KRT TV Programımız – 25 Kasım 2020

Dostlar,

Bu gün, 25 Kasım 2020 Çarşamba,
saat 16:00’da KRT TV’de olacağız. / OLDUK..

Bilgi ve ilginize saygı ile sunarız. (Güncelleme, 25.11.20, 22:23)

Sevgi ve saygı ile. 25 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Covid-19 asışında mRNA teknolojisi

Covid-19 asışında mRNA teknolojisi

 ÇAĞHAN KIZIL

mRNA’nın DNA’ya çevrilmesi ve mRNA aşılarının insan genomunu değiştirmesine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu tarz komplo teorilerini ortaya atanların bazılarının genetik bilimini bildiğini iddia etmesi ise başka bir grotesk durumdur.

Üç yeni aşılama metodu
İki şirketin aşı çalışması daha önce alışılmamış yeni bir teknoloji ile gerçekleştirilmişti. Klasik aşı üretimi, hastalık etkeni olan patojenlerin etkisinin azaltılması ve vücuda bu zayıflatılmış etkenin enjekte edilmesi sonucu bağışıklık oluşturma temeline dayanıyor. Covid-19 için de özellikle Çin’de bu tarz aşı üretim çalışmaları var. Görece daha yeni başka bir metot ise vektör aşı denen, korunma sağlanması düşünülen patojenin genetik dizininin belli kısmının zararlı olmayan başka virüs parçacıklarının içine yerleştirilmesi sonucu üretilen virüslerin vücuda verilmesi. Genellikle adenovirüs parçacıklarının kullanıldığı bu çalışmalar etkili bağışıklık sağlayabilme kapasitesine sahipken, aşılanan bireyler uzun vadede vektörün kendisine de bağışıklık geliştirdikleri için, ikinci aşılamalar genellikle pek mümkün olmayabiliyor. Covid-19 pandemisinde tanıştığımız 3. aşılama metodu ise mRNA teknolojisi denen bir metot. Burada, hastalık yaratan virüsün bağışıklık yaratması istenen kısmının, insan hücreleri içinde üretilmesi esasına dayanıyor. Bu, bir nevi virüsün insan hücresini enfekte etmesine benzese de, virüsün kendisi ortada olmadığından ve genetik dizininin sadece bir kısmı hücreye verildiğinden, patojenik etki göstermiyor. Virüs üretilmiyor ancak onun belli bir kısmı üretilip bağışıklık sisteminin buna tepki verip bağışıklık hafızası yaratması sağlanıyor. Bu teknolojiye mRNA teknolojisi denmesinin sebebi ise milyonlarca yıllık evrim sürecinde özelleşmiş DNA işlevini kısaca açıklamayı gerekli kılıyor.
Etkili bir bağışıklık üretimi
DNA’mız üzerinde binlerce gen bulunuyor. Bu genlerin çoğu, aktif hale geldiklerinde protein üretimini gerçekleştiriyorlar. Bu proteinler üretilirken, DNA ile protein arasında ara bir form olan RNA yaratılıyor. DNA çift sarmal bir yapıya sahip. Bunu bir kitap olarak düşünebiliriz. Kitaptan sadece belli bir cümleyi alıp başka bir kişiye mesaj olarak göndermek için ilk önce o cümleyi bir kağıda yazdığımızı düşünelim. Bu kağıt, mesajın gideceği kişiye ulaştığında da proteinin yapıldığını düşünelim. İşte mRNA, kitaptan alınan cümlenin mesajın ulaşacağı kişiye gitmesini sağlayan haberci olarak adlandırılabilir. Bu nedenle de mRNA, genetik biliminde “messenger (haberci)“ RNA olarak adlandırılır. RNA’nın evrimsel varlığına dair çeşitli hipotezler var, ancak en geçerlilerinden birisi, genlerin etki seviyesini düzenlemede DNA’nın tek başına yeterli olmaması.
Şöyle açıklayabiliriz: Bir gen, belli bir koşulda çok etkili şekilde aktifleşmeli ve yüksek sayıda protein yapmalı. Ancak DNA’mızda bu genden bir tane var. Bu nedenle protein üretimini artırmak için ara form olan RNA üretimi gerçekleşiyor ve proteinler yapıldıktan sonra da RNA’lar çeşitli hücresel mekanizmalarla ortadan kaldırılıyor. Bu şekilde hem hızlı bir gen tepkisi evrilmiş oluyor hem de o proteine ihtiyaç kalmadığında, RNA ortadan kaldırılarak gen ifadesi eski haline dönmüş oluyor. mRNA’lar bu nedenle hücre içinde çok kısa süre aktif kalabilen ve çok hızlı şekilde doğrudan proteine çevrilebilen kimyasal genetik yapılar. mRNA’nın aşı üretiminde kullanılması da bu prensibe dayanıyor.
SARS-CoV2 için, virüsün S proteinini kodlayan genetik dizin mRNA molekülü şeklinde hücreye verildiğinde hızlı bir şekilde S proteini üretiliyor ve bağışıklık sistemi, insan vücudunda normalde bulunmayan bu yabancı protein hemen tepki verip bağışıklık oluşturma yolunu açıyor. Diğer virüs vektörü temelli aşılardan farkı, mRNA dozlarının yüksek oranlarda olabilmesi. Moderna ve BioNTech çalışmalarında da belirtildiği gibi bu aşılama metodunun yan etkisi oldukça düşük. Ancak mRNA’nın bir özelliği stabil olmaması ve hücreye girdiği anda neredeyse hemen ortadan kaldırılıyor olması. Bu nedenle aşı için kullanılan mRNA molekülleri daha stabil hale getirilmiş kimyasal yapılar. Hücre içinde aşı için kullanılabilmesi de hem bu stabilite artışına, hem de yağsı yapılar içinde hücreye verilebilme kapasitesinde yatıyor. Yani, canlıların milyonlarca yıldır kullandıkları bir mekanizma, etkili bir bağışıklık üretimi için kullanılmış oluyor.
Komploculuk ve bilginin çarptırılması
Pandeminin başından beri her konuda komplo teorilerine ve bilginin çarpıtılmasına dayanan kişiler, dünyada yine mRNA aşı çalışmalarıyla ilgili korku salmaya devam ediyorlar. Geçtiğimiz haftalarda en çok konuşulan konulardan biri, mRNA aşılarının insan genetiğini değiştireceği ve bunun insanlara zararlı olacağıydı. Öncelikle, bunun doğru olmadığını belirtelim. Klasik gen ifade mekanizması, DNA’nın RNA’ya, RNA’nın da proteine çevrilmesi şeklindedir. Belli canlılarda DNA olmadığı için bu organizmalar RNA’nın çoğaltılabilmesini ve RNA üzerinden yeni RNA’lar yapılabilmesini sağlayan enzimler geliştirmişlerdir. Ayrıca, bazı virüsler RNA’dan DNA yapmak için gereken reverse transcriptase ya da RNA-dependent DNA polymerase gibi enzimlere sahiptirler. Örneğin Hepatit B ve HIV virüsünde bu enzimler vardır. Bu enzimler insanlarda bulunmamaktadır. Dolayısıyla bir mRNA’nın DNA’ya dönüşmesi, çok spesifik bazı durumlar dışında mümkün değildir ve mRNA’lar da insan genomu içine girme kapasitesine sahip değillerdir.
Dolayısıyla herhangi bir mRNA’nın insan genomunu iddia edildiği şekilde değiştirmesi bugünkü bilgimizle söz konusu değildir.
Bunun aksini savunanların, savunduklarını moleküler metotlarla göstermeleri ve kanıtlamaları gerekmektedir. İnsanlarda RNA’dan DNA yapan çok özelleşmiş bir enzim bulunur. Telomeraz denen bu enzim, insan hücreleri bölünürken kromozomların sonlarının kısalmasını önlemek için evrimleşmiş spesifik bir enzimdir ve mRNA’lar üzerinde çalışmaz, sadece kromozom sonundaki spesifik tekrarlayan genetik dizinler üzerinde etkilidir. Hücreler bölündükçe ve organizma yaşlandıkça, telomer bölgeleri kısalır. Buna hücresel suskunluk (cellular senescence) denir. Suskunluğa ulaşan hücreler bölünmeyi bırakırlar. Bir süre sonra da ölebilirler. Bazı kanser hücreleri çok fazla telomeraz enzimi üretir ve bu nedenle sınırsız bölünme imkanına sahiptir. Bu, tümörlerin evrimsel olarak kullandıkları bir mekanizmadır. Ancak bu özel durum dışında mRNA’nın DNA’ya çevrilmesi ve mRNA aşılarının insan genomumu değiştirmesine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu tarz komplo teorilerini ortaya atanların bazılarının genetik bilimini bildiğini iddia etmesi ise başka bir grotesk durumdur.
Dünya yeni bir aşılama teknolojisi ile tanışmış durumda. mRNA teknolojisi, hem bu pandemide hem de gelecekte başka hastalıklarda bağışıklık yaratma metodu olarak kullanılabilmesi şansına sahip. Uzun yıllardır bilinen mRNA kimyasının geldiği nokta, bilimin ve teknolojik gelişmelerin uzun yıllar alan üretim sürecinin en baştan desteklenmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha göz önüne sermiş durumda. Temel bilimlere aktarılan yatırımların insanlığa yapacağı katkının değeri oldukça yüksek. Kaderci, bilim karşıtı, mistik bir yaşam tarzını besleyen kurum ve kişilerin kamu fonlarını bilim dışı tüketmeleri, toplumların entelektüel seviyesini düşürmenin ötesinde yaşadığımız pandemi gibi süreçlerde “geri kalmış” bir müdahale mekanizması yaratması açısından da halk sağlığını riske atan uygulamalardır.
Bu nedenle demokratik ve bilimsel bir eğitim, bilim ve teknolojinin rasyonel ve yüksek akademik kalite standartlarında üretilmesini sağlayacak maddi ortamın yaratılması, kamu fonlarının modern gelişim ve özgür düşünen bireyler yetiştirmek için kullanılacak mecralara aktarılması, Türkiye’nin ana söylemlerinden ve amaçlarından olmalıdır. Pandemi bunu bize bir kere daha göstermiş durumda.

