Mustafa Balbay : 8 Nisan’da Barikatları Baraj Yapalım!

 

Cumhuriyet 06.04.2013

GÜNDEM
Mustafa Balbay


8 Nisan’da Barikatları Baraj Yapalım!

Toroslar’dan hemşerim bir avukat arkadaşım 15 günde bir ziyaretimize geliyor.
Mart ayındaki ilk gelişinde, Haftaya Polonyaya gidiyorum.

Oradan Almanyaya geçeceğim. Olağan görüşme günümüze kadar dönmüş olurum dedi.

Polonya deyince aklıma hemen İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü Nazi toplama kampı Auschwitz geldi. Fırsat bulursa uğramasını söyledim. Yıllar önceki gezimden kesitler aktardım.

Gitmiş. Marttaki ikinci görüşmemizde daha, Vayy hemşerime sarılması bitmeden anlatmaya başladı:

Auschwitzi gördüm… Burası daha korkunç. Burada betonun soğukluğu,
tel örgülerin gözü tırmalayışı daha tedirgin edici. Orada gaz odalarını gördüm, insanların yakıldığı fırınların siyahlığı aynen duruyor. Ama bu betonların arasında sizin adım adım çürütülmek istenmeniz bana Nazi toplama kampından daha acı geldi…

***

Avukat arkadaşımı özellikle son aylarda etkileyen önemli bir unsur da Silivri Toplama Kampı’nın, affedersiniz cezaevinin en dış kapısından itibaren yerleştirilen bariyerler oldu.

Son günlerde ziyaretimize gelen herkes barikatlardan söz ediyor. Etrafı yüksek duvarlarla, tepesi tel örgülerle çevrili cezaevinin girişi de kat kat bariyerlerle örülü. Polisle jandarma ayrı ayrı çalışıyormuş. Bariyerler sabitlenmiş, beton asfalta yapışık hale getirilmiş.

Bütün bunlar 8 Nisan buluşması için. İktidar ve ona bağlı yargı kollarının talimatıyla
8 Nisan’da Silivri’ye geleceklere bariyerlerden kurulu, büyük bir karşılama ekibi
ev sahipliği yapacak.

8 Nisan’a doğru 13 Aralık’ta buluşan ruhun güçlenerek Silivri’ye akmaya hazırlandığını hissetmek, özgürlük tarlasının yeşerdiğini görmek demek.

Duruşmaya yoğun ilginin olduğu günlerde dış kapıdan, salona sığacak kadar izleyici alınıyor. Kalanlar dışarıda bekliyor. Aralarda değişim yapılıyor, birkaç saat salonda kalan çıkıyor, onların yerine dışarıdakiler giriyor.

8 Nisan için benim bir önerim var :

  • Yüz binlerce kişi Silivri önlerinde olalım.
  • O bariyerlerin önünde tek, grup, koşullara göre fotoğraf çektirelim.
  • Bunu sosyal medyadan,
  • adalet bu bariyerlerin arkasında”,
  • hukuk bu çelik kafeslerin ötesinde altyazılarıyla paylaşalım.

Bakarsınız, sosyal medya o bariyerleri yıkar atar.

Bakarsınız, Silivri’deki işkence kampının görüntüleri sınırlarımızın dışına çıkar,
dünya medyasında yer bulur.

Bakarsınız, çok yaratıcı fotoğraflar, görüntüler ortaya çıkar, yazılı ve görsel
medyada da ayrıca yer bulur.

Bakarsınız, Silivri’ye gelemeyenler de o görüntüleri kendi sosyal medya olanaklarıyla daha geniş kesimlere yayarlar.

Bakarsınız, gelenleri durdurmak, yıldırmak, korkutmak için kurulan o barikatlar Silivri gerçeğini anlatmak için kullanılır. Böylece gerçekten işe yaramış olurlar.

Bakarsınız, o barikatlar önümüzdeki engeller değil, baraj yükseltilerimiz olur.
Enerjimizi oradan bütün dünyaya yayarız.

***

8 Nisan’ın böyle bir buluşma olmasını yürekten diliyorum.

Toplum bu buluşmaya hazır. Bunu sadece medyada yer alan haberlerden değil, aldığım mektuplardan da hissediyorum.

Son günlerde gelen mektupların önemli bir dilimi 8 Nisan hedefliydi.

25 Mart’ta yazılmış bir mektup şöyle bitiyordu:

Çok heyecanlı, çok kararlıyım. İki hafta nasıl geçecek bilmiyorum.
Biz tazelendik, umut ve kararlılıkla dolduk. Umudumuzu kaybetmeyelim,
biz kazanacağız.

Ankara’dan aldığım mektupların birçoğunda 24 Mart’taki buluşmanın coşkusu vardı. Çok farklı kesimlerden aldığım 3 mektuptaki ortak cümlelerden biri şuydu:

Saat 13.30da başlayacak toplantıya, yer bulamam endişesiyle 10.30 sıralarında gittim…

Böylesi buluşmalar insanların kendini yalnız hissetmemesini de sağlıyor.

  • 8 Nisan Türkiye’nin genel gündemiyle de örtüşüyor.
  • Hızla ilerliyormuş gibi görünen ucu belirsiz bir sürecin içindeyiz.
  • 8 Nisan, hukuku halkla arama günüdür.
  • 8 Nisan, “Bu ülkede Atatürkçü – yurtsever milyonlarca insan var.
    deme günüdür.
  • 8 Nisan, pek çok değerimiz gibi hukukun da ayaklar altına alınamayacağını haykırma günüdür.

 

World Health Day message on blood pressure

Dostlar,

7 Nisan Dünya Sağlık Günü nedeniyle Dünya SağlıkÖrgütü (DSÖ) Genel Başkanı
Dr. Margaret Chan’ın demecini paylaşmak istiyoruz.

İlk fırsatta Türkçesini de vereceğiz..

Sorun, ana tema yüksek kan basıncı..

