AYM’NİN HAK İHLALİ KARARI ÜZERİNE…

AYM’NİN HAK İHLALİ KARARI ÜZERİNE

– Barış Akademisyenleri Davası, Bireysel Başvurular Nedeniyle –

Ertan URUNGA
(E) Yargıç Albay
e.urunga@yahoo.com.tr
Gemlik, 18.08.2019’da güncellenmiş biçimi

(AS: Bizim güncelleme öncesi katkımız yazının altındadır.)

Anayasa Mahkemesi (AYM), 11.01.2016 tarihinde “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” başlığını taşıyan bir metni imzalayan akademisyenler hakkında, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2. maddesinde yazılı ‘Terör Örgütünün Propagandasını Yapmak’ suçundan yerel mahkemelerce verilen mahkûmiyet kararının kesinleşmesinden sonra, hükümlülerin bir bölümü tarafından değişik tarihlerde yapılan Bireysel Başvuruları birleştirerek karara bağlamış ve hukuksal gerekçelerini de 30.07.2019 tarihinde kamuoyuna açıklamıştır.

Yüksek Mahkemece yapılan inceleme sonunda; yerel mahkemece başvurucuların mahkumiyetine karar verilmesinin Anayasanın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlali (çiğnemi) niteliğinde olduğu gibi, demokratik toplumsal düzenin gereği ile  de bağdaşmadığı kabul edilerek Hak İhlaline; ayrıca başvurucuların her birine 9.150 TL manevi tazminat ödenmesine ve kararın birer örneğinin yeniden yargılama yapılması için yerel mahkemelerine gönderilmesine; Başkan ve yedi üye dışında kalan sekiz üyenin -ihlale ilişkin karşı oyu- ve 8/8 oy oranı ile 26.7.2019 tarihinde karar vermiştir.

AYM’nin tarihsel nitelikteki bu kararının gerekçelerinin kamuoyuna açıklandığı 30.07.2019 tarihinde Sayın Prof. Dr. Ahmet SALTIK da bu Açıklamayı, medyaya yansıdığı biçimi ile kendi sitesinde (https://ahmetsaltik.net/2019/07/30/ aym-hak-ihlali-kararinin-gerekcesini-acikladi/) paylaşmakla kalmayıp; aynı gün sıcağı sıcağına kaleme aldığı irdeleme yazısında; açıklamaya ve medyadaki olumsuz tepkilere ilişkin eleştirilerini, kararı veren yüksek yargıçları bile kıskan-dıracak bir yetkinlikle dile getirmiştir. (AS: Sn. Urunga bizi utandırıyor…)

Biz de adaletin mumla arandığı bugünkü karanlık ortamda, insanlığın onuru ve erdemi sayılan hak ve özgürlüklerimizin en büyük güvencesi olan yüksek yargı organları arasında hala hak ve adalet için direnen cesur ve aydın insanların bulunduğunu görmenin coşkusu içinde, anılan karara ilişkin daha önce sosyal medyada paylaştığımız kimi konuları, bu site (www.ahmetsaltik.net) okurları için yeniden ele alıp genişleterek paylaşmak gereğini duyduğumuzu belirtmek isteriz.

Genel Değerlendirme

– Öncelikle belirtelim ki bu Karar, siyasal iktidarın öteden beri ayrımcılığı körük-leyen, ulusal ve demokratik olmayan dinci politikaları yüzünden, bir karpuz gibi ikiye ayrılan Türk toplumu arasındaki bölünmüşlüğün, AYM üyeleri ile akademisyenler arasında da var olduğunu ortaya koymuştur.

– Yine bu kararda, amaca ulaşmak için her şeyi ve mubah ve meşru gören, ulusal egemenliği ve güçler ayrılığını dışlayan bir yönetimin hükümranlığı altında bulunan ülkemizde yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ile hukukun üstünlüğü ilkesinin tek adamın insafına bırakılmasına karşın; Yüksek Mahkemenin bize eski günleri anımsatan hukuksal gerekçelerle adil bir sonuca varması; 8/8 sınır oyla da olsa, geniş kesimlerce sevinçle karşılanmasına neden olmuştur.

– Keza kararda yer alan ve yedi sayfayı bulan “AYM’nin Değerlendirmeleri” bölümünde (syf. 25); olay, suç ve sanıklarla ilgili nesnel olgu ve hukuksal kavramların çağdaş ve bilimsel bir yaklaşımla ele alınıp değerlendirilmesi sonunda, Hak İhlaline ilişkin gerekçede göreceli esasta hakça bir sonuca varılmıştır. Bizim de kimi çekincelerle olumlu bulduğumuz bu karara karşı yandaş medyada; hukuksal eleştirilerden daha çok siyasal tepkilerin öne çıktığı, hatta YÖK Başkanının karara tepki gösterilmesi için tüm Üniversitelere çağrıda bulunacak ölçüde ileri gidip haddini aştığı da görülürken; her nedense yansız hukuk çevrelerinden görebildiğimiz ölçüde –Yargıtay Onursal Daire Bşk. Sn. Hamdi Yaver AKTAN dışında– bir ses çıkmamıştır. (Bkz. 06.08.2019 tarihli Cumhuriyet)

– Ancak kararın “Nihai Değerlendirme” bölümünde (syf. 32) ise, Yüksek Mahkeme kararlarında daha önce hiç rastlamadığımız ve sanki birilerine diyet borcu varmış da hesap veriyor gibi; “AYM’nin hiçbir şekilde içeriğine katılmadığı sözler de ifade özgürlüğü kapsamında olabilir.. Bu bildirinin, Anayasanın 26. maddesinde yer alan ifade özgürlüğünün korumasından yararlanması gerektiği yönündeki yorumları, AYM’nin bildiride suç olan (!) düşünceleri paylaştığı ya da desteklediği anlamına gelmez” yönünde yanlış algılara neden olabilecek gereksiz açıklamalara üç sayfa boyunca yer verilmesi; kamuoyunda merakla beklenen kararın değerini hafifletmiş, saygınlığına gölge düşürmüştür.

Oysa bir yargıç için bağlayıcı olması gereken tek şey, kararının başkaları üzerinde yaratacağı etki ya da tepkiler değil; özgür istencine ve hukukun üstünlüğüne dayanan vicdanıdır.  Mitolojide, Adalet Tanrıçası Themis’in gözleri kapalı olarak betimlenmesiyle de yargıçların, birilerine bağlı olmadan ve kimsenin etkisi altında kalmadan tam bir yansızlıkla karar vermelerinin adalet için önemi vurgulanırken, korkak ve edilgen yargıçlarla adaletin asla tecelli edemeyeceği, yerini bulamayacağının da anlatılmak istendiği unutulmamalıdır.

Hukuksal Değerlendirme

Bütün bunlar bir yana, yerel mahkemesinin akademisyenler hakkında sübuta erdiği kabul edilen suçun, 3713 sayılı Yasanın 7/2. maddesinde yazılı tipik bir propaganda suçu ve ifade özürlüğü ile bitişikliği, moda deyişle iltisaklı olduğu konusunda bir kuşku yoktur. Ancak AYM’nin yaptığı değerlendirmede; yüklenen suça ilişkin nesnel öge ve kavramların ayrı ayrı ele alınıp hukuksal tanımı da yapılarak geniş ve ayrıntılı biçimde açıklanmasına karşın; her nedense ifade özgürlüğü ile doğrudan ilgisi bulunan ve suçun olmazsa olmaz (sine qua non) koşulu niteliğinde sayılan “propaganda” kavramının hukuksal tanımı yapılmayıp boş (meskut) geçilmesinin, akla uygun bir açıklaması olmadığı için önemli gördüğümüz bu noksanlığın üzerinde kısaca durmak isteriz.

Propaganda ve Tanımı

Bilindiği üzere, 1990’lı yıllarda suç sayılan Komünizm propagandası bağlamında karşımıza çıkan ve hukukçular arasında yoğun tartışmalara neden olan ‘propa-ganda’ kavramının; “Bir görüş ve düşüncenin, taraftar kazanmak için söz, yazı, resim vb. gibi araçlarla sürekli ve sistematik olarak yapılan fiiller” şeklinde tanımının, 2004 yılında çıkarılan yasalarla TCK ile CMK’nın sil baştan değiştirilmesinden sonra da geçerliğini koruduğuna, akademisyenlerin önceden hazırlanan bildiriye imza atmaktan ibaret bulunan eylemlerinin süreklilik arz etmediği ve kişileri ikna/razı edecek yoğunlukta da bulunmadığına göre suçun öbür ögelerinin varlığı şöyle dursun, salt propagandanın varlığından bile söz edilemez. (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 1990/336 Esas Sayılı Kararı)

Gerekçedeki Yanılgı

Bu durumda yerel mahkemece, propaganda tanımına uygun düşmeyen ve ceza yasalarında başkaca bir suçu da oluşturmayan tek bir eylem nedeniyle, 5271 Sayılı CMK’nin 223/9. maddesi gereğince derhal beraat kararı verilmesi gereği gözetilmeden mahkûmiyet kararı verilmesi, Anayasanın 38 ve TCK’nin 2. maddesinde yer alan “suç ve cezaların yasallığı” ilkesine açıkça aykırı düştüğü için, AYM’nin de bu gerekçeye dayanarak hak ihlaline karar vermesi gerekirken, daha hafif bir ihlal olan ‘suç ögelerinin oluşmadığı’ gerekçesi ile aynı kararın verilmesi, şeklen doğru olsa da, yerindelik ilkesine ve hukuka aykırı düşmüştür.