KORONA AŞILAMASINDA ÖNCELİKLER SORUNU

KORONA AŞILAMASI NASIL OLACAK?
ÖNCELİK SIRASI NASIL BELİRLENECEK?

SÖZCÜ, 25 Kasım 2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/ugur-dundar/korona-asilamasi-nasil-olacak-oncelik-sirasi-nasil-belirlenecek-6139744/

Bu gün köşemde, ülkemizin en saygın bilim insanlarından birini, Prof. Dr. Ahmet Saltık‘ı konuk ediyorum.

Değerli hocam, “Korona aşılamasında öncelik kimlerde olmalı” sorumuza geniş bir perspektiften bakarak, üzerinde önemle durulması gereken şu cevapları veriyor:
***
Bilim emekçilerinin KOVİT-19 için aşı geliştirme ve üretmeye oldukça yaklaşması kuşkusuz çok sevindirici. Üstelik tarihte görülmemiş ölçüde kısa sürede ve yepyeni bir teknoloji olan m-RNA üzerinden. (Türkiye’de yerli – milli aşı geliştirme çabaları ölü virüse dayalı..). Doğallıkla, hemen ardından, salgının çok yakıcı olduğu bu dönemde, 7.8 milyarı aşan muazzam dünya nüfusunun tümüne (aşı karşıtlarını da katarak!) hemen yetişmeyeceği için, sınırlı aşı üretiminin hangi önceliklerle kullanılacağı sorunsalı öne çıktı. Üstelik 2-3 hafta ara ile 2 doz aşıla(n)ma gerekli.

Kuşkusuz, bu sorunsalı aşmada birtakım bilimsel tıbbi – epidemiyolojik verilere, ölçütlere ve Tıp Etiği ilkelerine gereksinimimiz var. Hastalığa yakalanma ve ağır sonuçlarıyla karşılaşma riski en başta dikkate alınmalı. Bu bağlamda riskli toplum kümelerinin belirlenmesi ve önceliklenmesinde Epidemiyolojik stratejiler temel yol gösterici olmalı. Sağlık sorunu (dar anlamda hastalık) kimde / nerede / ne zaman görülüyor sorusu Epidemiyolojinin klasik 3’lüsüdür (triad). KOVİT-19 için bu soruların yanıtları hemen hemen bellidir. Tüm Dünyada, eşzamanlı ve tüm yaşlarda, her 2 cinsiyette.. görülmektedir. Ancak bu soru ve yanıtları yeterli değildir. Hastalığa yakalananların meslekleri ve sosyo-ekonomik statüleri son derece belirleyicidir, elimizde bu bağlamda yeter veri birikmiştir. Öte yandan, hastalığın sonuçları bir başka temel ölçüttür. KOVİT-19 kimlerde daha çok öldürücü, iz (sekel) bırakıcı – engelli kılıcıdır? Dr. Alfred Grotjhan, 105 yıl kadar önce değindiğimiz ölçütleri tıp dünyasının önüne koymuştu Sosyal Patoloji adlı kitabında.

Neleri dikkate alabiliriz?