Sevgi ve saygı ile.
7.4.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

World Health Day message on blood pressure

Dr. Margaret Chan
Director-General of the World Health Organization

Blood pressure – take control
Message on World Health Day
Geneva, Switzerland
3 April 2013

Distinguished guests, staff, ladies and gentlemen,

Let me extend a warm welcome to this World Health Day event, where we are drawing attention to the problem of hypertension, or high blood pressure.

The problem is huge. WHO estimates that more than one in three adults worldwide has high blood pressure. In some parts of Africa, nearly half of all adults have high blood pressure.

High blood pressure is one of the most important contributors to premature death from cardiovascular disease worldwide. It contributes to nearly 9.4 million deaths due to heart disease and stroke every year. Together, heart disease and stroke are the number one cause of death worldwide.

High blood pressure also increases the risk of kidney failure, blindness, and several other conditions. It often occurs together with other risk factors, like obesity, diabetes, and high cholesterol, increasing the health risk even further.

For all these reasons, high blood pressure contributes substantially to the escalating costs of health care.

In wealthy countries, strong public health policies, preventive programmes, and widely available diagnosis and treatment have led to a reduction in the prevalence of high blood pressure. Unfortunately, in many developing countries, the disease burden caused by high blood pressure has increased over the past decade.

Our aim today is to make people aware of the need to know their blood pressure, to take high blood pressure seriously, and then to take control. In doing so, they will need support from responsive health services.

High blood pressure must be taken seriously. It is a strong and reliable warning signal that health is at risk and that something needs to be done.

But high blood pressure is also a silent warning signal, usually showing no symptoms for years or even decades, even when values are dangerously high.

That vital early warning signal will go unheard, and unheeded, unless people have a chance to take a simple, inexpensive, and rapid blood pressure test. When symptoms of high blood pressure do appear, cardiovascular disease is usually advanced and the risk of sudden acute events, like a heart attack or a stroke, is greatly increased.

Getting the warning signal early on is by far the better option. The actions that can be taken early on are far less costly, and less risky for patients, than interventions, like cardiac bypass surgery and dialysis, that may be needed when hypertension is missed and goes untreated.

High blood pressure is preventable, and it is treatable. For both, knowing blood pressure levels is the first critical step. Wellness programmes at the workplace can be an excellent entry point for blood pressure measurement.

For prevention, the advice is straightforward and familiar. Reduce salt intake. Keep fit, trim, and active. Know your ideal body weight, and aim for it. Eat more fruits and vegetables and less highly processed foods, especially junk foods.

Go easy on the sugary beverages. Do not use tobacco, and stay away from tobacco smoke. Drink alcohol only in moderation, or not at all.

For many people, these lifestyle changes are sufficient to control blood pressure. For others, medication is required. Hypertension can be treated with safe and inexpensive medicines. Doing so greatly reduces the risk of heart disease, stroke, and kidney failure.

My advice to the public is this. Be safe. Know your blood pressure. Act smart. Shape up your lifestyle. Follow recommendations for medication and safe-care meticulously.

Your health is in your hands. Don’t let an invisible, silent killer steal years of your life away.

Thank you.

http://www.who.int/dg/speeches/2013/world_health_day_20130403/en/index.html

8 NİSAN 2013 PAZARTESİ SİLİVRİ’DEYİZ.


Dostlar,

Bu gece, 7 Nisan 2013 Cuma, saat 22:00’de
ADD Çankaya Şubesi üyeleri olarak yola çıkıyoruz.
Haksız hukuksuz yıllardır tutsak alınan yurtseverlerimizin haklarını savunmak üzere gidiyoruz oraya; ADALET İSTEMEYE GİDİYORUZ..
“Türk Milleti Adına” diye başlayan mahkeme kararlarının,
Bizim, yani Türk Milletinin sesini, haykırışını, meşru adalet istemini
dikkate alarak karar vermesini istiyoruz.

Tüm yetkililieri sağduyu ile düşünmeye bir kez daha çağırıyoruz :

Birkaç yüz bin insan neden Silivri zindanının kapısına dayanıyor?
Hiç düşündünüz mü? Neden, neden??

Benzer çırpınış -direniş 13 Aralık 2012 gününün Trakya ayazında da yaşandı.
4 ay sonra bir daha.. Onbinlerce insan çoook ırak yerlerden neden oralara geliyor?
Uzuun uzun yolculuklar yapıyorlar, çoluk çocuklarının rızkından harcıyorlar..
Ceplerine kimsenin 2 kuruş koyduğu yok ya da 1 lokma azık..
Bu toplumsal isyanı iyi okumak gerekir.
Tarihte benzerlerinin sonuçlarının nerelere vardığının örnekleri çoktur.
Örn. Fransız Devrimi’nde Kral ve Kraliçe giyotinle idam edilmiştir.
Örn. 1917 Bolşevik Devrimi’nde Menşevik Çar ailesi yok edilmiştir.
Bunun için öyle derin sosyal psikolog, sosyolog vb. uzman olmak da gerekmez..
Azıcık insan duyarlığı, zerrece özdeşim (empati = biribirini yaşamak!) yeter de artar da!

Özellikle AKP’lilere; vicdanı nasırlaşmamış olanlara çağrımızdır.

Sevgi ve saygı ile.
7.4.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

DUYURU

8 NİSAN 2013 PAZARTESİ SİLİVRİ’DEYİZ.

 Haksızlığa ve hukuksuzluğa HAYIR demek için Silivri’ye gidiyoruz. 

 GİDİŞ: 7 NİSAN 2013 PAZAR SAAT: 23.00

VEDAT DALOKAY NİKÂH SALONU ÖNÜ KOLEJ / KURTULUŞ

 SAAT: 23.30 : MESA- KORUKENT KAVŞAĞI / ÇAYYOLU

SAAT: 23.45 OPTİMUM ÖNÜ/ ERYAMAN

**********************************************

DÖNÜŞ:

8 Nisan 2013 Pazartesi, saat 15.00’te dönüşe geçilecektir.

 GİDİŞ-DÖNÜŞ :60-70 TL.

