DSÖ : Pandemi gittikçe kötüleşmeye devam edecek

DSÖ’den flaş Covid-19 uyarısı: Pandemi gittikçe kötüleşmeye devam edecek

  • “Birçok ülke yanlış yöne saptı, virüs hala bir numaralı düşmanımız olmaya devam ediyor. Eğer temel önlemler uygulanmazsa, pandemi gittikçe kötüleşmeye devam edecek”

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, İsviçre’nin başkenti Cenevre’de düzenlenen toplantıya video konferans yöntemiyle katıldı. Ghebreyesus, yeni tip koronavirüse (Covid-19) ilişkin yaptığı açıklamada,

  • “Doğrusunu söylemek gerekirse, birçok ülke yanlış yöne saptı, virüs hala bir numaralı düşmanımız olmaya devam ediyor. Eğer temel önlemler uygulanmazsa, pandemi gittikçe kötüleşmeye devam edecek. Ancak bu şekilde olmak zorunda değil.” ifadelerini kullandı.

Ghebreyesus, liderleri, hükümetleri ve tüm insanları “salgının yayılması zincirini kırmak için” ellerinden gelen her şeyi yapmaya davet etti. “Sizinle dürüst olmak istiyorum; öngörülebilir bir gelecek için ‘eski normal’e dönüş olmayacak.” uyarısı yapan Ghebreyesus, ancak salgını kontrol ederek hayatın sürmesini sağlayacak bir yol haritası olduğunu ifade etti. Ghebreyesus, bu yol haritasını ise ölüm oranlarının düşürülmesi, virüsün yayılma hızının bastırılması, bireysel tedbirlerin alınması ve geniş kapsamlı stratejiler uygulayacak güçlü iktidarlar olduğunu kaydetti.

“OKULLARI AÇMAK POLİTİK BİR KARAR OLMAMALI”

DSÖ’nün Sağlık Acil Durumları Programı’nın Yönetici Direktörü Michael J. Ryan ise, pandemi esnasında okulların açılmasını değerlendirdi. Ryan, “Okulların açılamasının politik bir karar olmamalı. Bu çocuklar için adil değil. Eğer pandemiyi bastırabilirsek, okullar güvenle açılabilir” değerlendirmesini yaptı. Bununla birlikte DSÖ direktörü, Çin’in Hubey eyaletindeki Vuhan kentinde görülen ilk vakayı bulmaya çok yaklaştıklarını açıkladı.

DÜNYA GENELİNDE SON DURUM

Çin’in Hubey eyaletine bağlı Vuhan kentinde ortaya çıkan ve dünyaya yayılan yeni tip koronavirüs tespit edilen kişi sayısı dünya genelinde 13 milyon 49 bin 106’ya ulaştı. Covid-19 görülen ülke ve bölgelerdeki yeni vakalara ilişkin güncel verilerin derlendiği “Worldometer” internet sitesine göre, dünya genelinde virüs nedeniyle 571 bin 807 kişi öldü, virüs saptanan 7 milyon 591 bin 913 kişi iyileşti. Dünya genelinde tedavisi süren 4 milyon 885 bin 386 vaka bulunuyor. En fazla vaka ve ölümün görüldüğü ülke ABD’de 3 milyon 413 bin 995 kişide Kovid-19 tespit edilirken, salgın nedeniyle 137 bin 782 kişi yaşamını yitirdi

HALK TV PROGRAMIMIZ – 13 TEMMUZ 2020

Dostlar,

Bu gün, 13 Temmuz Pazartesi günü saat 14:00’te,
HALK TV’de Sn. Şule AYDIN’ın konuğu olacağız..
Gündemden düşmeyen KORONA SALGININI KONUŞACAĞIZ.. / konuştuk..

Bilimsel Danışma Kurulu üyelerinden “acı itiraflar” gelmeye başladı..

– “Yanılgıya düştük!” 
– Sonbaharda 2. dalgaya hazır olun..
– Milli Eğitim Bakanından çark : Okulları açılışını erteleyebiliriz..
– Sağlık Bakanı havlu atmış durumda, artistik tümceler kuruyor : “Salgına karşı kaç kişiyiz?
– Merkezi hükümet Valiler eliyle sıkılaştırma girişimleri sergiliyor..
– Yurdum insanı büyük ölçüde boşvermiş – gamsız : Biz zaten yanmışız abi, ha virüs ha işsizlik!

Bunları konuşmaya ve öneriler sunmaya çabalayacağız / çabaladık..

İlgi ve bilginize sunarız.

https://youtu.be/9AMIVxQtkmE

Sevgi ve saygı ile. 13 Temmuz 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

MARMARA DEPREMİNDE OLASILIK ARTIK %60, SON PERİYODA GELDİK, BEKLENEN BÜYÜKLÜK 7.2

SESİMİ DUYAN VAR MI?.. NACİ GÖRÜR AVAZ AVAZ BAĞIRIYOR: MARMARA DEPREMİNDE OLASILIK ARTIK %60, SON PERİYODA GELDİK, BEKLENEN BÜYÜKLÜK 7.2

13.07.2020, SÖZCÜ TV

SESİMİ DUYAN VAR MI?..NACİ GÖRÜR AVAZ AVAZ BAĞIRIYOR: MARMARA DEPREMİNDE OLASILIK ARTIK YÜZDE 60, SON PERİYODA GELDİK, BEKLENEN BÜYÜKLÜK 7.2Prof. Görür, beklenen büyük Marmara depremiyle ilgili olarak, “Biz artık 2020’ye geldiğimize göre son periyoda geldik. Olasılığın yüzde 60’lara tırmandığı periyoda geldik. O yüzden zamanın daraldığını söylemek mümkün. Beklenen depremin büyüklüğü 7.2” dedi. Bingöl ve Elazığ’da meydana gelen depremleri önceden tahmin eden, “Marmara’nın altındaki arz kabuğu çatırdamaya başladı” uyarısıyla dikkati çeken Bilim Akademisi üyesi ve yer bilimci Prof. Görür, SÖZCÜ TV’nin sorularını yanıtladı:  Depremlerden yeterince ders almıyoruz. Her deprem hem halkı hem de yöneticileri uyarıyor. Depremi durduramayız ama zararlarını azaltabiliriz. 99 depreminin ardından gerekli önlemleri alsaydık, Marmara depremini böyle ürkerek beklemezdik, hazırlıklı olurduk. Deprem zamanı verme, tarihsel depremlere ve stres transfer hesaplarına göre yapılır. Böyle bir çalışma yapıldı ve söylenildi. Biz artık 2020’ye geldiğimize göre son periyoda geldik. Olasılığın % 60’lara tırmandığı periyoda geldik. O yüzden zamanın daraldığını söylemek mümkün. Beklenen depremin büyüklüğü 7.2.

DEPREM OLASILIĞI %62; İKİ FAY KOLU AYNI ANDA KIRILABİLİR
99 depreminden sonra yapılan araştırmalar 30 yıl içinde Marmara’da büyük bir depremin görülme olasılığının %62 olduğunu gösterdi. 2020 yılına geldiğimize göre depreme çok yakınız. Silivri açıkları ile Yeşilköy açıkları arasındaki Kumburgaz hattı dediğimiz fay hattı kırılacak. Bir de Adalar hattı var orada da bir kırılma bekliyoruz. O da kırılırsa en fazla 7.2 şiddetinde bir deprem bekliyoruz. Söylediğim iki fay kolu aynı anda da kırılabilir, belli aralıklarla da kırılabilir.