  • Aşının etkinliği ve değişik yaş ve risk kümelerinde yarattığı bağışık yanıtın gücü, özelliği.
  • Değişik yaş ve risk kümelerinde aşı uygulamasının güvenliği.
  • Aşının, KOVİT-19’a yakalanmada ve hastalığı yaymada önleyici etkinliği.
  • SARS-CoV-2 virüsünün (yeni koronavirüs, KOVİT-19 etkeni) ilgili ülkede bulaşma dinamiği
  • KOVİT-19’un Epidemiyolojik, Mikrobiyolojik ve Klinik özellikleri.

***
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, pek çok uluslararası insan hakları metinleri, UNESCO Etik Kodları ve ulusal hukuk sistemleri tüm insanların sağlık hizmetlerine erişimlerini hakkaniyet temelli eşitlik zemininde tanımlamaktadır. Burada söz konusu olan herkesin tam eşit olduğu ideal ve olanaksız bir durum değildir; herkese hak ettiğini verme söz konusudur. “Herkesin hak ettiğini” belirleme ise, zorunlu olarak bir öncelikleme içermektedir. Küresel ölçekte tartışmalar bu eksendedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) doğallıkla bu zor – nazik süreçte de üzerine düşeni yapma çabasındadır.

AKILDA TUTULMASI GEREKENLER

Erkeklerde hastalık kadınlara göre daha ölümcül gitmektedir.
Kimi Siyahlarda ve azınlık etnik kümelerde hastalık daha ciddi seyretmektedir.
Nüfus yoğunluğu, kırsal kesime göre hastalık riskini büyütmektedir.
(HER AİLEYE 1 ÇOCUK!)
Toplum bağışıklığına asla dayanılamaz; hastalığı geçirerek sağlanan doğal bağışıklığın süresi ve gücü belirsizdir. %3 ölüm oranı kabulüyle, önümüzdeki yıllarda 300 milyonu aşkın ölüm kabul edilemez!

Alt sosyo-ekonomik kesimler, yoksullar, işsizler, olumsuz – kalabalık konut koşulları, yetersiz – dengesiz beslenme doğrudan risk etmenleridir ve bu insanlar daha çok hastalanıp ölmektedir.

  • DSÖ kaynakları, uluslararası yazın ve Ülkemiz verilerinden kalkarak, “içinde bulunduğumuz aşamada(Epidemiyolojik verilere göre zamanla değişebilir) aşağıdaki öncelik listesi önerilebilir:

ÖNCELİKLİ RİSK KÜMELERİ KİMLERDİR?

  1. Bakımevlerinde kalan yaşlı erişkinler onlara hizmet verenler
  2. 80 yaşını aşkın tüm insanlar ve sağlık, sosyal hizmet çalışanları
  3. 75 yaş ve üstü insanlar
  4. 70 yaş ve üstü insanlar
  5. 65 yaş ve üstü insanlar (Türkiye’de %9,1 dolayında; yaklaşık 8 milyon, TÜİK, 2019 sonu)
  6. 65 yaş altında yüksek riski olanlar (ek süregen hastalığı olanlar, organ aktarımı yapılmış olanlar, bağışık sistemi baskılanmış olan, kanserli, diyaliz hastaları, KOAH, önemli organ yetmezliği)
  7. 65 yaş altında orta derecede riski olanlar (DM, hipertansiyon, kalp yetmezliği..)
  8. 60 + yaş herkes
  9. 55 yaş üstü herkes
  10. Toplumun geri kalanı (önceliklerine göre kümelenerek)

***
Öte yandan, önümüzdeki aylarda uygulamaya girebilecek olan aşıların gerçek koruyucu güçlerinin ve beklenebilecek olumsuz etkilerinin ancak uzun erimde, yıllar içinde netleşeceğini vurgulayalım. Açıklanan %90-95 koruma oranı henüz “deneysel” verilerdir. İlk dozdan 28 gün sonra bağışık yanıt başlayacaktır. Virüsün mutasyona uğraması durumunda grip gibi her yıl aşılanma gerekebilecektir, ayrıca aşı etkinliği azalabilecektir. Şimdilik, beklenen 2 aşının salt hastalığın ağır geçirilmesini önlemeye dönük olduğu, toplumsal yayılma üzerinde beklenen düzeyde etkili olmadığı akılda tutulmalıdır. Lojistik altyapıda ciddi sorunlar vardır. Maliyet bir başka ciddi sorundur. 1 dozun 30 Doların altına en azından şimdilik inemediği görülüyor. Türkiye’de nüfusun yarısı olan 45 milyona 2 kez aşı 90 milyon doz gerektirir ki, toplam bedel 3 milyar Dolara yaklaşmaktadır ve ciddi tutardır. Önümüzdeki 1 yılda dünya nüfusunun yarısının aşılanabilmesi olanaksız gibidir. Dolayısıyla kısa erimde salgından başımızı kurtarma olanağı yoktur. En az 1 yıl daha, SOSYAL DEVLET desteği ve toplumsal – küresel dayanışma ile klasik korunma önlemlerine (maske – korunma uzaklığı – hijyen) daha da özenle sarılmak zorundayız. DSÖ, dünya genelinde adil dağıtım (fair allocation) için çok çaba harcıyor. Yoksul ülkelerin akçalı (mali) olarak desteklenmesini öneriyor. Türkiye’de de aşılama önceliklerinin kesinlikle saydam, katılımcı, bilimsel ve etik ilkelere dayalı, hakkaniyetli olması kaçınılmazdır.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü açılmalı ve aşıda ulusal özyeterlik sağlanmalıdır.

  • Bu arada, DSÖ uyarısıyla, BM’in öncülüğünde, tüm dünyada 14 günlük eşzamanlı bir TAM KAPANMA son derece yararlı ve gerekli gözükmektedir.
  • Uluslararası DAYANIŞMA anahtardır!
    Sevgi ve saygı ile. 25 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIKMD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

 

 

Pandemide geçim derdi ne olacak?

Yeni kısıtlamalar eski zihniyet:
Pandemide geçim derdi ne olacak?

AZİZ ÇELİK
azizcelik@gmail.com

Salgının sağlık boyutu ile ilgili bilim kurulu sık sık toplanıyor. Peki bu salgının sosyo-ekonomik boyutu neden hiç gündemde değil? İşsizlik Sigortası Fonu dışında, hükümetin salgının yarattığı ekonomik yıkıma ilişkin ayırdığı yeni bir kaynak yok.