 İLETİŞİM: mtgnlds@gmail.com

Ümit GÖNÜLDAŞ : 0532 514 87 81

VARDİYA BİZDE PLATFORMU – ANKARA

******************
ADD Çankaya Şubesi :

Gidiş : Şube önünde, Mithatpaşa Cd. no 47

7 Nisan 2013 Pazar, hareket saati : 22:00…
Dönüş : 8 Nisan 2013, Pazartesi, duruşma sonunda..

Başvuru : Sinan Özkara, 0533 653 6997
Ücret : 60 TL

Biz de Çankaya ADD ile Silivri’ye gideceğiz.. 

aydin08042013

ADD Aydın Şubesi üyeleri dostlarımız da geliyor..
Başta, önceki başkanlardan dostumuz Av. Erol Ertuğrul olmak üzere..

=================

İstanbul Barosu: Savunma Dimdik Ayakta, İyi ki Avukatlar Var!

Dostlar,

Önceki gün “Dünya Avukatlar Günü” idi..
Dünyanın en büyük barosu İstanbul Baromuz‘un da doğum günü..
İstanbul Baromuz 135. kuruluş yıl dönümünü de “kutladı” bu arada.
kutladı” diyoruz çünkü “hukuk devleti“, AKP iktidarında tam bir cenderede..
Üstelik de hiç utanıp sıkılmadan “ileri demorasi” teraneleriyle..
Hep böyle olmuştur tarihte de. 2 değerli addan destek alalım bu düşüncemize :

  • Öyle olmadığı halde özgür olduğuna inandırılmış bir insandan daha umutsuzca köleleştirilmiş biri olamaz.” / Johann Wolfgang von GOETHE

  • “ Türkiye bu kez ‘Küreselleşme’ ve ‘Özelleştirme’ masalına inanmış, paldır küldür ‘globaliterliğe’ doğru sürüklenmektedir; üstelik daha ‘sivil’, daha ‘demokrat’, daha ‘insan haklarına dayalı’ bir düzene ‘dönüştüğünü’ zannederek..”  “.. bir karışık bilmece..” Attilâ İLHAN,
    “Hangi Küreselleşme” (2003, İş Bankası Kültür Yayınları)

İlki birkaç yüzyıl öncesinden (1749 – 1832).. İkincisi ise salt 10 yıl geriye tarihlenmekte..

2 eklememiz daha var :

İlki İstanbul Baromuzun basın açıklamasında geçen “hukukun üstünlüğü” kavramına.. Daha açık etmeli? Yoksa sorabilirler adama :

– Kimin hukukunun üstünlüğü??

Elbette egemenlerin değil, “emeğin hukukunun üstünlüğü” dür gönlümüzde yatan. Elbet onu da bir başka -proleterya- diktatörlüğe dönüştürmeden.

İkinci diyeceğimiz talihsiz Eşbaşkan, bahtsız Türkiye’nin maküs Başbakanı
R.T. Erdoğan
adır :

– Gidicisin kardeşim.. vakit geldi.. 40 türlü emare belirdi.. Acaba tarihten birazcık olsun ders alır da bu kadim halkı, aziz memleketi ve de ben-i adem zat- alîni daha çok telef ve tahrip etmeden yapar mısın bunu? Çok umutlu değiliz ama gene de söyleyelim dedik..

İstanbul Barosu’nun yiğit avukatlarını saygı ve dayanışma ile selamlıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
7.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================

DÜNYA AVUKATLAR GÜNÜ AÇIKLAMASI..

İstanbul Barosu  :Savunma Dimdik Ayakta, İyi ki Avukatlar Var!
  • İstanbul Barosu Başkanı Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal,
    hiçbir gücün avukatları, savunmayı, baroları teslim alamayacağını söyledi.

İstanbul Barosu Başkanı Kocasakal İstanbul Barosunun 135. kuruluş yıldönümü ve
5 Nisan Avukatlar Günü nedeniyle 5 Nisan 2013 Cuma günü saat 12.30’da
Baro Merkezi 7. kat toplantı salonunda bir basın toplantısı düzenledi.

Toplantıda, Başkan Yardımcısı Av. Mehmet Durakoğlu, Yönetim Kurulu Sayman Üyesi Av. Ufuk Özkap, Yönetim Kurulu Üyeleri Av. Füsun Dikmenli, Av. Aydeniz Alisbah Tuskan, Av. Süreyya Turan, Av. Özlem Aksungar, Av. İsmail Altay ve Av. Hasan Kılıç da hazır bulundu.

Baromuzun WEB sitesinden canlı olarak yayınlanan basın toplantısında,
Başkan Ümit Kocasakal’ın yaptığı basın açıklaması şöyle:

Bugün 5 Nisan, avukatlar günü ve aynı zamanda İstanbul Barosu’nun doğum günü

Bu günümüzü;
* Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu,
* Siyasetin yargıya müdahale etmediği, edemediği,
* Yargının bağımsız olduğu,
* Savunmanın, avukatın şekli bir unsur olarak görülmediği,
* Avukatların savunmanın kurucu ve asli unsurunun herkesçe ve mahkemelerce kabul edilip içe sindirildiği,
* Savunma hakkının sınırlanmadığı, ortadan kaldırılmadığı,
* Avukatın salonlardan çıkarılmadığı, mahkemelerin talimatıyla
avukatlara
robokopların saldırmadığı, darp edilmediği,
* Soyut suçlamalarla sabaha karşı avukat bürolarının yasa çiğnenerek basılmadığı,
* Mesleksel faaliyetlerimizin sorgulanmadığı,
* Keyfi gözaltı ve tutuklamaların olmadığı,
* Avukatın ve savunmanın, yurttaşlarımızın hak arama hürriyeti ve savunma hakkı bakımından taşıdığı önemin farkında olan iktidarların mesleki sorunlarımızın çözümünde duyarlılık gösterdiği,* Kısaca tepeden tırnağa hukuka ve adalete kesmiş bir ülkede,
büyük bir coşku ile bayram ve şölen havasında, tadında kutlamak isterdik.- Ancak ne yazık ki tüm bunların olmadığı,
– Avukata ve onun örgütlü gücü barolara karşı saldırıların yoğunlaştığı,
tümüyle gözdağı amaçlı siyasal davalar açıldığı,
– Avukatın adliyelerden dışlandığı, bir yabancı, bir müşteri gibi görüldüğü,
– Adliyenin “saray” olmaktan çıkıp, içinde adalet ve avukatın olmadığı bir
“AVM” ye dönüştürüldüğü,
– Mesleğin adeta bir çilekeşliğe dönüştürüldüğü,
– Meslek onurumuza ağır saldırıların gerçekleştirildiği,
– Kısaca ileri faşizmin toplumun tüm kesimlerine karşı her geçen gün artan baskı ve sindirme girişimlerinin kara bir duman gibi etrafı kapladığı
bir ortamda
bu günü yaşıyoruz.

