanın gidişatı müsait. Türkiye’nin gücü ve olanakları da müsait değil. Şunu demek istiyorum: Böyle bir şey yapabilmek için, önce güçlü bir iktisadi yapınızın olması gerekiyor. İktisadi güç olmak derken sanayi gücünden bahsediyorum asıl olarak. Yoksa sağa sola inşaat yapıp, musluk takmaktan, yerlere fayans döşemekten bahsetmiyorum. Bu iktisadi gücü destekleyecek bir askeri gücün olması gerekiyor. Son olarak bu iktisadi ve askeri güçle sözünü dinletebileceğin siyasi bir güç olman gerekiyor. Şimdi herhangi bir Arap ülkesine gidip biz yeniden Osmanlı İmparatorluğunu kurmaya kalkıyoruz derseniz Araplar sizi boğarlar. Çünkü Araplar, Filistinliler istisna olmak üzere, şunu düşünürler: 500 yıl boyunca siz bizim bütün zenginliklerimizi yağlamadınız ve İstanbul’a taşıdınız derler. İstanbul’daki Selatin Camilerinin arkasında Mısır’ın, Bağdat’ın, Şam’ın, Musul’un zenginliği vardır. Bunu Arap dünyasına siyasi olarak kabul ettirmek mümkün değildir.

– Başkanlık sistemine geçiş gerçekleşirse nasıl bir Türkiye bekler bizi?

Bir kere bu gerçeklese de gerçekleşmese de ben önümüzdeki iki yılın, 2017 ve 2018’in çok sert, çok çatışmalı ve çok acılı geçeceğini düşünüyorum. Geleceğe ilişkin bir şey bilmek mümkün değil elbette ama öncelikle iktisadi koşullar bir süre sonra iç piyasaya yansıyacak, çünkü şimdi daha yansımıyor. Biz sıradan insanlar olarak yükselen döviz fiyatının, ekonominin yeniden dolarize olmasının etkilerini, muhtemelen 6-7 ay sonra yaşamaya başlayacağız. Asıl etkilerinin de 2018’de çıkacağını düşünüyorum. İkincisi bu başkanlık referandumu süreci muhtemelen çok sert, çok çatışmalı geçecek. Mecliste muhalefet vekillerine tahammül edemeyen bir iktidarın, bütün protestoları yasaklayan iktidarın herhangi bir şekilde sandık başlarında özgürce oy kullanılmasına izin vereceğini beklemek bana biraz saçma görünüyor. Tabii bütün bunlar, yani bu kutuplaşmanın ve iktisadi krizin yanı sıra Türkiye’yi dış politikada büyük yalpalamalar ve büyük başarısızlıklar bekliyor. Şimdi sormak lazım, siz düne kadar ‘sıcak denize inmek isteyen Moskof’ diyordunuz. Şimdi ne oldu da Moskof’la sarmaş dolaşsınız? O Moskof’un sıcak denizlere inme hevesi, Boğazları ele geçirme hevesi bitti mi, yoksa yarın öbür gün gene kandırıldık mı diyeceksiniz? Benzer bir şekilde ABD’de de büyük bir istikrarsızlık dönemi başlayacak kanısındayım. Trump döneminin neye yol açacağı, ne gibi sonuçlar doğuracağı henüz belli değil. Bütün bu koşullarda Irak ayrı bir macera. Daha da kötüsü bölgedeki cihatçı hareketler Türkiye içinde ciddi bir örgütlenmeye sahipler, kitle tabanına sahipler ve silahlandıklarını düşünüyorum. Ayrıca AKP’nin eskiden olmayan sokak gücü dediğimiz şey, AKP-MHP kaynaşması sayesinde MHP’nin tabanı ile birlikte elde edilmiş olacak. Bu olguların hepsini birlikte değerlendirdiğimizde çok sert geçecek iki yıl bekliyorum.

  • AKP’nin herhangi bir seçimle artık iktidarı kaybetme lüksü yok. İktidarı kaybettikleri anda bunun ağır siyasi sonuçları olacak. Suçların bir şekilde hesabı sorulmaya kalkılacak yargı tarafından. Buna tahammül etmeleri mümkün değil.

– Toplumsal muhalefetin yapacağı hiç mi bir şey yok?

Var tabii, olmaz olur mu? Toplumsal olaylar ya da tarih, önceden belirlenmiş bir doğrultuda gelişen ya da kuklacılar tarafından yönetilen bir süreç değildir; tam aksine vektörel bir süreçtir. Tarihsel ve toplumsal olgular çarpışan güçlerin mücadelesi sonucunda ortaya çıkar. Bence burada eski tür muhalefet anlayışını, eski bakış açılarını terk edip gündelik hayatı sürdürebilmek için bile yaygın bir dayanışma ağı kurmamız gerekiyor. Basitçe şunu örnek vermek istiyorum: Geçen günlerde üst üste 2 haber çıktı: Birinde kedi evi kuran gençlere saldırıldı, ikincisinde kedi evi kuran bir psikolog öldürüldü. Karda kışta sokak hayvanlarını düşünmek ahlaki bir tercihtir. Vicdanı ona buyuruyor. Kimse emir vermiyor kedi evi kur diye. Bu vicdani tercihe yönelik bir hınç ve şiddet gelişiyor. Buna yönelik nefret ve hınç aslında bir yaşama yönelik bir hınç. Burada yaşamı savunabilmek için, basitçe sıradan yaşamımızı savunabilmek için bile büyük toplumsal dayanışma ağları oluşturmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu ağların da ufak ufak aslında ortaya çıktığını seziyorum, bazen görüyorum. Hiç ummadık ağlar ortaya çıkıyor. Bu toplumsal dayanışma ağları, geçmişin kitle örgütlerinden farklı yapılar. Bunların merkezi yok. Bir örgütleyicisi yok. Bunlar kendiliğinden çıkıyorlar ama bir ağ olarak dayanışıyorlar.

– Anlık bir işe yönelik olarak örgütleniyor ve ardından dağılıyorlar, değil mi?

Bir daha aynı sorun çıktığında yeniden bir araya geliyorlar. Ama bu bir insanı temas.
Bir merkezin dayatması diretmesi değil.

– O yüzden çok daha mı güçlü aslında?

Çok daha güçlü ve çok daha yok edilemez. Ve hayatı savunmak her zaman kazandıracak bir şeydir. Çünkü vicdanlı insanlar hayatı savunurlar. Bence yaşadığımız dönemin, hatta 12 Eylül’den bu yana yaşananların en büyük etkisi Türkiye’de vicdani ve ahlaki yapıları çökertmesi oldu ama bu çöken yapıların içinde bile bir kıvılcım var.

– Ama Gezi’yi yaşadık ve bugün sanki Gezi’nin toplumsal, siyasal hayata hiçbir etkisi yok gibi görünüyor.

Çok oldu.

– Niye göremiyoruz?

Gezi’nin etkisi öyle kısa vadeyle ve birkaç yılda görülecek bir etki değil. Gezi’de yeni bir toplum tahayyülü ortaya çıktı. Şiddeti reddeden, değerler üzerinden savunma yapan bir dünya tahayyülü ortaya çıktı. Bu tür vicdan temelli, ahlak temelli hareketler aslında geleceği belirleyecek olan güçlerdir. Çünkü eski dünya, bildiğimiz dünya bitti artık. Şimdi neredeyse Star Wars filmlerindeki gibi iyilerle kötüler arasında yaşanan bir savaşın içindeyiz. Ben dünyayı güzelliğin kurtaracağına inanıyorum.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/660585/Dr._Faruk_Alpkaya__Turkiye_yi_cok_zor_2_yil_bekliyor.html
16.01.2017

Artuk Ardıçoğlu’ndan MHP’li Vekillere Mektup

Artuk Ardıçoğlu’ndan
MHP’li Vekillere Mektup 

Hukukçu akademisyenden MHP’li milletvekillerine mektup:
* Hayırlı olmayacak işe ‘hayır ’ deyin!
Yrd. Doç. Ardıçoğlu, anayasa değişikliğinin olası sonuçlarına dikkat…
15 Ocak 2017 Pazar 10:08
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Hukukçu akademisyenden
MHP’li milletvekillerine mektup:

Hayırlı olmayacak işe ‘hayır ’ deyin!