Çünkü Yüksek Mahkemece, başvurucuların eylemi ceza yasalarında suç olarak tanımlanmadığı için, evrensel nitelikteki suç ve cezaların yasallığı ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle, doğru olarak hak ihlaline karar verilmiş olsaydı eğer; başvurucular hakkında hükmolunan manevi ödence (tazminat) miktarının da ölçülülük ilkesi doğrultusunda hakkaniyete uygun ve daha yüksek bir düzeyde olacağı gibi, yeniden yargılama aşamasında aleyhe sonuç doğurabilecek olası uygulamaların da önüne geçilmiş olacağı yadsınamaz.

SONUÇ

Yukarıda açıklanan nedenlerle AYM’nin, somut olayda yerel mahkemelerce sanıkların beraatları yerine mahkumiyetlerine karar verilmesinin hak ihlali niteliğinde olduğunun gerekçesinde yanılgıya düşerek, değişik gerekçe ile yazılı olduğu şekilde karara varmasının; salt bu yönden hukuka ve hakkaniyete aykırı bulunması nedeniyle, başvurucular aleyhinde yeni bir hak ihlalinin bu kez AYM tarafından yapılmış olduğunu üzülerek söyleyebilsek de, “Özgürlüğün yanında ödencenin sözü mü olur?!” diyenlere, söyleyecek bir sözümüz yoktur.  

=======================================
Dostlar,

(E) Yargıç Albay Sayın Urunga’nın irdelememize ilişkin övücü sözlerine teşekkür borçluyuz..

AYM kararının tümünü gerekçeleri ile okuyarak yazmış değildik o yorumumuzu (https://ahmetsaltik.net/2019/07/30/aym-hak-ihlali-kararinin-gerekcesini-acikladi/).

Ancak Sn. Urunga oldukça önemli bir belirleme yapmakta :

Terör örgütünün propagandasını yapmak gibi bir suç tanımının olmamasına dayanılması gerektiğini vurguluyor. Oysa AYM’nin, suçun yasal tanımının yapılmamış olmasını geçip, yapılmayan tanımın nesnel ögelerinin gerçekleşip gerçekleşmediği irdelemesine dayalı hüküm kurduğunu öne çıkarıyor.

Yargılamanın yenilenmesinde umarız bu yanılgı yeni hak çiğnemlerine yol açmasın. Bu arada salıvermelerin başladığını sevinerek izliyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 15 Ağustos 2019, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

TSK’de ölümcül dönüşüm

TSK’de ölümcül dönüşüm

V. MURAT TULGA (E) KURMAY ALBAY ile ilgili görsel sonucu

V. MURAT TULGA
(E) KURMAY ALBAY
Cumhuriyet, 28.8.2019

    • YAŞ’ın özeti Anıtkabir’de çekilen fotoğrafta saklıydı aslında. Cumhurbaşkanı en önde, Siviller onun arkasında ve askerler arkaya atılmış, görünmüyorlar bile.

“Bu darbenin önünü alabildim, bundan sonraki için böyle bir garanti veremem…” Bu cümleler, 24 Şubat 1981 günü, yani İspanyol demokrasisinin yaşadığı en ciddi darbe tehdidinden bir gün sonra İspanya Kralı Juan Carlos’un siyasi liderlere söylediği sözlerdi.(1)

İspanya’nın son 250 yıllık siyasal tarihinin başarılı başarısız 150 darbe girişimi ve planıyla dolu olduğu düşünülürse İspanya’da ordu ve sivil ilişkilerinin önemi ve bu ilişkinin İspanya siyasal tarihini nasıl etkilediği konusunda hemfikir oluruz.

İspanya’da ordunun rolü yüzyıllar boyunca bir evrim göstermedi. Baskıcı bir yapıya sahip İspanyol ordusu, daima “iç düşman” arayan bir güç olarak gelişmiş, statükocu, siyasal yaşama yön veren ve kendisini ülke politikasının hamisi olarak gören bir kurumdu.

Bu durum Diktatör Franco’nun 1975’te ölümüne dek sürdü. Franco hayatta olduğu sürece, herkes demokratikleşme için tek yolun ordunun onayını almaktan geçtiğini düşünüyordu. Ancak ordu, yapısı ve tabiatı gereği demokratik rejime geçiş konusunda toplumda en isteksiz kesimdi. Ortaya çıkarılan çeşitli darbe planları ve 1981’deki darbe girişimi bir yana, siyasi politikacılarla askeri çevreler arasında sık sık sürtüşmeler bu isteksizliği açıkça sergiliyordu.

1982 seçimlerini Sosyalist Adolfo Suarez kazandı, icraat listesinin hemen başına; ETA terörünü frenlemek ve ordunun gücünü denetim altına almak konularını koydu. Bu kapsamda, sivil iktidarın askeri güçler üzerinde üstünlüğünü kurmaya çalıştı. Kolları sıvadı ve ordu ile ilişkileri düzenleyen bir dizi reform girişimine soyundu.

İspanya’da ordu reformu 
Reform sürecinde iki temel ilke üzerinden yol alındı. İspanyol ordusu üzerinde sivillerin otoritesi sağlandı, ordunun darbe girişimine set çekecek yeni bir organizasyona gidildi. Bu kapsamda, İspanya’nın daha önceki asker kökenli Savunma Bakanı geleneğine son verildi. Sosyalist hükümet döneminde bir sivil atandı.

1984’te çıkarılan bir yasa ile kuvvetler arasında bölüştürülmüş yetkiler savunma bakanının elinde toplandı. Ordu harcamaları, silah alım satımları, ordu mensuplarının tayinleri, kariyerleri üzerindeki tek karar makamı Bakan oldu. Terfiler ve tayinler denetim altına alındı.

“META Planı” adı verilen bir plan çerçevesinde ordunun modernleştirilmesi hedef alındı ve bu konuda büyük bir modernleştirme gerçekleştirildi. İspanya Silahlı Kuvvetlerinin 9 askeri bölgeye dayalı konuş durumu 5 bölgeli bir konuş durumuna indirildi. (Dokuz’lu konuş yapısı darbe durumunda ülkenin önemli 12 kentinin işgalini kolaylaştırıyordu.)

Jandarma Komutanlığı ilk kez genel müdür düzeyinde bir sivile bağlandı. Bir yandan ordu içindeki general ve yüksek düzeyli ordu mensuplarının sayısı azaltılırken bir yandan ordunun modernizasyonu sağlandı. Bunu yaparken altını çizerek İspanya’daki sürecin yöntemini belirtelim: 

Doğal bir geçiş süreci, “geçmişten şiddetli kopuşa” tercih edildi.
• İspanya’da bütün bunlar askerleri aşağılayarak yapılmadı. 
• Köklü dönüşüm, ikna gücüyle, ordunun rolünün demokrasiyi bastırmak değil, ülkeyi dış düşmanlardan korumak olduğunu izahta başarı ile sağlandı. 

Kısaca reform yapılırken demokrasi kuralları işletildi, askerlerle diyalog öne çıkartıldı, sonuçta silahlı kuvvetler de bunun makul bir süreç olduğunu ve milli savunma için olumlu olduğunu anladı.

AKP’nin Türkiye’de TSK Reformu

İspanya’yı şimdi bir yana bırakalım ve ülkemize gelelim. İspanya ve Türkiye siyasal tarihi birçok konuda benzerlikler gösteriyor. Terör belası ve askeri vesayet ile uğraşmak gibi. Ülkemizin temel sorunları gibi. Farklılıklar da çok tabii ki. Başta İspanya’da simgesel bir kral olması ve özerk yapılar gibi. Ülkemizde en son 15 Temmuz 2016 hain girişimini de karşılaştırmada ülkemiz açısından bir yana muhakkak yazmalıyız.

Ülkemizde son bir Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) yaşandı (Ağustos 2019) ve bu YAŞ yorumlanmaya çalışılıyor. YAŞ’ın özeti Anıtkabir’de çekilen fotoğrafta saklıydı aslında. Cumhurbaşkanı en önde, siviller O’nun arkasında ve askerler arkaya atılmış, görünmüyorlar bile. Genelkurmay Başkanı görünmek için yandan kafasını çıkarmış. Çok yadsımamak gerekiyor. TSK’ye İspanya’da olanlar oluyor aslında adım adım. AKP’de aynı temel yol haritası üzerinden gidiyor, sivillerin askeri güç karşısında otoritesinin somutlaştırılması ve TSK’nin yapısının değiştirilmesi. Fakat uygulanan yöntemin anafikri farklı. Sonuç da göreceğiz.