Bu nedenle bu günümüzü arzuladığımız biçimde kutlamak gelmiyor içimizden.
Hele ki tutuklu, yargılanan meslektaşlarımız varken.

Artık 5 Nisan bizler için, 1 Mayıs emekçiler için neyi ifade ediyorsa, odur.

Artık bizim için 5 Nisan bir direniş günü, mücadele azim ve kararlılığımızı
herkese bir kez daha göstereceğimiz bir gündür.

Bu vesileyle bir kez daha ilan ediyoruz ki :

– Yargının amaca uygun olarak dizayn edildiği bu ortamda savunma dimdik ayaktadır, bedeli ne olursa olsun avukatlar;

– Hak, hukuk, adalet, bağımsız yargı, hukukun üstünlüğü, demokrasi,
tam bağımsızlık istemlerinden asla vazgeçmeyeceklerdir,

– Kimden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin tüm hukuksuzluklara karşı
asla susmayacaklardır,

– Hiçbir gücün karşısında boyun eğmeyecekler, diz çökmeyecekler,
biat etmeyeceklerdir,

– Birilerinin düşlediği gibi mahkeme salonlarından geri geri çıkmayacaklar,
her zaman olduğu gibi başı dik çıkacaklardır,

– Hiçbir zaman efendi kabul etmeyeceklerdir.

– Halkın hak arama özgürlüğünü ve savunma hakkını sağlamaya,
korumaya devam edeceklerdir,

– Hiçbir güç avukatları, savunmayı, baroları teslim alamaz.

Bu duygu ve düşünceler ve taşıdığımız bu sarsılmaz inanç ve kararlılıkla, böyle ağır bir dönemde tüm bu olumsuzluklara karşın görev yapan ve bu anlamda hepsi birer
adalet savaşçısı olan tüm meslektaşlarımızın bu gününü kutluyor,
onlara şükranlarımızı sunuyoruz.

Her zaman söylediğimiz gibi; bu toplum için, yurttaşlarımızın hak arama hürriyeti ve savunma hakları için, hukukun üstünlüğü ve adalet özlemi için;

İYİ Kİ AVUKAT VAR, İYİ Kİ VARSINIZ…

İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

Gölgesinden korkan adam : Başbakan Recep Tayyip Erdoğan

M. Bedri GÜLTEKİN
İP Genel Başkan Yarımcısı

Gölgesinden korkan adam

Gölgesinden korkan adam

27 Mayıs’ı gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin üyesi Suphi Karaman Ağabeyden dinlemiştim. Devrim sonrası Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel, her Pazar günü yalnız başına Çankaya Köşkü’nün yakınındaki parka gider, bir banka oturur ve yanına gelen yurttaşlarla sohbet edermiş. Suphi Ağabeyin annesi bir gün tutturmuş;

“Beni de parka götür, Cemal Paşa’yı görmek, konuşmak istiyorum” diye.
Çaresiz, götürmüş, ama Gürsel’in kendisini görmesini istememiş, annesi Cemal Paşa’nın yanına giderken bir ağacın arkasına saklanmış. Gene de görmüş kendisini “Cemal Aga”. Etrafındaki yurttaşlara şaka yollu;

“Bu MBK üyelerinden burada da kurtuluş yok.” diye takılmış.

Koruma ordusu

Bu anekdotu, 1 Nisan günü Cumhuriyet gazetesinden Fırat Kozok’un,
Tayyip Erdoğan’ın nasıl korunduğu ile ilgili haberi dolayısıyla hatırladım.
Erdoğan’ın bilindiği üzere 200 kişilik bir özel koruma ordusu var.

Habere göre, Başbakanlığa giriş çıkışlarda memurların koridora çıkışlarına bile
izin verilmiyormuş.

Toplantılarına katılanlar iki güvenlik kapısından geçerek içeri girebiliyorlar.
Açık hava toplantılarında yüz tarayıcı kimlik aracı ile herkes tek tek izleniyor.
Geçen hafta Eskişehir’e yaptığı gezide helikopteri, Skorsky ve Kobra helikopterleri tarafından korundu.
Mitingde bütün binalara keskin nişancılar yerleştirilirken, havada bir helikopter sürekli dolaştı.
vb. vb.
Ama bütün bu tedbirler Tayyip Erdoğan’ın rahat etmesine yetmiyor.
Hatırlanacağı üzere geçen sene yakın korumalarının hepsini değiştirdi.
Korumalarına bile güvenmiyor.

Türkiye tarihinde benzeri yok

Türkiye tarihinde hiçbir devlet adamı, böylesine koruma tedbirlerine başvurmak ihtiyacı duymadı.
Cumhuriyetin ilk dönemini söz konusu bile etmiyoruz. Atatürk ve arkadaşları her zaman halkın içindeydiler. Biliyorlardı ki, eğer bir tehlike olursa, en başta halk göğsünü
siper eder.
Son dönemlerin yöneticileri; Demireller, Ecevitler, Erbakanlar ve diğerleri.
Hiçbiri göze çarpan koruma tedbirlerine başvurma ihtiyacı duymadılar.
Peki, Tayyip Erdoğan’ın bu göze batan, çevreyi aşırı ölçüde rahatsız eden koruma tedbirlerinin açıklaması nedir?
Çünkü korkmaktadır.
Suç işlediği için korkmaktadır. İşte o suçlardan bazıları:

1. Cumhuriyet yıkıcılığı

Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi’nin de 2008 yılında saptadığı üzere
“Cumhuriyet karşıtı eylemlerin odağı” olan bir Partinin Genel Başkanıdır.
90 yıllık Cumhuriyeti, “kapatılması gereken bir parantez” olarak görmektedir.
Osmanlı özlemcisidir. Cumhuriyetin laik-demokratik bütün değerlerine düşmandır.
Hazırlamakta olduğu Anayasa ile, Cumhuriyeti yıkma eylemine son noktayı koymak istemektedir.