Yrd. Doç. Ardıçoğlu, anayasa değişikliğinin olası sonuçlarına dikkat çeken bir mektup kaleme aldı

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Yrd. Doç. Dr. Artuk Ardıçoğlu, MHP’li miletvekillerine anayasa değişikliği ile ilgili uyarılarda bulunan bir mektup gönderdi. Ardıçoğlu, AKP’nin amaçladığı devlet modeline ulaşabilmek için bugün MHP’nin desteğine ihtiyaç duyduğu, ancak gelecekte ‘hangi iktidarın, hangi maksatlar ve politikalarla kimlerin desteğine ihtiyaç duyacağının’ bugünden kestirilemeyeceği uyarısında bulundu.

Ardıçoğlu’nun MHP’li milletvekillerine elektronik postayla gönderdiği mektupta,

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin, tek bir siyasi partiye ve onun başındaki tek bir kişiye
    emanet edilemeyecek denli güçlü ve köklü bir devlet geleneğine sahip olduğu
    ” belirtilerek
  • “Bu gücün her defasında ehil kişilerce kullanılacağı güveni ile geleceğe yönelik
    bir sistem kurulamaz.
  • İnsanlık tarihi, niyetlerinden bağımsız olarak kontrolsüz gücü ele geçirenlerin yarattığı trajedilerle doludur..” dedi.

Ardıçoğlu, vekillere şöyle seslendi                       :

  • “Değişiklikler kabul edildiği takdirde, devletin sahip olduğu yetkilerin önemli bir bölümü hukuki ve fiili olarak tek bir kişide toplanacaktır.
  • Bu kişi;
    yürütme yetkilerini şahsında toplayacak,
    – OHAL’e karar verecek,
    – kararnamelerle ilk elden düzenlemeler yapabilecek,
    – lideri olduğu parti aracılığıyla Meclis’i kontrol edecek,
    – edemediği takdirde Meclis’i koşulsuz feshedebilecek,
    – yargıda kilit noktalara doğrudan ve dolaylı atamalar yapabilecektir.
  • Oysa devletin başı olma ve toplumun genelini temsil etme iddiası ile sadece
    tek bir siyasi partinin lideri olma gerçeği birbirini dışlayan hallerdir.
    – Devlet ve tek bir partinin böylesine iç içe geçtiği bir devlet modeline
    ancak totaliter/baskıcı rejimlerde rastlanılabilir.
    – Devletin sahip olduğu tüm yetkilerin bir kişiye bırakılmasının, gelecek Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinin serbestçe yapılmasının önünde engel olacağı açıktır.
    – Meclisinizin değişiklikleri 
    bu haliyle kabul etmesi halinde, bir darbe olmaksızın,
    kendi varlığını ve yargı bağımsızlığını yürütme organı içinde tek kişiye ve
    tek siyasi partiye teslim eden ilk Meclis olacaktır. 

Ülkemizin siyasi, ekonomik, toplumsal ilişkileri ve geleceği için hayırlı olmayacağına inandığım bu değişikliklere hayır demeniz umuduyla, değerlendirmelerimi
takdirlerinize sunarım.”
=============================
Dostlar,

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Sayın Yrd. Doç. Dr. Artuk Ardıçoğlu‘nun, MHP’li miletvekillerine gönderdiği
özlü değerlendirmeyi biz de bütünüyle paylaşıyoruz.

Üstelik henüz Yrd. Doç. olmasına karşın Aydın yürekliliğini
(bunu da yüreklilik mi sayalım??) kutluyoruz.
Bu siteden hep yazıyor ve Hukuk Fakültelerinin uyarılarda bulunarak ülkemize
yol göstermelerini rica ediyoruz. Kıdemli hukuk ve siyaset bilimi – kamu yönetimi hocalarının da seslerini yükseltmelerinin kaçınılmaz olduğu bir dönemdeyiz.
Sırça saraylarda sinerek geleceğin aydınlığına ulaşmak olanaklı değildir.
Aydın sorumluluğu ve öncülüğü asla sütre gerisine çekilmek olamaz!
Demokrasi – insan hakları – özgürlük – eşitlik… ancak uğruna savaşım verenlerin
hak edeceği üstün değerlerdir.
Ülkemizin üstündeki ölü toprağının atılması, ölümcül suskunluğun bitmesi gerek.
Çağımız ORTAK AKIL çağıdır.
Haşa huzurdan Tanrı olsa “tek kişiye” ülkenin – ulusun tüm yazgısını teslim etmek için akla ve çağın gereklerine uyan hiçbir ama hiçbir gerekçe bulunamaz, yoktur çünkü!
Ayrıca bu “tek adam” ın 15 yılda ülkemizi getirdiği bataklık – yangın – kan gölü – yoksulluk – işsizlik – terör – iç savaş ve bölünme riski – dışarıda savaş.. ve içeride
daha şimdiden uygulanan ağır baskı ve yolsuzluklar….. gözler önünde..
İkide bir “kandırıldık” diyor.. Niçin kurullar -Meclis eliyle tartışarak ortak aklın gereği katılımcı – demokratik bir yönetimi reddedip önceki yüzyıllardan kalma padişahlığa yöneliyoruz?? Elinde bunca geniş yetkiler varken daha da fazlasını istemenin anlamı ve gerekçesi ne olabilir?? 

Ulus egemenliği Ulusta kalmalıdır; Egemenlik hiçbir kişiye, zümreye devredilemez,.

Anayasa madde 6 – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. (AS : Dikkat; TEK KİŞİ değili YETKİLİ ORGANLAR deniyor..)
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.

Türkiye kendine gelmeli ve sapkın yoldan bir an önce dönülmelidir.
Türkiye’ye giydirilmek istenen bu deli gömleği ulusumuz tarafından yırtılacaktır!

Sevgi ve saygı ile. 16 Ocak 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sermayenin Yatırım Tercihleri ve AKP

EKONOMİ POLİTİK

Sermayenin Yatırım Tercihleri ve AKP

Prof. Dr. Erinç Yeldan

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Önce PİSA skorları üzerine hep bilegeldiğimiz sonuçlar açıklandı: PISA, fen, matematik ve okuma yeteneklerini uluslararası düzeyde karşılaştıran bir değerlendirme sistemi.
Türkiye yetmiş ülke içinde fen bilimlerinde 52’nci; matematikte 49’uncu, okumada ise 50’nci olarak sıra buldu. Bu sıralamada Türkiye 2003’teki konumuna gerilemiş oldu. Hafta başında açıklanan milli gelir verileri ise Türkiye ekonomisinin yedi yıl aradan sonra tekrar eksi büyüme yaşadığını ve %1.8 daraldığını gösterdi. Bu daralmaya karşın 12 aylık birikimli cari işlemler açığı (dış açık) yeniden 40 milyar dolar düzeyinin üstüne çıktı. %8-10 bandındaki enflasyon ve (yıllardır dillendirilen “mucize” büyüme masalına rağmen) % 9’un altına çekilememiş olan işsizlik oranı da yeniden %14 düzeyine yaklaştı.

Dolar kurundaki bozulmayla birlikte ulusal ekonomide dengelerin yitirildiği ve
Türkiye’nin ciddi bir kriz tehlikesiyle karşı karşıya olduğu görülüyor. Uluslararası
yeni işbölümü içinde Türkiye için biçilmiş bulunan bu dışa bağımlı, taşeron-sanayi ve
müteahhitlik kapitalizminin ana yürütücüsü AKP’nin, 2003’ten bu yana doların ucuzluğu
sayesinde yaratmış olduğu hormonlu büyüme öyküsü, dayandığı sıcak para akımlarının
yönünün tersine çevrilmesi ve sosyal şiddetin getirdiği güvensizlik ortamıyla birlikte artık
sona ulaştı.

