Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI : ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ

Dostlar,

Alpaslan Işıklı hocamızın çok önemli br makalesi aşağıda..

pdf olarak da okunabilir…

ATATURKCULUGUN_GUNCELLIGI_2005_Alpaslan_ISIKLI

Rahmetli, hem sosyalist hem de Kemalist olunabileceğini düşünüyor ve yaşıyordu. “Sosyalizm, Kemalizm ve Din başlıklı kitabı bu tezi sıkı biçimde savunmakta..

Kemalizm_Sosyalizm_ve_Din_kitabi

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ 

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI / 18.07.05

Atatürkçülüğün güncelliği üzerinde konuşurken, öncelikle günümüzün koşullarının temel belirleyicilerine açıklık getirmekte ve nasıl bir tarihsel aşamada ve nasıl bir dünyada yaşamakta olduğumuzu, anahatlarıyla da olsa görmekte yarar bulunduğunu düşünmekteyim.

Ülkemizin bugününün ve yakın geçmişinin konu edildiği her durumda anımsamadan edemediğim bir tespit vardır; izninizle burada da onu nakletmek istiyorum.

Ünlü tarihçi Albert Sorel, Sorbonne Üniversitesindeki derslerinde İngiltere ile ilgili konulara sıra geldiğinde “İngiltere bir adadır” dermiş ve ardından eklermiş: “İngiltere ile ilgili söyleyeceklerimin yarısını söyledim”. Gerçekten de İngiltere, coğrafi konumuna koşut olarak dünyadan kopukmuş gibi bir durumda olmuştur. Hala herkes sağdan giderken onlar soldan gider; dünyada en sonunda yalnızca iki kralın kalacağı söylenir: İngiltere kralı ve iskambil kağıdındaki kral.

Günümüzde, Manş’a tünel yapılmasına koşut olarak, İngiltere bile bu özelliğini birçok bakımdan yitirmiş gibidir. Yeryüzünde ülkeler arası etkileşimin yoğunlaşması ve tek kutuplulaşan dünyada insanların ve ulusların kaderinin giderek güçlenen uluslar üstü karar ve iktidar odaklarının eline geçmesi yönündeki sürecin bir parçası olarak; tüm ülkeler, kurulmakta olan küresel köyün muhtarlığına tâbi olmak konumuna itilmiştir. Ülkemizin durumu başından itibaren bundan farklı olmuştur. Türkiye bir ada değil, köprüdür. Üstelik, yeryüzünün metropollerinin hemen yanı başında konuşlanmış olan bir köprü. Bu nedenledir ki Türkiye’deki her türlü oluşumun ve gelişmenin arka planında bu köprü olma konumundan kaynaklanan etkilerin bulunduğunu görmeden gerçekçi tahlillere varmak olanaksızdır.

Son dönemlerin çelişkili bir gelişmesi olarak, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte halkımızın bu değerlere olan bağlılığının derinleşmesi ve Atatürkçülüğün yaygın ve yoğun bir güncellik kazanması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Atatürk’ün tarih sahnesindeki müstesna ve parlak yerini almaya başlaması, bu asrın başlarında yeryüzünün yaklaşık bir asır boyunca içinde yuvarlandığı derin ekonomik ve sosyal bunalımların, 1929-30 yıllarında genel bir ekonomik bunalım halini almasından hemen önce gerçekleşmiştir. Ekonomik bunalımın tüm toplumsal sınıflar açısından doğurduğu acılar, bunalımla bağlantılı olarak ve bu bunalımın hemen öncesinde ve sonrasında patlak veren dünya savaşları felaketleriyle büsbütün dayanılmaz boyutlara varmıştır.

Yaşanılan bunca deneyimden çıkarılan dersler, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı ve Kuzey Avrupa’da yeni bazı arayışlara ortam hazırlamıştır. Bu koşullarda İngiliz iktisatçısı Keynes’in 1936’da ortaya attığı ekonomik kuram, geniş yankılar uyandırmış; bu kuramın bunalımdan çıkış için kaçınılmaz gördüğü, ekonomide devletin rolüne ve düzenleyiciliğine ilişkin görüşler, sosyal refah devleti uygulamalarının hayata geçirilmesi yönündeki eğilimlere güç katmıştır.

Ancak, daha önce de kendi ülkelerinin sorunlarına, devletin sorumluluk üstlenmesi yoluyla çözüm bulmuş olan başka devlet adamları da vardır. Bunlardan birisi Amerikan cumhurbaşkanlarından Roosevelt’tir. 1930’ların başında uyguladığı, kısmî de olsa, planlı ve devletçi bir çözüm yolunu ifade eden New Deal politikasıyla, o dönemde ülkesinin karşı karşıya bulunduğu işsizlik ve kısmi yoksulluk sorununun aşılmasını sağlamıştır. Ne var ki Roosevelt’in de Keynes’in danışmanlığından yararlandığı bilinmektedir.

Bir başkası daha var ki değil Keynes’in danışmanlığından yararlanmaya; cepheden cepheye koşmaktan, rahatça kitap okumaya bile fırsat bulamamıştır. Fakat askeri alanla sınırlı olmayan emsalsiz dehası sayesinde, Batının asırlardır içinde yuvarlandığı ekonomik ve sosyal felaketlerin gerçek sebeplerini başından itibaren görmüş ve ülkemizde uyguladığı ekonomik ve sosyal politika sayesinde, tüm dünyanın 1929-30 bunalımını yaşadığı bir dönemde Cumhuriyet döneminin en parlak ekonomik  başarılarının sağlanmasına öncülük etmiştir.

  • Bu büyük deha Mustafa Kemal Atatürk’tür!

Böylesine bir ekonomik yapılanma, ülkemizin 2. Dünya Savaşı felaketinin dışında tutulmasına olanak sağlayan politikalara da temel oluşturmuştur. Bu sayededir ki 30’lu yıllarda ve sonrasında dünyanın önemli bir bölümü demokrasi dışı rejimlerin tahakkümü altında kıvranırken, Türkiye dönemin tüm ülkelerine kıyasla demokratiklik açısından asla geri sayılmayacak bir yapılanmayı gerçekleştirebilmiştir.

Öte yandan, belirtilmesi gerekir ki,

  • 2. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan sömürgeciliğin çözülmesi sürecinin temelinde de Atatürkçülük vardır.
  • Anadolu’da tutuşturulan bağımsızlık meşalesi, tüm mazlum milletlerin kurtuluşu hareketinin yolunu aydınlatmıştır.

Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri, sosyal devlet uygulamaları sayesinde, uzunca bir süre için, ekonomik sorunlarını aşmayı başarabilmiş; 19. yüzyılda ancak ütopyacı düşünürlerin hayal edebildikleri bazı sosyal adaletçi uygulamaları, kendi ülkelerinin sınırları çerçevesinde hayata geçirebilmişlerdir.

Ne var ki bu dönemde de bir büyük sorun, tüm insanlığın kaderini içten içe kemiren bir hastalık gibi varlığını sürdürmüştür. Bu sorun, dünya ölçeğinde varlıklı ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek derinleşmesiyle varlığını duyurmuştur. Bu uçurumdur ki 70’li yılların başından itibaren sanayileşmiş ülkeleri de içine alan bir yeni büyük ekonomik bunalımın doğmasına neden olmuştur.

Bir bakıma, adaletsizlikler içinde kıvranan bir dünyada refah adacıklarını sonsuza kadar yaşatmanın olanaksızlığı görülmüştür. Amerikan asıllı iktisatçı Susan George bu durumu “bumerang etkisi” olarak isimlendirerek açıklamaktadır. Yani, uluslararası ekonomik ilişkilerde güçlüler tarafından dayatılan kurallar, bir bumerang gibi, dönmüş dolaşmış bu kuralları dayatanları da vuran sonuçlara varmıştır. Bu durumda, Willy Brandt veya Olof Palme gibi bazı isimler, gerçek çözümün, sosyal adalete
ve demokrasiye belli bazı ülkelerle sınırlı olmayan evrensel ölçekte bir uygulama alanı ve geçerlilik kazandırmak olduğunu görmüşler ve bu görüşlerini “Uluslararası
Yeni Ekonomik Düzen”
adı altında özellikle Birleşmiş Milletler bünyesinde dile getirmişlerdir. Ne var ki hiçbir şey yalnızca dile getirilerek hayata geçmiyor.
Galile’den önce Bruno, dünyanın en basit doğrusunu dile getirmiş; dünyanın yuvarlak olduğunu söylemişti. Giardano Bruno’nun diline çivi çaktılar ve yaktılar. Uluslararası düzeyde daha adil ilişkilerin kurulması yönündeki özlemler de,
gerekli demokratik oluşumların ve güçlerin vücut bulmamış olmasından dolayı gerçekleşememiştir.