2. BOP Eşbaşkanlığı

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir Başbakan, yabancı bir devletin projesinde
görev aldığını açıkladı.
“BOP Eşbaşkanıyım” dedi ve Diyarbakır’ı ABD’nin düzenleyeceği yeni Ortadoğu’da
“bir merkez” yapacağını söyledi.

3. Bölücülük

Tayyip Erdoğan, 11 yıllık iktidarının sonunda toplumumuzu Türk-Kürt, Alevi-Sünni olarak bölmüştür.
“Türk” adını Anayasa’nın dışına sürmek için gösterdiği çaba biliniyor.
Eyleminin adı millî devleti, milletsiz bırakmaktır.

4. Türk Ordusuna düşmanlık

Ergenekon, Balyoz ve Casusluk tertipleriyle Türk Ordusunun binlerce subayı tasfiye edilmiş, yüzlercesi hapse atılmıştır.
Türk donanması, tarihindeki İnebahtı ve Navarin gibi en ağır yenilgilerle kıyaslanabilecek bir darbe almıştır.
En önemlisi, Ordunun vatanı savunma iradesi tahrip edilmektedir.

5. Komşu ülkelere düşmanlık

Tayyip Erdoğan, Suriye’ye yönelik terör faaliyetine yataklık yapmaktadır.
Barzanistan’ın Irak’tan kopmasını teşvik etmekte, bu ülkedeki mezhep ayrılığına oynamaktadır.
Suriye ve Irak politikaları dolayısıyla, Türkiye’yi, İran ve Rusya ile karşı karşıya getirmiştir.

Sonuç

Bu listeyi uzatabiliriz. Ülke kaynaklarının yerli ve yabancı tekellere peş keş çekilmesini, yabancı ülkelerdeki milyar dolarlık gizli hesapları ve çocuklara alınan gemicikleri saymıyoruz bile.

Bütün bunlar suçtur; ülkeye, millete ve Cumhuriyete karşı işlenmiştir.
Bu kadar ağır suçları işleyen bir kişinin kendi gölgesinden bile korkar hale gelmesi
son derece doğaldır.

  • Tayyip Erdoğan Millet’ten korkmaktadır.

ulusalkanal.com.tr, 7.4.13

Özbey’den tehdit savuran Hüseyin Çelik’e sert uyarı

Özbey’den tehdit savuran Hüseyin Çelik’e sert uyarı

İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Hasan Basri Özbey, yurttaşları tüm gücüyle,
8 Nisan’da (2013) Silivri’ye, Atatürk’te birleşmeye çağırdı. Özbey, yurttaşların Türkiye’nin dört bir yanından binlerce otobüsle Silivri’ye doğru yola çıktığını açıkladı. Özbey, tehditler savuran AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik’i de uyardı, görevini hatırlattı; “Sizin göreviniz yurttaşların güvenlik ve huzur içinde Silivri’de olmalarını sağlamaktır.”

Özbey’den tehdit savuran Hüseyin Çelik'e sert uyarı

İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Hasan Basri Özbey, tüm yurtseverleri 8 Nisan’da Silivri’ye vatan savunmasına çağırdı.

“8 Nisan’da Silivri Ovasında huzur ve güven olacak. Birlik, kardeşlik, barış rüzgarları esecek.”

Özbey, Silivri’de buluşmak için hazırlanan güçleri tehdit eden AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik’i uyardı.

“Provakasyon, tertip, yıkıcılık onların işidir. Türk Milletini ayaklar altına almaya kalkışmak, PKK’yla koalisyon kurarak Türkiye’yi bölmek, Akil Adamlar Mangaları oluşturmak, türk Ordusunu imha etmekten, yurtseverleri tertiplerle tutsak almak, Atatürk Cumhuriyet’ini yıkmak, İsviçre bankalarında 8 hesapta milyarları depolamak!.. Bunlardan daha büyük kışkırtma olabilir mi?”

Özbey, Çelik’e asıl görevini hatırlattı.
“Sizin göreviniz yurttaşların güvenlik ve huzur içinde Silivri’de olmalarını sağlamaktır.”

Özbey, CHP’li bir grup milletvekilinin, ziyaret ettikleri Hüseyin Çelik’e “Silivri’ye gitmeyin çağrısına uymayacaklarını” söylediklerini anlattı.

Özbey, Türkiye’nin dört bir yanından binlerce otobüs ve özel aracın Silivri’ye doğru yola çıkmaya hazır olduğunu açıkladı. Sadece İşçi Partisi’nin Siliviri’ye gidecek otobüs sayısının 500’ü aştığını belirtti.

ulusalkanal.com.tr, 7.4.13

Dr. Ali Nejat Ölçen : OSMANLI CİNAYETLER TARİHİ

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

Portresi_Ali_Nejat_Olcen.jpg

OSMANLI  CİNAYETLER TARİHİ

  • Din, bir ülkede siyasallaşır ve devletin yan kuruluşu olursa
    o ülkenin tarihi
    cina­yetlerin tarihine dönüşür.