Finansal spekülasyon ve şişirilmiş değerler sisteminin yarattığı sanal algıya karşın
değişmeyen gerçekler, Türk ekonomisinin aslında çok uzun süreden bu yana kırılgan bir
yapıda olduğunu göstermekteydi: düşen tasarruf eğilimi, artan dış açık, gerileyen
üretkenlik ve kalitesiz eğitime dayalı niteliksiz işgücü…
***
Bu kırılgan yapının ana ögesi, kuşkusuz, Türkiye sermayesinin çarpık yatırım
tercihlerinde gizlenmektedir. Türkiye kapitalizminin inşaat ve konut spekülasyonuna
dayalı dengesiz yapısı aslında AKP ekonomi idaresinin öznel/keyfi tercihlerinin değil,
nihai olarak Türkiye burjuvazisinin ve büyük sermayenin stratejik çıkarlarının
yansımasıdır. Bu bakımdan, özel sabit sermaye yatırımlarının yüksek gelir gruplarının
davranışları açısından izlenmesi önem kazanmaktadır. Bu doğrultuda geliştirilmiş bir
veri analizini değerli çalışma arkadaşım ODTÜ öğretim üyesi Doç Dr. Ebru
Voyvoda’dan aldım. Ebru hoca, büyük sermayenin sektörler arasında yatırım önceliklerini değerlendirmek amacıyla, özel sabit sermaye yatırımlarının milli gelire oranı ile, en yüksek %10
gelire sahip zengin nüfusun gelir paylarını karşılaştırmayı öneriyor. Yani, “(Yatırım/Milli Gelir) / (En üst %10 gelirli zengin nüfusun payı)” oranını büyük sermayenin yatırım davranışlarını izlemek üzere kullanmayı önermekteyiz. Söz konusu oran, en üst gelir düzeyine sahip “zengin” nüfusun hangi sektörlere yatırım yapmayı tercih ettiğini göstermekte. 2002’den 2012’ye ilgili verileri aşağıdaki grafikte sergilemekteyim.
Veriler üst gelir gruplarının (büyük sermayenin) gelir paylarına görece olarak toplam yatırım harcamalarının %50-60 düzeyinde seyrettiğini; ancak bunun içinde makine teçhizat vb sabit sermaye yatırımlarının düzeyinin % 30-40 bandını aşmadığını gösteriyor. Geriye “inşaat ve konut” kalıyor. Nitekim temel olarak bakıldığında, özel sektörün inşaat yatırımları ilgili göstergenin % 70’ini oluşturuyor. Dolayısıyla, büyük sermayenin Türkiye kapitalizminin gelişimine yönelik stratejik tasarımının sanayi sektörlerinden ziyade, inşaat ve konut sektörüne dayanmakta olduğu anlaşılıyor. Ancak, bu doğrultuda gerekli olan yurt içi tasarrufları ve üretkenlik kazanımlarını bir türlü harekete geçiremeyen AKP ekonomi idaresinin geriye tek bir
çaresi kalmış gözüküyor: dövizin ucuz kılınması. Bunun için her ne pahasına olursa olsun döviz
kazandırıcı bir siyaset izlenmeli: ulusal ve uluslararası sermayeye bir rant mekanizması sunacak özelleştirmeler, arazi spekülasyonları, dış borçlanma ve dış siyasette bağımsızlığımızı tehlikeye atan tavizler
***
Daha önceki yazılarımızda da sıkça dile getirmiş idik. Tarih boyunca tüm iktidarlar
uyguladıkları ekonomi politikaları iflas ettiğinde karşılaşılan sorunları aşmak için “hayali
düşmanlara” ve “komplo öykülerine” başvurmayı yeğlemişlerdir.

– “Batı bizi kıskanıyor”;
– “Yeni Türkiye’nin iç ve dış düşmanları”;
– “faiz ve dolar lobisi” gibi kavramlar da bu çabaların ürünüdür.

Aslında teknik bir fiyat olarak, uluslararası mali piyasalarda döviz arz ve talep dengesine ve ileriye yönelik beklentilere dayanan dolar kurundaki gelişmeleri beğenmeyip, bunları bir haçlı seferi tehdidiyle yorumlayarak, dolarlarınızı bozdurun” çağrılarıyla göğüslenebileceğini ummak da iktisat biliminin herhangi bir kuramı ile açıklanamayacak bir girişimdir.

  • Asıl olan gerçek ise, Türkiye’de insan onuruna yakışır işgücüne dayanan ve cinsiyet, ırk,
    din veya mezhep ayrılıklarının söz konusu olmadığı, insan haklarına saygılı, katılımcı
    demokrasi kurumlarının geliştirilmesi ve korunması zorunluğudur. (Cumhuriyet, 14.12.2016)
    ==================================
    Dostlar,

Durumun onca ağırlığına ve ciddiyetine hatta ürkünç (vahim) olmasına karşın
AKP – RTE’nin izlediği ekonomi politikaları insanı dehşete düşürüyor..

Hele Prof. Yeldan‘ın yukarıdaki yazısını okuyunca.. Üstelik aradan 1 ay geçti; bu yazı
şimdi daha da anlamlı. Sn. Yeldan’ın önerileri dinlense idi tablo bunca ağırlaşmayabilirdi.
Bu kritik 1 ayda yaşadığımız yangın ortada.. Dolar’ın son 1 yılda değer kazanımı yada TL’nin değer yitirmesi %31 dolayında. Son 2 yılın yitiği ise %65’i buluyor. Korkunç bir erime..
Ama hala AKP – RTE, bir mali komplo savunmasında. Tam bir paranoid bozukluk..
Oysa Dolar, TL karşısında kazandığı değer kadar hiçbir para karşısında güçlenmedi.
Sorun Doların “rekora doymaması” değil; ekonomimizin çok ağır hastalığı, zayıflığı.
Adama sormazlar mı ?

  • Kardeşim sen tek başına iktidarının 15. yılındasın.. Bu işin hiçbir özürü olamazsın.
    Doğrudan sorumlusun ve hesap vermek zorundasın. Kendini de halkı da aldatma!

Her ekonomik bunalımın siyasal iktidara mutlaka bir faturası olur, bunun da olacaktır.
2001 krizinin ardından 3’lü koalisyon partilerinin sandığa gömüldüğünü kimse unutmasın!

İktidar, Sayın Prof. Yeldan ve öbür yetkin uzmanların içten uyarılarına en üst düzeyde özen göstermek ve yararlanmak zorundadır. Dahası, davet ederek görüş alarak, sürekli danışarak.. İktidar yapılması mutlak bildiğini okuma keyfiliği değil, halk için en iyisini yapma yükümüdür.

Ne var ki, Milli Eğitim Bakanlığı (Bakan İsmet Yılmaz) müfredat değişikliği ile eğitim sistemini iyice gericileştirme – dincileştirme ve Atatürk’ten uzaklaştırma ihaneti içinde.. Bir de kamuoyu görüşüne açarak suret-i haktan görünme ve yapacaklarını meşrulaştırma kılıfı aramaktalar! Yazıklar olsun! Bakan Yılmaz Kurtuluş Savaşı’nın şehit – gazilerinin anısına hürmetle bu gerici – ilkel taslağı derhal geri çekmeli ve Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Devrim Yasası uygulanmalıdır. PISA’nın verdiği dersler anlaşılmalı ve 4+4+4 ucubesi de terk edilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 16 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ANKARA TABİP ODASI HALK SAĞLIĞI KOLU’NUN HAFTALIK KONFERANS PROGRAMI

ANKARA TABİP ODASI HALK SAĞLIĞI KOLU’NUN
HAFTALIK KONFERANS PROGRAMI

 

Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası‘nın Halk Sağlığı Kolu‘nun
(bizim tıpta uzmanlık alanımız) haftalık konferans programını sevinçle
paylaşmak istiyoruz..

Emek veren ve vereceklere şükranlarımızı sunuyoruz.