BİZİM DERDİMİZ KİMSEYİ KORKUTMAK DEĞİL
Celal Şengör, baştan beri Marmara’nın baştan başa ve birden kırılacağını söylüyor. Biz önce bu Kumburgaz kolunun kırılacağını düşünüyoruz.Deprem konuşulduğu zaman bu korku ve karamsarlık gibi söylemleri de ciddiye almamak lazım. Elbette sorumluluk alarak konuşmak lazım ama İstanbul halkının neyle karşılaşacağını bilmeye hakkı var. Çünkü siz tehlikenin boyutunu, büyüklüğünü bilirseniz tedbirlerinizi de ona göre alırsınız. Dolayısıyla bizi derdimiz bu, derdimiz kimseyi korkutmak değil. 1967’de, Adapazarı’nda deprem olduğu zaman, 70’li yıllarda “İznik yöresinde deprem olabilir, önlem alın, hazır olun” şeklinde yazılmış makaleler var. Dolayısıyla biz bu yayınlara, bu makalelere gereken önemi verseydik, belki 1999 yılında depremde 20 bin insanı kaybetmeyecektik. Tıpkı 1970’lerdeki uzmanların o gün söylediği gibi, biz de bugün söylüyoruz, hazırlıklı olun, önlem alın. Eğer bilim insanlarının sözlerine önem verilseydi belki 2010’da biz o kadar zayiat vermeyecektik ya da Elazığ depreminde elliye yakın insan ölmeyecekti. Ama biz ne zaman konuşsak, “Halkı korkutuyorsunuz” deniyor.

14 BİN ÖLÜ İYİMSER BİR RAKAM
Ben İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Bilim Kurulu’ndayım. Mesela oradaki arkadaşlar da bana göre çok iyimser, onlar Marmara depreminde en fazla 14 bin kişinin ölebileceğini öngörüyorlar, umarım dedikleri gibi olur ama bu iyimser bir rakam. İstanbul’daki tüm binaları baz alırsanız, %99’u depreme dayanıklı olsun. Bu durumda bile 125 bin kişilik bir kayıp çıkıyor. 14 bin, 1000’de 25 gibi bir rakama karşılık ve çok iyimser. Siz bu rakam üzerinden hareket ederseniz kimse yeterince önlem almaz. Öte yandan itfaiye, hastane, çadır gibi belediyeler tarafından alınması gereken önlemler de bu iyimser rakama göre yapılırsa depremden çok büyük hasarla çıkarız.

KIYILAR HEYELANA MÜSAİT, TSUNAMİ OLUR
Tsunami, Marmara’dan hiç ayrılmayan bir olay. Biz sanıyoruz ki tsunami okyanusta olur, öyle değil. Bunu bir dalga olayı olarak görün. Normal fayların harekete geçmesi tsunami üretir. Marmara’da, denizaltı heyelanları tsunami oluşturur. Karadenizdeki heyelanları düşünün, oradaki topraklar heyelana müsaittir, aynı şekilde Marmara’daki kayalar da heyelana müsaittir ve tsunamiye neden olur. Biz teknik üniversitede bir çalışma yaptık. 17 bin sene önce tüm adaların toplamı kadar hatta ondan da fazla bir deniz heyelanı olmuş. O zaman o tsunaminin dalga yüksekliği 10 m. Demek ki Marmara’da 10 metrelik bir yüksekliği bulan bir tsunami görülmüş. Beklenen depremde tsunami boyutları ne olur diye yapılan çalışmaların kimisinde 6, kimisi 4 m bir yükseklik çıkıyor. Tabi bu Marmara’nın kuzey kısmı için geçerli. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, depremle ilgili bir seferberlik oluşturdu, depreme karşı İstanbul’u hazır hale getirmek istedi ve bizlere de Bilim Kurulu üyesi olmamız için davette bulundu. Bu denli somut ve önemli bir adım atıldı biz de bu daveti kabul ettik haliyle. Daha yeni kuruldu, çalışmalara başlayacağız.

İSKİ’NİN HİZMETİ %10’A DÜŞER
Depremde altyapının ayakta kalması lazım. Düşünün Marmara’da bir deprem bekliyoruz, bu depremde İSKİ’nin hizmetinin yüzde 10’a düştüğünü düşünün. Bu bir deprem kadar daha etkiler bizi. Tekrar hizmet vermek aylar sürebilir ve hastalıklar meydana gelir, mahvoluruz. Halk bu kadar düşünmeyebilir, düşünmesine gerek de yok ama yetkililer bunları düşünmeli ve önlem almalı. Ben yıllardır bunları bağıra çağıra söylüyorum, dolayısıyla İSKİ’den bir davet geldi. Şimdi biz yer altı sularını taşıyan sistemlerin depreme dayanıklı hale getirilmesi için çalışıyoruz. BİZİM HABERİMİZ BİLE OLMADI! Deprem Konseyi, 1999 yılında, depremden hemen sonra bir Başbakanlık kararıyla kuruldu. Orada stratejik birtakım çalışmalar yaptık fakat daha sonra, başbakanlık kararıyla kurulan pek çok yapı, “Gerek kalmamıştır” diye kaldırılırken 2006 yılında deprem konseyi de kaldırıldı. Bizim haberimiz bile olmadı başta. Deprem ile ilgili bir kurulun “Gerek kalmamıştır” denerek kaldırılmasını hiç anlamadık.

DEPREM, KANAL İSTANBUL’U ETKİLER
Kanal depremi tetiklemez ama deprem kanalı olumsuz olarak etkiler. Kanal güzergahı bana göre doğru seçilmemiş, bana göre çok riskli bir güzergah. Faylı, heyelanlı ve aynı zamanda deprem ve sismik etkiyi büyütecek, depremin şiddetini daha da artıracak jeolojik yapıya sahip.Dolayısıyla beklenen depremde Kumburgaz Fayı kırılırsa, kanal güzergahındaki fayların da harekete geçme olasılığı fazla. Bu durumda Kanal İstanbul’un ayakta kalma olasılığı bana göre çok az. YILDA 2.5 cm HAREKET EDİYOR.. Erzincan ile Karlıova arasında bir deprem bekliyoruz. Orada en son 1794’te bir deprem görüldü, düşünün kaç yıl olmuş. Biz fayların tekerrür periyodunuz bilmiyoruz, bir bölgede görülen depremin ardından uzun bir zaman geçmişse biz oradan deprem bekliyoruz, çünkü faylar sürekli hareket halinde. Fay, yılda 2.5 cm hareket ediyor, Anadolu sürekli hareket ediyor. Fay bir yerde kilitlendiğinde geriliyor ve deprem oluşuyor.

DOĞU ANADOLU FAYINDA KIRILMA BEKLİYORUZ
Yedisu’daki 5 küsurluk bir deprem bizim beklentimizi gideren bir deprem değil, 5 şiddetindeki bir deprem o bölgedeki enerjiyi almada yeterli değil. Doğu Anadolu fayında bir kırılma bekliyoruz, çünkü orada en son 1866’da deprem oldu. Elazığ’da da en son büyük ve günlerce süren deprem 1875’te oldu, orada da deprem bekliyoruz. Siz bu söylediklerimi yayınlıyorsunuz, devlet de bunları görüyor olmalı, önlem alıyor olmalı. E gerekiyor peki? İrade, kararlılık, belirli bir bütçe ve devamlılık lazım sadece.1999 depremleri olduktan sonra biz, Marmara’nın tehdit altına girdiğini ilk söyleyenlerden olduk. “Deprem gelebilir, hazırlık yapalım” diye 1999’da söylemeye başladık. O dönemde NATO’ya başvurduk, uluslararası bir kurul oluşturuldu, NATO gerçekten bize yardımcı oldu. Uluslararası toplantılarda konuşmalar, anlaşmalar yapıldı. NATO ülkeleriyle birlikte çalışmalara başladık.