TSK’yi dönüştürme kontrol formu

Durum böyle olunca ülkemizde olanları İspanya’da gerçekleştirilen ordu reformunu temel alarak bir kontrol formuna göre analiz edelim. Bu kontrol formuna göre TSK’yi denetim altına alma konusunda AKP iktidarı epey yol almış görüyor. Birlikte irdeleyelim :

Sivil otoritenin askeri güçler üzerindeki üstünlüğü sağlandı mı? EVET. 

• Milli Güvenlik Kurulu ve YAŞ yapısı değiştirildi. Öyle ki yapılma tarihleri ve süreleri bile değiştirildi. Ülke gündeminden önemsiz bir yer tutacak biçimde kısa, renksiz bir hale getirildi. 
• Bu yüksek kurullarda karar alma mekanizmaları siviller lehine oluşturuldu. Oy çoğunluğu sivillere geçti. 
• Askeri yapı Milli Savunma ve İçişleri bakanlarına bağlandı. Bakanlar önde artık, askerlerin ne sesi çıkıyor, ne de esamisi okunuyor. 

TSK’nin teşkilat ve personel yapısı değiştirildi mi? EVET.

• Askeri liseler, hastaneler ve mahkemeler kapatıldı. Askeri fabrikalar özelleştirildi. 
• Harp Okulları ve akademiler Savunma Üniversitesi altında toplandı. Öğrenci seçme, seçilme, eğitim ve öğretim yapısında köklü değişikliklere gidildi. 
• Askeri okul ders müfredatları ve bu okullara öğrenci seçimi tümüyle denetim altına alındı. 
• Askerlik Yasası değiştirildi. Zorunlu hizmetten bedelli ve profesyonel bir sisteme evrilen yeni sistem getirildi.
• Askerlerin atama, terfi sistemleri bütünüyle yeniden düzenlendi. Rütbelerde bekleme, emeklilik süreleri değiştirildi. 
• Ayrıca Genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları arasındaki sıkı emir ve komuta bağı kopartıldı. Cumhurbaşkanı ve bakanların, gerekli gördüklerinde kuvvet komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabileceği ve bunlara doğrudan emir verebileceği, verilen emrin herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirileceği de karara bağlandı.

Dönüşümde Son Nokta ve Sonuç

Bunlar, belirgin değişiklikler. İspanya’da olanlardan noksan kaldı mı?

Kalmıştı. General ve amiral sayılarının düşürülmesi de son Yüksek Askeri Şûra’da yapıldı. Bu konuyu da artık yapılanlar kümesine katmak gerekiyor. AKP tarafından ne kadar orgeneral, oramiral var, o ölçüde sorun var ilkesinden hareketle orgeneral ve oramiral sayıları en az sayıda tutuldu. Yani bir tür, orgeneral rütbesinde tasfiyeye gidildi. Ordu komutanlıklarına korgeneral atandı. Bu YAŞ’ın en önemli sonucu buydu. Orgeneral ve oramiral sayılarının azaltılması. Bu kararı TSK’nin yeniden organize edilmesiyle birlikte okumak gerekiyor.

Küçültülmüş TSK

KKK’de 4 ordulu bir yapı var. 1’inci, 2’nci, 3’üncü Ordu ve Ege Ordusu. Yeniden organizasyon deyince Ordu sayılarının azaltılması ve Doğu ve Batı bölge komutanlıkları gibi yeni bir örgütlenmeye gidilmesi akla geliyor. Küçültülmüş bir TSK. Bu daha önceleri fikir temelinde gündeme gelmişti. Ordu olmayınca orgeneral de olmayacak. Yalnızca Kuvvet Komutanları Orgeneral olacak ve bölge komutanları daha ast rütbedeki komutanlardan (en üst korgeneral düzeyi) oluşacak. Bu yolla denetlenebilir küçük bir yapı, az orgeneralli ve daha ast rütbeli generallerden oluşan yeni TSK. YAŞ böyle okunmalı. Bu bir kestirim ama yakın zamanda karşımıza pat diye düşerse şaşırmayın diye belirtiyorum.

Yazıyı İspanya yönteminin sonuçlarını ülkemize uyarlayarak bitirelim. Son çözülemede :

1. TSK’nin reformunda doğal bir geçiş süreci yaşanmadı, geçmişten şiddetli kopuş tercih edildi. TSK’nin her konuda fabrika ayarlarıyla oynandı
2. TSK’deki dönüşüm, askerlerden adeta hınç alarak yapıldı. Siyasal iktidarın FETÖ ile birlikteliği kumpas davalar sürecini getirdi ve sonrasında yaşanan süreç

  • TSK’yi adeta yerin dibine soktu.
  • TSK’de tahribat büyük oldu. 

3. köklü dönüşüm 15 Temmuz hain darbe girişiminin sonucunda yaşandı. Demokratik uzlaşı kuralları işletilmedi, OHAL koşullarının olduğu bir ortamda KHK ile düzenlemeler yapıldı. Dönüşüm kanlı oldu.

Görüldüğü üzere İspanya’da ve ülkemizde kullanılan yöntem çok farklı. Türkiye’de silindir gibi ezen, uzlaşıdan uzak, geri dönüşü zor ve ayarları tümden bozan bir yöntem var.

Durum böyle olunca geriye birkaç soru kalıyor :

  • Peki, askerler ne ölçüde ikna edilebildi?
  • FETÖ, TSK’den ne kadar temizlendi?
  • Tüm bunlar reform sürecini nasıl etkiler?

(1) “Bir Kanlı Gül”, İspanya” Nilgün CERRAHOĞLU, Tekin Yayınevi, 1987

 

YAZILARIMLA MERHABA…

YAZILARIMLA MERHABA…


Merhaba, sizlerle son yazılarımdan bir seçkiyi paylaşır, saygılar sunarım. 29.08.2019

R. Bülend Kırmacı
twitter: https://twitter.com/bulendkirmaci
facebook: https://www.facebook.com/r.b.kirmaci
https://rbulendkirmaci.wordpress.com/
Gsm: +90 0 534 786 1 896

AVRUPA SOSYAL MODELİ / DÜNYA SOSYAL FORUMU

BİR BAYRAM SÜRECİ

ATATÜRK EN BÜYÜK İKTİSATÇIDIR -2

ATATÜRK EN BÜYÜK İKTİSATÇIDIR-1

DEMİRYOLU TAŞIMACILIĞI

DÜNYA’YI OLUMLU ETKİLEYENLER

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 28 Ağustos 2019

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 28 Ağustos 2019



Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

KÜRTÇE
İçişleri Bakanlığı, resmi web sitesinde kayyum atamalarını Kürtçe olarak açıkladı.

  1. Aymazlık
  2. Salaklık
  3. Bölücülük
  4. Yalakalık
  5. ..

BAKAN
Bakan Pakdemirli, THK uçaklarını “VİZONTELE” filmindeki motorsuz arabaya benzetti. “Benim kurumum THK’na güvenmiyor” diyerek devletin kurumlarını ayrıştırdı.
Devletin şaşı bakanı…

VERGİ
Efes CEO’su Can Çaka, bira sektörünün bire beşlik istihdam sağladığını ve biranın % 45’inin vergiden oluştuğunu ifade etti. Çaka bu durumu “Vergi Dairesi gibi çalışıyoruz” diye anlattı.
Vatandaş da vergi ağacı…

ROK
Rasim Ozan Kütahyalı, BEYAZ TV. den de kovuldu.
Doğru söyleyen 9 köyden, söylemeyen her köyden kovulur…

KAHRAMAN
Boşanmış Mağdur Babalar Derneği Başkanı Muhammet Özen, karısı Emine Bulut’u kızının gözü önünde öldüren katili “kahraman” ilan etti.
İnsanlık dışı yaratıklar kahramanı…

FETTAH
FETÖ’de bulaşmadığı yer kalmayan ama RTE ile yakınlığı bilinen Fettah Tamince turizm ajansı yönetimine atandı.
RTE/AKP FETÖ ile mücadele ediyor” diyenlerin gözüne sokulur…

KOYUN
AKP Pendik Belediye Başkanı, önceki AKP’li başkanın işsizlere istihdam sağlamak için açtığı koyun ağılını satışa çıkardı.
Memlekette koyundan geçilmiyor ki getirisi olsun…

TATİL
RTE, tatil yaptığı için İmamaoğlu’nu eleştirdi.
Okluk’taki sarayı daha çok çalışmak için yaptırdı zahir…

ŞANTAJ
Eski başbakan Davutoğlu, “çözüm süreci”nden başkalarının sorumlu olduğunu ima etti.
Kendisi bostan korkuluğu makamında mı idi?…

ESİR
Milliyet Gazetesi, akaryakıt zammını, “fiyat değişikliği” diye yazdı.
Korkaklar her gün ölür…

KUYUMCU
Mardin Belediyesi’ne kayyum olarak atanan Vali Mustafa Yaman’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AKP’li bakanlara gümüşçüden 600 bin liralık hediye aldığı belgelendi. Öte yandan, AKP’li bakanların Mardin Büyükşehir Belediyesi kayyumundan aldıkları binlerce liralık “hediyelerin”, kendileri tarafından doğrudan seçildiği ortaya çıktı.