Her zaman her konuda olduğu gibi, bu konuda da çözümsüzlük, denenmiş ve iflası kanıtlanmış çözümlere yeniden sarılmak sonucunu doğurmuştur. 19. yüzyıla doğru estirilen “değişim rüzgarları” 19. yüzyıla özgü çözümlerin, tek kutuplulaşan dünya ölçeğinde neoliberal küreselleşme biçiminde yeniden diriltilmesi sonucuna varmış bulunuyor.

Uluslararası ekonomik ilişkilerde gerçekleştirilen yeniden yapılanma süreci, güçlüyü daha güçlü yapan eğilime hız katmıştır. Bu yolla, görülmemiş ölçüde yoğunlaşarak uluslararasılaşan sermaye, bunalımın yükünü kendi dışına yansıtma olanağını artırmıştır. Uluslararası sermaye, hiçbir kamusal denetimin boyutlarına sığmayan bir güce erişmiştir. General Motors’un cirosu Danimarka’nın; Ford’unki Güney Afrika’nın; Toyota’nınki Norveç’in gayri safi yurtiçi hasılasını aşmıştır.[1]

Ulus devleti tarihe gömmek kararlılığıyla kurulmak istenen yeni dünya düzenine özgü
bu tür bir iktidar yapılanmasında demokratik denetime ve halk egemenliğine yer yoktur. Bu durumu tanımlamak için iktisatçı Susan George, bir “Dünya Bankası İmparatorluğu”ndan söz eder olmuştur.[2] Öte yandan, Kanada’lı profesör Chossudovsky, bir “küresel totalitarizm” çağının başlamakta olduğuna
işaret etmektedir.[3] Fransız düşünür Alain Minc ise, yeni bir Orta Çağ’a dönüşten
söz etmektedir.[4]

Günümüz koşullarını belirleyin egemen eğilimin Atatürkçülük ile çelişkisi de tam
bu noktada düğümlenmektedir. Çünkü Atatürkçülük ülkemizde ulus devletin özünü oluşturan temel ideolojidir.

Çünkü Atatürkçülük, “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” demektir;
“egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” demek değildir.
70’li yıllarda baş gösteren ekonomik bunalımın üstesinden gelme iddiasıyla, 70’li yılların sonlarında baş gösteren ve 90’lı yılların başlarından bu yana kendisini kabul ettiren neoliberal küreselleşme, bunalıma çözüm getirememiş; üstelik bunalımın temelinde yatan uluslararası gelir adaletsizliğini büsbütün artırmıştır.

Bugün yeryüzünde daha önceki sömürge dönemlerinin hepsini geride bırakacak ölçüde Güney’den Kuzey’e doğru bir kaynak akımı başlatılmıştır.[5][5] “Böylece 1982-1990 yılları arasında sekiz yılda, yoksullardan zenginlere doğru, yalnızca borç servisleri yoluyla, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika’nın Avrupa’ya yaptığı Marshall yardımlarının sekiz katı tutarında bir gelir transfer edilmiştir. Yoksul borçlu ülkelerdeki ortalama bir yurttaş, alacaklı bir OECD ülkesindeki ortalama yurttaştan 55 kez daha yoksul olduğundan [bu süreç] taştan kan çıkarmaya benzemekte”dir.[6]

1960’ta, dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan %20’sinin zenginliği en yoksul ülkelerde yaşayan % 20’sininkinin 30 katı iken, 1995’te 82 katı olmuştur.[7] Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996’da, 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul % 45’inin yıllık gelirlerinin toplamına eşittir.[8]

Sorunun önemi, uluslararasılaşmış ve her türlü kamusal denetimin dışına çıkmış olan sermayenin, vergi sorumluluğundan kurtulmanın yolunu da bulmuş olmasıyla büsbütün artmıştır. Oysa, Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya zenginliğinin yarısını elinde bulunduran 400 milyarderin %4 oranında vergilendirilmesi (A. Saltık : James TOBIN vergisi) mümkün olsa, yeryüzündeki yoksulluk ve sağlık sorunu kökünden çözülmüş olabilecektir.[9] Bütün bunların anlamı, sömürgeciliğin değişik kılıklara bürünmüş olarak ve fakat eskisini aratmayacak boyutlarda kabarmış olmasıdır. Günümüzde egemen olan eğilimin bu yönü itibariyle de Atatürkçülük ile derin bir çelişki içinde bulunması kaçınılmazdır.

  • Çünkü Atatürkçülük, yeryüzünde sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadelesi bayrağını ilk defa yükseltmiş olan hareketin adıdır.

Uluslararası sermaye, kamusal denetimin dışına çıkmayı başardığı ölçüde, kârdan başka bir öncelik tanımaz olmuştur. Dünya’daki tüm ekonomik faaliyetin 1/20’si 200 tane işletmenin elinde bulunmaktadır. Ancak, bu 200 işletme, dünya faal nüfusunun yalnızca % 0,75’ine iş olanağı sunmaktadır.[10] Yeryüzünde her gün 2000 milyar dolar para
el değiştirmekte, bu miktarın ancak % 5’i reel mal ve hizmet alışverişi için yapılmaktadır; geri kalan tümü spekülatif harcamalara gitmektedir.[11] Böylece, üretmeyen, istihdam yaratmayan bir sermaye türü doğmaktadır.

Bunun sonucu, işsizlik ve yoksulluğun, metropol ülkelerini de içine alacak biçimde artması olmuştur. İşsizlerin sayısı, OECD ülkelerinde  40 milyonu aşmıştır. Fransa’da son yıllarda her ay işine son verilenlerin sayısı 35 000’i aşmıştır.[12] Yalnızca Londra’da sokaklarda yatıp kalkan evsizlerin sayısı 400 000 olmuştur.[13] ABD’de de işletmeler, rekabet koşullarını düzeltmek gerekçesiyle her gün binlerce insanın işine son vermektedirler. Bu durum, suçluluk oranlarında anormal bir sıçramaya yol açmıştır. ABD’de mahpusların sayısı, 1965-1990 arasında 4 kat artmıştır; cinayet suçundan hüküm giyen gençlerin sayısında, 1987-1991 yılları arasında % 85 oranında bir artış görülmüştür. [14]

Başta Batı ülkeleri olmak üzere, tüm dünyada, uyuşturucu kullanımında, falcılık büyücülük gibi akıl ve mantık dışı cereyanlarda ve birtakım sapkın tarikatlarda ve örgütlenmelerde anormal bir artış baş göstermiştir. Bütün bu olumsuzluklar, dünyayı yönetilmesi güç bir kaos ortamına dönüştüren sonuçlar doğurmaktadır. Şimdilik, bulunan çözüm, bunalımın yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelerinin üzerlerine yansıtmaktan ibarettir. Bu yüzdendir ki bizimki gibi ülkelerde çok cılız da olsa bugüne dek gerçekleştirilmiş bulunan bazı sosyal devlet kazanımlarının tahribi gündeme gelmiştir.

Bu da gene Atatürkçülük ile çetin bir hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır.

  • Ülkemizde, Isparta dağlarındaki çobana cumhurbaşkanlığı yolunu açan; köy çocuklarından dünya çapında yazarlar, sanatçılar çıkmasını sağlayan eğitim sisteminin temelinde Atatürkçülük vardır.

Bugün tekrar hortladığına tanık olduğumuz bazı hastalıkları, çok daha sınırlı bütçe olanaklarına sahip bulunduğumuz Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen ortadan kaldırmayı mümkün kılmış olan sağlık politikaları Atatürkçülüğün eseridir. Kısacası, sanayileşmenin ilk basamaklarında bulunan ülkemize özgü bir sosyal devlet anlayışı doğrultusundaki ilk ve önemli adımlar, Atatürkçülük sayesinde atılabilmiştir.

Günümüzde ulus devleti, halk egemenliğini, yani demokrasiyi hedef alan saldırılar, sosyal devlet kazanımlarına da karşıdırlar. Bu durum, bağlı oldukları ideolojik dogmaların da doğal gereğidir. Bu nedenledir ki ülkemizin somut gerçekleri çerçevesinde, tüm bu unsurların gerisinde yatan temel nitelikte bir değer olarak Atatürkçülüğü karşılarında bulmaktadırlar.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırıların yoğunlaşmış olmasının gerçek nedenleri de buraya kadar belirlemeye çalıştığımız temel nitelikteki çelişki bağlamında açıklığa kavuşabilir. Öyle anlaşılıyor ki dünyayı tek kutuplulaştırabilmiş olmanın zafer sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış olanlar, Sevr’i de tozlu çekmecilerinden çıkarıp masanın üstüne koymakta bir sakınca görmemektedirler. Dün onlar, karşılarında
Kuvayı Milliyecileri bulmuşlardı. Bugün de kalpaksız Kuvayı Milliyeciler var. Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler zincirinin önemli halklarından birini oluşturan, Üniversitemizin değerli mensuplarından Ahmet Taner Kışlalı’yı da işaret ettiğimiz
bu çelişkinin girdabında yitirmiş bulunuyoruz. Bu noktada kendisini rahmet ve saygıyla anıyorum.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırılar, başlıca üç ayrı giysiye bürünmüş olarak ortaya çıkmış bulunuyorlar. Bunların, iddia ettiklerinin tamamen tersi doğrultuda bir amaca hizmet etmeleri ortak özellikleridir. Bunların başında dinsel giysiye bürünmüş olanlar gelir. Gerçekte, Atatürk ile din arasında bir karşıtlık olması mümkün değildir. Atatürk olmasaydı Sevr yürürlükte kalacaktı. Bunun bir adım sonrasının da Anadolu’nun ortasında birkaç karışlık toprak parçasına sıkıştırılan Türk ve Müslüman nüfusun “etnik temizliği”olacağını görmek, bunca örnekten sonra zor olmasa gerek.