DEVLETTEN PARA ALMADAN YAPTIK
Avrupa Birliği, 2004 yılındaki Uzakdoğu’da olduğu gibi bir deprem sürpriziyle karşılaşmamak için su altında deprem izleme çalışmalarına başladılar. Biz İTÜ olarak hemen başvurduk ama bir devlet kurumunun başvurması gerektiği söylendi. Biz bu çalışmaları üniversitede yaparken devlet desteğimiz yoktu ve biz Türkiye’yi tehdit eden depremin tüm çalışmalarını devletten para almadan yaptık. NE YAPTIYSAK DEVLETE KABUL ETTİREMEDİK.. Denizaltı gözlem istasyonumuz olsaydı, devamlı ölçümler yapabilir, ölçümler ışığında tam zamanında “Depremin ayak sesleri geliyor” diyebilirdik ama ne yaptıysak devlete kabul ettiremedik. Depremde büyük ölçüde eski binalar yıkılır. Bunu İstanbul ile örneklersek, İstanbul’daki yapı stokunun önemli bir kısmı mühendislik hizmeti görmemiştir. Yani bu ne demek? Bu binaların planı, projesi, zemin etüdü yok ya da var olan plana, projeye uyulmamış. Bir de önceden yapılan binalar, şimdiye göre deprem tehlikesi çok da az gözetilerek yapılmış binalar. 1999’dan sonra, deprem yönetmeliklerine uyularak yapılmış binalar çok daha güvenli.

Ayasofya’nın hukuksal statüsü

Ali D. Ulusoy

Prof. Dr. Ali D. Ulusoy
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi

@t24.com.tr03 Haziran 2020

Atatürk’ün Ayasofya kararındaki imzası gerçek mi?

Geçtiğimiz günlerde (29 mayıs) İstanbul’un fetih yıldönümü dolayısıyla Ayasofya’da Cumhurbaşkanı’nın da katılımıyla dinsel bir tören yapılarak Kur’an’dan ayetler okunması ve hükümete yakın basında çıkan tekrar cami statüsüne dönüştürülebileceğine dair haberler ve bu girişimlere Yunanistan ve uluslararası camiadan gelen tepkiler, Ayasofya’nın hukuksal statüsü tartışmalarını tekrar alevlendirdi.

Ayasofya, 530’lu yıllarda Bizans döneminde görkemli bir bazilika (kilise) olarak inşa edilmiş ve yaklaşık 920 yıl boyunca Hristiyanlık/Ortodoks aleminin en önemli birkaç mabedinden biri olarak kullanılmış. 1453 yılında İstanbul Fatih tarafından fethedilince, dönemin hukuku gereği “kılıç hakkı” olarak camiye dönüştürülmüş ve 1934 yılına kadar -yani 481 yıl- cami statüsünde kalmış. 1934 yılında çıkarılan Bakanlar Kurulu kararnamesiyle mabet statüsüne son verilerek “müze” statüsüne alınmış ve halen de hukuken bu statüsü devam ediyor.

1500 yıldır ayakta olan bu mimari şaheserin Türk, İslam ve Hristiyanlık kültür ve tarihindeki önemi yanında, tüm insanlığın en önemli tarihsel ortak kültür miraslarından biri olduğunda kuşku yok. Ne var ki gerek özellikle Yunanistan’daki bağnaz Ortodoks’ların gerek ülkemizdeki bağnaz İslamcıların, dinsel bir milliyetçilik sosuna bulayarak Ayasofya konusunu kendi kampını tahkim etme ve hamaset sömürüsü aracı olarak kullanmaları dikkat çekici. Aynı hamaset sömürüsünü siyasi boyuta havale etmeye ve habire ucuz siyasi sömürü konusu yapmaya çalışan siyasetçiler de cabası.

Ülkemizde sağ-muhafazakar eksende siyaset yapanlar siyaseten ne zaman sıkışsalar ve siyasi boyutta ne zaman barutları bitse, ölmeyen kurtarıcı olarak Ayasofya konusunu gündeme getirirler. “Kendi ülkemizde müstemleke miyiz? Ecdadımızın kılıç gücüyle kazanıp cami yaptığı Ayasofya’yı niçin yine cami olarak kullanmıyoruz?” tarzı hamaset edebiyatı yaparlar. Üstelik bunu yaparken Yunanlı bağnaz Ortodoksların eline de çok güzel kozlar verirler. Onlar da bu gollük pasın üzerine atlarlar ve “bakın görüyor musunuz, tarihe, kültüre, medeniyete saygısı olmayan Türkler, Hristiyanlığın en önemli dinsel sembol ve kültür miraslarından olan Ayasofya’yı zorla camiye dönüştürecekler!” diye dünyayı ayağa kaldırırlar. Özellikle ABD’deki güçlü dindar Evangelist kamuoyunu da etkilerler.

Danıştay’ın yaklaşımı

Bir dernek, 2004 yılında Ayasofya’yı cami statüsünden müze statüsüne dönüştüren 1934 yılındaki Bakanlar Kurulu kararının kaldırılması için Başbakanlığa başvuruda bulunuyor. Olumlu yanıt alamayınca da bu ret işlemine ve anılan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararına karşı Danıştay’da dava açıyor. Danıştay 10. Dairesi, böyle bir dava için normalde beklenebileceği gibi davayı süre veya özel ehliyet yönünden ya da “hükümet tasarrufu” olarak görmek suretiyle, yani davanın esasına girmeyerek reddetmiyor. Davanın esasına girerek, tüm insanlığın ortak kültür mirası niteliğindeki böyle bir tarihi eserin “müze” statüsünde alınmış olmasında kamu yararına ve hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davayı esastan reddediyor.

Davaya temyiz mercii olarak bakan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu (İDDK) da temyiz istemini oy çokluğu ile reddediyor. Daha sonra davacı dernek bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvuruyor. AYM başvuruyu esasa girmeden (kişi bakımından yetkisizlik nedeniyle) reddediyor. Böylece hukuksal süreç tamamlanmış ve dava kesinleşmiş bulunuyor.

Atatürk’ün Ayasofya kararındaki imzası gerçek mi?

Danıştay İDDK kararında karara muhalif kalan ve aralarında bendenizin de bulunduğu üyelerin muhalefet gerekçesi, davaya konu 1934 Bakanlar Kurulu kararında Atatürk’ün imzasının sahte olduğuna dair dosyada bulunan somut bazı iddiaların gerçekliğinin araştırılması gerektiği hususunda. Yani muhalefet gerekçesi Ayasofya’nın müze haline dönüştürülmesinin uygun görülmemesi değil. Zira eğer bir Bakanlar Kurulu kararında Cumhurbaşkanının geçerli imzası yoksa, o karar idare hukuku açısından yok hükmünde sayılır. Davanın esasına girilmeden işlemin usul yönünden iptalini gerektirir. Teknik hukuk bunu gerektirir.

Bu konudaki somut iddia ise Atatürk’ün bu tarihten önce ve sonra attığı diğer tüm imzalar ile bu kararda attığı imzanın birbirini tutmaması. Çünkü diğer imzalarında Atatürk’ün “K. Atatürk” şeklindeki imzasında “A”yı hep küçük yazmasına karşın, Ayasofya kararında bu “A”nın anlaşılmaz biçimde büyük yazılması. Ayrıca imzalardaki her iki “K”nın da birbirini bariz biçimde tutmaması (Her iki imza arasındaki fark için Bkz).

Yusuf Halaçoğlu gibi bazı uzmanlar, Ayasofya kararındaki Atatürk’ün imzasının gerçek olmadığını ve bu kararın Atatürk’ün bilgisi ve onayı dışında alındığını ileri sürüyorlar. Murat Bardakçı gibi diğer bazı uzmanlar ise, imza Atatürk’e ait olmasa da bu kararın Atatürk’ün bilgisi ve onayı ile alındığı görüşündeler. Başka bir görüş ise Atatürk’ün bu karardaki imzasının gerçek olduğunu, zira o tarihte kendisine TBMM tarafından verilen “Atatürk” soyadının henüz çok yeni olması nedeniyle Atatürk’ün imzasının henüz tam netleşmemiş ve kesinleşmemiş olduğunu; nitekim bu karardan kısa süre önce Atatürk’ün başka bir yerde attığı bir imzanın da tıpkı Ayasofya kararındaki gibi “A” büyük şeklinde olduğunu; küçük “a” şeklindeki sonraki bilinen imzasının bu karardan sonra kesinleştiğini savunuyor (Bkz.). Mahkeme tarafından tatmin edici bir teknik bilirkişi incelemesi yaptırılmadığından, gerçeğin ne olduğunu kimse tam olarak bilmiyor.

Hukuksal açıdan bakarsak, sözü edilen davanın kesinleşmiş olması, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının artık ilelebet değiştirilemeyeceği anlamına gelmez. Şu andaki mevzuata göre yetkili idari makam (Cumhurbaşkanı), bu Bakanlar Kurulu kararını kaldırıp müze statüsünü değiştirebilir. Gerçi kişisel görüşüm, siyasi iktidarın -her ne kadar Ayasofya’yı tekrar cami olarak görmek istese de- şu andaki ABD yönetiminde etkin olan Evangelistler ve diğer uluslararası kamuoyu tepkisini göze alamayacağı.

İnsanlığın kültürel mirasları herkesindir

Her şeye rağmen tekrar cami statüsüne alınırsa da, böyle bir karar bence yerinde olmaz; yanlış bir karar olur. Çünkü Ayasofya sadece İslam veya Hristiyanlık alemine ait değil, tüm insanlığın ortak kültürel mirasıdır. Bu niteliği için en doğru statü ise müze statüsüdür.

Ayasofya’yı inşa edenin Bizans Ortodoksları olması ve 900 yıl kilise olarak kullanılması halen burayı Hristiyanlara ait kılmayacağı gibi; Fetih ile yani 500 yıl önce savaş ganimeti olarak camiye dönüştürülmüş ve 480 yıl cami olarak kullanılmış olması da burayı sadece biz Türklere ve Müslümanlara ait yapmaz.

Kaldı ki tarihte yapılanları o zamanki geçerli anlayışa göre değerlendirmek ve günümüzün anlayışına göre yargılamamak gerekir. Bu nedenle zamanında Fatih’in niçin burayı camiye dönüştürdüğünü sorgulamak ve eleştirmek anlamlı değil. Fakat günümüzde hâlâ, “biz burayı 500 yıl önce kılıç gücüyle kazanıp camiye çevirmiştik; burası hâlâ sadece bize ait; şimdi hala cami olarak kullanmamıza engel olunması İslam ve cami düşmanlığıdır” diye diretmek Talibanvari bir yobazlıktır.

Eğer dinimizi bu tür müstesna mimari eserlerle yüceltmek istiyorsak, yapmamız ve odaklanmamız gereken, en az Ayasofya kadar hatta onu aşacak derecede yeni kültürel eserleri kendimiz yapmak. Hem de rakip olarak gördüğün, başka bir dinin yaptığı mabedi zorla kendi mabedine dönüştürmek marifet değil. Yüzyıllar önce Büyük Sinan’ın yaptığı camileri aynen kopyalamak ise hiç değil.

Korkutan uyarı: Yanılgıya düştük, sonbahara hazırlanın!

Korkutan uyarı: Yanılgıya düştük, sonbahara hazırlanın!

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

  • Türkiye’de virüs vakalarının görülmeye başlandığı 11 Mart’tan bu yana geçen süreyi değerlendiren uzmanlar yaz ayları konusunda uyarıda bulundu. Toplum olarak ‘Virüs bitti, her şey normale döndü’ yanılgısına düşüldüğünü dile getiren Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ateş Kara, ‘Önümüzdeki 2 aylık süreci iyi değerlendirmeliyiz’ dedi. Prof. Dr. Haluk Eraksoy ise ‘Sonbahara hazırlanın’ uyarısı yaptı.
Korkutan uyarı: Yanılgıya düştük, sonbahara hazırlanın!

Yeni tip koronavirüs pandemisi konusunda uzmanlardan uyarı geldi. Türkiye’de Kovid-19 pandemisinin görülmeye başladığı 11 Mart’tan bu yana geçen dönemi değerlendiren uzmanlar önümüzdeki aylara dikkat çekerek uyarıda bulundu.

‘YANILGIYA DÜŞTÜK’

Milliyet Gazetesi’nin aktardığına göre Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ateş Kara, 120 günlük tabloyu şöyle değerlendirdi: “Yeni normalleşme dediğimiz sürece girerken, toplum olarak ‘Virüs bitti, her şey normale döndü’ yanılgısına düştük. Maske ve sosyal mesafede uyarılarımıza rağmen aksamalar olduğunu görmeye devam ediyoruz. Düğün, asker uğurlama, taziye, hasta ziyareti gibi bazı alanlarda sıkıntılarımız var. Özellikle 20-30 yaş gençlerimiz virüsten etkilenmeyeceklerini düşünüyorlar ama bu son derece yanlış bir algı. Sosyal mesafe ve maske kuralını AVM’ye girerken uygulayıp taziye evinde veya misafir ağırlarken uygulamadığımız noktada sıkıntılar baş gösteriyor. Maske ve sosyal mesafe kuralının her alanda uygulanması gerektiğini öğrenmediğimiz sürece vaka sayıları bir türlü istediğimiz rakamlara gerilemez.”

‘TOPLU ORTAM RİSKTİR’

Prof. Dr. Kara, şu bilgileri paylaştı: “Her toplu ortam risklidir. Mesafe ve maske kuralına uyulmadığı noktada ciddi sıkıntılar yaşarız. Dünyanın en basit kuralını söylüyoruz, ‘Maskeni tak, insanlarla aranda 1.5 metre mesafe bırak.’ Bir de İstanbul başta olmak üzere nüfus yoğunluğu çok yüksek kentlerimiz var. Kalabalık kentler salgını yönetme açısından ciddi engeller çıkartıyor. Akdeniz toplumu olmanın da getirdiği alışkanlıklar söz konusu. Sosyal teması seviyoruz. Bu durum İspanya ve İtalya için de geçerli. Son iki, üç gündür yeni vaka sayısında azalma eğrisi söz konusu. Eylül ortasına kadar toplum olarak en disiplinli şekilde kurallara uyarsak vaka sayısı 100’ün altına iner. Bizim hedefimiz Temmuz ortası bu rakamı yakalamaktı. Sonbahar, solunum yolu enfeksiyonları başlayacak. Önümüzdeki iki aylık süreyi çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Virüsün dezavantajlı diye tanımladığımız yaz dönemini, en az hasar ve kurallara uyarak geçirmek yerine günlük vaka sayısı maalesef sabitlenmiş seyrediyor.”

‘SONBAHARA İYİ HAZIRLANMALIYIZ’

İstanbul Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Haluk Eraksoy, dört aylık tablo ve geleceğe ilişkin öngörülerini şöyle anlattı: “Önümüzdeki iki aylık süreci iyi değerlendirip, sonbaharda başlayacak olan grip sezonuna hazırlıklı olmamız gerekiyor. Grip sezonu başladığında, tablo daha kötüye gidebilir. Şayet Kovid-19 vakaları azalmaz, üzerine yoğun bakımlık grip hastaları eklenirse, sağlık hizmeti sunan kurumlar zorlanabilir. Şimdiden kişisel önlemlerimizden taviz vermeden, disiplinli davranmak zorundayız. Mayıs sonunda yakaladığımız tabloyu ne yazık ki normalleşme döneminde kaybettik. Sağlık Bakanlığı ve sağlık çalışanları olanca güçleriyle çalışıp mücadele verirken, maalesef bir kesim vatandaş maske takmamakta, sosyal mesafe uyarılarını dikkate almamakta. Kovid-19’un yayılımı devam ediyor ve bir türlü baskılanamıyor. Bu durumda biraz da vatandaşımız aynaya bakıp kendini sorgulayacak. Son 40 günlük süreyi, yaz fırsatını iyi değerlendiremedik. Önümüzdeki 40 günü iyi değerlendirip, 100 vaka saysının altına düşmek bizim elimizde. Toplu ulaşımda yüzde 90 uyduğumuz maske kuralına diğer alanlarda uymuyoruz. Dört aylık tablo istediğimiz gibi olmadı. Hedef Temmuz ortasında 100-150 vakanın altına düşmekti. İstanbul’da sayı yüksek derken, bazı Anadolu şehirlerinde yoğun bakıma alınan hasta sayısında artış yaşanıyor.”

GRİP SALGINI UYARISI

Türk Tabipleri Birliği’nin raporunda Kovid’de birinci dalganın sürdüğü ve sonbaharda ortaya çıkacak Influenza (grip) salgınının etkisiyle ciddi sıkıntıların yaşanabileceği aktarılarak şu ifadelere yer verildi: “Influenza aşıları şimdiden hazırlanmalı ve başta risk grupları olmak üzere ücretsiz yapılması sağlanmalıdır. Sağlık çalışanlarının Influenza ve Kovid-19 ayrımını tereddüte düşmeden yapabilmeleri için tanı testlerinin artırılması ve ücretsiz olarak temin edilmesi sağlanmalıdır. Okulların açılması için radikal önlemlere ihtiyaç bulunmaktadır.”
==========================================
Dostlar,

Çoook uyardık çook değil mi?? “Haklı çıktık” diyecek ortamda değiliz.. Prof. Dr. Ateş Kara ile katıldığımız TELE1 programında da “ihtiyat” önermiştik ancak duyulmak istenmedi (17 Nisan 2020). Bilim Kurulu’nun hali şimdilerde nicedir acaba? Sizi kullanır ve sonra da bilimsel danışma kurulu ne dedi ise biz onu yaptık.. derler.. Ağır tarihsel sorumluluk üstünüzde kalır.. diye anımsattık.. “Tepedeki adam”, eleştirenleri “şeamet tellalı, şom ağızlı” olarak niteledi. Aydının çilesi işte; çırpınır, yalnız ve yalnızca BİLİMSEL GERÇEKLERİ halkına anlatmak için çabalar.. TV’ler ne denli olanak verirse.. Bize salt HALK TV, TELE1 TV, KRT TV ve 1 kez de FOX TV olanak verdi.. Bir de yerel kanallar ve Youtube’dan yayın yapan yurtseverler.. Web sitemizden de duyurmaya çabaladık sesimizi.. (Günlük 25 bin ziyaretçi rakamlarını aştık!)

Şimdi durum budur.. Mayıs’ta AVM’ler açılırken, masum insanların yaşam hakkının sermayenin kârına kurban edileceğini haykırdık. Bu tercih, AÇILIM – SAÇILIM sorumsuzluğu, Epidemiyolojik verilere dayanmaksızın sürüyor.. Yitirilen insanların hesabını kim verecek? Bu ölümler engellenebilirdi.. Sağlık Bakanı da birkaç gün önce bu yalın ve çarpıcı gerçeği itiraf etti. Durdurun bu faciayı, durdurun.. Lütfen izleyin son değerlendirme ve önerilerimizi..

TELE1 TV Programımız

  • Kurban bayramında kurban kesimini yasaklayın, 4 gün kapatma uygulayın..
  • Okulların açılışını Ekim başına erteleyin ve bu arada gerekli tüm hazırlıkları yapın.
  • Kalabalık insan toplulukları oluşmasını en aza indirin, sınırlamalar koyun.
  • Halkı eğitip – uyarın; nitelikli maske sağlayın ve kullandırın : EĞİTİM + DENETİM + YAPTIRIM!
  • UNUTMAYIN; Fırat’ın kıyısında 2 kuzusu yiten garip çobana karşı bile hükümet / iktidar olarak tam sorumlusunuz..
  • Gündem oyunlarını bırakın; SALGINI CİDDİYE ALIN; bu salgın Türkiye’ye diz çöktürebilir..
  • Sonbaharda, şimdiye dek kaçtığınız 14 günlük kapatma için şimdiden hazırlık yapın..

Gözden kaçmasın : Türkiye’deki gerçek rakamlar, resmen ilan edilenin en az 2 katıdır..

Bu gerçeği de en başta ve en iyi iktidar biliyor / bilmeli; halktan da saklanmamalı.

Sevgi ve saygı ile. 12 Temmuz 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Ayasofya kararının şifreleri

Ayasofya kararının şifreleri

Merdan Yanardağ

Merdan Yanardağ
11 Temmuz 2020,
https://tele1.com.tr/ayasofya-kararinin-sifreleri-188249/

Sözü dolandırmadan hemen belirtelim; Ayasofya Müzesi’nin yeniden camiye dönüştürülmesi basit ve sembolik bir gelişme değildir. Cumhuriyet ve onun kurucularıyla açıkça hesaplaşma amacı güden, ciddi siyasal sonuçlar doğuracak rövanşist (intikamcı) bir tarihsel hamledir. Cumhuriyetin değerlerine karşı açık bir saldırıdır. Erdoğan’ın Danıştay kararının hemen ardından yaptığı konuşma da, bu bakımdan alınan karar kadar önem taşıyor. Çünkü, AKP lideri konuşmasında Cumhuriyete ve onun kurucu kadrosuna ağır bir dille yüklenirken, Mustafa Kemal’e de ilk kez ve açıkça hakaret ediyor. Cumhuriyetin kurucusunu, “tarihe ihanet” etmekle suçluyor. Bu durum cumhuriyet tarihinde bir ilk oluyor.

Atatürk’ü seven ve ona değer veren milyonlarca cumhuriyet yurttaşında da hakarete uğradığı duygusunu yaratan bu vahim konuşmanın içeriğine geleceğiz. Ancak önce, Ayasofya kararının üzerinde çok çalışıldığı (!) anlaşılan şifrelerine kısaca göz atalım.

Danıştay kararını saat 14.53’de açıklıyor, yani İstanbul’un fetih tarihine gönderme yapılıyor. Acayip zekice bir buluş! Erdoğan konuşmasını ise aynı gün tam 20.53’de yapıyor; bu da fetihin 600’üncü yıl dönümüne işaret ediyor. İnsan bu ince planlama karşısında şaşırıp kalıyor. Asıl önemli şifre ise, Ayasofya’nın 24 Temmuz günü kılınacak cuma namazı ile ibadete açılmasına karar verilerek oluşturuluyor. Çünkü bu tarih, hem Abdülhamit saltanatına son veren 1908 Hürriyet Devrimi’nin (II. Meşrutiyet) hem de Cumhuriyetin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması’nın yıl dönümü oluyor. Böylece, Osmanlı-Türk aydınlanma hareketi ve onun bir devamı olan Cumhuriyet’ten rövanşın alındığı simgelenmek isteniyor.

İnsanın bu “parlak” şifreler karşısında içinden şapka çıkarası (fes mi desek) geliyor.
***
Danıştay’ın gerekçeli kararı, Cumhuriyetin hukuksal temellerinin imha edilmesi anlamına geliyor. Çünkü Danıştay kararını, Ayasofya’nın fetih yoluyla Sultan II. Mehmet’in özel mülkü haline geldiği gibi, bugünün kamu hukuku bakımından anlam taşımayan tuhaf bir gerekçeye dayandırıyor. Yani bir “mülk” kavramından yola çıkıyor. Ardından, bu mülkün vakfedilerek cami şeklinde toplumun hizmetine verildiği ifade ediliyor. Fatih tarafından hazırlandığı belirtilen vakfiye de -ki doğruluğu tartışmalıdır- bu kararın gerekçeleri arasında sayılıyor. Ayasofya’nın, “fetih yoluyla padişahın mülkü haline geldiği” şeklindeki, Ortaçağ Osmanlı hukukuna yapılan bu gönderme, bir kamu davasında ilk kez yapılıyor. Böylece, kamu davalarında Cumhuriyet öncesi hukuku esas almanın da kapısı açılıyor.

Danıştay’ın gerekçesinde, “Vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Kadimden beri korunan Vakfa ait taşınmaz ve hakların, istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamaz” denilerek, Ortaçağa ait bir mülkiyet hukuku, açıkça Cumhuriyet hukukunun ve devrim yasalarının önüne geçiriliyor.
***
Söz konusu Danıştay gerekçesiyle Cumhuriyet döneminin bütün kararlarının da yok hükmünde sayılmasının önü açılıyor. Örneğin, millete devredilen Osmanoğulları’na ait bütün mülkün de bu ailenin mirasçılarına iade edilmesi bile olanaklı hale geliyor. Öyle ki, bu gerekçeyle Cumhuriyetin kendisinin iptal edilmesinin de zemini yaratılıyor. Diğer taraftan, hümanistik ve evrensel ölçüde barışçı bir yaklaşımla Ayasofya’yı müze haline getiren, altında Mustafa Kemal’in imzasının da bulunduğu 1934 Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin bir devrim yasası niteliği bulunuyor. Başka bir ifadeyle, önceki dönemin hukukunun yıkılması, yeni bir kurucu irade ve yeni bir yasal düzen devreye giriyor. Dolayısıyla bu imza ve karar ortadan kaldırılarak, gerçekte Cumhuriyetin hukuksal temelinde büyük bir gedik açılıyor.

Osmanlı hukukuna göre; sadece vakfedilen camiler ve araziler değil, ülkenin bütün toprakları Allah adına padişahın mülkü, üzerinde yaşayan insanlar da onun kulu sayılıyor. Cumhuriyet, padişahın mülkü olan toprakları vatan, üzerinde yaşayan kullarını da vatandaş haline getiriyor. Cumhuriyet bu nedenle bir devrim niteliği taşıyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, aynı nedenle de dinci gericiliğin tükenmek bilmeyen kininin hedefi oluyor.
***
Ayasofya’nın yeniden cami yapılma sürecinin dikkat çeken, ama üzerinde pek durulmayan bir başka boyut daha bulunuyor. Bütün yukarıdan konuşmalara, gürültülü açıklamalara ve gösterişli tören hazırlıklarına karşın, Erdoğan’ın, bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak Ayasofya’yı cami yapabileceği halde, bundan özenle kaçındığı anlaşılıyor. Yani operasyonun siyasal sorumluluğunu almıyor. Bütün sorumluluk Danıştay’a yüklenmiş görünüyor. Erdoğan, arkasına tartışmalı da olsa bir mahkeme kararını almakta yarar görüyor.

Erdoğan’ın konuşmasının en önemli boyutunu ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, işi Cumhuriyeti kuranlara, milli mücadele kahramanlarına resmen hakaret etmeye kadar vardırması oluşturuyor. Örneği görülmemiş bir tutumla, Cumhuriyetin kurucu liderine, Ayasofya’nın bulunduğu kenti düşman işgalinden kurtaran Mustafa Kemal’e -dolaylı da olsa- “hain” diyor. Bu akıl almaz tutumun ve sözlerin bazı siyasal sonuçlar yaratması ise kaçınılmaz görünüyor. Çünkü, bu konuşma ile Türkiye, bir süredir beklenen yeni ve çatışmacı bir döneme giriyor.

Bütün bu gelişmelere karşın muhalefet susuyor. İslamcı hareket ise, olağan şartlarda, geri dönüşü olmayan şekilde mevziler kazanmaya, toplumu parçalamaya ve birbirine karşı düşmanlaştırmaya devam ediyor. Bu siyasal boşluk nedeniyle, birçok yönüyle razı olmadığımız Cumhuriyeti ve bir parçası olduğumuz insanlığın ilerici tarihsel kazanımlarını savunmak da bize düşüyor. Haydi hayırlısı…
=======================

Not :  Bu çok başarılı irdelemesi için Sn. Merdan Yanardağ’ı kutluyor ve yazının içeriğini biz de paylaşıyoruz. Dr. Ahmet SALTIK

Osmanlı hukuku, Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirdi

Prof. Günday: “Osmanlı hukuku, Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirdi

İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday, Danıştay’ın Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesinin hukuka aykırı olduğunu söyledi. Günday, “Osmanlı hukukunun Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirmesi söz konusu” dedi. Günday, Osmanlı’da mülkün padişaha ait olduğuna dikkat çekerek “Herhangi bir padişahtan mirasçı çıksa ve belli bir yerin kendisine miras olarak kaldığını söylese.. Böyle şeyler de yaşanabilir o zaman??” uyarısında bulundu.

Zeynep KAPLAN – SÖZCÜ,

KURALLAR HİÇE SAYILDI

1934 tarihli kararnamenin iptal edilmesini SÖZCÜ’ye değerlendiren Günday şöyle konuştu:

* Osmanlı Hukuku Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirmesi söz konusu. Bu davanın esasıyla ilgili bir bölüm var; öncelikle bu dava açıldığında usulüne uygun açılmış mı? Süresinde açılmış mı? Önce buna bakılması lazım, böyle bir dava dinlenebilir mi? Danıştay’ın buna bakması lazım. Buna bakmışlar, halletmişler mi?

* İşin teknik kısmına girmeye gerek yok ama İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinin 4. fıkrası var ve deniyor ki; bir dava süresinde açılmalı. Bu dava dava süresinde açılmadı ve bu dava dinlenemez yani.

* 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı yargı önüne getirilemez. Mahkemenin bunu bu açıdan reddetmesi lazım ama etmiyor. Yargılama usulü kuralları hiçe sayılmıştır burada.

NEDEN ŞİMDİ ALINDI?

Kararın 2 önemli yönü olduğuna dikkat çeken Günday şöyle konuştu:

* 2000 yılına kadar geliyoruz o tarihten itibaren de AKP iktidarda, o tarihten itibaren bir Bakanlar Kurulu kararı niye alınmamış? İlk akla gelen soru bu çünkü kararın alınmasından sonra bir bayram havası oluştu, bu karar coşkuyla karşılandı.

* Halkın bu kadar coşkuyla beklediği bir karar, bir Bakanlar Kurulu kararı alınabilirdi. Sayın Recep Tayyip Erdoğan da Başbakandı o zaman. Derlerdi ki, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını yürürlükten kaldırdık denirdi.

* Bunun yapılmasını yapılmamasını tartışmıyorum ben şimdi. Uzun zamandır özellikle dindar kesimin istediği bir şeydi Ayasofya’nın yeniden cami statüsüne geçmesi ama şimdi görüyoruz ki herkes istiyormuş.

ESKİ KARARA VURGU

Günday şöyle devam etti:

* Sonrasında bir dernek tarafından dava açıldı, başbakanlığa başvuruda da bulunmuş Ayasofya’nın cami statüsüne geçirilmesi için. Buna başvuruya verilen kararda olunmayacağı söylenmiş çünkü 1934 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararı var.
* O dava bitmiş karar kesinleşmiş hatta Atatürk’ün imzası sahteydi gibi gerekçeler de ortaya atıldı ama bu dava reddedildi. Daha önce de aynı davayı reddeden Danıştay 10. Dairesi bu kez oybirliği ile ve 5 Yüksek İdare Yargıcının imzasıyla 1934 yılında Bakanlar Kurulu Kararının iptali kararı verildi ve Ayasofya’nın tamamının cami olarak açılmasının önü açılmış oldu.

BİR MİRASÇI ÇIKSA…

Metin Günday sözlerini şöyle tamamladı:

* Atatürk‘ün imzasının bulunduğu bir yığın Bakanlar Kurulu Kararı var o dönemde çıkan. O zaman bugün için o kararlardan rahatsızlık duyanlar da bu kararların kaldırılması için idareye başvuru yaparsa sorusu geliyor aklımıza.
* Sonuçta Fatih Sultan Mehmet bir padişah ve bütün monarşilerde mülk sultana aittir zaten. Herhangi bir padişahtan mirasçı çıksa ve belli bir yerin kendisine miras olarak kaldığını söylese?? Böyle şeyler de yaşanabilir o zaman.
* İşin vahameti  2 boyutlu… İlk olarak yargılama usulü hiçe sayılmıştır. İkincisi ise yargılama usulü hiçe sayılıp dinleniyor dava ve Cumhuriyet hukuku yerine Osmanlı hukukunu getiriyor.
* Yani laik Cumhuriyet hukuku yerine Osmanlı hukukunu getiriyor ve işin vahim tarafı bu ve bu yolu açabilir ve en azından açılmıştır. Bundan sonra ne olur bilemeyiz ama durum bu.

80 yıl önceki karar davaya konu edilip, iptal edilemez, hukuka aykırıdır

Ayasofya kararını Prof. Dr. Metin Günday değerlendirdi: 80 yıl önceki karar davaya konu edilip, iptal edilemez, hukuka aykırıdır

AYASOFYATelif hakkı AFP
İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday, Danıştay’ın Ayasofya’ nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptali yönündeki kararının hukuka aykırı olduğunu söyledi. BBC Türkçe’nin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Günday, kararın hem usul hem de esas açısından hukuka aykırı nitelik taşıdığını belirtti.

Günday, “Bu kararın üzerinden 80 yıla yakın zaman geçmiş. 80 yıl sonra idari bir davaya konu edilip iptal edilemez. Bu yönü yanlış. Usul yönünden yanlış bir durum söz konusu.” dedi. Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Kararın hemen ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrini ve ibadete açılmasını öngören Cumhurbaşkanlığı Kararı’nı imzaladı. Karar, Resmi Gazete’de yayımlandı.

metin gundayTelif hakkıTWITTER.COM/METİNGNDAY
Image caption
İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday


‘Osmanlı hukuku Cumhuriyet hukukun
un yerine geçti’

Günday, bu kararın bir anlamda Osmanlı hukukunu Cumhuriyet hukukun yerine geçirdiğini ifade ederek, şunları söyledi:

“Bu karar, bir nevi Osmanlı hukukunu Cumhuriyet hukukunun yerine geçiriyor. Kararı, Fatih Sultan Mehmet Han’a ait vakıf senedine istinaden alıyor. Bu, 1470’li yıllarda düzenlenmiş bir vakıf senedi. Sonra Cumhuriyet idaresi kuruldu. Bu açıdan da bence tartışma götürecek bir karar ve hukuka aykırılık taşıyor.”

Günday, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının böyle bir davaya konu edilmesinin mümkün olmadığını belirterek, Danıştay’ın başından bu davayı reddetmiş olması gerektiğini ifade etti ve şu örneği verdi:

“Osmanlı döneminde zaten bütün ülke, padişahın mülkiyeti altında. O zaman bir kişi de kalkıp ‘ben Abdülhamit Han’ın mirasçısıyım, Topkapı Sarayı bana aittir’ derse, mahkeme mülkiyet hakkı çerçevesinde bunu haklı görecek mi?”

Danıştay’ın kararının gerekçesi ne?

Danıştay, konuyla ilgili kararının gerekçesinde Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğunu ve bu nedenle de vakıf senedindeki niteliği ile kullanım amacının değiştirilemeyeceğine hükmetti;

“Ayasofya’nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğu,

“Ayasofya’nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu,

“Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği;

“Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu kuşkusuzdur.”

Danıştay, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının altında yer alan Mustafa Kemal Atatürk imzasının sahte olduğuna ilişkin itiraza ilişkin ise imzanın incelenmesine gerek olmadığına hükmetti.

ÇOKLU BARO ÇOK ŞEYLERE VESİLE OLACAK

ÇOKLU BARO ÇOK ŞEYLERE VESİLE OLACAK

Av. Erdem AKYÜZ
Ankara Barosu Avukatı
Hukukun Egemenliği Derneği Kurucu Genel Başkanı

Siyasi iktidar, kendisine muhalif olan kamu kurumu niteliğindeki kuruluşlar ve meslek örgütlerinin adından, önce “Türk” ve “Türkiye” adını çıkarmak istedi. İlk gündeme gelen “Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği-TMMOB”nin (AS: Türk Tabipleri Birliği vd. de var..) adında yer alan “Türk” kelimesi ve “Türkiye Barolar Birliği-TBB” adında yer alan “Türkiye” sözcüğünün kaldırılması istemi oldu. Biraz da zamanlama erken olduğu için bunda pek başarılı olunamayınca, bu adımdan vaz geçilmedi ama süreç ertelendi. Şimdi ise istenen şey bu örgütleri bölmek, parçalamak; bu yolla yandaş kurumlar kurarak, muhalif örgütlenmeyi zayıflatmak ve yok etmektir.

ÇOKLU BARO-ÇOKLU BAROLAR BİRLİĞİ

Bunun ilk göstergesi olarak, “ameliyat masasına” yatırılan ilk kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinden “Baro’lar” seçildi. Çünkü Baro’lar; Adaletin “İddia, Savunma, Karar” olarak betimlenen üçlüsünün “Savcı, Hakim, Avukat” sıralamasında yer almakta idi ve bu sıralamada son aşamaya gelinmişti. Bu kez amaç; adının değiştirilmesinden önce, kurum ve kuruluş yapısının değiştirilerek, mesleki örgütlenmeyi çözmek, parçalamak ve zayıflatmak oldu.  Mevcut sistemde, her İl’de bir Baro vardır ve bu Baro’ların seçtiği “delegeler” Türkiye Barolar Birliğini oluşturur. Benzer düşünüş açısı ile, eğer Baro sayısı artacak ise, Türkiye Barolar Birliği sayısı da artabilir ve birkaç tane TBB olabilir.

BAROCUK SAYISI

Şimdi kurulmak istenen sistem ile; üye sayısı 5.000’i geçen her İl’de, istek halinde, her 2.000 Avukat için bir Baro oluşturulabilecek. Baro kurulması için gereken 2.000 sayısına çok yaklaşıldığı zaman, sayıyı tutturmak için “Futbolcu transferi” gibi “Avukat transferleri de” başlayacak. Bu hesapla; 2019 sonunda Ankara Barosu’na kayıtlı 17.598 üye olduğuna ve her 2.000 Avukat için 1 baro kurulabileceğine göre Başkent Ankara’da 8 adet Baro kurulabilecek.

İstanbul için durum daha da değişik. 2019 yılında İstanbul Barosu’na kayıtlı 46.052 Avukat var ve bu hesap yöntemi ile İstanbul’da tam 23 adet Baro olabilecek. İzmir Barosu’nda kayıtlı Avukat sayısı 9.612 olduğuna göre, bu ilde kurulabilecek Baro Sayısı da -şimdilik- 4 olacak. Ancak İzmir Barosu’na çok değil yalnız 388 yeni üyenin kayıt olması halinde, Baro sayısı 5 olabilecek.

Kayıtlı Avukatlarda, neden 3, 4 değil de 5.000 rakamı temel alınıyor?Çünkü halen Türkiye’de 5.000’i aşkın Avukat üyesi olan yalnızca üç İl var. Bunlar sırasıyla “İstanbul, Ankara ve İzmir” ve bunlar; düşünüş, yerel yönetim olarak iktidarın en çok başını ağrıtan 3 İl’i oluşturuyor.