Fatih Sultan Mehmet ile saltanatın korunması bahane­siyle veliahtların katledilmesi kurallaşıverdi. İslam’ın kutsal kitabında böylesi ci­nayeti öngören bir ayet var mı? Sadrazam İbrahim Paşa’nın bir gece yarısı Ka­nuni Sultan Süleymanın halvetinden çıkarken, kapı önünde cellatlara boğdurul­ması devletin yararı gereği miydi?
Örneğin Murat III Taht’a çıktığında beş karde­şini öldürtmüştü, bunlardan birisi
1 yaşındaydı. Üstelik Saray kırk gün matem tutmuştu. 1595’te Taht’a çıkan
Mehmet III’ün 102 çocuğundan 27’si kız ve 20’si erkek olmak üzere yaşamaktaydılar. Kardeşlerinden 19’unu boğdurtarak öl­dürttü, iki şehzadeden gebe kalan 7 cariyeyi de denize attırarak yaşamalarına vahşice son verdi. Sağ kalan şehzade Mahmut da
idam edildi. Taht’tan indirilerek öldürülen Selim III’ün (1807) kusuru neydi?
Osmanlı devletinde sanayi tesisleri kurulmasına öncülük eden ilk Padişah  idi O.

Murat IV’ün kardeşi İbrahim, herhalde devletin yararı gereği ömrünü ölüm korku­suyla kafes içinde geçirmişti. İçkiyi yasaklamasına karşın, 28 yaşında alkol ko­ması ile yaşamını yitiren Murat IV’ün kardeşi olan bu zihinsel özürlü İbrahim, Padişah olduğuna inanmadığı için, Kösem Sultan O’na Murat IV’ün cesedini göstermişti (yıl 1640).

Ölümden kurtulan şehzadelerin pek çoğu da kafes içinde ölüm korku­suyla yaşadıklarından, zihinsel geriliğe uğradılar, Mustafa I bunlardan bi­riydi. 1687’de
Taht’a çıkan Süleyman II de 40 yıl yaşamını kafes içinde ge­çirmiş, Osmanlı’nın
ilk yatalak padişahı olmuştu. Ancak 4 yıl dayanabilmiş, 22 Haziran 1691’de Edirne’de ölmüş ve cesedi buza sarılarak İstanbul’a getiril­mişti. Ne gariptir ki, 7 yıl kafeste kaldıktan sonra 1695’te padişah olan Mus­tafa II, 22 Ağustos 1703’te Taht’tan indirilerek yeniden kafese konuldu 4 ay sonra da yaşamını yitirdi. 1703’te Padişah olan ve Lale Devri’nin çıl­gınlığını yaşayan Ahmet III de 1 Ekim 1730’da
Taht’tan indirilerek kafese kondu.

*********

Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi’nin 18.11.1922 günlü gizli celsesinde
haklı olarak:

  • “Ali Osman’ı kabul etmek muhafaza etmek zaruretindeyiz. Bu ailenin içinde bizim aradığımız evsafı bulmak bugün için biraz müşküldür. Belki gençleri sureti mahsusada yetiştirdikten sonra evsaf ve sıfatı lazimeyi haiz insan­lara tesadüf edilebilir. Fakat bugün bu ciheti hakikaten tetkik ve tahlil edecek olursak pek müşkül vaziyette kalırız.” demişti.

Çünkü Osmanlı ailesi yozlaşmaya (dejenerasyona) uğramış, devlet yönetimi için gerekli genetik özelliklerini yitirmişti. Hemen tümü çocukluk ve gençlik dönemlerini
ölüm korku­suyla kafes içinde geçirmişti. Örneğin ömrünü kafes içinde geçiren İbrahim, kar­deşi Murat IV öldüğünde padişah olduğuna inanmamıştı.
Padişah olduğunda da Taht’tan indirildiğinde öldürülmesine kim karar vermişti?

Şeyhülislam!

İslam’ın kutsal kitabındaki hangi ayete göre bu cinayete karar vermişti?

Padişahların fetva ile vezirlerin ferman ile öldürülmeleri Osmanlı’nın temel
ku­ralı olmuştu. Sn. Zeki Kentel gibi “Türlüğe yakışır mı bu?” diyemiyorum.

  • Padişahla­rın hiçbirinin anası ya da karısı Türk değildi!

Ve de Türk sözcüğünü padişah ve vezirlerin ve de Saray erkânının kullandığına
kimse tanık olmamıştır.

  • Hatta Türkçe konuşulmasını da yasaklamıştı bu Osmanlı.

Anadolu kılıç kullanarak o ha­nedana toprak kazandırmakla görevliydi ve kul ve kölesiydi Osmanlı’nın. Ana­dolu’ya çaktığı bir tek çivisine rastlayamazsınız.

Demokrasiye özlem duyan yurttaş olabilmişsek bu Mustafa Kemal Atatürk sayesindedir.

Kanuni Sultan Süleyman’dan, Akdeniz’de serbest ticaret izni alan Anthony Jenknson  anılarında ondan “Büyük Türk” olarak söz eder. Kraliçe Elizabeth de serbest ticaret iznine el koyarak İngiltere’nin Levant Company’nin kuruluşunu öngören buyruğunda Mehmet III’ü “Grand Turk” olarak tanımlamıştı; yıl 1579.

Ne yazık ki, 434 yıl sonra Cumhuriyet Türkiye’sinde AKP iktidarı “Türk” sözcüğünü “ırkçılık” olarak yorumlayacak başbakan R.T. Erdoğan da “milliyetçiliği ayak altına aldığını söyleyecektir. Türk’lüğün Anayasa’dan çıkarılmasına ilişkin çabalara tanık olacağız. Bunun bir benzerine bir başka devlette rastlamak olanaklı mı? Kendi ulusunu yadsıyan bir siyasal iktidara hangi ülkede rastlanmıştır? İşte Alman Anayasasının 2’nci maddesi:

  • Das Deutsche Volk bekennt sich darum zu unverletzlichen und veraeus-serlichen Menschenrechten..

Türkçesi: Alman Halkı dokunulamaz ve devredilemez insan haklarıyla kendini tanımlar.

O ülkede Anayasadan “Alman” sözcüğünü çıkarmayı önerecek kadar alçak ve hain birine rastlayamazsınız.

  • Fransız Anayasasının ilk maddesi “devletin dilinin Fransızca “olduğunu
    hükme bağlar.

Orada hiç kimse “devletin dili olur mu” diyemez. ABD senatosu ve Meclisinde
hiç kimse İspanyolca konuşmaya yeltenemez. O ülkenin ulusları katıksız milliyetçidirler. Milliyetçiliği ayak altına aldığını söyleyecek bir başbakana rastlayamazsınız.
Eğer söylerse O’nu kürsüden indirirler ve psikiyatri uzmanına gönderirler.

Dahası, dinin yasakladığı  içkilere alışkanlık içinde yaşamını yitiren devlet adamlarına da rastlamak olanak dışıdır Osmanlı dışında. İçkiyi yasaklayan Murat IV‘ün kardeşi, alkolik olduğu için 28 yaşında yaşamını yitirmişti. Padişah Beyazıt, kardeşi
Sultan Cem’i yeşil bayrak altında yenilgiye uğratırken kendisi şarap düşkünü idi.
Bir toplantıda Gedik Ahmet Paşa’nın da şarap içmesini ısrarla istemiş ve ikisi de sarhoş olmuştu. Şölen bitmek üzereyken başarılı komutanlara cübbe dağıtıldı ve
Gedik Ahmet Paşa’nın kaftanı siyahtı. Bu, O’nun ölümüne karar verildiği anlamına geli­yordu.  İçeriye alınan çavuşlar Gedik Ahmet Paşa’yı çırılçıplak soydular ve dövmeye başladılar.

Sn. Zeki Kentel’e soruyorum : Bırakınız bunun Türk’ün ahlakına yakış­mamasını,
İslamın hangi ayetine yakışıyor?

Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı hanedanını ülkeden kovmasını Türk’e yakışır bulma­masına ilişkin iletisini bizlere göndermeden önce, Vahideddin adındaki bir
padi­şahın ülkeyi işgal eden düşmanın savaş gemisine sığınarak ülkeden kaçmasını Türk ahlakına yakışır buluyor mu?

  • Yeryüzünde hiçbiri, Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekleştirdiği devrimler kadar insancıl değildir. 

Bunun bir benzerine rastlanamaz. Büyük Fransız Devrimi‘nde giyotinler işlemiş,
Louis XVI, önce tahtından indirilip hapsedilmiş ve 1792’nin 21 Ocak günü giyotin altında başı koparılmış ve Kraliçe Marie Antoinet’in de giyotin altında başı gövdesinden ayrılmıştı.

  • Sovyet Devriminde Çar ailesi yok edilmiştir.

Osmanlı hanedanı canları bağışlanıp ülke dışına sürgün edilmişse,
Mustafa Ke­mal’in Cumhuriyeti’ne müteşekkir olmalıdırlar.

Ayrıca Osmanlı hanedanının ülkemiz dışına atılmasına ilişkin yasa Millet Mecli­si’nde kabul edildiği gün, Mustafa Kemal Paşa Çankaya’da idi. Hilafet’in kaldırılmasını ve Osmanlı hanedanının kovulmasını öngören yasayı Şeyh Safvet efendi
her il­den bir milletvekilinin katılımıyla hazırlamış ve Millet Meclisi’ne sunmuştu.
Şeyh Safvet efendi ve 52 milletvekilinin birlikte hazırladıkları yasanın  1 ve 2 . madde­leri şöyleydi:

Madde1- Halife hal’edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumuna (kavramına) mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır.

Madde 2- Mahlu’halife (Tahtından indirilmiş halife) ve Osmanlı Saltanatı münderisesi
(izi kalmamış) hanedanını erkek ve kadın bilcümle azası ve damatlar,
Türkiye Cumhuriyeti memaliki 
(toprakları) dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyen memnunudur (sonsuza dek yasaklıdır). Bu Hanedana mensup kadınlardan mütevellit (doğan) kimseler Al-i Osman’dan addedi­lirler.

Büyük Millet Meclisi’nin oybirliğiyle kabul ettiği bu yasa için Türk ahlakına yakı­şır mı?” türünde soru sormaya kimsenin hakkı olamaz.

  • Devrime karşı çıkanlar yaşamlarını yitirmeyi göze almalıdırlar.

Tarihin diyalektiği böyle işler buna karşı çıkmaya hiç kimsenin gücü de yetmez.
Sn. Zeki Kentel herhalde Osmanlı Hanedanı’nın canını bağışlayan ve yurdumuzda kalmalarına izin vermeyen bu yasanın Meclis’te nasıl görüşüldüğünü ve Rize milletvekili Ekrem Bey’in neler söylediğini ve yasayı nasıl savunduğunu incelemeye vakit ayıramamış. Rize milletvekili Ekrem Bey, 24 Mart 1940 günlü o celsede bakınız
neler söylemişti:

Mektebi Harbiye’nin biliyorsunuz talimhaneye müteveccih (yönelik) mermer sütunlu mermer merdivenleri vardır. Bunun kapısından bakıyordum, mer­mer merdivenin aşağısında Sadaret (Başbakanlık) mevkisini işgal etmiş vükela­dan (bakanlardan) birini, ferik (tümgeneral), rütbesiyle apoletleri ve meha­betli (görkemli) vücuduyla ve arkasında bütün yaverleriyle bir nefer vaziye­tinde gördüm. Bu zat ve maiyeti mükellef bir arabanın önünde duruyordu. Tabii merak ettim, baktım. Bu, Sultan Hamid’in 14 – 15 yaş­larındaki şehzadelerinden biriydi. Bu levha bana derhal garip bir tesir yaptı. Çünkü bu çocuk
bir hiçti ve hiçbir evsafı olmayan bir insancıktı. O zaman bu çocuğa o hürmet, Sultan Hamid’in oğlu olarak yapılıyorsa, Hamid denilen adam, o canilerdendir ki, cinayeti yalnız Mithat Paşa gibi nice insanları mahvetmekten ibaret değildir. Sonra haber aldım ki,
5-6 yaşındaki çocuklar önünde de vükela-ı rical ve ekabir böyle el pençe divan dururlarmış. Saltanat devrildiği halde.

Sn. Zeki Kentel, görüyor musunuz o köhnemiş hanedanının yurt dışına atılmasındaki isabeti! Zaten Hanedan’ın yurt dışına atılmasını öngören yasayı Meclis’te savunurken “Hiçbir devlet iki başlı yönetilemez.” demişti.