Salgının yeniden tırmanışa geçmeye başlamasıyla birlikte yeni kısıtlamalar uygulanmaya başladı. Bu kısıtlamaların geç ve yetersiz olduğu, birkaç haftalık tam kapanma olmadan salgının kontrol altına alınamayacağı sağlık meslek örgütleri ve bilim insanları tarafından vurgulanıyor. Yeni kısıtlamalarla birlikte yine eve kapanma güzellemeleri yapılmaya başlandı. Ancak eve kapanamayan, toplu ulaşımla, servislerle işe gitmek ve çalışma zorunda olan milyonlarca emekçi var. Tuzu kuru “evde kal” çağrıları iyice riyakâr olmaya başladı. İki ayrı salgın dünyası var: Birinde virüs işyerlerine, fabrikalara, toplu ulaşıma uğramıyor, işçilere bulaşmıyor sanki!

Oysa fabrikalarda, işyerlerinde ciddi bir Covid-19 vaka patlaması var. DİSK-AR tarafından salgının ilk aylarında yapılan araştırmalar pozitif vaka oranının işçiler arasında daha yaygın olduğunu ortaya koymuştu. DİSK Birleşik Metal-İş tarafından yapılan ve sonuçları yeni açıklanan bir çalışmaya göre sendikanın örgütlü olduğu işyerlerinin dörtte üçünde aktif vaka olduğunu, kimi işyerlerinde ise Covid-19 tanısı konmuş işçi oranının %30’a ulaştığını gösteriyor. İmalat sanayinde aktif vaka sayısı en az 112 bin olarak tahmin edildi.

İşsiz ve gelirsiz kalanlara nakit destek yok!

Yeni kısıtlamalar gündeme gelse de eski zihniyet devam ediyor. Kısıtlamalar nedeniyle, başta lokanta, restoran, kahvehaneler ve eğlence yerleri olmak üzere hizmet sektöründe ciddi bir iş ve gelir kaybı yaşanacak. Yüzbinlerce hatta milyonlarca işçi, küçük esnaf ve bağımsız çalışan bu kısıtlamalar nedeniyle gelir kaybına uğrayacak, zarar edecek, geçim sıkıntısına düşecek. Eve ekmek götürmekte zorlanacak ve yoksullaşacak. Salgının yalnızca sağlık boyutu -o da yetersiz biçimde- gündemde. Salgının yarattığı işsizlik, geçim sıkıntısı göz ardı ediliyor.

Salgının sağlık boyutu ile ilgili bilim kurulu sık sık toplanıyor. Peki bu salgının sosyo-ekonomik boyutu neden hiç gündemde değil? Salgınla ilgili kısıtlamalar tek tek sayılırken, salgının yarattığı sosyal ve ekonomik yıkıma karşı neden bu açıklıkta önlemler alınmıyor. Salgına karşı alınması gereken sosyal ve ekonomik tedbirlerin özü gelir ve iş kaybını tazmin etmeye yönelik olmalıdır. Gelirini kaybedenler, işini kaybedenlere nakit gelir desteği sağlanmalıdır.
Salgına ilişkin kısıtlamaların 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Kanununa dayandırıldığı biliniyor. Türkiye 2020’de salgını yönetirken 1930 tarihli bir yasaya başvurmak zorunda kalıyor. Erken Cumhuriyet dönemi kadrolarına teşekkür borçluyuz. 90 yıldır uygulanabilen bir Halk Sağlığı yasası yapmışlar. Ancak Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çalışma ve sokağa çıkma yasağı için kullanılırken yasanın diğer yaşamsal önlemleri uygulanmıyor.

“Hükümet geçimi sağlamakla yükümlü”

Henüz sosyal devletin, sosyal güvenliğin ve işsizlik sigortasının mevzuatta yer almadığı 1930’ların başında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu salgın ve bulaşıcı hastalıklar nedeniyle alınan tedbirlerin yaratacağı geçim sıkıntısının nasıl çözüleceğini düzenlemiş. Kanunun 76 ve 83. maddeleri, salgın ve bulaşıcı hastalıklara yönelik kısıtlamalar nedeniyle geçim sıkıntısına düşenlerin kendilerinin ve ailelerinin geçiminin hükümetçe sağlanmasını emrediyor. Yasaya göre hükümet kısıtlama tedbiri almakla yetinemez, vatandaşın geçimini de sağlamakla mükelleftir.

Peki eski ve yeni kısıtlamalardan etkilenen milyonlarca işçi ve küçük esnafın geçimini sağlamak için ne yapıldı ne yapılmadı? Hükümet salgın için işçi ve esnafa, yoksullara ne kadar nakit aktarımı yaptı? Gelir kaybının ne kadarını kapsadı? Salgının sosyal tahribatına yönelik ne kadar ek nakit desteği yapıldı? Bunu anlamak için bakacağımız yer meşhur “Sosyal Koruma Kalkanı” infografikleri! 6 Kasım 2020’de Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından yayımlanan ve salgından sonraki 7’yi aşkın aylık durumu özetleyen tablo, salgın nedeniyle yapılan nakit gelir transferlerini ortaya koyuyor.

İnsan bu tabloya bakınca iyi ki İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) kurulmuş diyor! Çünkü aslında ortada “Sosyal Koruma Kalkanı yok”, hükümetçe salgın nedeniyle aktarılan yeni kaynaklar yok. İşsizlik Sigortası Fonu var. Kasım 2020 itibariyle salgından etkilenenlere toplam 41,5 milyar ödeme yapılmış. Bunun yaklaşık 31 milyar TL’si İSF’den sigortalı işçilere ödenmiş; 1,6 milyar TL’si ile işverenlere prim desteği sağlamış, geri kalan 8,5 milyar TL ile yaklaşık 8,5 milyon yoksul aileye toplam 1000’er TL ödeme yapılmış.

Asgari ücretin yarısı civarında destekler

İSF ödemelerinden yaklaşık 6,5 milyon sigortalı işçi yararlanmış. İşsiz ve gelirsiz kalan işçilere yapılan aylık ödemeler ise şöyle: Ücretsiz izne tabi tutulan 2 milyon 45 bin işçi ayda 1.068 TL’ye (asgari ücretin % 50’si) mahkûm edilmiş. Kısa çalışma ödeneğinden yararlanan 3,5 milyon işçiye aylık ortalama 1.547 TL (asgari ücretin %66’sı) ödeme yapılmış. İşsizlik sigortası ödeneğinden yararlanan 881 bin işçiye ise ayda ortalama 1.212 TL (asgari ücretin %52’si) ödeme yapılmış. Başka bir anlatımla salgın döneminde sigortalı işçilere asgari ücret düzeyinde bir destek bile sağlanamadı.

  • Salgın döneminde işverenler de unutulmamış onlara da işçinin parasından 13,6 milyar TL destek sağlanmış! İSF salgın döneminde bile işçiye cimri, işverene cömert davranmış. İşçinin kendi parası işçiye ödenmemiş.