Kayyumluk yerine kuyumla uğraşmış…

EŞANTİYON
Tarım ve Orman Bakanlığı 520 bin TL.lık eşantiyon almış.
Ormanları yakanlara dağıtmak içindir…

 OYALAMA-BOYALAMA
Yabancı basında;
ABD dozerlerinin PYD çukurlarını kapatmaya başladığına ilişkin  fotoğraflar paylaşıldı.
PYD’nin Türkiye sınırını boşalttığına dair haberler yayımlandı.
Müşterek oyalama- boyalama harekatı başladı…

 

Rejim, toplumsallaşan hukuk ile dizginlenebilir!

Rejim, toplumsallaşan hukuk ile dizginlenebilir!

Prof. Dr. YAKUP KEPENEK
27.8.19, Cumhuriyet

Kendisinden hesap sorulamayan AKP iktidarı giderek duyarsızlaşıyor. Yıllardır doğaya karşı duyarsızdı; şimdilerde en yaşamsal konularda da topluma bilgi vermeyi tümüyle unuttuğu gibi, giderek artan oranda topluma duyarsız bir özellik kazanıyor.

Başkanlık rejimine geçilmesinin üzerinden tam 14 ay geçti. AKP Genel Başkanlığıyla birlikte, yasama, yargı ve yürütme güçlerini ve giderek tüm devlet yönetimini tek kişide toplayan rejim, her konuda başarısızdır. 
Başarısız iktidar, tıkanıyor; tıkandıkça da hırçınlaşıyor ve hukuk dışına çıkıyor. Parti – devlet – sermaye -PDS- üçlüsünün kaynaşmış olmasının oluşturduğu olağanüstü merkezi iktidar gücü, toplumun tepesine bir karabasan gibi çökmüş bulunuyor. Bu yetmiyormuş gibi, daha doğrusu tam da bu nedenle iktidar, kazanamadığı yerel yönetimleri de ezmeye girişiyor. Ülkeyi ateşe atmakta olan bu gidişe, hukukun toplumsallaşmasıyla karşı çıkılmalıdır.

Yerel seçim yenilgisinin sersemliği mi? 
Toplum, bu karanlık gidişe, 31 Mart yerel ve özellikle de 23 Haziran İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinde, elinde kalmış olan son olanağı, sandığı değerlendirerek dur demeye çalıştı. İktidar gücü, yerel seçimleri yitirmemek için yalnız devletin tüm olanaklarını seferber etmekle kalmadı, İstanbul’da bulunan Kürt kökenli seçmenlerin oylarını almak için, hapisteki terör örgütü PKK’nin lideri ve onun kırmızı bültenle aranan kardeşinden yararlanmak istedi; birincisine bir doçenti gönderdi, ikincine de iktidarın oyuncağı yaptığı kamu kurumu TRT’ye çıkıp görüşlerini açıklama olanağı sağladı. Yine de İstanbul’da tarihi bir yenilgi aldı
İktidar, yerel seçimlerdeki, özellikle İstanbul’daki başarısızlığının nedenini, kendi niteliğinden doğan başarısızlıklarında arayamıyor. Yenilginin sersemliğiyle iyice bocalıyor. Seçimle gelen belediye başkanlarının görevden alınmaları bunun yeni bir göstergesidir. 
İktidar, İstanbul’da alamadığı Kürt kökenli seçmenlerin oylarının hesabını, en ilkel cezalandırma yöntemine başvurarak Güneydoğu’daki üç kentin halkından soruyor. Yıllardır yargıyı avucuna almış olan iktidarın, haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan, Diyarbakır, Mardin ve Van büyükşehir belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine valileri kayyım olarak ataması, aslına bakılırsa, iktidarın yaşam suyunun toplumsal sertlik olduğunun yeni bir kanıtıdır. Kuraldır, mutlak iktidar gücü, başarısızlığının intikamını hukukun dışına çıkarak alır. Bu iktidar, hukuk dışılık şiddetinden besleniyor. 
Dahası var. Valileri, AKP Genel Başkanı da olan Başkan seçiyor; halkın seçtiği belediye başkanlarının yerine valilerin atanması, aslında merkezi yönetimde geçerli olan başkan-parti bütünleşmesinin yerel yönetimlere de yerleştirilmek istenmesinden başka bir şey değildir. Ek olarak, görevden almalar, AKP’nin elinde yıllardır, 4-5 yılda bir gidilen sandık dışında her şeyini yitirmiş bulunan demokrasiye sıkılan son kurşun anlamına gelir. 
Yerel seçim yenilgisinin sarsıcı etkisi o boyuta varmış olmalı ki, AKP iktidarı, kendi mantığı içinde de, artık etkin ve verimli çalışamıyor. Ekonomiyi ve dış politikayı geçtik, baksanıza; orman yangınlarını bile söndüremiyor. Meğer AKP, kuzuyu kurda teslim edercesine, yangın söndürme işini de özelleştirmiş. Cumhuriyet ile birlikte kurulan Türk Hava Kurumu’nun -THK uçakları, Ulaştırma Bakanlığı’nın belgeleriyle kanıtlandığı gibi göreve hazır olmalarına karşın yangın söndürmede kullanılmadı. Pilotluğuyla övünen ya da tarıma havadan bakan Tarım Bakanı ile Ulaştırma Bakanlığı ters düştü; sonuçta, binlerce hektarlık orman yandı. Gerçekte devletin kurumları arasındaki uyumsuzluklar çok daha derin, örneğin, ot ithali konusunda, TÜİK ile Tarım Bakanlığı arasında yaşandığı gibi, biri birini yalanlayan kamu kurumları oluşmuş bulunuyor. 
Kendisinden hesap sorulamayan AKP iktidarı giderek duyarsızlaşıyor. Yıllardır doğaya karşı duyarsızdı; şimdilerde en yaşamsal konularda da topluma bilgi vermeyi tümüyle unuttuğu gibi, giderek artan oranda topluma duyarsız bir özellik kazanıyor. İktidar, Kaz Dağları ormanının bir avuç altın için acımasızca kazınmasına gösterilen toplumsal duyarlılığa kulaklarını tıkadı. Tank- Palet fabrikasının özelleştirilmesinde, tam bir toplumsal duyarsızlıkla ısrar eden AKP yine çok vefasız ve duyarsız bir tutumla, geçmişte kendisini desteklemeyi görev bilen Memur-Sen’in bir maaş artışı isteğine sırt çevirdi, görüşme tutanağı düzenleme becerisini bile gösteremedi, sorunu Hakem Kurulu’na gönderdi. 
Bir noktaya daha değinelim : Son günlerde AKP’nin içinden iki yeni parti çıkacağı ya da bu partinin ikiz doğuracağı neredeyse kesinleşti. Ülkeyi bu duruma getiren AKP’nin içinden, gerçek anneler bağışlasın, ama bu toplumun sorunlarına çözüm üretecek sağlıklı çocuk ya da çocuklar, genetik nedenlerle, doğamaz.

İlk iş hukuk olmalı!
Ülkeyi her bakımdan bir yangın yerine çeviren AKP iktidarının karşısına evrensel hukuk ilkeleriyle çıkılmalıdır. Öncelikle belediye başkanlarının görevden alınmasına, bu ülkede, hukukun üstünlüğü, onunla birlikte özgürlük ve barış savunucularının, ortak bir tutum ve kararlılıkla karşı durmasının sağlanması gerekiyor. 
Başkanların görevlerinden alınmaları, her şeyden önce, Prof. Dr. Metin Günday ve konunun uzmanı diğer hukukçuların açıkça belirttiği gibi, OHAL döneminde kabul edilen 674 sayılı KHK ile yapılan bir işlemdir. Bu işlemin hukuken yok sayılması için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne – AİHM uzanan bir hukuk savaşımı ya da mücadelesi, en etkili bir biçimde ve toplumla bir arada verilmelidir. 
Bu yıl, Saray’da yapılacak olan adli yıl açılış törenine, toplam 79 baronun, bugüne kadar 51’i katılmayacağını açıklamış bulunuyor. Toplantıya katılmayan baroların, eşgüdüm içinde bu ülkeye hukukun temel evrensel ilkeleriyle yerleşmesi için uğraş vermesi, açılışa katılmama nedenlerini açıklarken, belediye başkanlarının görevden alınmasıyla ilgili hukuksuz işleme, çok açık bir biçimde karşı çıkması büyük önem taşıyor. Belediye başkanlarının görevden alınmalarını yerinde bir tanı koyarak “sivil darbe” diye adlandıran 30 baronun 19 Ağustos tarihli ortak açıklaması bu doğrultuda atılmış çok güçlü bir adımdır. Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası sözleşmeler, özgürlük, eşitlik, barış değerlerine dayalı, hukuk devleti, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi temel konularda toplumun donanımı artırılabilir. Sanal iletişim kanalları da yoğun bir biçimde kullanılarak, iktidar gücüne hukuk ile karşı durulmasının yollarının ayrıntılı bir biçimde sergilenmesi gerçekleştirilebilir.