Sn. Zeki Kentel, iletinizdeki bir tümceden Padişah Vahidüddin’in de sürgüne
gön­derildiği anlamı çıkmakta. Hayır O, Valide Sultan tanımındaki karısını, İngiliz işgal güçlerinin komutanı General Harrington’a emanet ederek  İngiliz savaş gemi­sine (Malaya adlı) sığınmıştır gizlice, gece yarısı firar etmişti. O’nun firar ettiği Millet Meclisi’nde açıklanırken, toplantı salonuna şu sözler yansımıştı:

Allah kahretsin! (17.11.1922, TBMM gizli celse).

Halife olan Padişahın firarına ilişkin soruyu ben soruyorum:

Türk ahlakına yakı­şır mı?

Tarihimizde bunun bir benzeri yoktur.
Zaten Türk olan devlet adamı bu denli alçalamaz, alçalmamıştır.

Saygılarımla.
(7.4.13)

Dr. Ali Nejat Ölçen

Kaynakça

1. TBBM, Gizli Celse zabıtları, cilt 1-4
2 .Y. İzzettin Barış, Prof. Dr. Osmanlı Padişahlarının Yaşamlarından kesitleri hastalıkları ve ölüm sebepleri, Bilimsel Tıp yayınları, Ankara, 2002
3. Ali Nejat Ölçen. Kendini Yokeden Osmanlı, İmaj Yayınevi, Ankara, 2. baskı, 2008.
4. Joseph von Hammer. Osmanlı Devleti Tarihi. Çev. Mehmet Ata, Milliyet mtb., İstanbul, 1966, cilt 1 ve 2.

Ruhat Mengi : Akil Adamlara Para Ödenecek mi?

Akil_insanlarin_faturasi_37_milyon$

Akil Adamlara Para Ödenecek mi?

İki gündür en çok karşılaştığım sorulardan biri bu, başlıktaki soru..

  • Tam 63 kişiden oluşan “akil” kişilere bizim cebimizden para ödenecek mi?

“Onlara yüksek maaşlar bağlanırken üstüne bir de sekreter, danışman, makam araçları, yüklü telefon faturaları, saymakla bitmeyecek masraflar kim tarafından ödenecek?”

Şimdi tamam, terörün bitirilmesi için Hükümet “PKK’nın taleplerinin kabul edileceği”bir süreç başlattı ve bu süreçte “yeni anayasaya gerek var” denilerek başlatılan çalışmaların da esas konusunun “yine aynı talepler” olduğu anlaşıldı.

Toplumun büyük kesimlerinde bu toplu sürece tepkinin olduğu da ortaya çıktığı için Hükümet her fırsatta “Sürece destek şu kadar” diye yeni-yepyeni araştırmalar (!)
öne sürüyor ama halkın da bu konuları merak etmesinin önüne geçilemez değil mi?

  • Başbakan önce reddetmişti

Başbakan önce Oslo’da “PKK’nın karşısına devlet oturtuldu” diye tepki gösterenlere “İspat etmeyen şerefsizdir, terör örgütüyle masaya oturmadık..” demiş, sonra MİT’çiler hakkında soruşturma açılması iktidar partisi tarafından çıkarılan yasayla önlenmiş, Hakan Fidan’ın da Oslo’ya “Başbakan’ın özel temsilcisi” olarak gittiği
kendi ağzından açıklanmıştı..

Şimdi “çözüm” için PKK ile Hükümet açıkça görüşüyor ama buna rağmen iki taraf bu söz konusu “çözüm”ün (özerk bölgeden, Türklük tanımının çıkarılmasından başlayıp Öcalan’ın serbest bırakılmasına kadar birçok talep) kolay kolay gerçekleşmeyeceğini “birbirine tümüyle zıt” açıklamalarla ortaya koyuyor, halk da izliyor.

Bu durumda doğal olarak akiller grubunun maddi olarak neye mal olacağını merak eder. Bunun açıklanması gerekiyor.

76 milyonun özeti mi?

Başbakan Erdoğan dün “akil adamlar” toplantısında “76 milyonun özeti sayılabilecek bir akiller listesi” yaptıklarını söylemiş. Ve “PKK ile görüşmeler” süreci için “artık helalleşme zamanı” demiş..

Benim dikkatimi en çok bunlar çekti, lütfen diyelim; o grup kesinlikle “76 milyonun özeti” olamaz..

Ve PKK da “helalleşmek” ten değil, bir “alışveriş”ten söz ediyor.
Alışveriş bile değil, sadece “terör yapmamaları” karşılığında bir dizi “alış”tan..
Keşke iki konuda da ben haksız, Başbakan haklı olsaydı!

Ruhat Mengi
haber.gazetevatan.com/akil-adamlara-para-odenecek-mi/527539/4/yazarlar, 5.4.13

Papa’nın atkısında erotik figürler ??


Papa’nın atkısında erotik figürler ??

Papa'nin_atkisi1

  • “Dinler ateşböcekleri gibidir: Parlayabilmek için karanlığa gereksinim duyarlar.
  • Tüm dinlerin koşulu, yaygın olan belirli bir derecede cehalettir ki ancak ve yalnızca bu havada yasayabilirler.”  Arthur SCHOPENHUER

Papa'nin_atkisi2

  • “Yeryüzünün en büyük imparatoru menfaattir.” Montesquieu

Dostlar,

Sayın Nurullah AYDIN’ın “HAÇ-YILDIZ-HİLAL SENTEZİ ve TÜRKİYE” başlıklı yazısına aynı gün (9 Temmuz 2012) Sayın Prof. Dr. Kerem Doksat’ın yanıtını Papa ve Papalık, “siyasallaştırılan din!” ya da “siyaset için icat edilen din” bağlamında
bir okuma parçası olarak paylaşmayı yararlı buluyoruz.

Okumak için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

HAC_YILDIZ_HILAL_SENTEZI_ve_TURKIYE_Nurullah_Aydin’a_yanitiyla

Sevgi ve saygı ile.
7.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net