İSF dışında 8,5 milyon haneye yapılan toplam 8,5 milyar TL’lik ödemenin 2 milyar TL’si “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” kampanyasından sağlanmış. Böylece hükümetin sosyal yardım olarak harcadığı miktar yalnızca 6,5 milyar TL olmuş. Bunun kaynağının da sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonları olduğu tahmin ediliyor. Salgından bu yana 7 aydan çok zaman geçti. Bu dönemde mağdur olan milyonlarca yoksul, küçük esnaf ve kayıtsız işçiye yönelik toplam transfer yalnızca 8,5 milyar TL olmuş. Milyonlarca yoksulun, esnafın ve kayıt dışı çalışanın payına düşen toplam para ayda 1,2 milyar TL!

Kayıtsız işçilere ve küçük esnafa destek yok

Kayıtsız çalışan ve zaten sosyal güvenceden yoksun olan milyonlarca emekçi salgınla birlikte daha büyük sosyal risklerle yüz yüzedir. Salgından etkilenen yüzbinlerce küçük esnaf ve bağımsız çalışana dönük herhangi bir nakit transferi sağlanmadı. Hizmet sektöründeki yüzbinlerce küçük esnafa ve bağımsız çalışana, müzik ve sanat dünyasında çalışan binlerce emekçiye salgın döneminde nakit desteği sağlanmadı.

Sınırlı sokağa çıkma yasağı, küçük işyerlerini kapatma kısıtlaması yetmez. Bilimin önerdiği süre kadar tam kapanmaya ama gelir güvenceli ve sosyal güvenceli kapanmaya ihtiyaç var. Hükümet yurttaşın sağlığını ve geçimini güvenceye almakla yükümlüdür. Anayasa ve yasaların gereği budur. Mesele faiz artırmak değil. Hem salgının hem de o faiz artışının yoksullaştıracağı emekçiye nakit sosyal destek sağlamaktır.

  • Hep sermayeye destek, hep sermaye destek, yeter artık!

♦ Sigortalı işçilere İSF’den daha çok kaynak ayrılmalı, en düşük İSF ödeneği asgari ücret düzeyine yükseltilmelidir. Ücretsiz izin uygulamasına son verilmeli, gelir kaybına uğrayan işçilere asgari ücretten az olmamak üzere ve ücretinin %80-90’ı oranında destek verilmelidir.

♦ Kayıtsız çalışanlara dönük özel bir nakit desteği uygulaması yapılmalı ve salgın döneminde kayıtsız çalışanlara ücret düzeyinde destek sağlanmalıdır.

♦ Salgın nedeniyle gelir kaybına uğrayan küçük esnaf ve bağımsız çalışanlara uğradıkları gelir kaybının makul bir oranında nakit desteği sağlanmalıdır.

♦ Asgari ücret, salgın döneminde pek çok ödeneğin kıstası haline gelmiş durumdadır. Asgari ücret artışı, salgınla mücadelenin sosyal boyutu için de önem arz ediyor. Pandemi koşullarında asgari ücret bu yönüyle de ele alınmalı ve geçim ücreti olmalıdır.

Bunlar yapılabilir. Bunlara kaynak ayrılabilir. Bundan daha fazlasını salgın döneminde Avrupa ülkeleri yapıyor.

  • Salgınla mücadelede bilimin ve sosyal hukuk devletinin gereği ile mücadele edilmelidir.

HALK TV Programımız – 24 Kasım 2020

Dostlar,

24 Kasım 2020 Salı, saat 16:00’da, azgınlaşan Salgını konuşmak üzere
HALK TV’de olacağız.. / OLDUK..

İlgi ve bilginize saygı ile sunarız.(Güncelleme : 25.11.2020, 14:33)

Sevgi ve saygı ile. 25 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Bir Cumhuriyet Öğretmeni : Mustafa Kemal Paşa

Dostlar,

Yarın 24 Kasım Öğretmenler Günü

ABECE tanıtımı,
İsmet İnönü ile Kayseri’de
****

Elbette BAŞÖĞRETMEN Mustafa Kemal Paşa‘yı anmak gerek..

O, Yazı / Harf Devrimi gibi görkemli bir Devrimi daha Türk Ulusuna elbette köktenci biçimde armağan ederken, Ulusun hızla bu abc’yi (alfabe) öğrenmesi için yaygın Millet Mektepleri açtırdı..
O mütevazi yerlerde Halkına öğretmenlik de yaptı..
Dünyada örneği, benzeri yok…
***
Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR dostumuz, bu günün anısına bir makalesini paylaştı bizimle..
pdf olarak aşağıda…

Bir_Cumhuriyet_Ogretmeni_Mustafa_Kemal_Pasa

 

 

Sevgi ve saygı ile. 23 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Yalanlar, Algılar ve Koltuklar

Yalanlar, Algılar ve Koltuklar

Alev Coşkun
Cumhuriyet, 22 Kasım 2020

Bugünlerde MacDonald’ın, Truth (Gerçek) adlı kitabıyla ilgileniyorum. Hangi gerçekler ve farklı gerçekler konusu tartışılıyor.

Bu kitapta kimi yalanların nasıl doğru ve kimi doğruların nasıl yalanlaştırıldığı üzerinde duruluyor.

Yazar, “kısmi doğrular”, “öznel doğrular”, “yapay doğrular” ve “bilinmeyen doğrular” üzerinde duruyor.

Ayrıca Yalın Alpay’ın “Yalanın Siyaseti/ Post-Truth, Truth” kitabı var… Yalanın meşrulaştırılması, gerçeklerin önemsizleştirilmesi ve hileli akıl yürütme üzerinde duruluyor…

Değişik düşünceler, değişik kökenler, değişik inançlar, daima farklı bakış açıları yaratacaktır. Değişik bakış açılarına ve değişik görüşlere saygı duymak, uygar bir toplumun temel ilkesidir.

Siyasal iktidarlar çoğu zaman daima kendi görüşlerinin doğru olduğunu ileriye sürerler. Bu yargı, kuşkusuz ülkemiz için de geçerlidir.

Bir başka gerçek şudur:

Siyasal iktidarlar zayıflayıp kamuoyunda destekleri azaldıkça hırçınlaşırlar.

Böylesi durumlarda, siyasal liderler hep kendilerinin söylediklerinin ve düşündüklerinin doğru olduğunu ileriye sürer. “Ya benim gibi düşünürsün ya da karşısın, düşmansın” ayrımcılığı ortaya çıkar.

ALGI OPERASYONU

Siyasal iktidarlar, koltuklarında kalabilmek için çoğu zaman algı operasyonlarını kullanmıştır.

1930’larda İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler’in yaptıkları unutulmamalıdır. Hitler’in propaganda Bakanı Goebbels’in yalanları nasıl doğru gibi takdim ettiği tarihe geçmiştir.