Özellikle Halk Sağlığı asistanlarının, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin
izlemesinde büyük yarar görüyoruz.

Her Çarşamba 18:30’da…

Desteklenmesi dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
12 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

NAZIM HİKMET’in DOĞUMUNUN 115. YILDÖNÜMÜ..

NAZIM HİKMET’in DOĞUMUNUN
115. YILDÖNÜMÜ..

 

 

 

 

 

 

Bu vesile ile dostumuz sevgili Suay Karaman‘ın yolladığı görsel dosya aşağıda..
Power point yansıları ve arka fon müziğiyle kendi akışında izlenmeli

NAZIM HIKMET.

Ellerine sağlık değerli Suay Karaman..

Sevgi ve saygı ile.
15 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Gürhan Fişek’i kaybettik

Prof. Dr. Gürhan Fişek’i kaybettik

 14 OCAK 2017, http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/gfisek-6524.html 

TTB İşçi Sağlığı Kolu kurucu başkanı ve 1988-1990 ile 1990-1992 dönemi TTB Merkez Konseyi üyesi Prof. Dr. Gürhan Fişek,  14 Ocak 2016 günü yaşamını yitirdi. Fişek, 16 Ocak 2016 Pazartesi günü saat 10.00’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenecek tören ve Maltepe Camisi’nde kılınacak öğle namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

Türkiye’de halk sağlığının önderi ve sosyalleştirilmiş sağlık hizmetlerinin mimarı olan
Prof. Dr. Nusret Fişek’in oğlu Prof. Dr. Gürhan Fişek, 30 Mart 1951’de dünyaya geldi.
1976 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1985’te Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden sosyal politika konusunda, 1987’de ise Hacettepe Üniversitesi’nden iş sağlığı alanında doktora derecesi aldı.

Sosyal güvenlik, iş sağlığı güvenliği, iş sağlığı güvenliği denetimi, hükümet dışı kuruluşlar, sosyal hekimlik politikaları, sosyal dışlanma başlıklı dersler verdi.
1999 yılında Profesör unvanı aldı.
1982 yılında hazırlıklarına başlanan Fişek Enstitüsü’nün kurucuları arasında yer aldı.

Bir dönem Ankara Üniversitesi SBF’de Fakülte Yönetim Kurulunda görev yapan Fişek, fakültede ders vermeye devam ediyordu.

TTB Merkez Konseyi olarak Prof. Dr. Gürhan Fişek’in vefatından duyduğumuz üzüntüyü
dile getirir, yakınlarına ve ailesine başsağlığı dileriz.

Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi
(http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/gfisek-6524.html)
=============================
Dostlar,

Acımızı tarif etmemiz çoook güç. Merhum Gürhan hoca Hacettepe Tıp’tan arkadaşımızdı. Bizden 1 yıl önce mezun olmuştu (1976). Babası Prof. Nusret Fişek Haccetepe’de modern Halk Sağlığı Bilimlerini kurmuştu,
biz de daha 1. sınıfta kendisini tanımış ve Toplum Hekimliği – Koruyucu Hekimlik – Sosyal Tıp – Halk Sağlığı dalında uzmanlaşmıştık.

Gürhan İşçi – Emekçi sağlığına gönül vermişti. Bu alanda Doktora eğitimine başladı.
Hocası Prof. İsmail Topuzoğlu O’nu, “Sosyal Politika” alanında kendini geliştirmek üzere SBF’ye yönlendirdi. Bu master eğitiminde çoook başarılı olunca Doktoraya devamı istendi.
Onu da çok başarılı tamamlayınca (1985), çok ilginç biçimde,

  • Bir Tıbbiyeli olmasına karşın, SBF’de (Mülkiye’de) kariyer yapması istendi, yaptı!
    2 yıl sonra İş Sağlığı Doktorasını Hacettepe’de tamamladı (1987). 

Gürhan’ın ağabeyi Kurthan abimiz SBF’de “Yönetimbilm” hocası idi.
Karizmatik ve efsane bir hoca.. “Sıfırcı hoca”! “YÖNETİM” adlı kitabı klasikleşti ve ardılları bu kitabı “Das Yönetim” adıyla SBF’de – Mülkiye’de sürdürüyorlar.

Fişek Enstitüsü‘nün kurucusu oldu. Çalışan Çocuklar Eylem ve Bilim Vakfı oldu burası.
Emekçinin özellikle de çocuk emeğinin savunmanı oldu bu vakıf yıllarca…
Örnek İş Sağlığı Güvenliği hizmetleri veren işletmeler kurdu, yönetti.
Sosyal Politika ve İş Sağlığı Güvenliği alanına değerli bilimsel katkılar verdi.

Birkaç yıl önce, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 3’te verdiğimiz Küreselleşme ve
Halk Sağlığı (seçmeli) dersinde konuk öğretim üyemizdi. Küreselleşme = Yeni emperyalizmin emeğe, iş ve işçi sağlık ve güvenliğine, emek haklarına dönük sistemli ve yabanıl (vahşi) saldırılarını anlattı bize.. Hayranlıkla izledik..

Gürhan son birkaç yıldır şiddetli bel ağrıları çekiyordu. Tekerlekli sandalyeye düşmüştü.
Derdini sormuş ama özeline saygımız gereği de yanıt verip vermeme hakkı olduğunu belirtmiştik elbette. Elden gelen her şey tıbben yapıldı. Ama olmadı, olamadı..

Edirne‘den ayda bir yapılan Toplum Hekimliği – Sosyal Tıp toplantılarına evine konuk olduğumuz olurdu. Eşi sevgili Oya‘nın güleryüzü ve cömert ikramları ile bir fikir kulübü imecesi idi yapmaya çalıştığımız..

Gürhan ile bir ortak özelliğimiz daha vardı : O lisansüstü eğitim ile Sosyal Politika Doktorası yapıp Mülkiyeli ve Mülkiye’de hoca olmuştu. Biz ise Mülkiye’de lisans eğitimi yaparak
klasik anlamda Mülkiyeli olmuştuk.

  • Tıbbiyeden 2 Mülkiyeli idik.. Ya da Mülkiye’de 2 Tıbbiyeli..
    Şimdilerde yalnız hatta öksüz kaldık!

Ülkemize kattıkları sayıp – yazmakla bitmez.. O’nu yetiştiren babası Prof. Dr. H. Nusret Fişek ile annesi Perihan hanıma, abisi Kurthan ağabeye de şükran doluyuz elbette..

Aziz anısının ve Fişek Enstitüsü‘nün yaşatılması gerekiyor..
Gayret Oya hanım ve oğul Doruk.. Hep yanınızda olacağız.. Acınız acımızdır..

O’nu, sevgili dostum Gürhan’ı yarın, 16 Ocak 2016 Pazartesi günü saat 10.00’da
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenecek tören ve Maltepe camisinde kılınacak öğle namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığında toprağa vereceğiz…

O’nu, büyük yurtsever ozanımız Nazım Hikmet‘in doğumunun 115. yıldönümünde aşağıdaki şiiriyle anarak uğurlamak istiyoruz..

YAŞAMAYA DAİR 
1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 
Nazım HİKMET

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Kaboğlu: Padişahın bile partisi yoktu..

Prof. Dr. Kaboğlu:
Padişahın bile partisi yoktu!..


(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..
Önemi nedeniyle 11.1.17’de yayımladığımız yazıyı öne çekiyoruz.. )
Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu,
  • AKP’nin anayasa teklifini, Osmanlı ve Türkiye tarihindeki
    en büyük kırılma olarak değerlendiriyor.

    Kaboğlu, “Padişahın bile partisi yoktu. Padişahlık ötesi bir durum söz konusu.
    Biri ‘Erdoğan büyük bir lider, bütün yetkileri ona verelim.’ diyebilir.
    Ama ‘Gelecek kuşaklara anayasa yapıyorum’ demek dürüst değil.” diye konuştu.

[Haber görseli]

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku öğretim üyesi Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, AKP’nin Anayasa teklifini, Osmanlı ve Türkiye tarihindeki en büyük kopma olarak değerlendiriyor. ‘Cumhuriyet parantezi’ tartışmasına değinerek, “Teklif aslında, ‘Osmanlı ve Cumhuriyet parantezini kapatmak’ demek oluyor. Osmanlı’nın modernleşme mirası üzerine kurulan ‘Türkiye Cumhuriyeti parantezi’nin kapatılması. Bu saptamayı yaparken, Osmanlı hayranlığı ya da karşıtlığı üzerinden bir şeye kapılmamamız gerekiyor. Bizim sorunumuz şu anda bu sorunu çıplak gözle okumak. Teklifi ben tarihimizin en büyük kırılması olarak görüyorum” diyor. Kaboğlu ile üniversitedeki odasında buluştuk. AKP’nin Anayasa değişikliği teklifini konuştuk.

Bu değişiklik tam olarak ne demek?

Aralık 1876, Aralık 2016. Anayasa hukuku tarihimiz 140 yıl önceye uzanıyor. Bugüne kadar büyük kopmalar oldu. Şimdiye dek yaşanan kopmalar, git geller bir yana, 10 Aralık’ta açıklanan teklifin getireceği kopma bir yana. 1876’da Osmanlıda parlamento kuruluyor. 1909’da parlamenter rejime geçiliyor. 1921’de Meclis hükümeti öne çıkıyor. 1924’te parlamenter rejime doğru adım atılıyor. 1961’de klasik parlamenter rejim kuruluyor. 1982’de otoriterleşme yolunda adımlar atılsa da parlamento eksenli 1876 çizgisi korunuyor. Dünyada, Anayasa yürürlükte iken rejim değişikliği yapmak diye bir şey yok. Ben bilmiyorum. Türkiye’de sorunlar var. Ancak, ciddi kazanımlarımız da var. Bu kadar radikal bir rejim değişikliğinin çok inandırıcı ve ciddi nedenlerinin olması gerekiyor. Bu da tartışılarak anlaşılır. 1982 Anayasası da bir darbe, kırılma ürünü. 1982 Anayasasında yapılabilecek olduğu halde yapılmayanın burada yapılması söz konusu. Bu ilk ve en büyük kırılmadır. Teklifte, 2010 değişikliğinden geri dönüşler de var. Hani çok sahiplenerek savunuyordunuz? 2010 değişikliğine (AS: ALP 26 maddeyi değiştirdi!) karşı çıkanları karalıyordunuz… O nedenle bugünü çok iyi tartışmamız gerekiyor.

Teklifi bilimsel açıdan nasıl tanımlamak gerekiyor?

Parlamenter rejim kaldırılıyor ama başkanlık öngörülmüyor. Aslında getirilene, ‘anayasal düzen’ bile denemez. Çünkü, erkler ayrılığını güvence altına almayan metin anayasa olarak nitelenemez. Demokratik açıdan, getirilmek istenen, çoğulcu siyasal rejimlerin dışında yer alan bir model olduğundan, bunu, parlamenter, başkanlık, meclis hükümeti veya yarı-başkanlık şeklinde yapılan siyasal rejimler tasnifi içinde değerlendirmek mümkün değil…

Hükümetten gelen açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

En ileri anayasalarda bile ‘OHAL dönemlerinde Anayasa yapılamaz’ kuralı var. Niçin? Çünkü bir Anayasa kamuoyu oluşması gerekiyor. Öne sürülen gerekçeler inandırıcı değil. ‘Koalisyon istemiyoruz, biz çoğunluğumuza güveniyoruz’ deniyor. CHP’ye de ‘sen kazanamayacağın için istemiyorsun’ deniyor. Bu söylemlerin doğru olduğunu varsayalım. Önümüzdeki 10-15 yıl ülkeyi sen yöneteceksen niçin 10, 15 hafta bekleyemiyorsun? Sorulması gereken ana soru bu.
Bu acele, bu telaş neden? 1982 Anayasası bile daha saydam bir ortamda kotarıldı. Darbe teşebbüsünde bulunanlar ile darbe girişimini bastıranlar ayrıştığına göre, 61 ve 82’den çok ciddi farklar var. 15 Temmuz’un gölgesinde bunu kotarmaya çalışıyorsunuz. Yangından mal kaçırırmış gibi bir yöntem izlemek, soru işareti yaratıyor.

  • Acaba 15 Temmuz bir fırsat mı?

Hükümet bu soruya yanıt vermezse, bu anayasa 2017’de oylansa da 15 Temmuz Anayasası olur. Ciddi meşruluk sorunlarını beraberinde getirir.

Padişahın partisi yoktu’

Teklifin en tartışmalı önerisi ne?

– Hükümetin bütün yetkileri Cumhurbaşkanı’na veriliyor.
– TBMM’nin görev ve yetkileri, kural koyma ve yürütmeyi denetleme yetkisi daraltılıyor.
– Bu yetkilerin önemli bir kısmı tek başına Cumhurbaşkanı’na geçiriliyor.
– Her şey, Cumhurbaşkanı’nın arkasında bir parlamento çoğunluğunun bulunmasına göre ayarlanmış.
– Meclis’in, Cumhurbaşkanı’nın karşı çıkacağı bir düzenlemeyi yapması söz konusu değil.
– Cumhurbaşkanı parti başkanı olabilecek. Milletvekili adaylarını belirleyecek, o yolla çoğunluğu oluşturacak.
– Gelecek seçimlerde de listeye girmek isteyecek milletvekili, Cumhurbaşakıni ile ters düşmeyecek.
– Tam olarak Cumhurbaşkanı’nın gözetimindeki parlamento yapısı olacak.
– HSYK’nin yarısını Cumhurbaşkanı, yarısını Meclis seçecek.
– Meclis’i kim oluşturacak?
Yasama, yürütme ve yargı, doğrudan ve dolaylı olarak tek makamın uhdesinde toplanıyor.
– Cumhurbaşkanı kanunda öngörülmeyen bütün alanlara da müdahale edebilecek.

Şimdi de böyle bir görüntü var…

Bizi o düzen kurtaracaksa, bugün de zaten bu imkanınız var. ‘Padişahlık mı isteniyor’ deniyor. Yanlış bir kıyaslama yapılıyor. Padişahın partisi yoktu. Padişah, sadrazam ve vezirlerle ülkeyi yönetirdi, kral gibi daha üst konumdaydı.

  • Burada padişahlık ötesi bir durum söz konusu.Bir de dürüstlük zaafı var. Bir kişi, samimi olarak ‘Sayın Erdoğan, büyük bir lider, bütün yetkileri ona verelim.’ diyebilir. Ancak, ‘gelecek kuşaklar için anayasa yapıyorum’ demek dürüstlük ilkesi açısından sorunlu.
  • Burada her şey yapılmış, bir kişinin adı yazılmamış.
    Bu kadar vefasızlık olur mu? Adamın adını belirtin hiç değilse, ayıp…

Dalga geçer gibi yaptılar…

Anayasa çalışmalarına yıllarını vermiş bir hukukçu olarak teklifi okuyunca ne hissettiniz?

İnandırıcı olmasa da ‘görüşüyoruz, erkler ayrılığına saygı gösetereceğiz’ gibi mesajlar verilirken, aslında ben bu kadarını beklemiyordum. Bir tatil günü, insan hakları günü, dalga geçer gibi suratımıza çarptılar. Osmanlı’dan bu yana 140 yılın kazanımı var. Parlamentonun oluşumu 140, 150 yıllık bir süreç… Kolay olmadı. Kendine ‘milliyetçi maneviyatçı’ diyen grubun, bu kadar büyük bir mirası ‘tanımıyorum’ diyerek, geri dönmesi… Bende, ‘acaba sanal bir dünyada mı yaşıyorum, benim toplumum bu mu?’ duygusu yarattı. Ancak, soğunkanlılığı kaybetmemek, onlar gibi bağırıp çağırmamak gerekiyor. Vur deyince öldürmüşler. Böyle bir şey olamaz. ‘Biz bunda içteniz’ diyorlarsa, şunu öneririm: Lütfen zahmet etmeyin, teklifi askıya alalım. ‘Sayın Erdoğan buyrun siz yönetin, büyüksünüz, kurtarıcısınız’ demek dürüstlüğünü gösterelim. Herhangi bir sorumlululuk doğarsa da sayın Erdoğan ‘sorumluluk benimdir’ desin. Sözde bir Anayasa teklifi yapıyorsunuz, bütün yetkiyi bir kişiye veriyorsunuz.
21. yüzyılda, Angola’da, Zambiya’da böyle bir şey olmaz.

[Haber görseli]

Son yıllarda yapılan Anayasa değişikliklerini anımsamak gerekirse, neler söylersiniz?

1982 Anayasası, Ak Parti iktidara gelinceye kadar hayli değişikliğe uğramıştı. Ak Parti döneminde de kayda değer üç değişiklik yapıldı. 2004’te, 2007’de, 2010’da… 2004 değişikliği, en çok gölgede kalan değişiklik ama önemli sonuçları olan değişiklik. Ölüm cezasının tümden, savaş ortamında bile kaldırılması (AS: AY m.38). İdamın kaldırılmasına dair, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi 13. No’lu protokolün onaylanması. Uluslararası sözleşmelerin, yasaların önünde ve üstünde sayılması (AS: AY m.90). Arkasından özel yetkili mahkemeler gelmiş olsa da DGM’lerin kaldırılması (AS: AY m.143)… 2007 değişikliği, ‘Cumhurbaşkanı seçilemiyor’ gerekçesiyle yapılan bir değişiklikti. Gerekçe, 367 krizini aşmaktı. 96. madde değiştirildi ve
11. Cumhurbaşkanı parlamento tarafından seçildi. Diğer yandan, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin yolu da açıldı. Kriz Anayasa değişikliği ile çözülünce, seçim değişikliği geri alınmalıydı ama alınmadı. Bu önemli nokta. 2007’de gerçekten büyük bir kilitlenme yaşandığı için mi Anayasa değişikliğine gidildi? 2014 ve 2016 düşünüldüğü için mi Anayasa değişikliğinde ısrar edildi? Bunu çok iyi saptamak lazım. 12 Eylül ruhunu ortadan kaldırmak mı istiyoruz? Yoksa o ruhu derinleştirmek mi? 12 Eylülcüler’in yapamadığını ya da yapmadığını yapmak mı istiyoruz? Bu sorulara yanıt vermek gerekiyor.

Toplum olarak 2010 değişikliğinin bedelini mi ödüyoruz?

2010 değişikliği Ak Parti çoğunluğu tarafından en çatışmacı Anayasa değişikliği oldu.
Buna karşın ‘yetmez ama evet’ diyenler de oy verdi. Bunun sonucu şu oldu: Değişiklik yapan kişilere en çabuk dönen, onları vuran değişiklik. Çok çatışmacı bir tarz izlenmesinin de
sakıncası burada ortaya çıkıyor.

Üstüne basa basa ‘tartışmalıyız’ dediniz… Türkiye bu teklifi nasıl tartışacak?

Medyayı açarsınız. İşin uzmanlarını çağırırsınız, tartışırsınız. 20. yüzyıl, Türkiye’nin, çağdaş anayasacılıkla en yoğun biçimde iç içe olduğu dönem olmuştur. Fransa ve Almanya’da sorunlar var… Anayasal sorunların çözümü, bu Anayasa’nın bir tarafa atılıp, yeni bir Anayasa yapılmasıyla mı çözülecek? Yoksa, aksamalar saptanarak, anasayal denge ve denetim düzenekleri adını verdiğimiz bağlamda mı çözeceğiz? Bir süredir, kamuoyu oluşumunda ciddi yanlı medya eğilimi ortaya çıkmıştı. 15 Temmuz darbe sürecinin ardından OHAL dönemine girdik. Başbakanın, Cumhurbaşkanının, MHP genel başkanının her sözü, bütün televizyon programlarını bloke ediyor. Devlet Bahçeli’nin tweeti bile yayın kesiyor. Medyada, tartışma yok, propaganda var. Tartışmayı hiçbir zaman Anayasa metnini açmamış kişiler yapıyor.

Görev zamanı

Teklife hayır diyenlere öneriniz var mı?

Ciddi bir yaklaşım geliştirmek lazım. Türkiye’nin geleceğini düşünen, geçmişin birikiminin bilincinde olan, bu birikime layık bir gelecek isteyen kesimlere çok görev düşüyor. Soğukkanlı olarak anayasal bilgi kirliliğini açmak, doğrunun ne olduğunu söyleme görevimiz var. Biz doğruyu söyleyelim. Hükümete çağrıyı yapalım:

  • OHAL’i kaldır, anayasa tartışması başlat.
  • Eğme, bükme. Sen bütün yetkileri bir kişide istiyorsun.
  • Açıkça söyle. Dürüst olmak istiyorsan adını koy. Birbirimizi aldatmayalım.Çünkü, bir süre sonra yüz yüze bakabilecek ortamı bulamayabiliriz. Doğmamış çocukların iradesini ipotek altına alacak bir teklifin, OHAL koşullarında, Anayasal kamuoyunun mümkün olmadığı bir ortamda kotarılması, demokrasi ve meşruluk açısından son derece sorunlu.
  • Anayasa, yurttaşlar olarak yediğimiz gıda, içtiğimiz su, soluduğumuz hava kadar önemlidir.
    ‘Dönüşü olmayan batış’

Rejim değişikliği yanlılarına bir çağrınız olur mu?

2010 değişikliğini istemeyenler hainlikle suçlanıyordu. Eski solcular bile “hayır” diyenleri statükoculukla itham ediyordu. Birilerine dil uzatmak istemiyorum, bir fotoğraf çekiyorum.
Çok geçmeden ne oldu? 12 Eylül referandumu gibi oldukça düşük profilli bir değişiklik bile, bu kadar pişmanlığa, çatışmaya yol açtıysa, 15 Temmuz’un altyapısını hazırladıysa, bu değişikliğin böyle kotarılmasını bir düşünün. Çok büyük gailelere yol açabilecek. AKP, MHP içinde de ‘ne oluyor?’ diyen vardır. Bunu öncelikle AKP’lilerin düşünmesi gerekiyor. 6 yıl önce de ‘biz çok doğru yapıyoruz’ diyorlardı. Şimdiki, dönüşü olmayan bir batma olur. Onlar da kurtaramazlar.

‘Gelecek koalisyonda’

Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’nin geleceği koalisyon hükümetleri. 2023’lerde bir normalleşme bekleniyorsa, parlamenter rejimdeki aksamalar saptanarak, milli koalisyon yoluna gidilmeli.
Burdan bakınca, büyük zorluklar bekliyor bizi.
Erdoğan ‘kandırıldık’ dedi. Biz hukukçular şunu söylüyoruz;

  • Kandırılmamak için kötü de olsa hukuk kuralına, liyakata uyacaksın.
    Lord Acton’un meşhur sözüdür:
    İktidar çürütür, mutlak iktidar mutlaka çürütür.
    Şimdiki gidiş büyük bir çılgınlık…
    ===================================
    Dostlar,

Ülkemizin yüzakı hukuk bilimcilerinden biri de, Anayasa hukuku uzmanı  Sn. Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu‘dur. Cumhuriyet gazetesinin kendisiyle çok önemli, değerli. öğretici, kapsamlı ve yol gösterici bir söyleşi yaptığını sevinçle görüyoruz (11.01.2017)..

Bütün Türkiye, uğursuz AKP – MHP kutsal ittifakını (!?) vargücüyle uyarıyor, eleştiriyor ve sağduyuya çağırıyor.. Ama muhkem kale duvarlara çarpıp sönümleniyor uyarı ve eleştiriler, hatta çığlıklar! İlk 2 oylamada 338 ve 347 oy çıktı teklife.. Anayasa çiğnenerek açık açık – göstere göstere oy kullanılıyor. Dileyelim 2. kez oylamada hukuk dışına çıkılmaz ve teklif reddedilir..