Sonuç olarak; hukuktan kaçan AKP’yi hukuk yoluyla geriletmek gerekiyor.

 

MÜDAHALE GECİKMEDİ

MÜDAHALE GECİKMEDİ

OĞUZ OYAN
SOL PORTAL, 20.08.2019

Bu haftaya üç belediye başkanının görevden uzaklaştırılıp yerlerine valilerin kayyım olarak atanmasıyla başladık. İkisi büyükşehir belediyesi olan bu belediyelerin tümünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olması ve tümünün de HDP’li başkanların yönetiminde olması rastlantı değil. Ama bunun yalnızca bir başlangıç olduğuna ilişkin kaygılar da yersiz olmaz.

Seçilmiş belediye başkanlarını dört ay geçmeden görevden almalar, arkasında hangi hukuksal gerekçeler icat edilirse edilsin, öncelikle siyasidir. AKP iktidarı hem genel olarak tüm muhalif siyasi hareketlere ve seçmenlerine (kendi içinden kopmaya hazırlananlar dâhil) hem de özel olarak Kürt siyasi hareketine ve seçmenlerine mesaj iletmektedir.

Genel mesaj şudur                          :
Yerel seçimleri kazandık diye havalara girmeyin ve merkezi iktidara ömür biçmeye kalkmayın; güç hâlâ bizdedir. Üstelik bu gücü keyfi ve baskıcı yöntemlerle kullanma yetkisi de bizdedir. Kimseye karşı hesap vermek mecburiyetinde değiliz. Belediye başkanları görevde kalmak ve az-buçuk icraat yapmak istiyorlarsa, bize biat etmek zorundadırlar. İktidarı protesto anlamına gelen kitlesel hareketlere (çevreci hareketler, vb.) destek vermeden önce de iki kez düşünmelidirler. Demokratik hakların kullanımı, Anayasanın değil iktidarımız çizdiği sınırlara tâbidir.

Özel mesaj şudur                           :
HDP son seçimlerde Cumhur İttifakı adaylarına karşı konumlanarak İstanbul, Adana, Mersin gibi büyükşehirlerin CHP’nin yönetimine geçmesine neden olmuştur. Bunun bedelini ödemek zorundadır ve ilk bedeli elindeki üç önemli belediye üzerinden ödemiştir; arkası da gelecektir. (Kuzey Suriye’de sıcak gelişmeler bu süreci hızlandırabilecektir.)

MESAJLARIN YANSIMALARI

Genel olarak, toplumda demokratik düzeneklere, genel oy sistemine bir güvensizlik tohumunun yeniden ekildiği söylenebilir. Seçilmişlere karşı yürütülen operasyonların arkası geldikçe bu güvensizlik büyüyecektir.

AKP/RTE iktidarı, devleti ele geçirme dönemlerinde, atanmışlar (yargıçlar, askerler, bürokratlar) seçilmişlere üstün tutuluyor diyerek sözde “vesayetçi rejime” karşı mücadele yürütüyordu. Şimdi her şeyi tersine döndürdü: Hiçbir bakan, hiçbir erk sahibi yönetici seçilmiş değil; ama demokratik temsil sisteminin son kalıntısı olan belediye başkanları (giderek belediye meclis üyeleri) bugün iktidarın tam hedefinde.  Mekânsal ve toplumsal hükmetme alanlarında gedikler açıldıkça otokratik hâkimiyet tarzının alışıldık/alışılmadık tüm araçları uygulamaya konulmakta, konulacak.

Kitlelerin ve siyasi/demokratik temsilcilerinin buna yanıtı iki farklı biçimde olabilir: Ya sinecekler/ biat edecekler ya da direnecekler/mücadele edeceklerdir. Toplumu sindirmenin örgütlü kurumsal yapıları gerçekte sahnededir.

AKP türü bir İslamcı-totaliter biat partisi söz konusu olmasaydı bile, toplumu sermayenin iktidarını ve sömürü düzenini itirazsız kabullenmeye ikna etmek üzere oluşturulmuş işçi-memur sendikaları görevde olacaklardı. AKP döneminin farkı, siyaset ve sendikal alanın temsilcilerinin ideolojik yakınlığının (İmam Hatip kardeşliğinin) belirleyici bir öneme yükselmiş bulunması, eskinin ücret sendikacılığının kısmen bile sürdürülemez olmasıdır.

  • TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN ile iktidar arasında yürütülen toplu pazarlık / toplu görüşme tiyatroları bunun güncel bir örneğidir.

Muhalefet partilerinin, buyurgan ve baskıcı bir iktidar partisi karşısında ne denli etkin muhalefet yapabildikleri / yapabilecekleri, kitleleri ne denli seferber edebilecekleri, ne denli demokratik kitle hareketlerinin arkasında durabilecekleri, boyun eğme-direnme çizgileri arasındaki yerlerini belirleyecektir. Bu yer direnme çizgisinden uzaklaştıkça 31 Mart 2019 kazanımlarını korumaktan da uzaklaşılmış olacaktır. Ne yazık ki bu konuda iyimser olamıyoruz. Kaldı ki, bugünkü çöküntü siyasetine karşı muhalefet etmek bie yeterli değildir; sistemin kendisine karşı bir seçenek geliştiremiyorsanız, neoliberal paradigmanın sınırları dışına çıkamıyorsanız, zaten geçmiş olsun.
***
HDP hareketine verilen özel mesajın kitleler üzerindeki yansımaları daha doğrudandır: Kürt siyasi hareketi için demokratik mücadelenin anlamı giderek tükenmektedir. Bunun sonucunda sandık demokrasisine inancın yok olması ve seçimlere katılımın bölgesel düzlemde iyice zayıflamasından daha kötüsü, birlikte yaşama duygusunun tükenmesi ve ayrılıkçı düşüncelerin iyice öne çıkması olacaktır.. Ortadoğu bölgesinde olağanüstü kötü dış politika yönetimiyle ve Suriye’de ABD himayesinde bir PYD/YPG devletçiğinin oluşumunun artık önlenemeyeceği gerçeğiyle birleşince bunun orta-uzun erimde ne gibi gelişmelere yol açacağını kestirmek zor değildir.

  • Sonuçta iktidar, önlemek ister göründüğünün tam tersine gelişmeleri körüklemeye devam etmektedir.

KİMİ HUKUKSAL SORUNLAR

Seçilmiş belediye başkanlarını “azletmeler” her ne denli siyasal gerekçelerle yapılıyor olsa bile, bu tasarrufları hukuk açısından da ele almak gerekir. 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun 47. maddesi, “Görevleriyle ilgili bir suç nedeniyle haklarında soruşturma veya kovuşturma açılan belediye organları veya bu organların üyeleri, kesin hükme kadar İçişleri Bakanı tarafından görevinden uzaklaştırılabilir.” hükmünü içermektedir. İkinci fıkrasında da “Görevden uzaklaştırma kararı iki ayda bir gözden geçirilir. Devamında kamu yararı bulunmayan görevden uzaklaştırma kararı kaldırılır.” demektedir. Şimdi bu 2. fıkranın uygulanabileceğine kimsenin inanmadığı görülmektedir. Nitekim atanan kayyımlar, kalan süreyi yani 4,5 yılı doldurmak üzere gelmiş gibi davranmaktadır.

5393 sayılı yasanın 45.maddesi ise “Belediye başkanlığının boşalması halinde yapılacak işlemler”i düzenlemektedir. Buna göre vali belediye meclisinin on gün içinde toplanmasını sağlar. Belediye başkanının görevden uzaklaştırılma biçimine göre bir başkan veya bir başkan vekili seçilir. (Başkanın görevden uzaklaştırılması seçim dönemini aşmayacaksa bir başkan vekili seçilir). Maddenin ikinci fıkrasına göre, “Belediye başkanı veya başkan vekili belediye meclisi üyeleri arasından ve gizli oyla seçilir”. 31 Mart seçimleri öncesindeki görevden uzaklaştırmalarda görüldüğü gibi şimdiki uzaklaştırmalarda da doğrudan kayyım atamasına girişilmesi, yasanın 45.maddesine açık aykırılık oluşturmaktadır.