Faşist ve Nazi dönemlerinde yalanlar bir devlet doğrusu gibi takdim edilmişlerdir.

Çoğu zaman liderlerin söylediği, “devlet projesi” olarak sunulmuştur.

Geçen hafta ülkemizde de “devlet projesi” görüşü ortaya atıldı. Buna göre, Kanal İstanbul devlet projesidir ve buna karşı çıkmak lidere karşı çıkmaktır, devlete karşı çıkmaktır.

Kanal İstanbul, Milli Güvenlik Kurulu’nda konuşuldu ve devletin resmi strateji belgesine girdi de haberimiz mi yok?

YALANLAR VE İSTATİSTİKLER

Yalanlarla ilgili olarak genel kabul görmüş bir sloganı unutmayalım. Şöyle ki; “Yalanlar, çok büyük yalanlar ve istatistikler.” Bu slogan, bugünlerde ülkemizde yoğun bir biçimde uygulanıyor.

Hele sonuncusu, TÜİK’in Türkiye ekonomisi ile ilgili istatistiklerine, gelir dağılımı ve işsizlikle ilgili rakamlarına ne demeli? TÜİK’e göre ekonomi çok güzel ve yerinde, Sağlık Bakanlığı’na göre Covid-19’un sayıları çok düşük.

Hangisine inanacağız, gerçek nerede?

KOLTUĞA YAPIŞMAK

Bir konu daha var ki epeyce güncel. Politikacılar ister iktidarda ister muhalefette elde ettikleri makamları, oturdukları koltukları terk etmek istemiyorlar. İşte ABD Başkanı Trump, koltuğu için dört bir yana saldırıyor. Seçim sonuçlarını kabul etmek istemiyor. Eğer Amerikan siyasal sisteminin, 200 yılı aşkın geçmişi ve oturmuş kurumları olmasa, Seçimler hilelidir, bu nedenle başkanlığı terk etmiyorum, sürdürüyorum” diyecek.

Ülkemizde de bunun örnekleri yaşanmadı mı? Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde anayasa ve seçim yasası bir yana itilerek mühürsüz oy pusulaları geçerli sayılmadı mı?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde, “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” gibi tarihe geçecek ilginç bir açıklamayla, seçim iptal edilip yenilenmedi mi? Ancak 16 bin olan fark 800 bine çıkınca söyleyecek bir şeyleri kalmadı. Açık fark karşısında sonuçları kabul ettiler.

1950 UNUTULMASIN

İşte bu noktada, 14 Mayıs 1950 seçimlerini hatırlatmak istiyorum. 1950’de, bundan 70 yıl önce, iktidarın barış içinde, yeni kurulmuş ve seçimi kazanmış olan DP’ye devredilmesi çok önemlidir. Adeta bir sınır taşıdır.

“Canım, seçim yapılmış ve DP kazanmış, devretmeyecekti de ne yapacaktı?” Bu soru sorulabilir. Ancak olay bu kadar basit değil… DP Genel Başkanı Bayar’ın, “iki jandarma ile bizi tutuklayabilirlerdi” dediği söylenir.

Günün koşulları unutulmamalı… Bir imparatorluk yıkılmış. Bağımsızlık savaşı kazanılmış. Bir ihtilal olmuş, yeni bir idare ve Cumhuriyet kurulmuş.

İsyanlar çıkmış (Şeyh Sait, Dersim gibi) bastırılmış, kan dökülmüş.

Çağdaşlaşma hareketleri olmuş, devrimler yapılmış… Birçok kişi tutuklanmış, cezalandırılmış. Ve tek parti, 27 yıldır iktidarda.

O nedenle barış içinde, kimsenin burnu kanamadan devir-teslim çok önemli.

21. yüzyılın 20. yılında, 2020’de, ABD’de başkan koltuğu bırakmamak için türlü yollara başvururken; 20. asrın ortalarında, 1950’de, daha önce pek de etkin bir siyasal deneyimi olmayan bir ülkede, tek partinin iktidarının hiç itiraz etmeden, barış içinde siyasi iktidarı devretmesi çok önemlidir…

BEYAZ İHTİLAL

Saygın siyasetbilimci Prof. Maurice Duverger, ünlü kitabı Siyasal Partiler’de işte bunun için şöyle diyor:

“…Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (s.360)

Duverger, kitabının “Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde, Atatürk Türkiyesi’ne önemli bir yer ayırmıştır. Duverger şöyle diyor: “1923 sonrası Türk Devrimidir. Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti sisteminden plüralizme (çoklu sisteme) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanıdır.” Duverger’e göre, “basiretle uygulanan bir tek parti yönetimi, bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün kılacak…” çalışmalar yapmıştır. (s.364)

Batı dünyasının tüm siyasetbilimcileri, 1950 seçimlerini ve iktidarın barış içinde devir-teslimini “beyaz ihtilal” olarak niteliyor.

Demokrasi, bir erdem rejimidir. Muhalefete ve karşı düşünceye saygı duyacaksın. Demokrasinin evrensel ilkelerini kabul edeceksin. Halkın oyuna inanacaksın.

Tek parti, tek parti diye her gün itibarsızlaştırmaya çalıştıkları parti, işte bu demokratik hareketi yapmıştır.

Diktatör, diktatör dedikleri Cumhurbaşkanı İnönü, tarihe geçen bu demokratik hareketi gerçekleştirmiştir.

İki ayyaş diye itibarsızlaştırmak istedikleri İnönü, işte böyle demokrasiye inanmış bir liderdi.

Yalanlar, algılar, koltuğa yapışmalar ayrı, gerçekler ayrıdır…

Atatürk’ün Mirası, AKP’nin İflası!

Atatürk’ün Mirası, AKP’nin İflası!

Doç. Dr. Abdüllatif ŞENER
Konya Milletvekili
21 Kasım 2020 Cumhuriyet

Kaynaklar ve icraatlar açısından Cumhuriyetimizin ilk dönemi ile son dönemini karşılaştırmak, kuruluşumuzu ve bugünkü gidişimizi görmek açısından ilginç sonuçlar ortaya koymaktadır.

Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde tekeden süt çıkarırcasına yokluklar içinde modern bir ülke inşa edilmiştir. Yedi düvelin işgaline son verilmiş, okuryazar oranının %3 olduğu, tarımın öküzlerle, sabanlarla yapıldığı, girişimci sınıfının bulunmadığı, sanayi üretiminin esnaf faaliyetlerini aşamadığı, doktor ve mühendis sayısının çok az olduğu bir dönemde; sanayi devrimi gerçekleştirilmiş, savaş uçakları üretilmiş, başta demir-çelik olmak üzere, gelişmiş sanayi tesisleri kurulmuş, tarımda traktör ve modern tarım aletleri kullanımına geçilmiştir.