VATANDAŞ SAYISINA GÖRE ÖRGÜT

Bir başka bakış biçimi ile, eğer üye veya vatandaş sayısı dikkate alınarak, kurum veya yönetici sayısı belirlenecek ise, her İl’de neden yalnızca 1 Vali var. Bu bakış açısına göre Vali sayısı da, o ilde bulunan kayıtlı vatandaş sayısına göre artabilmeli. Ayrıca “Anayasa’nın” 135. maddesine göre; Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları, yani Baro’lar ve Barolar Birliği; belli bir mesleğe mensup olanların ortak gereksinimlerini karşılamak, mesleksel etkinliklerini kolaylaştırmak, mesleğin genel çıkarlara uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni egemen kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak amacı ile yasayla kurulan kamu tüzel kişilikleridir.

Her İl’de kurulu çok sayıdaki aynı meslek kuruluşunun, yukarıda sayılan konularda birbirinden farklı, değişik ve çelişik kararlar alması halinde durum ne olacaktır. Bu sorunun yanıtı oldukça basittir. Durum “kaos ortamı” olacaktır.

 HATALI SAVUNMA

Bu durumda, bazı Baro’ların veya muhalefet partilerinin; “Bizim de Barolar ve Avukatları ilgilendiren yasalarda düzeltilmesini istediğimiz bölümler var ancak bunlar karşılıklı görüşme ile yapılmalıdır.” şeklinde açıklamalarda bulunmaları büyük bir hatadır. “İşte görüştük ve yaptık” denilerek çoklu Baro sisteminin getirilmesine yola açabilecektir

İSKEMLE

Olayı bir espri ve gülümse ile sonlandırmak istersek, yeni tasarıdaki bir bölüme bakmak yeterli olacaktır: Yeni tasarıya göre; her Adalet Sarayında (!) Avukatlar için ihtiyaca göre yer ayrılacak. 1’den çok baronun bulunduğu İl’lerde Baro için ayrılacak yer TBB’ye tahsis edilecek ve TBB “Baro’lara kayıtlı avukat sayısını” ölçü alarak bu yeri Baro’lara tahsis edecek. Yani bir Baro’ya kayıtlı üye sayısının çok olması halinde, bekleme odasında ona 3 iskemle verilirken, üye sayısı az olan Baro mensubuna bir iskemle düşecek, diğer Baro mensupları ise ayakta bekleyecekler.

Çoklu Baro, çok şeylere vesile olacak.
“Hayırlara vesile olur İnşallah.!!!”

AVRUPA RÜŞVET–YOLSUZLUK LİGİNDE NEREDEYİZ?

AVRUPA RÜŞVET–YOLSUZLUK LİGİNDE NEREDEYİZ?

Dr. Noyan UMRUK

Ülke, korona günlerini bir yandan ağır dış borç yükü altında;
Milli gelire 35 milyar $ katkısı olan turizm sektörünün can çekişmesi,
Sanayi ve tarım kesimlerinde büyük üretim gerilemeleri,
Hazine, yolcu ve Londra güvenceli havaalanı, köprü, yol ve şehir hastanelerinin Dolar olarak ödemeleri,
Genç nüfus ağırlıklı olmak üzere işsizlik, beyin göçü,
Gittikçe uçurumlaşan eşitsiz gelir dağılımı sonucu gittikçe çok daha geniş kitleleri kapsayan yoksulluk,

Milli olması gerekirken paralı hale getirilerek fırsat eşitliği tümüyle ortadan kaldırılan, durmadan bakan ve sistem-müfredat değişiklikleri ile labirente dönüştürülen eğitim vb. ağır sosyo-ekonomik sorunlar,

Öte yandan;

AB ile ilişkiler iyice limonileşmiş ve ABD ile S-400’ler için 2,5 milyar $ ödenen Rusya arasına sıkışmış durumda, D. Akdeniz, Ege, Adalar, Libya, Suriye, K. Irak’ta düşük yoğunlukta çatışmalar vb. ciddi dış politika ve güvenlik sorunlar yaşarken;

Bunlar yetmezmiş gibi, bu ciddi ve ağır sorunlara ortak akılla çözümler aramak yerine, şu aşamada hiç gereği yokken, çok lazımmış gibi İş Bankası, Ayasofya, İstanbul sözleşmesi, “Ciao Bella”, kıdem tazminatı, barolar, TV kanallarını karartma, sosyal medyayı kısıtlama yasası vb. konular kamuoyunun önüne sürülerek, karpuz gibi ortadan bölünmüş toplum, bu konular üzerinde tartışmalarda yoğunlaştırılırken, oyalanırken birileri malı götürmekte

Nasıl mı? Yanıtı Avrupa Konseyi veriyor…

Avrupa Konseyi bünyesine 1999 yılından bu yana görev yapan Avrupa Yolsuzlukla Mücadele Grubu (Greco) yıllık olarak Avrupa ve ABD’de yolsuzlukla mücadele eğilimleri, zorluklar ve iyi uygulamalar başlıklı rapor yayınlıyor ve bu raporda ülkeleri değerlendiriyor.

Bununla birlikte Greco milletvekilleri veya parlamenterler, yargıç ve savcılar ve yüksek bürokratların yolsuzluğa karışmasına ve rüşvet almasına yönelik önlemlerle ilgili tavsiyeler veriyor ve bu tavsiyelerin yerine getirilip getirilmediğine de raporda yer veriyor.

Greco’nun izleme, analiz etme değerlendirme çalışmaları aşama aşama. İlk aşamada ülkelere önerilerde bulunuyor… 2. aşamada önerilerinin uygulamaya geçirilme sürecini izliyor… 3. aşamada önerilerin yerine getirilip getirilmediğini yüzdesel olarak açıklıyor…

Greco, Türkiye’nin verilerini de uyumsuzluk sürecindeki 14 ülkeyle birlikte değerlendirmiş. 2019 sonunda uyumsuzluk sürecine giren 14 ülke: Ermenistan, Avusturya, Çekya, Danimarka, Fransa, Almanya, Macaristan, İrlanda, Lüksemburg, Monako, Kuzey Makedonya, Polonya, Portekiz ve Romanya.

Avrupa Konseyi’nin değerlendirme ölçütleri ise şöyle:

– Parlamento üyeleri, yargıçalr ve savcılar açısından yolsuzluğun önlenmesi
– Etik ilkeler ve davranış kuralları
– Çıkar çatışmaları
– İşe alım, kariyer ve hizmet koşulları (yargıçlar ve savcılar)
– Yasama sürecinin saydamlığı (parlamento üyeleri)
– Ücret ve ekonomik yardımlar (parlamento üyeleri)
– Belirli faaliyetlerin yasaklanması veya kısıtlanması
– Varlık, gelir, yükümlülük ve çıkarların bildirimi
– Kuralların ve düzenlemelerin denetimi ve yürütülmesi
– Tavsiye, eğitim ve farkındalık.

Greco ülkelere göre yayınlamış olduğu bu raporda ülkelerin önerilerinin kaçını yerine getirmediğini, kaçını kısmen yerine getirdiğini ve kaçını yerine getirdiğini paylaşmış. Türkiye, 42 ülke arasında 2019 yılında tavsiyelerini en çok yerine getirmeyen ülke konumunda.  Gerekli tavsiyelerinin yerine getirilmemesinde Türkiye %70,3 ile Avrupa ülkeleri arasında en üst sırada yer almış. Avusturya tavsiyelerin %70’ini, Macaristan ise %55,6’sını yerine getirmediği için listede 2. ve 3. sırayı paylaşmışlar…. Greco’nun açıkladığı raporda 42 ülke arasında durumu en iyi olan, en başarılı olan ülkeler ise %100 ile tavsiyelerin hepsini gerçekleştiren Norveç ve Finlandiya. Onları  %75 ile İsveç takip ediyor.

  • Durum ve 3Y (yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar) ile savaş bundan ibaret…

Kaynak: EMINCAN YÜKSEL, Doğruluk payı,23 Haziran 2020,”20th General Activity Report (2019) of the Group of States against Corruption (GRECO) Anti-corruption trends, challenges and good practices in Europe & the United States of America”