Kayyım atamalarının 5393 sayılı yasanın 46.maddesine dayandırıldığı anlaşılmaktadır. Ancak bu madde de, “yeni belediye başkanı veya başkan vekili seçiminin yapılamaması durumunda, seçim yapılıncaya kadar belediye başkanlığına (…) İçişleri Bakanı tarafından görevlendirme yapılır” hükmünü içermektedir. Peki, seçimlerin yapılamaması koşulları oluşmuş mudur? Oluşmadıysa, görevlendirilen kayyımlar en fazla seçim yapılana kadar öngörülen on günlük süre için atanmış olabilirler –ki bu durumda bu atamalar da abestir. Özetle, ortada hukuki kılıfa uydurulmuş bir durum bile yoktur. Gerçi bu iktidar artık hukuki gerekçe arama dönemini çoktan geride bırakmıştır; kendisini anayasal sınırlarla bile bağlı hissetmemektedir.

Artık tuhaf bile sayılamayacak şekilde daha önce de kayyım görevinde bulunup söz konusu belediyelerde şatafatlı makam odalarına, hesabı sorulmayan usulsüz ve aşırı harcamalara, büyük borç yığılmalarına yol açmış olan kayyımların, herhangi bir Sayıştay denetiminden henüz geçmeden yeniden görevlendirilmiş olmaları, üçüncü dünya başkancı rejimin sonuçlarındandır. Kimi cumhuriyetçiler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyerek iktidara yüklenmeye çalışırken, bu iktidarın tam güdümüne girmiş mülki amirler, askerler, yargı mensupları, bürokratlar, adeta “RTE’nin askerleriyiz” demektedirler.

 

ORMANLARIMIZ YANARKEN

ORMANLARIMIZ YANARKEN

Suay Karaman
26 Ağustos 2019

Ağustos başından bugüne dek yaklaşık 202 orman yangını çıkmıştır. Bu yangınların kimisi bilinçsizlik ve dikkatsizlik sonucu çıkmıştır. Kimilerini PKK terör örgütü, ülkeye zarar vermek adına çıkartmıştır. Kimileri ormanlık araziyi imara açmak, otel ve konut yapmak için çıkartılmaktadır. Kimileri ise maden alanlarına yer açmak için. Otel, konut ve maden alanları için ağaç kesmek yerine, yangın çıkartmak, tepkiyi daha aza indirmektedir. Birçok yangında sabotaj olasılığının çok yüksek olduğu görülmektedir.

  • Ancak neredeyse ormanlarımızı yakanların hiçbiri bulunamamaktadır?!

Orman ve Su İşleri eski Bakanı Veysel Eroğlu 15 Haziran 2016’da yaptığı açıklamada orman yangınlarıyla mücadele için dünyanın en ileri teknolojilerinden birini kurduklarını bildirmişti. Orman yangınlarına karşı 2.300 kara aracı, 34 hava aracı ve 19.000 personelle mücadele edildiğini, ormanların 776 adet kuleden 24 saat gözetlendiğini, 97 gözetleme kulesinde 194 kamera kullanıldığını ve ülke genelinde orman yangınlarına müdahale süresinin 2015 yılında 15 dakikaya indirildiği değerlendirmelerinde bulunmuştu.

Bu yılın (2019) Haziran ayında bir yasa çıkarılarak, Tarım ve Orman Bakanlığı’na hava ve kara araçları dahil her türlü gereksinimi doğrudan sağlama yolu ile satın alıp kiralayabilme yetkisi verildi. Böylece ihale yapmadan, istediği firmadan gereksinimlerini karşılayabilme olanağı sağlandı. Bakanlığa verilen ihalesiz iş yapma yetkisinin sonuçlarını orman yangınlarında görmekteyiz.

Tek adam rejimi hükümetinin bu uygulamasının sonucunda, Türk Hava Kurumu’ndan uçak kiralamak yerine,

  • Orman yangınlarını söndürme işi bir mimarlık firmasına ihale edilmiştir!
  • İhaleyi alan firma yurt dışından helikopter kiralayarak, yangınları söndürmeye çalışmaktadır.

İşte bu nedenle orman yangınları bir türlü söndürülememektedir.

  • Orman yangını ne denli uzun sürerse, ihaleyi alan firma o denli para kazanacağı için, yangınlar günlerce sürmektedir.

Ülkemizde Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda 6 adet yangın söndürme uçağı, Türk Hava Kurumu’nda 6’sı çalışır durumda, 9 yangın söndürme uçağı bulunmaktadır. Üstelik Türk Hava Kurumu, yangın söndürmede uluslararası başarılara imza atmıştır, yaklaşık 40 yıldır bölgenin en iyi yangın söndürme filosu olarak görev yapmaktadır. Ancak bunlara karşın Tarım ve Orman Bakanlığı, orman yangını söndürme işinde özel şirkette ısrar etmektedir.

Türkiye, geçen yaz Yunanistan’da çıkan orman yangını için iki yangın söndürme uçağı göndermiş, İsrail, Ukrayna ve Suriye’deki orman yangınlarına da uçak göndererek yangınların söndürülmesine önemli katkıda bulunmuştu. Ancak kendi ülkemizde çıkarılan orman yangınlarına, uçak gönderememekteyiz.

  • Ormanlarımız yanarken Türk Hava Kurumu uçaklarını hangardan çıkarttırmayan,
  • yangınların söndürülmesi işini ilgisiz özel şirketlere vererek

hem doğal, hem de ekonomik kaynakları peş keş çeken Tarım ve Orman Bakanı olacak kişinin akıl ve bilim dışı, tutarsız, gerçeklerle örtüşmeyen söylemleri büyük tepki çekmiş ve ülkemiz adına büyük bir utanç oluşturmuştur. Böyle durumlarda istifa olgusu akıllara gelir ama bu olgu için onur ve gurur gerekir.

29 Ağustos 2007 ile 10 Temmuz 2018 arasında görev yapan bakan Veysel Eroğlu’nun yaptığı açıklama ile şimdiki bakanın açıklamaları birbiriyle çelişmektedir. AKP iktidarının bakanlarına güvenilmez ama arada bu denli fark olması da düşündürücüdür. İşte bu, devleti şirket mantığıyla yönetmenin doğal sonuçlarıdır.

  • Ormanlarımız yanarken gerekli önlemleri almayanlar, ihanet içindedir!

Orman yangınları çok daha kısa sürede ve en az zararla söndürülebilecek iken görevli ve sorumluların beceriksizliği, bilgisizliği nedeniyle binlerce hektar ormanımız yok olmuştur.

Ormanlarımızda salt ağaçlar yanmamıştır; hayvanlar, toprak canlıları, mikroorganizmalar yok olmuştur. Onlarca yılda büyüyen ormanlarımızı geri getiremeyiz ama bu olaylarda sorumluluğu olanları bularak, yargı önünde hesap vermelerinin sağlanması gerekir. Yasalarda ve yönetmeliklerde gerekli düzenlemelerin yapılması, ağır yaptırımlar getirilmesi ile bir daha böyle olayların yaşanmaması için mücadele edilmelidir. Ormanlarımız yaşam alanıdır, can damarıdır, ülkemizin geleceğidir; hepimiz korumak zorundayız.

Seçilen ve atanan

Seçilen ve atanan

Örsan K. Öymen
26.8.19, Cumhuriyet
Demokrasi halk yönetimi anlamına gelir. Demokraside halk, kendi seçtiği temsilcileri vasıtasıyla, yönetimde egemen olur. Bu nedenle demokrasiye halk egemenliği de denir. Bu bağlamda demokrasi, halkın egemen olmadığı monarşi, oligarşi, teokrasi gibi sistemlerden keskin bir biçimde ayrılır. Monarşi tek kişinin egemenliğidir, oligarşi belli sınıfların egemenliğidir, teokrasi de “Tanrı”nın egemenliğidir.
Ancak halk egemenliğinin gerçekleşmesi için belli koşulların sağlanması gerekmektedir. Bu koşullar şunlardır:
1) Çok partili serbest seçimli parlamenter sistem.
2) Yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı, yürütmenin emrinde olmayan bağımsız yasama ve bağımsız yargı.
3) Düşünce, ifade, basın, yayın ve örgütlenme özgürlüğü.
4) Laiklik; yani devlet, siyaset, hukuk ve eğitim alanlarının dinden arındırılması, dinin bu alanlara müdahale etmemesi ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlanması.
5) Ekonomik ve sosyal adalet.
6) Vatandaşlık bilincine sahip eğitimli bir toplum.
Söz konusu koşulların yalnızca birisi veya birkaçı değil, tümü sağlanırsa, demokrasiden ve halk egemenliğinden söz edilebilir.
Türkiye’de günümüzde bu koşulların hiçbiri geçerli değildir.
Dolayısıyla Türkiye’de bir halk egemenliğinden ve demokrasiden söz etmek kesinlikle olanaklı değildir. 

Türkiye’de yukarıdaki koşulların tümünün sağlandığı bir dönem de hiçbir zaman var olmamıştır. Örneğin ekonomik ve sosyal adalet ile vatandaşlık bilincine sahip eğitimli bir toplum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Bu yönde mücadelenin verildiği dönemler olmuştur, ancak bu mücadele başarıyla sonuçlanmamıştır. Ancak yine de, 1961-1971 ve 1972-1980 yıllarının, bu koşulların en üst düzeyde sağlandığı dönemler olduğu söylenebilir.

Çok partili serbest seçimli parlamenter sistem;
yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı;
düşünce, ifade, basın, yayın, örgütlenme özgürlüğü
ve laiklik koşulları

bu dönemlerde büyük ölçüde yürürlükteydi. Ancak bunların kısa bir dönemde sağlanmış olması, Türkiye’nin demokratikleşmesi için yeterli olmadı. Olamazdı da, çünkü demokrasi yarı zamanlı bir meslek veya hobi değildir. Demokrasi ciddi bir şeydir ve gerçekleşmesi için büyük emek ister.

  • Demokrasi feodal zihniyetli tembel siyaset ağalarının ve devleti kendi çıkarları için işgal ve talan edenlerin işi değildir.
  • Günümüzde, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarda olduğu dönemde, demokrasinin söz konusu altı önkoşulunun hiçbiri kalmamıştır.
  • Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sivil iktidar dönemlerinde bir ilktir.
  • Türkiye Cumhuriyeti Anayasası fiilen ortadan kaldırılmıştır. 

Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin elinde yalnzca çok partili serbest seçim kalmıştı, ancak o da büyük darbe yemiştir. Güneydoğu Anadolu’da seçilmiş belediye başkanlarının daha önce de görevden alınıp yerine kayyım atanması; AKP’li seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp yerine belediye meclisinden kişilerin atanması; 31 Mart İstanbul belediye seçiminin yasaya ve hukuka aykırı bir biçimde iptal edilmesi ve son olarak, geçen hafta, ortada bir suç ögesi bulunduğuna ilişkin kesinleşmiş bir yargı kararı olmadığı halde, Diyarbakır, Mardin ve Van belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım atanması, halkın verdiği oyların yok hükmünde sayılması, Türkiye’nin içine sürüklendiği büyük felaketin göstergeleri arasındadır.

  • 12 Eylül askeri darbesinin bile başaramadığını, AKP-MHP iktidarı başarmıştır.

Emperyalizm Türkiye’ye demokrasiyi çok görmüştür ve Türkiye’yi Ortadoğu’nun geri kalmış ülkeleriyle aynı kategoriye sokmaktadır.

  • Bir sonraki aşama, Türkiye’nin iç savaşa sürüklenip parçalanmasıdır.
  • Türkiye’de yürütülen operasyonun nihai amacı, dinci-laik, Sünni-Alevi ve Türk-Kürt arasında bir çatışma ortamı yaratmaktır.
  • Bunu da, seçilmiş gibi görünüp, aslında atanan AKP-MHP iktidarı yürütmektedir.
  • AKP’yi, MHP’yi, Erdoğan’ı ve Devlet Bahçeli’yi kimin atadığı ise gayet açıktır! Kenan Evren’i kim atadıysa, onları da aynı güç atamıştır!

Erken seçim göründü!

Erken seçim göründü!

31 Mart 2019 yerel seçimleri sonrasında Türkiye’de kritik değişiklikler oldu. AK Parti’nin 3 büyükşehirde kaybetmesi, İstanbul’da yapılan ikinci seçimde oy kaybının 1 milyona yaklaşması, iktidar partisi adına yeni bir sürecin başlayacağının ön gösterimi gibiydi. Nitekim öyle de oldu.

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD ile “Kontrollü kriz”in kendisi için olumlu sonuçları olmayacağını gördüğü için, Rusya ile ilişkileri soğutmaya başladı.

YPG ile birlikte hareket eden ABD ile hiçbir şey olmamış gibi yeni bir ortaklığa girildi.

Türkiye’nin aleyhinde olduğu çok açık bir şekilde görülen, tıpkı Irak’ın kuzeyinin “Kuzey Irak”a dönüştüğü sürecin bir yenisi Suriye sınırımızda başlatıldı.

Birkaç yıl içinde, söz konusu bölge için “Kuzey Suriye”den başka bir telaffuz işitmeyeceğiz.

Zaten, Cumhurbaşkanlığı ve iktidara yakın medya organları Suriye’de sanki farklı bir bölgeymiş gibi “Kuzey Suriye” tanımında ısrarcıydılar. Bundan sonra uluslararası medyada ve siyasilerde de bu tanımlamaları görebiliriz.

Irak’ın kuzeyi, Kuzey Irak’a dönüşürken Türkiye’de terör patladı. Örgütün yıllardır güç topladığı ve yönetildiği yönetim kadrosu da yine Irak’ın kuzeyinden Kuzey Irak’a dönüştürülen bölge içinde. İşte bu tablonun neredeyse aynısını Suriye’nin kuzeyinde kendi ellerimizle gerçekleştirme arifesindeyiz!

İdlip’te konvoyumuzun vurulması

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait konvoyun İdlip’te vurulması önemli bir dönüm noktasıydı. TSK’nın yapmış olduğu açıklama da Türkiye’nin Rusya ile bölgede ortak hareket etmeyeceğini kanıtlıyor.

Milli Savunma Bakanlığı, 3 vatandaşımızın yaşamını yitirdiği saldırı sonrası şu açıklamayı yaptı:

“İdlib’de 9 Numaralı Gözlem Noktası’na intikal esnasında konvoyumuza bir hava saldırısı düzenlenmiş, 3 sivil ölmüş, 12 sivil yaralanmıştır. Mevcut anlaşmalara ve Rusya ile aramızdaki işbirliği ve diyaloğa aykırı bu saldırıyı şiddetle kınıyoruz.”

Bu açıklamanın meali; “Bu saatten sonra bölgede Rusya ile ortak hareket edemeyiz” olarak yorumlanabilir.

Yeniden başa dönelim : Dış politikada bu keskin dönüşler ve değişiklikler ile yerel seçim sonuçlarının çok yakın bir ilgisi var. Erdoğan, hiçbir şekilde kaybetmek istemiyor. Çünkü kendisini hem içten hem dıştan sıkışmış hissediyor.

Abdullah Gül, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu, İstanbul’daki seçim sonuçlarını çok yakından takip ediyorlardı. İmamoğlu kaybetseydi muhtemelen parti çalışmalarını erteleyecek ya da vazgeçeceklerdi. Ancak İmamoğlu’nun 2. kez kazanması en çok onları sevindirdi.

Artık kararlı bir şekilde AK Parti’den ayrı hareket edecekler.

Bu ayrılma süreci AK Parti’den ne kadar oy götürür bunu zaman gösterecek. Ancak şu anki tahminler % 5 oy kaybı ile Erdoğan’ın tek başına iktidarının önüne geçeceğini gösteriyor.

Dolayısıyla Erdoğan’ın, Devlet Bahçeli ile yapmış olduğu ittifak büyük önem taşıyor. Bahçeli’nin ayrılması veya Erdoğan ile ters düşmesi AK Parti’nin bugün iktidardan uzaklaşması anlamına geliyor.

Bu durumu gören Erdoğan, Bahçeli ile diyaloğunu her geçen gün artırmak istiyor. AK Parti içindeki itirazlara rağmen MHP ile ittifak bir şekilde ayakta tutuluyor.

Bahçeli’nin, İYİ Parti‘ye “Dava arkadaşlarım aramıza dönün” açıklaması da aslında temelsiz bir girişim değil. İYİ Parti kurumsal ya da bireysel anlamda Cumhur İttifakı‘na çekilmek isteniyor.

Muhtemelen, HDP’li belediyelere kayyum atanması Bahçeli’nin evinde yapılan buluşmada konuşulmuştu. Bu minvalde ilerleyen günlerde çok daha farklı hamleler de gelebilir.

İYİ Parti tüm bu gelişmeler karşısında nasıl bir tavır takınacak merak konusu. Çünkü şu anda Türkiye’nin kararı ve refleksi en merak edilen partilerinden biri haline geldiler.

Tüm siyasi partiler görüşlerini açıklamışken, tek açıklama yapmayan İYİ Parti oldu.

“Destekliyoruz” deseler, muhalefet eleştirecek. “Desteklemiyoruz, yargı karar vermeli” deseler parti içinden eleştiri gelecek.

Son günlerde parti yönetim kademesinin geçmişte yaptıkları konuşmaların ortaya çıkması da bu kapsamda değerlendirilmeli.

İYİ Parti’nin denetimindeki milliyetçi oylar kaydırılmak isteniyor. İYİ Parti‘nin belirli konularda tam ne yapacağını, nerede duracağını, nasıl tepki vereceğini bilememesi de bu kaydırma sürecine katkı sağlıyor.

Toparlamak gerekirse; İdlip’te konvoyumuzun vurulup Rusya’nın suçlanması, ABD ile güvenli bölge çalışmalarının yapılması, Seçimlerden önce Öcalan’ın mektubunu yayınlayan refleksin HDP’li belediyelere kayyum ataması, Bahçeli’nin milliyetçi söylem dışında farklı tartışmalara girmemesi,

İYİ Parti ile ilgili yapılan yayınlar ve parti içindeki kararsızlıklar…

  • Tüm bu gelişmeler ufukta erken seçim olduğunu gösteriyor.

Erdoğan, kendi denetiminde olan bir erken seçime giderek hem parti içindeki ayrılışların önüne geçmek hem de ABD ile ilişkileri yeniden düzeltmek istiyor. Bu süreçte muhalefetten bazı isimlerin Demirtaş’ın doğum gününü kutlaması ve bunu basına servis etmeleri ise milliyetçi seçmeni rahatsız ediyor.

  • Erdoğan, “HDP’yi eleştiren Kürtçüleri, ABD’yi ve milliyetçileri” yanına alarak baskın erken seçim düşüncesini benimsemiş gibi.

ZAFER HAFTASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

ZAFER HAFTASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Zeki Sarıhan
Eğitimci – Yazar

26 Ağustos’ta başlayan haftayı Zafer Haftası olarak adlandırmak isabetlidir. 26 Ağustos 1922’de Afyon Cephesinde saldırıya geçen TBMM Ordusu, işgalci Yunan ordusunu parçalayıp dağıtmış ve İzmir’de denize dökmüştü. Bu zafer, Lozan’ın kapılarını açtı ve Yeni Türkiye’nin kuruluşunda mihenk taşı oldu.

O tarihten beri Türkiye halkı yerden göğe haklı olarak bu zaferiyle övünüyor. İşgale uğrayan her ülkenin halkı, bundan rahatsız olur ve yurdunu kurtarmak için mücadeleye atılır. Tarihin derinliklerine indiğimizde işgalden kurtulamayan, topraklarını terk eden veya işgalcinin emrine boyun eğen çok milletle karşılaşırız. Bunların bazıları kendi anavatanlarında azınlığa düşmüş, bir kısmı asimile olarak yok olup gitmiştir. Bu gerçeği anlamak için tarih boyunca Anadolu’da yaşamış, devlet kurmuş milletleri hatırlamak yeter.

Ulusal Kurtuluş Savaşı, Emperyalizm dönemine, yani 20. Yüzyıl’a ait bir kavramdır. Zaferle sonuçlanan ilk millî kurtuluş savaşı da bizimkidir. Bu zaferi sağlayan temel etmenler ise, o tarihte Osmanlı İmparatorluğunun yarı sömürge durumuna düşmüş olması, savaştan yenik çıktığı için topraklarının paylaşıma uğraması, buna karşılık Türklerin köklü bir devlet kurma ve yönetme kabiliyetine sahip olmasıdır. Ayrıca 1. Dünya Savaşı’nda yer yerinden oynamıştı. Bütün dünyada devrim dalgaları, sistemi ve emperyalistlerin planladığı statükoyu yerle bir ediyordu.

ESARET VE KURTULUŞ

Bir belayı başından def ederek özgürlüğe kavuşmaya “kurtuluş” diyoruz. Ancak her insanın ve milletin başındaki bela aynı değildir. O dönemde işgalcilerle işbirliği yapan sınıflar da vardı. Biri Almanlar dışında Batılı şirketlerle iş tutmuş kompradorlar, diğeri Hürriyet ve İtilafçılardı. Bunların tek hedefi, İttihat ve Terakki yönetiminden kurtulmaktı. Bu nedenle o partiyi iktidardan düşüren yabancı işgali bir kurtuluş olarak kabul ettiler.

Türkiye’de yönetimi ele alarak ticaret ve sanayiye hükmeden, zenginlik kaynaklarını istediği gibi kullanan bir işgal, bundan zarar gören bütün sınıf ve tabakalar için esarettir. Bu sınıflar, özgürleşmek için bağımsızlık mücadelesi verirler. Zaferden sonra bu kaynakların kimler lehine kullanılacağı savaşta baskın olan sınıfın ve öteki sınıfların güçlerine bağlıdır.

Türk Kurtuluş Savaşı’na millî burjuvazi ve onların hedeflerini benimseyen bürokrasi önderlik etmiştir. Milleti savaşa bu sınıf çağırmış, ulaşmak istediği hedeflerin programını yapmış ve halkı bunun için seferber etmiştir. İşçi, köylü ve şehir küçük burjuvazisinin bu savaşa severek katılması, savaşta kahramanlıklar yaratması, zaferden kendisi için de bazı çıkarlar beklemesindendir. Ekip biçtiğinin karşılığını alacak, refah düzeyi artacak, örgütlenerek siyasi mücadeleye atılacak, kendini güven içinde hissedecektir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında bir köylü ülkesi olan, cılız bir işçi sınıfı bulunan Türkiye’de, bu emekçi kitlelerin öne geçmesi, zafer için bir program yapması ve buna burjuvaziyi razı etmesi mümkün değildi. Bununla birlikte bu yoldaki çabalar eksik olmamış, Ankara Meclisinde sosyalist eğilimli gruplar oluşmuş ve sosyalist partiler kurulup programlarını ilan etmişlerdi. Bunların amacı, millî devrimi bir halk devrimine dönüştürerek mülkiyeti ve zenginlikleri yeniden paylaştıracak bir rejim kurmaktı. 1920 yılında bu akım o kadar etkiliydi ki, savaşa önderlik eden sınıfın sözcüleri bile bir ara bu görevi üstlenmiş göründüler. Fakat aynı yılın sonbaharında bu söylemleri söndü ve sosyalist örgütleri kapatarak baskı altına aldılar. Bu mücadele, zaferden sonra kimlerin suyun başına geçeceği ve milli gelirden kimlerin aslan payın alacağı ile ilgili bir rekabetten kaynaklanmaktaydı. Öte yandan Türkiye için toplanacak yeni bir konferansa (Londra Konferansı) Ankara solu bastırmış olarak giderse elverişli barış şartları elde edeceğine inanıyordu.

Büyük Zafer, bir kurtuluştu evet ama burjuvazi için tam bir kurtuluş, emekçi halk için ise yarım bir kurtuluştu. Bizim tarihçiliğimiz, edebiyatçılığımız, söylevciliğimiz, burjuvaji tarafından biçimlendirildiği için, yabancı işgalinden kurtuluşu tam ve gerçek bir kurtuluş olarak propaganda etti ve kuşakları buna göre eğitti. Emekçilerin ağa ve tefeciden, patrondan kurtuluş mücadelesini ise vatan hainliği olarak suçladı. Çünkü vatan onların çiftliği idi! Millet ise bu çiftlikte onlar için çalışan yarıcılardı!

MİLLÎ DEMOKRATİK DEVRİM

Ülkenin kaynaklarının başına geçtiği halde Türk burjuvazisi, gene de Avrupa ve Amerika burjuvazisi karşısında zayıftı. Hıristiyanların terk edilen mallarına el koymak ve köylülere vurulan ağır vergiler, bu sınıfın durumunu güçlendirdi ise de Batılı burjuvazinin düzeyine çıkaramadı. Bu nedenle burjuvazimiz, çok geçmeden Batı sermayesiyle ortaklık yoluna gitti. 2. Dünya Savaşından sonra askerî bakımdan da onun himayesine girdi.

Türkiye devrimcileri, özellikle 1960’tan sonra işbirlikçi kapitalizm ile mücadelelerine “İkinci Kurtuluş Savaşımız” dediler. Milli Demokratik Devrim Teorisiyle emekçilerin önderliğinde iki aşamalı bir devrimi savundular. Önce kompradorları tasfiye edecekler, bu mücadele içinde kesintisiz olarak sosyalizme geçeceklerdi. Emperyalizm döneminde bazı ülkeler bu yolla sosyalizmi kurmuşlardı. Doğrudan bir sosyalist devrimi savunanlar da vardı.

Bu teoriler hayata geçirilemedi. Türk burjuvazisi, yabancılardan da aldığı destekle devrim hareketini kanlı bir biçimde bastırdı.

YENİ STRATEJİMİZ

  • Türkiye halkı 2019 yılında gene bir kurtuluş mücadelesi içindedir.

Bu kez kurtulmak zorunda olduğumuz, 1922’deki gibi işgalci Yunan ordusu değildir. Türkiye’ye bir din devleti dayatmak isteyen “yeni burjuvazi”nin demokrasiyi ortadan kaldıran tek adam rejimidir. Onun yerine konacak olan bağımsız, demokrat Türkiye ise bütün millî sınıf ve tabakaların güçbirliği ile gerçekleştirilecektir. Kurulacak olan rejimin emekçilere yararı, onların bu mücadeledeki güçleriyle orantılıdır.

Hedefleri burjuvazinin çıkarlarıyla sınırlı olanlar, Zafer Haftasında, yalnız 1922’de kazanılan zaferi anmakla yetinirler. Bizim o büyük zaferi dilimizden düşürmeyişimizin nedeni ise, onun strateji ve taktiklerini irdeleyerek emekçiler için kuracağımız yeni hayat için bir basamak yapmak istediğimizdendir. Önce tek adam rejimin elimizden aldıklarını yeniden kazanacağız, sonra orada durmayarak gerçek kurtuluşa kadar mücadele edeceğiz. (26 Ağustos 2019)