Devlet yeniden kurumsallaştırılmış; hukuk reformu yapılmış, Hıfzıssıhha’da bugün bile üretilemeyen pek çok aşı üretilmiş, yeni üniversiteler kurulmuş, ulaşımda devrim yapılmış ve yokluklar içinde ülke doğudan batıya, kuzeyden güneye demiryolları ile bağlanmıştır.

Cumhuriyetimizin bugünkü AKP’li yıllarında ise iktidar, bir asırlık gelişmiş insan ve kurumsal potansiyeli devralmış ve devasa kaynaklar kullanmış, ama demokratik kurumları tahrip etmiş, genç insan potansiyelimizi umutsuzluğa mahkûm etmiş, küresel teknolojik ve ekonomik rekabetin gerisinde kalmıştır.

KAYNAK KIYASI BİLE YETERLİ

Bu iki iktidar döneminde kullanılan kaynakların karşılaştırılması bile son dönemin bir iflası, ilk dönemin bir büyük gelişimi sağladığını göstermeye yeterlidir.

AKP iktidarı kamu harcamalarını karşılamak için milli gelirin %33’ünü vergi ve diğer kamu gelirleri olarak toplamıştır. Atatürk döneminde ise milli gelirin yalnızca %7’si gelir olarak kullanılmıştır. Yani AKP iktidarı, yaşayan vatandaşlarımızdan 4.7 kat daha fazla vergi toplamıştır.

Bu son iktidarın, birinci dönemden farklı olarak henüz hayatta olmayan vatandaşlarımızın birikimlerini de kullanmış olduğunu bilmemiz gerekir. Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinden başlayarak kurulan fabrikaları satarak 70/80 milyar Dolar (600 milyar lira dolayında) ek bir kaynak kullanmıştır. Yani salt yaşayanlardan daha çok kaynak devşirmekle kalmamış, Cumhuriyetimizin kurucularının biriktirip sonraki kuşaklara devrettiği varlıkları da harcamıştır. 

Cumhuriyetimizin kurucuları ise geçmiş kuşakların biriktirdiği bir kaynağa sahip olmamıştır. Üstelik başta demiryolları olmak üzere yabancılara ait ekonomik tesisleri para vererek devletleştirmiştir.

YOKLUKTAN VARLIĞA, VARLIKTAN YOKLUĞA

Kaynaklar açısından üçüncü fark borçlanmalardır. Yani gelecek kuşakların henüz kazanmadığı paraların harcanmasıdır. AKP iktidarı, Cumhuriyet tarihi boyunca en çok borçlanan iktidardır. Bu iktidarın yaptığı iç borçlanmalar, dış borçlanmalar, KÖİ projeleri ile gelecek kuşaklara devrettiği ödeme yükümlükleri, ülkeyi sürekli krizlere sokacak düzeydedir.

Cumhuriyetimizin kurucuları ise gelecek kuşaklara hiç borç yükü devretmemiştir. Aksine Osmanlı’dan kalan dış borçları ödemiştir. Osmanlı’dan kalan bu dış borçlar günümüze eskale edildiğinde toplam tutarı bir yıllık milli gelirimize (GSYH) denktir.

Kısaca AKP iktidarı bir mirasyedi misali, yaşayan yurttaşlarımızdan bir asırdır hiçbir hükümetin almadığı kadar para tahsil etmiş, terk-i hayat etmiş geçmişlerimizin birikimlerini yemiş ve doğmamış çocuklarımızın henüz kazanmadığı gelirlerine el koymuştur. Ve başarısızdır.

Cumhuriyetimizin kurucuları ise yaşayan vatandaşlarımızdan çok daha az vergi almış -tarımın milli gelir içindeki payının %80 olduğu, vergi gelirlerinin büyük çoğunluğunun tarımsal kaynaklı olduğu bir dönemde, Kurtuluş Savaşımızı başarıya ulaştırmış, yoksul halkımızın üzerindeki en ağır vergi olan “aşarı” kaldırmış-, halkı vergi ile bunaltmamıştır. Önceki kuşakların birikimlerini bütçe gelirlerine dönüştürmemiş, tam aksine Osmanlı’nın dış borçlarını ödemiş ve Türk milletinin henüz doğmamış çocuklarına borç yükü devretmemiştir.

ÜÇ EVRELİ KÜRESELLEŞME

Küreselleşmenin 3 evresi vardır. Birincisi 15-18. yüzyıllar arasıdır. Bu dönemde bilinmeyen kıtalar keşfedilmiş, insanlar oralarla iletişime geçmiştir. Piri Reis’in 1513 tarihli haritası bu dönemi Osmanlı’nın erken gördüğünü gösterir ama Osmanlı haritacılıkta bile Piri Reis’in çizgisini tutturamamıştır. Üstelik Kanuni, Piri Reis’i idam ettirmiştir.

Küreselleşmenin 2. evresi 18. yüzyıldan 20. yüzyılın sonuna kadar sürer. Bu dönemde telgraf, telefon, trenler, otomobiller, süratli tekneler ve uçaklar gibi iletişim ve ulaşım araçları dünyayı küçük boya çevirmiştir. Bu dönemde Cumhuriyetimizin kurucuları sanayileşmiş ülkelerin en son teknolojilerine denk bir sanayileşme, ulaşım ve iletişim seferberliği ile küreselleşmenin 2. evresini yakalamışlar ve tüm mazlum milletlere örnek olmuşlardır.

Küreselleşmenin 3. evresi ise 2000 sonrasıdır. Türkiye’de AKP’li yıllardır. Ve bu yıllar bir mirasyedi yıllarıdır. İsraf edilen yıllardır. Geleceği ipotek altına alan yıllardır.

Allah sonumuzu hayreylesin!

Bana dava arkadaşını söyle…

Bana dava arkadaşını söyle…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 20 Kasım 2020
Siyaset gündeminin dönüp dolaşıp geldiği seviye(!) bu mu olacaktı?

“Bakla kazığı”

Diyebilirsiniz ki “Ohoo.. Bu gözler bugüne kadar neler gördü. Bu kulaklar neler duydu.”

Haklısınız. Ama zaten kullanılan ifadelerden ve bu ifadelerin kimden geldiğinden daha vahim olanı, siyasetin yani meşru siyasetin temsilcileri arasında bulunan birilerinin, bu sözlere ve seviyeye(!) arka çıkması, onaylamasıdır.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, bu sözlerin sahibi mafya liderine kol kanat geren, mahut “Dava arkadaşımdır” sözleri, bütün bu olupbitenlerin “zirve” noktası ve başlıca dert edinmemiz gereken unsurdur. Uzun yıllardır siyasetin içinde bulunan birinin, üstelik de halen iktidarın bir “unsuru” yani koalisyon ortağı konumundaki bir orta yaşlı siyasetçinin, “şiddete prim verir” tarzdaki bu “dava arkadaşı” sahiplenişi, siyasetin geldiği (getirildiği) noktanın tam ve hazin bir fotoğrafıdır.