Bugün yeryüzünde İslam dini, Atatürk’ün kurduğu bu devletin dışında nerede daha iyi yaşanmıştır, yaşamıştır? Afganistanda mı? İran’da mı? Bosna’da mı? Yoksa çocuk yaştaki insanların simit çaldıkları için elinin kolunun kesildiği, buna karşılık ülkenin
doğal zenginliklerini yeni sömürgecilere peş keş çeken ve karşılığında kendi hisselerine düşenleri Batının batakhanelerinde çarçur eden sözde şeyhlerin ve emirlerin memleketlerinde mi?

Dün, Atatürk’e karşı din elden gidiyor vaveylasıyla karşı çıkan Sait Molla’nın, Şeyh Sait’in… arkasında emperyalizmin parmağının bulunduğu reddedilmez bir tarihsel gerçek olarak belirlenmiştir. Bugün de Atatürkçülüğe ve Atatürk’ün eserlerine aynı gerekçelerle karşı çıkanların hangi ülkelerde üstlendiklerine, nereden geldiklerine veya nereye sığındıklarına dikkat edilirse durumun pek değişmediği kolayca görülebilir. Atatürk’ün kazanımlarına yönelik saldırıların bir diğer bölümü, ülkemizin belli yörelerindeki belli bir etnik guruba mensup yurttaşlarımızın haklarını korumak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

  • Bunun için Sevr’i diriltmeyi, ülkeyi bölmeyi bir çözüm olarak görmüşlerdir.

Oysa, son olarak Yugoslavya örneği göstermiştir ki bölünme, öncelikle yoksul yörelerde yaşayanlar için acılı sonuçlara mal olmaktadır.

Yugoslavya’nın birliği, ülkenin zengin kesimlerini oluşturan Slovenlerin ve Hırvatların, nispeten daha yoksul durumdaki cumhuriyetleri sırtlarından attıkları vakit Batı Avrupa ile daha avantajlı bir birlik kurabilecekleri hayaline kaptırılmalarıyla ilk darbeyi yemiştir. Bugün bize de “siyasal çözümü gerçekleştirin gelin” dediklerinde benzer bir tuzağı hazırlamış olmaktalar. Bunun anlamı, ülkemizin işsiz deposu niteliğindeki yörelerini “verip kurtulduktan” ve böylece nüfusumuzu sindirilebilir bir düzeye indirdikten sonra Avrupa’nın kapısını çalmamızdır. Asırlardır kardeşçe birlikte yaşamış ve birbiriyle kaynaşmış insanlardan oluşmuş bir ulusu bölmenin ve böl-yönet politikasının
kimlere yarayacağını görmemiz zor olmamalıdır.

Atatürk, ülke bütünlüğünü, bölgelerarası gelir dengesini düzenleyici müdahalelere
yer veren bir ekonomi politikasına öncülük ederek sağlamlaştırmak istemiştir.  Atatürkçülüğe saldırmak suretiyle, denendiği her yerde her anlamda ekonomik dengesizliğe yol açmış bulunan sözde  ekonomik reçetelere ortam hazırlamak,
insanın bindiği dalı kesmesinden farksızdır.

Nihayet, bir diğer saldırı da kendilerini “ikinci cumhuriyetçi” olarak tanımlayan zevattan gelmektedir. Bunlar da sözde daha çok demokrasi istedikleri için Atatürk’e karşıdırlar. Oysa, ortaçağ kalıntılarıyla eleledirler ve demokrasiyle bağdaştırılması mümkün olmayan 19. yüzyıla dönük bir ekonomik modelin hizmetindedirler. Gerçekte Atatürk dönemi, pek çok ülkede büyük mücadelelerle sağlanmış olan bazı demokratik hakların sessiz sedasız ve zahmetsiz bir biçimde tanındığı bir dönemdir.  Osmanlı Anayasalarının işçilere tanımadığı seçilme hakkı ve yalnızca belli bir ekonomik varlığa sahip olanlara tanınan seçme hakkı, bu dönemde tüm yurttaşlara tanınmıştır. Ayrıca, kadınların seçme-seçilme hakkı da bu dönemde sağlanmıştır.

Atatürk döneminde nazizmin zulmünden kaçan bilim adamları Türkiye üniversitelerinde özgürce bilimsel faaliyette bulunma olanağını elde etmişlerdir. Son zamanlarda Atatürkçülüğe yönelik yakıştırmalardan birisi de küreselleşme gibi ileri olduğu
kabul edilen bir olgunun karşısında muhafazakarlığı temsil etmesidir.

  • Aslında, gerçek küreselleşmeci Atatürk’tür.
  • Ancak, Atatürk’ün küreselleşme özlemi, ulusların ve insanların eşitliği temelinde bir dünyanın kurulması  amacına yöneliktir.
  • Sömürü ve tahakküm temelinde bir dünya düzeni Atatürkçülükle bağdaşmaz.
  • Buna karşılık, bu asrın başında mazlum milletlerin kurtuluşu hareketine öncülük etmiş olan ulusumuzu, günümüzün küreselleşme gerçeğinin niteliğinin belirlenmesi konusunda da bekleyen görev ve sorumluklar vardır.

Atatürk, bu konuda da insanlığa ve ulusuna büyük bir güven beslemektedir.
1922’de diyor ki;

“İnsanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma kavuşacaktır. Bizim milletimiz o zaman, bu gayeye vasıl olan milletler arasında takaddümüyle cidden
iftihar edecektir.”[15]

Dip Notlar

[1] Ignacio Ramonet, Géopolitique du chaos, Galilée, Paris,1997, s.61-62.
[2] Susan George and Fabrizio Sabelli, Faith and Credit, The World Bank’s Secular Empire, Penguin Books, Londra,1994.
[3] Michel Chossudovsky, “Comment éviter la mondialisation de la pauvreté”, Le Monde diplomatique, Ocak 1997, s.4.
[4] Bkz. Anthony Giddens, The Third Way, Cambridge, 1998, s. 138.
[5] Susan George, The Debt Boomerang,,Pluto Press, Londra,1990, s.XVII.
[6] Aynı eser, s. XV-XVI.
[7] I. Ramonet, Le monde diplomatique, Kasım 1998.
[8] Rapport du PNUD, 1996.
[9] L’Autre Davos, l’Harmattan, Paris, 1999, s. 97.
[10] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s. 61.
[11]L’Autre Davos,age, s.96
[12] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s.63.
[13] Rapport du PNUD, 1997.
[14] Jean Marijnissen, Enough! A socialist bites back, Elsevier, 1996, s.100.
[15] Hakimiyet-i Milliye, 4 Kânunsani 1922.

GENÇLER Melih Gökçek’e TWITTER’DEN SORUYOR


GENÇLER Melih Gökçek’e TW
ITTER’DEN SORUYOR
 :

  • 25 km mesafeye 40 km uzunluğundaki konvoyu nasıl sığdırdınız?
  • Twitter ve TV programları dışında kalan zamanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
  • Söyler misiniz, Ankara belediyesinin nasıl New-York’tan daha çok borcu oluyor?
  • Issız bir adaya düşseniz atacağınız ilk 3 tweet ne olurdu ? 
  • Seni yapmışlar ama olmamışsın, farkında mısın?
  • Melih bey, bu kadar boş ve gereksiz olmanızın bir sırrı var mı?
  • Şimdiye kadar twitter üzerinden yüz binlerce kapak biriktirdiniz.
    Bu kapaklarla tekerlekli sandalye bağışı yapacak mısınız?
     
  • Ana-Baba akrabanız mı sizin?
  • 1 yıl önce Redhack‘i 2-3 haftaya yakalatacağına namus, şeref sözü verdiniz; yakalatamadınız. Bu durumda siz ne oluyorsunuz?
  • Melih bey dizilerinizi severek izliyoruz. Size sorum söyle; oyuncu olmasaydınız ne olurdunuz?
  • Melih isminin önündeki (İ.) ne demek..?
  • İlk hatalı çıkışınız 1948 diyorlar, doğru mu?
  • Türkiye’ye ilk prezervatif 1949’da girdi, doğum tarihiniz 1948, ne talihsiz bir gecikme değil mi?
  • Tweet atarak belediye başkanı nasıl olunuyor ve kaç para maaş alınıyor?
  • Ne ile besleniyorsunuz?
  • Başganım doğduğunuz yıllarda kürtaj yasakmış, doğru mu?
  • Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
  • Sayın Başganım, ramazanda istemeden biber gazı yersek orucumuz bozulur mu?
  • Tomalar şehir içinde kaç yapıyor?
  • Gaza niye gelmediniz, çok bekledik.
  • NE İÇİYORSUNUZ DA BU KAFAYI YAŞIYORSUNUZ?
  • Şaka mısın sen?
  • İbram sen misin?
  • Bu Türkçe ile sizin KPSS’de 70’i geçemeyeceğinizi düşünüyorum !
  • Her biri 20 $’dan 100 bin gaz fişeği atsan, ne kadar harcamış olursun?
  • Başbakan Twitter yasaklansın dediğinde “ee ben ne iş yapacam o zaman” diye düşündünüz mü ?
  • Emeklilik ne zaman hayırlısıyla?
  • Topçu kışlası projesindeki odanız kaç metrekare?
  • Bu sene oy-kömür endeksi ne durumda? Gezi Parkı olaylarından etkilenir mi?
  • CHP nin altı oku nerenize battı, batarken cok mu acıttı?
  • RTE’ nin yedek parçası olmaktan bıkmadın mı?
  • Bugün ayın kaçı, yarın kaçı olacak?
  • Bugün gönderdiğiniz TOMA’lar, yarın nerenizi tırmalar?
  • Çikolatalı biber gazı da çıkacak mı?

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Evrim, Beyin Yaşımız ve…

Evrim, Beyin Yaşımız ve…

Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız aşağıdaki iletiyi paylaştı..
Sayı oyununda, yetkin bir matematikçi olan Sn. Ercan’ın “beyin yaşı” kronolojik yaşının yarısı çıkmış.. ve Ali hoca esprisini patlatmış :

  • Demek ki beynimin yarısını kullanıyorum..

Biz de yanıtlayalım :

1. Gerçekte insanlar beyin kaynaklarının (potansiyelinin) çok küçük bir bölümünü (<%10) kullanmaktalar. Bu bağlamda siz yarıya yaklaşıyorsanız bu “Evrim” ötesi bir durum.

2. Daha klasik bir itiraz : “İşleyen demir ışıldar”.. Keşe tüm insanlarımız sizin gibi “sorgulayan aklı” kullanabilme becerisi kazandıran bir eğitim alabilseydi.

3. Böylesine “iyi” bir beynin uluslararası topluma ağır sorumlulukları var.
Önce kendi toplumundan başlayarak.. Hele hele Türkiye’nin bu çoooooook zor -ama mutlaka geçecek- dönemlerinde..

Teşekkür ederiz Ali hocaya ve akıl sağlığının bir bütün olduğunu, bir hekim dostu olarak bilgisine sunmak isteriz.

  • Bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik durumu..

DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) tanımı 1947’den beri böyle.

Üstelik Türkiye’yi de bağlamakta.
Çünkü Türkiye o tarihte DSÖ’ye üye oldu; üyeliğin yolu da, DSÖ Ana Sözleşmesi‘ne göre, DSÖ Ana Sözleşmesi’ni yasal metin olarak kabul etmekti. (Anaysa md. 90/son)

Türkiye bu yasal işlemi o yıl (1947), 5062 sayılı yasa ile tamamladı.

Daha sonra aynı tanım, şanlı 27 Mayıs Devrimcilerinin ülkemize armağanı olan
224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Yasa‘da de yer aldı.
(Şimdilerde bu yasa AKP’nin kökü dışarıda SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM masallarıyla tar-u mar edlmiş durumda..)

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Değerli arkadaşlar,

Portresi_gulumseyen

Aşağıdaki erişkeye (A. Saltık : Ali hoca sağolsun, “link” yerine bizim önerimiz olan bu sözcüğü kullanıyor..) tıklayarak,
Sayı oyununa girin. Bu bir dikkat oyunu.

Start’a basarak oyunu başlatın. Ekranda bir saniye gösterilen ve sonra silinen rakamları verilen süre içinde küçükten büyüğe doğru tıklayabilirseniz puvan alıyorsunuz;
sonuç size “beyin yaşınızı” verecek. Benimki 35 çıktı…
(demek ki beynimi %50 kullanmamışım..  :))   æ

Not : Bunu insansı maymunlar (A. Saltık : Hominoid’ler)
12 sayıya dek hatasız (!) yapabiliyorlarmış. 
 
SÖZ MAYMUNDAN AÇILMIŞKEN…
 
Değerli arkadaşlar,  

Aşağıdaki Tabloda Toplumlarda Evrim gerçeğinin kabul ediliş oranları bazı Batı Ülkelerine göre sıralanmış. Türkiye ve ABD sonlarda.  (Japonya’da %80 üzerinde) Türkiye’de “Evrim gerçektir” diyenler %25 oranındaymış (şaşırdım doğrusu,
ben %20’yi geçmez düşüncesindeydim.) Halkımızın yarısı Evrimi reddediyor;
kalan %25’i ise arada kalmış. Aslında siyasal tabloya da uygun bir sonuç bence.. æ

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI’ya Vefa ve Şükran Borcu İle


Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI’ya Vefa ve Şükran Borcu İle

Dostlar,

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI’yı yitirdik…

Duyduğumuz acı gerçekten çok derin.

Yılların dostluğunu sürdürdük.
ADD’de Genel Yönetim Kurulu’nda birlikte çalıştık.
2006’da Genel Başkanlığa aday olduğumuzda kendisini SBF’deki odasında
ziyaret etmiş ve bizimle çalışmasını rica etmiştik.

Bir dönem de kendisinin genel başkanlığında TÜMÖD’de Denetleme Kurulu Üyesi olarak çalıştık.

En son 29 Haziran 2013 Cumartesi günü BCP Genel Merkezinde yan yana oturduk.

Hal ve hatırını sorduk.

Mülkiye’de lisansüstü dersleri olup olmadığını sorduk. “Sendikacılık” lisans dersi sürüyordu. Temel uzmanlık alanıydı. 1982 Anayasası’nın gerçekte memur sendikalarına kapalı olmadığını, 1990’lar başında derin dikkatiyle ayrımsayan ve yorumlayan kişi oldu ve arkası böylelikle geldi.

Partilerin ülkemizde AKP faşizmine karşı nasıl ortak savaşabileceğini konuştuk.
Genel Başkanı ve bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD’den bu girişim için üye verecekti.
“Mümtaz abi” diye sesleniyordu Sayın Mümtaz Soysal’a..

portresi

Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMOD)
Genel Başkanı Prof. Dr. Alparslan Işıklı İzmir Seferihisar’da kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.

Değerli akademisyen ve Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMOD) Genel Başkanı Prof. Dr. Alparslan Işıklı İzmir Seferihisar’da bir teknede kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Prof. Dr. Işıklı, siyasette ve akademide aydınlanmadan yana net bir tutum sergileyen ATATÜRKÇÜ hocalarımızdandı.

Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın yaşamı 

Alpaslan Işıklı, 1940 Amasya doğumluydu.

Ortaöğretim eğitimini Amasya Lisesi’nde alan Işıklı, liseyi bitirdikten sonra, yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı. Öğrencilik yıllarında SBF’de Talebe Cemiyeti Başkanlığı da yapan Işıklı, 1961’de mezun oldu
ve Fransa’da Centre Europeen Universitaire de Nancy’de lisansüstü öğrenim gördü. 1962’de asistan olarak girdiği Ankara SBF’de 1973’te doçent, 1980’de profesör oldu.

Doçentlik döneminde, “SBF Yönetim Kurulu” üyeliği ve “Çalışma Bakanlığı” bünyesinde Yüksek Hakem Kurulu üyeliği görevlerinde bulunan Işıklı’nın üniversitedeki görevine 1983’te 1402 sayılı Sıkıyönetim yasasına dayanılarak son verilse de 1989’da
İdare Mahkemesi kararıyla görevine döndü.

1990-1994 yıllarında “Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanlığı” ve ardından, bir dönem Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığı yapan Işıklı, 2001 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından YÖK üyeliğine seçildi ve bu görevi 2005 yılında
son buldu. Işıklı TÜMÖD (Tüm Öğretim Elemanları Derneği) genel başkanıdır.

1971’de Anayasa Mahkemesi’nde Türkiye İşçi Partisi’nin kapatılma davasında yaptığı savunma tam bir baş yapıttır (şaheser).

Işıklı hocanın hemen tüm kitaplarını okuduk.
“Kürselleşme ve Halk Sağlığı” derslerimizde ve konferanslarımzda yararlandık

Yeni Din Yeni Tanrı” (Otopsi yay, İstanbul, 2005) adlı kitabını bize imzalayarak vermiş ve AÜTF Kitaplığı’na armağan olarak iletmemizi istemişti.

Yeni_Din_Yeni_Tanri_kitabi

Pek çok konferansını izledik, birkaç panelde birlikte aynı masayı paylaştık.

Ayrıca Türk Tabipleri Birliği’nin hekimlere yönlik İşyeri Hekimliği Sertifika programlarında eğitici olarak yer aldık. Sağlıkta özelleştirme ve olası sonuçlarını işliyordu konu olarak.

Noam Chomsky ile polemiklerini keyifle okuduk.

Gerek konuşmalarında gerek yazılarında kendine özgü, eşsiz bir biçemi üslubu) vardı. Uzun tümceleri severdi ama kurguda hata yapmazdı.

  • 80. Yılında Cumhuriyet ve Karşıtları (DTCF, panel) Ankara, 25.10.03 (Ortada biz, solda Prof. Türkan Saylan ve Mustafa Balbay solda Prof. Alpaslan Işıklı ve Prof. Çağrı Erhan..)

Cumhuriyet_karsitlari_Balbay_Saylan.._ile

 

 

 

 

 

Kendisine 07 Şubat 2001’de yazdığımız bir mektubu aşağıda pdf olarak sunuyoruz.

Alpaslan_Isikli’ya_7.2.2001

Yeri doldurulamayacak..

Türkiye O’na şükran borçlu..

Işıklı’nın Yerli ve yabancı dillerde yayımlanmış çeşitli çalışmaları bulunmakta.

KİTAPLARI

  1. Türkiye’de Sendikacılık ve Toplu Sözleşme (ortak çalışma), S.B.F. yay., Ankara,1965;
  2. Toplu İş Sözleşmeleri ve Türkiye Ekonomisi İçindeki Yeri, S.B.F. yay., Ankara,1967;
  3. Ücret, Doğan Yayınevi, Ankara, 1975;
  4. Sosyal Haklar Açısından Anayasa, Yol-İş yay., Ankara, 1975;
  5. Emek ve Ücret, Yol-İş yay. Ankara, 1975;
  6. Kamu Kesiminde Çalışanların Sendikal Hakları, Yol-İş yay. Ankara,1976;
  7. Sendikalar ve Siyaset, Yol-İş yay., Ankara, 1977;
  8. Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi (2. bs.), Alan Yayıncılık, Ankara, 198O;
  9. Türkiye’de 196O-1986 Döneminde İşçi Hakları,Yol-İş yay., Ankara, 1986;
  10. Yanıt-2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun Uluslararası Normlara Aykırılığı, Yol-İş,Ankara,1986;
  11. Bir Başka İktisat (derleme, 2. bs.), Alan Yayıncılık, İstanbul, 1987;
  12. Türkiye’de Sendikacılık Hareketleri İçinde Demokrasi Kavramının Gelişimi
    (ortak çalışma), T.C. Kültür Bakanlığı, Demokrasi Klasik¬leri, Ankara 1994;
  13. Özelleştirme Ne İçin?, Yol-İş Eğitim Yayınları-15, Ankara 1994;
  14. Küreselleşme ve Demokratikleşme, (1. bs.) Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları: 14, Ankara,1995; (2. bs.) Tüze Yayıncılık, Ankara 1996;
  15. Sendikacılık ve Siyaset (5. bs.), (6. bs.) İmge yayınevi, Ankara,2005.
  16. Yeni Dünya Düzeninde Özelleştirme, BASS Yayını, Ankara 1996;
  17. Sosyalizm, Kemalizm ve Din, 3. bs., İmge yayınevi, Ankara, 2001;
  18. Devlet ve Demokrasi, Kuvayı Milliye Yayınları, Ankara,1999;
  19. Küresel Saldırı, Ulusal Devlet ve Sendikalar, Türk-İş Eğitim Yayınları No: 68, Ankara, 2001.
  20. Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğunda Kumarhane Kapitalizmi,
    Otopsi yay., İstanbul, Şubat 2002 .
  21. Gün Doğmadan, İmge Kitabevi, Ankara, 2002;
  22. İş Hukuku, İş Hukuku, 5. Baskı, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2003.
  23. Said Nursi, Fethullah Gülen ve “Laik” Sempatizanları, (8. bs.), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2010.
  24. Gerçek Örgütlenme, Sendikacılık, İmge Kitabevi, Ankara, Ekim 2003.
  25. Yeni Din Yeni Tanrı, Otopsi yay, İstanbul, 2005.
  26. Yeni Orta Çağ, Toplumsal Çözüm Yay., İstanbul, 2007; 2. bs. İmge yay., Ankara, 2009.
  27. Kumarhane Kapitalizmi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010

KANSERLE BOĞUŞAN TUTUKLULAR…

Cumhuriyet Pazar Dergi 07.07.2013
Kemal Avcı F Tipi’nde kanserle savaşıyor

 

ESRA AÇIKGÖZ
esraacikgoz@cumhuriyet.com.tr

Esra_Acikgoz

“Kemal Avcı’yı duydunuz mu?” diye başlıyor mektup ve beklemeden yanıtı da kendisi veriyor: “Kemal Avcı bir devrimci tutsak. Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde kanserle mücadele ediyor. 13 yıldır baskının, zulmün, hukuksuzluğun kaynağı olan tecritle de mücadele ediyor Kemal. Çünkü hasta eden tecrittir. Bunu 13 yıldır yazıyoruz. Anlatıyoruz. Hem de belgeleriyle… Kemal her gün saatlerce süren yolculukla Edirne Tıp Fakültesi’ne ‘tedavi’ye götürülüyor. Hem de ring aracıyla.
Hem de bu sıcaklarda ve kanserle mücadele ederken.”

10 Aralık 2012’de gözaltına alınan Avcı, 13 Aralık 2012’de tutuklandı. 26 yaşındaki Kemal Avcı, “örgüt üyeliğiyle” suçlanıyor. O tarihten beri Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde ülser, epilepsi, romatizma ve yüksek tansiyon hastalıklarıyla boğuşarak yaşamaya çalışıyordu Avcı, derken mide kanseri teşhisi de konuldu. Son iki ayda 15 kilo verdi. Bu hafta ameliyat olmasına ve midesinin beşte dördünün alınmasına karar verildi. Tabii daha önce üç kere yaptıkları gibi ameliyat tarihi sebepsiz yere ertelenmezse! Avukatı Avcı’nın tahliye edilmesi için mahkemeye başvurdu. Ancak İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Salih Kaya, doktora sormak yerine kararı kendi verdi: “Sanığın tutuklu kalmasında mahkememizce engel bir durum bu aşamada görülmedi.”

Bana Kemal Avcı’yı hatırlatansa Kocaeli 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nden Taner Korkmaz’ın mektubu. Yani F Tipleri’nin neden olduğu yıkımı, zulmü bizzat yaşayan biri, dolayısıyla Kemal Avcı’yı neden unutmamamız gerektiğini en iyi onun cümleleri anlatıyor:

“Abdullah Akçam’ı hatırlıyor musunuz? Ya Güler Zere’yi? 19-22 Aralık’taki gibi Buca, Ulucanlar’daki gibi döve döve öldürülmüyoruz artık. Yakarak, kimyasalla, kurşunla değil… Hastalıklarla ölüyor insanlarımız. Tecritle… ‘Bir köyde bir kişi açlıktan ölüyorsa, o köyün hepsi katildir’ demiş Hz. Ali. Bir ülkenin hapishanelerinde hastalıktan ölüyorsa tutsaklar, o ülkeyi yönetenler, aydınlar, yazarları, bilim insanları ses çıkarmıyorlarsa? Kemal Avcı’yı tanıyor musunuz? Duydunuz mu? Güler Zere gibi öldürülmesine izin vermeyin. Vermeyelim. Çünkü öldürmek istiyorlar…”

Üstelik yalnızca Avcı’yı da değil, İHD’nin verilerine göre, cezaevlerinde 122’si ağır olmak üzere 413 hasta tutuklu ve hükümlü bulunuyor.

====================================

Dostlar,

Aşağıdaki görselleri de biz ekleyelim…
Tıbbyenin 5. sınıfında geleceğin hekimlerine belletmeye çalıştıklarımızdan..

Hukukun daha 1. sınıfında geleceğin yargıç ve savcılarına öğretilmiyor mu acaba?

Küçük savsaklamaların (ihmallerin) büyük bedelleri..

Çok yazık..

  • Dileriz bu acılar insanlığı – insan aklını ve vicdanını olgunlaştırsın..

Tutuklular_kanserle_savasiyor

Ceza_Muhakemeleri_Yasasi_infazi_erteleme Diderot-1Diderot-2Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 13.7.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Yargı adalet değil korku salıyor!

KİTAP TANITIMI

KORKU : Taylan Büyükşahin

Cumhuriyet Pazar Dergi 07.07.201
Yargı adalet değil korku salıyor!

  • Ergenekon, KCK, şike, Odatv… Sanıkları birbirinden oldukça farklı bu davaları bir kitapta birleştiriyor Taylan Büyükşahin. Kitaba adını veren bir ortaklıkları var çünkü; “Korku”. Kitap bize, yargının bir silah olarak kullanıldığını anlatıyor. 

ESRA AÇIKGÖZ

Korku, Taylan Büyükşahin’in ilk kitabının adı. Kitap bize, Ergenekon, Balyoz, KCK, şike ve Odatv gibi birbirinden çok uzakmışçasına gösterilen davaların ortak yönlerini anlatıyor; adaletsiz yargı sistemi ve yaratılan korku. O’na kulak verin…

– Kitabın başında ironik bir ithaf var; “Adalet ve Kalkınma Partisi destekçilerine ve Fethullah Gülen cemaati gönüllülerine…”

Neden böyle bir ithafla başlıyorsunuz?

– Her siyasal devrin sahipleri ve bunların yaptıkları uygulamalar var. Günümüzde yaşanan korkunun sahibi de AKP iktidarı ve Gülen cemaati. AKP destekçisi ve Gülen cemaati gönüllüsü insanlar, kitapta bahsettiğim hukuksuzluklar ve yaşanan korku konusunda neden bu kadar duyarsızlar bilemiyorum. Sahte deliller, yalancı gizli tanıklar, yasadışı ses ve kamera kayıtları, adli makamların hukuk dışı uygulamaları gibi net olaylar karşısında ses çıkarmıyorlar. Bunun iki nedeni olabilir. İlki, sadece yalancı yandaş medyayı takip ediyorlar ve bu gerçeklerden haberleri yok. İkincisi, tüm bunlardan haberleri var, ancak korkan kitleye olan nefretlerinden dolayı
ve iktidarı zayıflatmamak düşüncesiyle susuyorlar. Ben biraz da iyi niyetle ilk şıkkı düşünerek hareket ettim ve bu kitabı onlara ithaf ettim. Sonsuz destek verdikleri, eleştirmedikleri iktidarın ve cemaat yönetiminin bir korku imparatorluğu inşa ettiklerini görmelerini istedim. Onlara, “Bu korku sizin eseriniz” diyorum.

– Bu kitabı yazma fikri nereden çıktı?

– AKP’li olmayan, muhalif düşüncelere sahip hemen herkes yasadışı dinlenmekten ve tutuklanmaktan korkuyor. Neden korkuyoruz, sorusunu irdelemeye başlayınca bu korkuların özel yetkili mahkemelerin davalarıyla ortaya çıktığını gördüm. İnsanlarda şu algı oluşmaya başladı: “Çok konuşma Silivri’ye atarlar.” Bu çok tehlikeli. İnsanlar düşüncelerini açıklamaya dahi korkuyorlar. Eskiden de devletin adaletsiz, korkutucu bir düzeni vardı, ancak bu dönem çok farklı. Milyonlarca insan günümüzde aynı korkuları yaşıyor. Apolitik insanlar bile tedirgin. Bir gazeteci olarak mevcut davaları inceledikçe, bu davalardaki hukuksuzlukların organize şekilde göstere göstere yapıldığını, bu yolla da insanlara korku salındığını gördüm. Davalarda öyle sahtekârlıklar var ki, bunları görenler sesini çıkaramıyor. Çünkü aynı sahtekârlıkların kendilerine yapılmasından, sabahın 5’inde onlarca polisin evini basmasından korkuyor. Korku ekseninde yitip giden adaleti anlatmak istedim kitabımda. Bir de bu davaların hepsini bir arada kimse ele almamıştı. Bunu yapmak istedim.

Ergenekon, KCK, Odatv, Şike davaları… Size bu davaları yan yana getirten nedir?

– En önemli unsur yarattığı korku.
* Sahte deliller,
* yalancı gizli tanıklar,
* ceza muhakemeleri usullerine uymayan yargılamalar,
* cezaya dönüşmüş tutukluluk süreleri gibi benzerlikler var.

Gazeteciler, Kürt siyasetçiler, askerler, öğrenciler, ulusalcılar ve akademisyenler
hep aynı mantıkla tutuklanmış. Mesela KCK davasında sadece gizli tanığın beyanıyla aylarca tutuklanan öğrenci ile Ergenekon’da gizli tanığın suçlamasıyla Silivri’de yıllarca tutuklu olan orgeneralin kaderleri ortak. Çünkü adaletli bir yargılama yok ikisinde de.
Bir de en dikkat çeken durum, tüm bu davalardaki hukuksuzlukları Gülen cemaatinin medya organlarının sahiplenmesi. Özellikle Zaman gazetesi bu noktada kilit bir rol oynuyor.

  • Zaman gazetesi bir cellat gibi özel yetkili mahkemelerin infazcısı gibi hareket ediyor.

– Bu davalarda sizi en çok etkileyen nokta nedir?

– Bu kadar organize ve göz önünde yapılan hukuksuzluklara halkın duyarsız olması. Ötekileştirme bu davalarla daha fazla ortaya çıktı. Muhalif, farklı siyasi görüşteki herkese mutlaka takılacak bir kulp bulundu. Silivri’de hukuksuzluk var diyene Ergenekoncu-darbeci, KCK’de sahtekârlıklar var deyince PKK’li gibi sıfatlar
hemen kullanılmaya başlandı. Biz toplum olarak ne zaman bu kadar vicdansız olduk? Yassıada’da, Diyarbakır ve Mamak cezaevlerinde nasıl ki zamanında hukuk yoksa bugün Silivri’de de aynı adaletsizliği görebiliyoruz.

KORKU1_Taylan_Buyuksahinjpg

TMMOB Basın Açıklaması…

Dostlar,

TMMOB’nin basın açıklaması aşağıda..

Dayanışma duygu ve kararlılığı ile, ülkemizin yurtsever mimar ve mühendilerni saygı ve sevgi ile selamlıyoruz.

TMMOB

TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, yaşanan gözaltılar ve TMMOB`nin yetkilerini kısmaya yönelik yasa değişikliği üzerine 12 Temmuz 2013 tarihinde bir basın açıklaması yaptı.

 

NE GÖZALTILAR NE TORBA YASALAR TMMOB‘Yİ YILDIRAMAYACAK… 

Kendinden yana olmayan hiçbir sese tahammül edemeyen AKP İktidarı TMMOB‘yi hedef seçti. TMMOB darbe dönemlerinde dahi karşılaşmadığı, giderek artan bir baskıya, saldırıya maruz kaldı AKP İktidarı döneminde.

Taksim Dayanışma Platformu içinde yer alan arkadaşlarımız TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri ve TMMOB Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şube 2. Başkanı Süleyman Solmaz, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Beyza Metin, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi 2. Başkanı Sabri Orcan, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Sekreteri Akif Burak Atlar, Şube Sekreter Yardımcısı Sezi Toprakçı, Mimar Mücella Yapıcı, Mimar Canan Yapıcı 8 Temmuz 2013 Pazartesi günü bir toplantı çıkışında Gezi Parkı‘na giderken gözaltına alındılar. Arkadaşlarımız dün yapılan duruşma sonrası tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar.

AKP, 9 Temmuz 2013 Salı gecesi Meclis Genel Kurulu‘na getirdiği korsan bir önerge ve içtüzüğe aykırı bir görüşme yöntemiyle TMMOB‘nin yetkilerini kısıtlayan yasa değişikliğini Torba Yasa içinde geçirdi.

  • Evet AKP, TMMOB‘yi hedef seçti…

Çünkü TMMOB ve Odaları;

AKP‘nin kentler üzerindeki oyununa karşı durdu, “Kentsel dönüşüm” adı altında “rantsal dönüşüme” karşı çıktı,

Çünkü TMMOB ve Odaları;

Yayınladıkları raporlar, basın açıklamaları, açtıkları davalarla AKP‘nin ormanları, kıyıları, meraları; suyumuzu, toprağımızı yağmalamasının önünde durdular,

Çünkü TMMOB ve Odaları;

Neoliberal politikalarla bu ülkenin yağmalanmasına karşı, kamu yararı için mücadele ettiler.

Çünkü TMMOB ve Odaları;

Yağma ve talana karşı mücadelenin sembolü olan Gezi Parkı direnişinde bir meslek odası sorumluluğu ve bilinciyle hareket ettiler.

  • TMMOB bundan sonra da mücadelesini aynı kararlılıkla, gücünü örgütlülüğünden ve halktan alarak, bilimin ve tekniğin ışığında kamu yararına sürdürecektir.

AKP‘nin ne gözaltıları, ne gece yarısı baskınlarıyla geçirdiği yasal düzenlemeler TMMOB‘nin mücadelesini durduramayacaktır.

TMMOB, yüreğindeki insan sevgisini ve yurtseverliği, baskı ve zulüm yöntemlerinin söküp atamayacağının bilinci içinde, bilimi ve tekniği emperyalizmin ve sömürgenlerin değil, emekçi halkımızın hizmetine sunmak için, her çabayı güçlendirerek sürdürme yolunda inançlı ve kararlıdır. Mücadelesini aynı kararlılıkla sürdürecektir.

Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı

====================================

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 13.7.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

Dayan TMMOB, AKP Kendi Ayağına Sıkmayı Sürdürüyor..


Dostlar
,

Önceki, Sağlık Bakanı Prof. Recep Akdağ’ın  Samsun’da bir toplantıda söylemiş olduğu (Mayıs 2010) sözler aşağıda ;

  • “Bakın iki maddelik kanundur arkadaşlar, üç maddelik bir maddedir. Bir kanun yaparız, deriz ki; Eczacılar birliği, Tabipler Birliği, Dişhekimleri Birliği’nin
    birlik kanunları iptal edilmiştir. Hadi bakayım Danıştay karar alsın da göreyim bakayım. Hangi kararı alacağını ondan sonra göreyim, bakayım ben.”

Engin  hukuk bilgisine dayalı (!) bu celallenmeden 1,5 yıl sonra, 2 Kasım 2011’de
663 sayılı YGK (Yasa Gücünde Kararname), 35 YGK’den biri olarak AKP hükmetince, “TBMM açıkken”, 1 gecede RG’de yayımlandı..
(Çankaya Noterliği onayı da evelallah hiç gecikmeksizin..)

Bu eylem bile, AKP’nin rejim karşıtı eylemleri zincirinde tek başına bir halka olarak
anti-demokratik sivil darbedir!

Söz konusu 663 sayılı YGK, Sağlık Bakanlığı’nın örgütlenme yapısını ve görev – yetkilerini baştan düzenliyor, 1983 tarihli 181 sayılı YGK’nin yerine geçiyordu.
Yine de çorba – torba niteliğinde idi. 58. maddesinde önceki Sağlık Bakanı’nın
Samsun cenahlarından nidasına karşılık olarak TTB (Türk Tabipleri Birliği) Anayasa’nın 135. maddesine dayalı olduğu için kaldırılamıyordu (önceki Sağlık Bakanı Prof. Recep Akdağ bunu bile bilmiyordu!?) ama hkim örgütünün elini kolunu bağlayan bir yetki sınırlandırması getriliyordu.

663 sayıkı YGK, 58. maddesi ile, 6023 sayılı TTB yasasının 1. madesinde yer alan ve anayasa gereği (md. 135) kamu kurumu niteliğinde meslek örgütünün olmazsa olmazı olan

“..tabipliğin kamu ve kişi yararına uygulanıp geliştirilmesini sağlamak..” ibaresini cımbızlayark çıkarıyordu. AKP’nin demokrasiye saygısı işte bu kadardı!

Kılavuzu karga olanın burnu moktan kurtulmazmış örneğinde olduğu gibi,
hukuk danışmanları Dr. Recep Akdağ’a böylesine akıl vermiş olmalılar..

Konu, TTB’nin girişimiyle CHP eliyle Anayasa Mahkemesine götürüldi ve
13 Şubat 2013 günü Anayasaya aykırı bulunarak iptal edildi

Şimdilerde devletlunun, Taksim Gezi direnişinde öncü rol üstlenen TMMOB’den intikam alırcasına herhangi bir torba – çorba yasa tasarısına eklediği TMMOB’yi
temel gelir kaynağından yoksun bırakarak işlevsizleştirmeye dönük

girişimi de benzer nitelikli.

Kadim Mimar Sinan‘ı (1489 – 1588) bile 425 yıl sonra mezarından kaldırarak
“Duran Adam” eylemine katacak cinsten..

Sağolsun Musa Kart, nefis bir çizim ve ileti sunuyor bize..

Musa Kart çizimi : 12 Temmuz 2013 – Cumhuriyet

Musa_Kart_12.7.13

Dileriz TMMOB yasasındaki bu intikamcı faşist değişiklik de Anayasa Mahkemesi’nden yaklaşık 1,5 yıl sonra geri döner..

Apaçık AKP iktidarının Yürütme yetkisini kötüye kullanması ve
TBMM’nin Yasama iradesini de Meclis Gubu eliyle yönlendirmesidir.

Bu durum apaçık bir sivil darbedir ve Parlamento iradesi AKP güdümüne sokulmuştur. AKP’yi de bir “Tek Adam” demir yumrukla yönetmektedir.

Bu iktidar TSK yasasından 35. maddeyi çıkararak sözde askeri darbeyi önlemeye çalışmakta ve darbe kaşıtı (!) bir konum almaya çabalarken (arka bahçeyi tehkim..) , öbür yandan da bal gibi sivil darbeyi sürdürmektedir.

Haa, Cumhurbaşkanı belki veto eder mi?
6. yılın içindeyiz.. fiilen partili Cumhurbaşkanı’ndan beklenir mi?

Diren TMMOB, 410 bin üyen var.. 1,5 yıl gibi bir süre maddi zorlukların olacak..
Belki Anayasa Mahkemesi belki başka çözümler..

Gün ola harman ola..

AKP kendi ayağına bi kurşun daha sıktı.. bindiği dala bir darbe daha indirdi..
Diyalektik olarak bizim cephemizden görünen manzara böyle..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 13.7.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Necdet Saraç : Dördü de Alevi!


Dördü de Alevi!

necdet_sarac_portresi

 

 

Necdet SARAÇ
YURT
Gazetesi, 12.7.13

 

Gezi direnişi sırasında öldürülen dört kişinin dördü de Alevi!

1. Mehmet Ayvalıtaş,
2. Abdullah Cömert,
3. Ethem Sarısülük 
4. Ali İsmail Korkmaz Aleviydi!

Kesin bir sonuç olmasa da saldırılar sonucu yaralananların da çoğunun
Alevi olduğu söyleniyor…

Öldürülenlerin ve yaralananların bu kimliklerine bakınca İster istemez insanın aklına
“bu kadar tesadüf olabilir mi” sorusu gelip takılıyor! Ancak, bu sorunun kesin bir cevabı henüz yok. Tesadüf de olabilir, iktidarın ceberrutluğu ve Alevilere yönelik
kin ve nefret
i düşünüldüğünde önceden planlanmış bir gerçek de olabilir!

Senaryo yazmayacaksak, kesin olan bir şey var:

Bu sorunun cevabını AKP iktidarda olduğu sürece bulamayacağız!
Çünkü bu sorunun cevabı ancak hukukun işlediği, adaletin sağlandığı demokratik bir Türkiye’de bulunabilir. Yani, yapanın, yaptığının yanına kar kalmadığı, yargıcın adil olduğu, doktorun Hipokrat yeminine uyduğu, hatta Mobesse kameralarının
“herkes için eşit görüntü verdiği” bir Türkiye’de…

  • Çünkü, bu ülkede Mobesse kameraları bile şaibeli!

Ethem’in ölümüne neden olan vurulma anında, Mobesse kamerası boşluğu ve ağaçları çekiyor, Ali İsmail’in ölümüne neden olan dövülme anları ise bir anda otel kamerasından kayboluyor!

Çünkü bu ülkede, hem iktidar sahiplerinin, hem de iktidara hizmet edenlerin vicdanları kurumuş durumda! Siz bakmayın onların Suriye ve Mısır’daki Müslümanlar için
“vicdan” yaptıklarına. Onlar yalnızca kendilerine Müslüman! Gerisi külliyen yalan!

Vicdanları kurumamış ve söyledikleri yalan olmamış olsa, ortada gencecik insanların cenazeleri dururken, kırılan reklam panolarını, maddi hasarları sabah akşam gözümüzün içine sokup durmazlar!

Vicdanları kurumamış ve söyledikleri yalan olmamış olsa, otopsi raporları ve televizyon görüntüleri ortadayken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek
“Ethem arkadaşları olan provokatörlerin taşıyla öldürüldü” diyemez,
Samanyolu haber ve Beyaz TV de bunu manşetine taşıyamaz!

Vicdanları kurumamış ve söyledikleri yalan olmamış olsa, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu: “Vicdanım rahat. Emniyet teşkilatı sürekli bir şiddet görüntüsü içerisinde
hareket etmiştir diye bana asla söyletmeniz mümkün değil.” diyemez!

Vicdanları kurumamış ve söyledikleri yalan olmamış olsa, Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna, Ali İsmail Korkmaz’ın ölümü için “Kendi arkadaşlarına bile zarar verip ‘polis yaptı’ süsüne büründürmeye çalışıyorlar.” diyemez! Bunu diyen Vali ve ona bağlı polis
o zaman “doğal bir şekilde” Ali İsmail’in dövülme anını görüntüleyen otelin kamera kayıtlarının sağlam şekilde alır, arkasından savcılığa bozuk şekilde teslim eder!
Arkada delil bile bırakmaz!

Vicdanları kurumamış ve söyledikleri yalan olmamış olsa, arkadaşları tarafından
yaralı bir şekilde hastaneye götürülen Ali İsmail Korkmaz’a kimse “bu bir adli vakadır. Önce karakola ifadeye götürün..” diyemez!

Ve bunların vicdanları kurumamış, söyledikleri de yalan olmamış olsa, Nedim Şener’in Posta Gazetesi için hazırladığı “Aleviler Ne İstiyor” başlıklı yazı dizisinin reklam spotu, içinde “katliam” kelimesi geçiyor diye yasaklanmaz!

CHP’li Ali Özgündüz’ün sorusuna Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, katliam yapmanın neredeyse “serbest” ama katliama katliam demenin yasak olduğu bir Türkiye’de hepimizle dalga geçer gibi “böyle bir ifade vatandaşlar arasında kin ve düşmanlık tohumları ekebilir. Çocuk izleyicilerin üzerinde olumsuz etki ve muhtemel nefret algısı oluşturacaktır.” diye asla cevap veremez!

Bu gerçeklere rağmen, özellikle AKP ve AKP iktidarından beslenen kesimlerin laftan anlamayacakları, kuruyan vicdanlarını da yeniden harekete geçiremeyecekleri kesin!

Ancak, Ramazan nedeniyle habire vicdan, insanlık, yardım laflarını tekrarlayan ve
buna rağmen zalimlerin arkasında duran milyonlarca insanın hiç değilse Ali İsmail Yılmaz’ın cenaze töreninde Ethem Sarısülük’ün annesi ile Ali İsmail Korkmaz’in annesinin ne büyük bir acıyla birbirlerine sarılıp ağladıkları fotoğraf karesine
mutlaka bakmalarında büyük yarar var!

1_tabut_3_anne_12.7.13_Cumhuriyet

(Fotoğrafı biz ekledik, Cumhuriyet, 12.7.13, Ahmet Saltık)

Çünkü o yaşanan acı gerçeğin resmi! Her şeyi anlatıyor! Kim bilir, belki o resim vicdanları yeniden harekete geçirir ve bu ülkede yeniden adalet konuşulmaya başlanır!

OPERASYONLARA GEÇ REAKSİYON GÖSTERMEK


OPERASYONLARA GEÇ REAKSİYON GÖSTERMEK

portresi_sade

 

 

E. Amiral Türker ERTÜRK

 

Bugün size başka bir konuyu yazacaktım ama medyada gördüğüm bir haber nedeniyle fikrimi değiştirdim. “Askeri okulların yapısı değiştiriliyor“ başlıklı haberde
CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran,
Deniz Harp Okulu
öğrencilerini hedef alan karalama kampanyasını
Meclis gündemine taşındığını belirtiyor.

Oran yaptığı açıklamada;

  • “Harp okullarında ve askeri liselerde neler oluyor? 
    Kimse askeri okulları kendi ideolojisi ve talepleri doğrultusunda dizayn etmeye kalkışmamalı, bu hareketlerin sonu ülkemiz için gerçekten vahim olur.“ diyor.

Kediyi bile kurban etmedim

Bu açıklamalar doğru olmasına doğru ama yeni bir şey değil ki!
Bu köşenin sahibi bu saldırıların en yoğun olduğu dönemde Deniz Harp Okulu Komutanlığı yaptı. Bu saldırılara karşı mücadele etti ve komutanlarının sahip çıkmaması nedeniyle istifa etti. Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, bu saldırılar sırasında değil bir öğrencimi, kontrolümde bulunan bir kediyi bile kurban etmedim ve emrimde bulunan herkese sonuna kadar sahip çıktım.

Saldırılardan kaçmak için değil daha iyi mücadele edebilmek için istifa ettim.

Yaşamımın hiçbir evresinde gazetecilik ve siyaset rüyalarımı süslememesine rağmen bu işlerle uğraşmaya başladım. Çünkü Deniz Harp Okulu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldırı ara hedefti, esas hedef Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yapılan Türk Devrimleri ile şekillenen Türkiye Cumhuriyeti’ydi.

Operasyonların arkasında Cemaat var

Tam 3 yıldır yazdım, televizyonlarda, konferanslarımda konuştum ve anlatmaya çalıştım;

  • Niçin Deniz Harp Okulu’nun ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin bir numaralı hedef olduğunu!
  • Niçin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarsızlaştırılmaya ve etkisizleştirilmeye çalışıldığını!
  • Esas hedefin Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi olduğunu!
  • Operasyonları yapanın polise ve yargıya sızmış olan Cemaat olduğunu!
  • Bu operasyonlarda emperyalizmin ve AKP iktidarının cemaate destek olduğunu!
  • Ergenekon ve Balyoz gibi davaların bu amaçlara hizmet ettiğini!

Bununla da yetinmedim. Yaklaşık 2,5 yıl önce

CHP Genel Başkanı’na gittim.

Kendisine Deniz Harp Okuluna ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne niçin saldırıldığını, arkasındaki hedefi ve saldıranların kimler olduğunu, Teğmenlere yapılan ahlaksız operasyonları, Alevi öğrencilere karşı Cemaat tarafından yapılan cadı avını bütün çıplaklığı ile anlattım, belgeledim ve belgeleri kendisine verdim. Ayrıca bu olayları halka anlatalım ve Meclis gündemine taşıyalım teklifini yaptım!

Kılıçdaroğlu belgeleri ne yaptı?

Merak ediyorum Sayın Kılıçdaroğlu benim kendisi ile paylaştığım bu bilgileri ve belgeleri CHP Gurubu ve yöneticileri ile paylaşmış mıdır? Yoksa çöpe mi atmıştır. Sayın Oran’ın açıklamalarına bakılırsa bu bilgiler en azından kendisi ile paylaşılmamış gözüküyor.

Oran “ Askeri okulların yapısı değiştiriliyor “ diyor. Çok doğru ama gerçekte ülkenin yapısı değiştiriliyor bu konuda bir sözü var mı? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesini değiştirmeye çalışan yeni anayasa çalışmaları bu amaca yönelik, bunun için bir şey diyecek mi? Yalnızca sorunu söylemek yetmez. Bu sorunun kaynağını, arkasındaki güçleri ve amaçlarını da halka anlatmanız ve bunu tersine çevirmek için
bir irade ortaya koymanız gerek. Eğer bunu yapmaz iseniz sorunun parçası olmaktan öteye gidemezsiniz.

Rejim değişikliği anayasası

Askerlere operasyon yapılmasaydı, teğmenlere ve öğrencilere ahlaksızca
iftiralar atılmasaydı, Ergenekon, Balyoz ve Casusluk gibi davalar olmasaydı biz bugün komşularımıza istikrarsızlık ve terör ihraç etmiyor olurduk ve rejim değişikliği anayasası peşinde koşmuyor olurduk.

Türkiye dahil dünyanın hiçbir yerinde rejim değişikliği demokratik ve hukuksal kurallar içinde kalınarak yapılamaz ve yapılamamıştır.
Böyle bir rejim değişikliği ancak darbe ile yapılır.

Türkiye’de rejim değişikliğinin önünü açabilmek için başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarına karşı darbe başlatılmış ve darbe kapsamında yurtsever siyasetçiler, aydınlar, bilim insanları, gazeteciler ve askerler zindanlara atılmıştır.

Sonuç odaklı değil faaliyet odaklı

Bu büyük resim görülmeden, bu resim tüm çıplaklığı ile halka anlatılmadan, yapbozun küçük parçaları ile uğraşmak sonuç odaklı değil, faaliyet odaklı olur.

Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun kurumlarına karşı yapılan darbe operasyonlarına geç reaksiyon göstermek, bilerek veya bilmeyerek
bu darbenin arkasında olmak demektir.

  • Bugün gerçek darbeyi Mısır’da değil,
    Türkiye’de 11 yıllık AKP iktidarının icraatlarında aramak gerekir.
  • Bugün gerçek bir halk hareketi bu darbe girişimine karşı Türkiye’de tecelli etmektedir.
    Kaybettiğimiz 5 yurttaşımız ise bu halk hareketinin şehitleridir.

Saygılar sunarım.