Daha ne yapsın insanlar? Sokağa mı dökülsün, şiddet mi yaşansın? Bu aculluk niye, neden?
Toplum neden bunca baskılanıyor? OHAL altında inletilen bir toplum özgürce tartışmadan nasıl anayasa değiştirebilir? TBMM televizyonu bile son derece kısıtlı yayın yapıyor, bu ayıptır, çok ayıptır. Halk TBMM’nin Dikmen kapısının önünde toplanarak vekillerine sesini duyurmak istiyor bir basın açıklaması ile.. Bu bile iktidarın korku – panik tepkisiyle faşistçe baskılanıyor, engelleniyor.. Dondurucu soğukta bu ülkenin insanlarına gaz, basınçlı soğuk su, plastik mermi uygulanıyor. Polise “süpürme” buyruğu veriliyor polis köpekleriyle.. Bir CHP’li vekil bile fiziksel şiddet görüyor, dişi kırılıyor.. Kendi insanına bu zulmü hangi iktidarlar yapar??

Böylesi bir vahim hukuksuzluk hangi uygar demokraside görülebilir??
Ardından Ankara valisi  OHAL’i bahane ederek açık hava toplantı – gösterilerini 1 ay yasaklıyor. Bu sürede TBMM’de anayasa değişikliği dayatması = Tayyibistan diyarı rejimi geçirilir biter!? Gerekçe, -yerseniz- “güvenlik”!? Oysa 5 Ocak 2017 günü Keçiören metro hattı açılışında Erdoğan, Yıldırım…. bakanlar ve kış ortasında nasılsa toplanmış birkaç bin “alkışçı seyirci” kalabalığı için “güvenlik” sorunu olmuyor??!!

Bunlar traji-komiktir, utandırıcıdır, suçtur, korkuyu bastırma çaresizliğinin dışavurumudur
ve yapanlara da hayır getirmez.. Zulümle abad yönetim ve yönetici insanlık tarihinde yok!
Hepsinin sonu er ya da geç çook ağır oluyor.
Halk büyük bedeller ödüyor ama önünde sonunda diktatörlerinden kurtuluyor..
İnsanlık onuru hep yengin (galip) geliyor.. Bu tarihsel veri de akıldan hiiiç çıkarılmasın..

Bunlar vahşet düzeyinde faşizmdir.. ve çoook acı ve uyarıcıdır ki, Anayasa değişikliği sonrasının kıpkızıl manzaralarına ipucu, gösterge, kanıttır..
Tek adam diktatörlüğünün rap rap, gümbür gümbür gelen ayak sesleridir.

AKP 2004’te 11; 2007’de 4 ve 2010’da 26 maddede değişiklik yaptı 1982 Anayasasında. Bu soni 18 madde ve Anayasanın 70 maddesinde değişiklikler getiriyor.. 18. değişiklik 1982den bu yana ve 113 maddes 117 kez değiştirilmiş bir temel metin ile baştan sona bir kez daha oynanıyor.. Kendi yaptıkları değişiklikler dahil.. Örn. 2010’da çoooook ayrıntılı bir yasa maddesi gibi yazılan HSYK maddesi dahil.. 591 sözcükten oluşan bu Anayasa (!) maddesi kadar kapsamlı başka hiçbir maddeyi hiçbir anayasada görmek olanaklı değil! Yazboz tahtası oldu..

Bir Anayasa ile bunca oynanır mı? Kamu İhale Yasası’nı da AKP utanılası bir pişkinlikle onlarca kez değiştirdi. Hangisine yanalım? Öngörüsüzlük nedeniyle “özel gereksinimlerini” (!?) karşılayacak bir yasa yapamayışlarına mı, bu çağda TBMM’yi oyuncak edip hala ilkel deneme – yanılma ile öğrenme çabalarına mı ve bu arkaik serüvenlerine Türkiye’yi alet edişlerine mi?
Ve de dinci geçinip çoooook ehliyetsiz oluşlarına ve Türkiye’yi meşruluğu sorgulanır bu “yasa” (!?) ile talan edişlerine mi, yandaşlara peş keş çekişlerine mi ? Hangisine, hangisine??

  • Bir çare bulunacak, bir çözüm toplumsal dinamiklerin bağrından doğacak
    ve bu kasvetli karanlık da aşılacaktır.. Umutlarımız tükenmemiştir.. Türkiye büyüktür
    ve mazlumların ahı, zalimleri geç ve güç de olsa gene yenecektir, gene yenecektir.. gene…
  • Yapılanlar çağdışıdır, sürdürülmesi olanağı yoktur.. Türkiye’nin dinamikleri hızla ve ilk fırsatta, siyasetbilimi terminolojisiyle bu “anomalileri“, “çarpıklıkları” dışlayarak düzeltecektir.

    Unutulmasın, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘ümüzün çok önemli saptamasıdır :

  • Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.

Hedefe atılmış oktur, bir emirdir ve geri dönüşü asla yoktur!
Oysa şimdi Cumhuriyet’imize hınçla, kin ve intikamla.. yıkmak üzere saldıranların
ellerindeki ilkel araç “bumerang” olup dönüp sahiplerini vuracaktır..
Tarihin diyalektik yasası budur ve kimsenin gözünün yaşına bakmaz…

Sevgi ve saygı ile.
11 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Hurşit GÜNEŞ : Krizin ayak sesleri

Krizin ayak sesleri

Prof. Dr. Hurşit GÜNEŞ
Eski CHP Milletvekili, Ekonomist
Cumhuriyet, 15.01.2017
Kimi daha sert kimi yumuşak hem muhalefet hem iktidar bir krizin varlığını işaret ediyor. Prof. Hurşit Güneş, teknik anlamda bir kriz olmasa da koşulların olgunlaştığına dikkat çekti.

Yeni yılla birlikte üst üste gelen fiyat artışları, Dolardaki sert dalgalanma, uzun süredir çözümlenemeyen ve artık yapısal bir soruna dönüşen işsizlik ve işsizliği çözecek yeterli büyümenin bir türlü sağlanamaması bir süredir ekonomik krizin ayak sesleri olarak yorumlanıyor. Son dönemde ekonomide yaşananları gazetemiz için değerlendiren eski CHP milletvekili, ekonomist Prof. Dr. Hurşit Güneş, her ne kadar üst üste daralma yaşanmadığı için teknik olarak bir kriz içinde olunmasa da Türkiye’de kriz koşullarının olgunlaşmış olduğunu dile getiriyor.

Güneş’in gazetemiz Cumhuriyet için yaptığı değerlendirme özetle şöyle :

Bir süreden beri Türkiye’de bir kriz olasılığı tartışılıyor. Muhalefetin bir kısmı politik bir tutumla, halkın kan ağladığını zaten bir krizin içinde olduğumuzu belirtiyor. İlginçtir, iktidar tarafı da krizi tümden reddetmiyor; resmi sözcüler bunun dış kaynaklı olduğunu, FED’in faiz artırımı ya da seçilen ABD başkanı Trump’ın koltuğuna oturmasıyla, kısa zaman içinde savuşturulacağını savunuyor. Gerçi kimi iktidar yandaşları kriz söylentisinin, hatta kredi kuruluşlarının değerlendirmelerini hükümeti düşürmek için kumpas olarak niteliyor, ama bunları ciddiye almak mümkün değil. Öncelikle şunu belirtelim: Elbette Türkiye ekonomisi teknik anlamda henüz bir kriz içinde değil. Üst üste ekonomik daralmalar gerçekleşmedi. Ancak bu asla bir kriz yaşamayacağız anlamına gelmediği gibi, koşullar giderek olgunlaşıyor.,

Kriz nasıl anlaşılacak?

Kriz siyasal alanda olsun, ekonomik alanda olsun (enformasyonun bozulması nedeniyle) karar alma yetisinin ortadan kalktığı ya da irrasyonel davranışların egemenleştiği, böylece sistemik dengenin yitirildiği durumu ifade eder. Krizde birbirini izleyen ekonomik daralmalar vardır. Fiyat dengeleri kimi zaman aşağı, kimi zaman da yukarı çalkalanır. Paraya güven hızla düşer ve likidite sıkışıklığı yaşanır. Ama tabii krizin en önemli sonucu ekonomik çöküş ve patlayan işsizliktir. Birçokları 1994 yahut 2001’de olduğu gibi, kamu borcu ve bankacılık kesimi üzerinden kaynaklanan bir kriz olasılığını değerlendiriyor. Oysa artık bütçe ve kamu borç dengesi daha farklı bir noktada… Faizler, geçmiş dönemlere göre, serbest ve kur sistemi de esnek. Bütün bunlar bir “mali” kriz olasılığını elbette azaltıyor.

Borçlanma hızlandı

Ancak geçmişteki “mali” kriz nedenlerinin ortadan kalkması bir “ekonomik kriz” olasılığını ortadan kaldırmaz. Geçmişteki krizler kamu kesimi ile bankacılık sektörü arasındaki risklerden kaynaklanmıştı. Şimdi ise riskler çok farklı bir alana taşındı. Üstelik boyutları da çok büyüdü. 2001’den sonra ortaya çıkan küresel likidite bolluğunda hem hanehalkı, hem de reel kesim çok büyük ölçüde borçlandı.

  • 2002’de AKP iktidara geldiğinde brüt dış borç stoku 123 milyar dolardı, bugün 416 milyar dolar! Bu borcun da dörtte üçü özel kesimin. Yeni milli gelir serileriyle açıklarsak:
    Brüt dış borçlar %34 düzeyinden, özellikle 2011’den sonra hızla artarak, bugün %50’nin üzerine çıktı.

Borç krizin teknik temeli

Bugün özel kesimin 300 milyar dolarlık dış borcunun yanı sıra 400 milyar dolarlık da iç borcu bulunuyor. Önümüzdeki 12 ay içinde Türkiye 165 milyar doların üstünde dış borç ödemesi yapacak. Rakamlar gerçekten ürkütücü. Ayrıca finans-dışı kesimin döviz pozisyon açığı 210 milyar dolar gibi rekor ve korkutucu bir seviyede.

  • 2002’de kişi başına dış borç 1900 doların altındayken, bugün 5300 doların üstünde.
  • Tüketici borçları da aynı dönemde Dolar bazında (AS: olarak) tam 40 kat artmış!
  • Heyula bir borç yumağı oluşmuş durumda. Özetle; bugün geçmişten farklı olarak, özel kesimin aşırı düzeydeki iç ve dış borçları ile bireylerin ödeme kapasitelerinin çok üstündeki
    banka borçları kriz riskinin temelini oluşturuyor.

Siyasi riskler yoğunlaştı

Bununla beraber sanki bunlar yetmezmiş gibi, 2011 yılından bu yana hükümet, Türkiye’nin kendi bölgesinde olağanüstü riskli bir dış politika izlemeye başladı. Özellikle Suriye’de iktidarı devirmek için silahlı muhaliflere destek vermesi sonunda Suriye’nin toprak bütünlüğünü yitirmesine neden oldu.

  • Üstelik Türkiye’nin de toprak bütünlüğü tehdit edilir hale geldi!Makul bir ekonomiste sorsanız, kendi sınırları dışında alenen savaşan bir ülkenin ekonomik istikrarı koruyamayacağını söyler. Hele o ülke bir de belli bir bölgesinde ayrılıkçı terör hareketini dizginlemekte zorlanıyorsa! Bütün bunların üstüne, son aylarda o ülke devletin kritik organlarında büyük çapta yuvalanmış metastazlı bir yapının temizlenmesi için amansız bir mücadeleye girmişse, ekonomik istikrarın çoktan çökmesi gerekir. Özellikle ekonomide bu denli kırılganlıklar varsa!
  • Ama ne yazık ki, AKP hükümeti bunlar yetmemiş gibi içeride çok ciddi bir siyasal baskı uygulamaya başladı ve anayasayı çok otoriter bir yapıya dönüştürmeye çalışıyor.

Enflasyon artacak

Bütün bu siyasal ve sosyal gelişmeler, belirsizlikler kanalıyla, tüketici güvenini derinden sarsıyor ve içeride (TL ile) satışları düşen özel kesim, döviz borcunu (artan kur nedeniyle) ödemekte büsbütün zorlanıyor. Taze borç ise hem artan FED faizleri, hem de artan ülke riskleri nedeniyle çok daha pahalı hale gelmiş durumda. İşte bozulan bu özel kesim borç dinamiği nedeniyle en ufak bir sarsıntıda ekonomi krize sürüklenebilir gözüküyor. Büyümenin yavaşlayacağı, hatta negatif olabileceği öngörülüyor. Artan maliyetler nedeniyle de enflasyon yükseleceğinden bir stagflasyon olasılığı beliriyor.

Fiili işsizlik %20

2017 yılının beklentileri arasında düşen enflasyon ya da işsizlik yok. Aksine fiili işsizliğin (umutsuzlar dahil) %20’yi aşması beklenmeli. Turizmde ya da sermaye akışlarında gelişme beklenmediği gibi, portföy yatırımlarında çıkışlar yaşanabilir. İnşaat da 2016’dan farklı olarak durgunluğa girecek görünüyor. Kısacası, 2017’de stagflasyon olasılığını destekleyen çok gösterge var. Hükümet ne denli farkında, bilmiyoruz ama bugün Türkiye’de olası bir krizin hasarı çok dramatik olabilir. Çünkü bu kriz (geçmişten farklı olarak) reel kesimden kaynaklanacağı için sosyal hasarı (özellikle işsizlik) çok yüksek ve kalıcı olabilir.

Çıkış elbette mümkün

Aslında ekonomik ve siyasal krizler birbirleriyle iç içedir. Bugün ise çok daha belirgin bir biçimde siyasal gelişmelerden kaynaklanan bir ekonomik krize sürüklenmekteyiz. IŞİD, FETÖ ve PKK ile yoğun mücadele veren devlet toplumsal ve siyasal gerginliklerden güç derleyemiyor, takatsiz kalıyor. Bu durum elbette çözümsüz değil.

  • Bölgesel barış yolunda atılacak adımlar,
    toplumsal uzlaşma,
    demokratik parlamenter sistemin restorasyonu,
    Batılı müttefiklerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, siyasal temeldeki riskleri azaltacaktır. Gerisi ise ciddi bir stagflasyondan sıyrılmak için
    çok güçlü bir mali stimulus (uyarıcı) paket gerektirir. Altyapı ve özellikle eğitim gibi
    sosyal harcamaların artmasıyla ekonomi yeniden canlanabilir.
    ==================================
    Dostlar,

    Yetkin Ekonomi uzmanı Sayın Prof. Hurşit Güneş’in irdelemelerine fazlaca birşey kata(a)mıyooruz. AKP – RTE‘nin durumun ne denli ciddi ve ağır olduğunu görerek sağduyuya dönemeleri ve Anayasa değişikliği = rejim değişikliği dayatmasından vazgeçerek tüm güçlerini geniş bir toplumsal uzlaşma temelinde milli sorunlara yönetmelerini diliyoruz.

    Haydi diyelim 18 maddelik Anayasa değişikliği = rejim değişikliği TBMM’den geçti.
    Bu da AKP – MHP kutsal ittifakının gücünü kanıtladı.. Tamam, yapabilirsiniz, gördük..
    Bu kadarı yeter. Burada durun ve 2. tura geçmeyin, YANGINA odaklanın..
    Bu tablo sürdürülemez.. Bu gün değilse yarın mutlaka altında kalırsınız.

  • Ülkemiz de siz de çoooooooooooooooooook ağır bedeller ödersiniz..Hala geri dönme olanağı varken…

    Sevgi ve saygı ile.
    15 Ocak 2017, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com