Olup biteni izlerken, geçen yıllarda Avrupa ülkelerinden birinde (sanırım Fransa’ydı) İslami cihatçı terör eylemleri konusunda yapılmış ilginç bir sosyal deneyi anımsadım.

Deneyi yapan kişi, elindeki (kapağı gizlenmiş) kutsal kitaptan metinler okuyarak, sokakta gelişigüzel seçilmiş insanlara soruyordu, “Sizce bu sözler hangi kitaptan?” diye. Kutsal kitaptan okuduğu bölümler, özellikle seçilmiş ve “Şiddeti kutsayan, mazur ve haklı gösteren, başka dinden olanların ya da inançsız insanların katledilmesini, kafalarının kesilmesini, ortadan kaldırılmasını vb.” savunan satırlardı.

Mikrofonun uzatıldığı istisnasız herkes, bu satırları “Kuranıkerim”den alıntılanmış zannetti. Yerleşik varsayımlar ve “cihatçı terör”ün, genellikle hep İslamcı-şeriatçı teşkilatlardan gelmiş olmasının yarattığı önyargıya dayanıyordu bu tepkiler. Oysaki alıntı yapılan kitap, Hıristiyan dininin kutsal kitabı İncil’di.

Düşündüm de… Alaattin Çakıcı adlı mafya liderinin el yazısı ile yayımladığı mektupta kullandığı hakaretamiz ifadeleri ve tehditleri, bir kâğıda daktilo ile yazsak, imzasını gizlesek, her kesimden siyasi görüş sahiplerine (bu arada MHP’lilere) sorsak, “Sizin sayın genel bakanınıza hitaben yazmışlar bunu. Ne diyorsunuz?” desek? Cevabı ve belki de o kâğıdı alıp (Allah muhafaza) “ne yapacaklarını”, düşünmek bile istemiyorum. En hafifinden, “Kim yazmış lan bunu? Adresini, adını, telefonunu ver bize” diyeceklerinden emin olabilirsiniz.

Bakla kazığının (pardon zurnanın) “hart” dediği yer de burası işte!.

Bu tür siyaset dışı, akıldışı, edep dışı ve şiddeti savunan, meşrulaştıran çıkışları bugün “sizinki” (dava arkadaşı) yaptı diye sahip çıkarsanız, yarın başkasından size yöneldiğinde itiraz etmek, kınamak, hakkında işlem yapılmasını istemek ve belki de somut tavır almak hakkını yitirirsiniz.

Üstelik, bir başka “hakkınızdan” da feragat etmiş olursunuz…

Hani hep, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) mensup siyasetçilere karşı sarf ettiğiniz bir söz var ya: “Terör örgütü ile aranıza neden mesafe koymuyorsunuz?” İşte bu soruyu, bir daha ne HDP’ye ne de başkasına sorabilirsiniz. Herkes sorabilir. Ama siz soramazsınız.

Bir meşru siyasetçinin ettiği sözler üzerine, onu doğru dürüst eleştirmek yerine, adam gibi fikir beyan etmek yerine “Seni bilmem ne kazığına oturturum” mealinde tepki gösterene sahip çıkmanın böyle bir bedeli olur. Yarın öbür gün, bir başkası sizi “şiddet uygulamakla” tehdit ettiğinde, aynı hakaret sıfatlarını kullandığında, söyleyecek lafınız kalmaz.

Ha, tabii ki “sıkıysa denesinler bakalım” diye efelenmek, racon kesmek hakkınız. Buyrunuz. Sizi rahatlatacaksa..

“Araya mesafe koymak”… Anahtar deyim bu işte.

Hani meşhur “sağlık” sloganımız var ya:

Maske – Mesafe – Temizlik

Maskesiz siyaset.

Meşruiyet dışı unsurlarla mesafeyi koruyarak siyaset.

Temiz siyaset.

Var mısınız?

Kendinize yapılmasını istemediğinizi, başkasına yapıldığı zaman da hemen, anında, koşulsuz, dipnotsuz, rezervsiz kınayacaksınız.

Ve “hemen” kınayacaksınız.

Birilerinin (kendilerini bilirler onlar) yaptığı gibi “Lan dur bi bakalım. İlk çıkışı biz yapmayalım. Nemelazım abi. Başımıza bişi gelmesin de… Bunlar tekin adamlar diil abi.. Sakata gelmiyelim abi..” de demeyeceksiniz.

KRT TV Programımız- 20 Kasım 2020

KRT TV Programımız- 20 Kasım 2020

COVID-19 olgu sayısı son 3 haftada 2 katını aştı; 2015 iken 4552 oldu!
İstanbul’da dün 441 ölüm var, bunun 180’i bulaşıcı hastalık; görüşmüş şey değil!
Geçen Kasım’da İstanbul’da ölüm rakamları günlük 200’ü aşmıyordu.
Ülke genelinde ağır olgu sayısı 29 Temmuzdan bu yana 8 kat büyüdü..
54 bin aktif hasta görünüyor AKP yeşil ile karartılan turkuvaz tabloda ama ülke genelinde yataklar dolu. 240 bin yatağın en az 140 bini KOVİD’e ayrılmış durumda ama dolu! Üstelik 54 bin aktif hastanın bir bölümü de evlerinde sağaltımda..
Ülke açıkhava hastanesi..
Sağlık sistemi SOS veriyor.
Önlemler gene yüzeysel, örn. Cuma namazına gideceklere hiç sınırlama yok.
***
Remdesivir’e DSÖ onayı geri çekildi.
Favipravir’e direnç gelişiyor..
Elde hala etkili ilaç yok; düne göre daha olumsuz durumdayız.
Beklenen Aşılar dünden bu yana etkili çözüm konumunda değil..
İktidar yalpalıyor, masum insanlar ölüyor. 
Kış geliyor.. İnsanlar yoruldu, daha da yoksullaştı, işsizlik yakıp kavuruyor..
***
Bu tablo sürdürülebilir mi?
Hayır..
AKP ekonomi ve hukukta duvara dayandı, zorunlu çark ediyor..
AB’den yaptırımlar geliyor..
Erdoğan ve AKP en çaresiz döneminde..
Salgın yönetiminde de aklını başına alacak, almak zorunda, seçeneği kalmadı.
***
KRT konuşmamızın izlenmesi, dağıtılması, yararlı olması ve gereğinin artık, daha çok oyalanmadan yapılması dilek ve beklentisi ile.

Sevgi ve saygı ile. 20 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik