Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

AKP içinde kavga! 

AKP içinde kavga! 

Soner Polat

Soner Polat
Aydınlık Gazetesi, 06.10.2017

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

DEVLET POLİTİKALARINA DİRENÇ

Çok açık görülüyor… AKP’de, farkında olmasa bile devlet politikalarına direnen önemli bir kesim göze çarpıyor. Başbakan Yıldırım holding basınına dengeli ve temkinli demeçler verirken, aynı gün birkaç saat sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan adeta kükredi! Başbakan Yıldırım, “Merak etmeyin; halkımız müsterih olsun, savaşa girmiyoruz!” mealinde konuşurken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bir gece ansızın gelebilirim!” diyerek devletin kararlılığını gösterdi.

NİÇİN ÇATLAK SESLER ÇIKIYOR?

Bakanlar Kurulu toplantısına katılan, devletin nefes alışını bile muhtemelen gören Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin ekonomik yaptırımlara karşı çıkmasını ciddiye almalıyız. “Bakanlar Kurulu’nda iki ayrı görüş mü var?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “İki ayrı değil, çok daha fazla görüş vardır. Herkesin farklı bir yaklaşımı var. Benim işim ticaret! Ben Ekonomi Bakanıyım… (Hürriyet, 27 Eylül 2017)”

Sayın Bakan’a soralım! ABD’nin müdahalesinden önce Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülke hangisiydi? Acaba, küçük bir bölüme değil de, Irak’ın tamamına yönelik ekonomik faaliyetler içinde olsaydık, daha iyi sonuçlar almaz mıydık? Irak’ın tamamını ekonomik olarak hedef alsaydık, belki de bugünkünden çok daha fazla sayıda şirket kendisine hayat alanı bulabilirdi. Devletin Irak’tan elde ettiği gelirler iki kat artabilirdi. Bu bölgede yatırım yapan 1300 şirketin ekonomik çıkarları mı, yoksa Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik menfaatleri mi önemlidir? Her devlet bir beka tehlikesi görürse, ekonomik mülahazaları bir çırpıda silip atar. Devlet olmanın gereği budur. Devletin bakanları da öncelikle ülkenin birlik ve bütünlüğünü sağlamakla yükümlüdür. Kaldı ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, devlet için bekanın ekonomiden değerli olduğunu her vesile ile gündeme getirmektedir.

AKP aşağı doğru inişe geçmişken ve iktidardan düşme tehlikesini ensesinde hissederken, PKK ile müzakereyi bırakıp mücadeleye başlayınca yeniden çıkışa geçti ve 1 Kasım seçimlerini kazandı. Bağımsız Kürdistan referandumundan sonra Parti içindeki çeşitli siyasi kesimler açık bir mücadeleye başladı. Büyük bir ihtimalle Kuzey Irak’taki ekonomik faaliyetlerden palazlanan baskı grupları oluştu. Bunların siyaset üzerinde, AKP’yi de içine alan çeşitli yansımaları olabilir. Ekonomi ile siyaset iç içe iki kavramdır. Birini diğerinden ayıramazsınız.

OY KAYGISI VAR MI?

AKP içindeki Atlantikçi kanat, “Ne yapıyoruz? Kürt oylarını kaybediyoruz!” şeklinde yaygın bir propaganda yapıyor olabilir. Belki de bu söylemler AKP içinde çalkantılara sebep oluyor. Kaldı ki AKP’de sütre gerisine çekilen Batı yanlısı güçlü bir damar olduğunu da biliyoruz. Bu girişimler AKP karar merkezlerinde tereddütlere yol açabilir. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın altını kalın kalemle çizdiği konularda bile AKP’li yetkililer basın yayın organlarında farklı telden çalıyor…

Dünyanın her yerinde ulusal birlik ve bütünlük konusunda güven veren siyasi oluşumlar iktidara gelir. Bölücülüğe prim tanıyan siyasi oluşumlar asla iktidar olamaz! Güneydoğu’da yaşayan halkımız da barış ve huzur istiyor. Bunca deneyimden sonra hiç kimse maceraya girmek istemez. Kaldı ki

  • Amerikan tank namlularının Türkiye’ye döndüğü bir dönemde,
  • ABD’nin yasalar çıkararak PKK’yı silah, cephane ve teçhizata boğduğu bir dönemde

    toprak bütünlüğü Türk milleti için en önemli ve öncelikli konudur.
    Vatan Savaşı’nda tereddüt gösterenlerin hızla inişe geçeceği bir döneme girdik!
    =====================================
    Dostlar,

    Yazıyı okuyunca aklımıza bir soru takıldı ve bir türlü çıkmıyor!
    Sizinle paylaşsam mı acaba??
    Amiral Polat, birkaç ay önce yine AYDINLIK’taki bir yazısını AKP politikalarının Atatürkçü olduğu anlamında bir tümce ile bitirmişti!
    Aklımızdan bir tülü çıkmayan soru şu ;

  • Vatan Partisi genel başkan yardımcısı Soner Polat, ilk seçimde AKP’ye oy verebilir mi; taktik gereği örneğin??!
    Ya da daha yumuşak (?) soralım : Kendi partisine mi oy verecek acaba, R.T. Erdoğan’ın bu muazzam “ulusalcı” performansı (!) karşısında??

Sevgi ve saygı ile. 06 Ekim 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Bir Bahriye Üçok öldürüldü bu ülkede

Bir Bahriye Üçok öldürüldü bu ülkede

Mine Söğüt
Cumhuriyet, 06 Ekim 2017
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır)

Muammer Aksoy, Çetin Emeç ve Turan Dursun’dan sonra; 
Uğur Mumcu ve Hrant Dink’ten önce…
6 Ekim 1990 tarihinde… Bir Bahriye Üçok öldürüldü bu ülkede.
Cinayeti İslami Hareket Örgütü üstlendi. 
Cumhuriyet’i telefonla arayan kişi Üçok’un “Tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden”
cezalandırıldığını söyledi. 
Ve ekledi:
“İslama sınır koyanları idam etmeyi borç biliriz.” 

Bugün orta yaşını ve yaşlılığını sürenler… 
Ne Bahriye Üçok öldürüldüğünde ne de öncesindeki ve sonrasındaki siyasi cinayetlerde öğrenmeleri gerekeni öğrenmediler; korkmaları gerekenden korkmadılar; görmeleri gerekenleri görmediler. Sanki her şey olağanmış gibi yaşamaya, tercihlerini ona göre yapmaya devam ettiler. Şu anda eğitimden hukuka, Meclis’ten sokağa dini politikaya alet edenlerin elinde ve dilinde oyuncak olan bu ülkede.. 
Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Ortacağ Türk-İslam Tarihi Bölümü’nü bitiren… 
Aynı zamanda Devlet Konservatuvarı Opera bölümüne de devam eden… 
On bir yıl lise öğretmenliği yaptıktan sonra 1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne ilk kadın öğretim üyesi olarak giren… 
Politikayla uğraşan, milletvekilliği yapan, köşe yazıları, araştırma kitapları yazan… 
Ve yaşamı boyunca yobazlığa savaş açıp kadın haklarını savunan
Dini çağdaş, gerçekçi ve hoşgörülü bir felsefeyle yorumlayan bir kadın ilahiyatçının… 
1989’da televizyonda yapılan bir açık oturumda, 

“İslamda örtünmenin zorunlu olmadığını” 

açıklamasından sonra yoğun tehditler almasının; ve sonunda evine gönderilen bir bombalı paketle öldürülmesinin korkunç gölgesinin… Bir gün kendi çocuklarının üzerine bir kâbus gibi çökeceğini hesaplayamadılar. 
Başörtüsü sorununun inançla değil doğrudan siyasetle ilgili olduğunu ta en baştan söyleyen  bir bilim insanının ne yaşamından ne de ölümünden ders aldılar. Üçok’un kitaplarını, köşe yazılarını bulun okuyun. Kadınların kapanmasının İslam tarihindeki yerinden,
Atatürk heykellerinin put denilerek kırılmasına… 

O yıllarda din derslerinde çocuklara öğretilenlerden, iktidar heveslilerinin şeriat özentiliğine kadar… Bugün bu ülkeyi tehdit eden ne varsa hepsi üzerine daha en baştan, tehlike henüz uzaktayken yazan, konuşan ve düşünen bir insan… 
Bundan çeyrek asır önce bu ülkede evine gönderilen bombalı bir paketle neden öldürüldü…
çok net göreceksiniz. 

O öldürüldüğünde doğan çocuklar bugün 27 yaşındalar. 
O çocuklar ve onlardan sonra doğanlar belki de Üçok’un adını hiç duymadıkları…
Bu cinayetin diğerler cinayetler gibi rejimi yıkmaya yönelik ilk adımların zeminini hazırladığını sezemedikleri… 
Kendi geleceklerini derinden etkileyen bu miladın anlamını düşünmeye hiç yönlendirilmedikleri için… Bugün bu kadar korunaksız ve savunmasızlar. 
Onlar…  Eğer bu bilginin ışığında aydınlanan doğru bir refleksle büyüyebilselerdi… 
Geleceklerinin hangi tehditlerin hedefinde olduğunu net bir şekilde öğrenebilselerdi… 
Bu yaşadığımız ülke, hatta dünya… emin olun, şu an bambaşka bir yerdi. 
Hadi bari şimdi gidin anlatın çocuklarınıza. 

  • Bundan 27 yıl önce… Çok kıymetli bir Bahriye Üçok neden öldürüldü bu ülkede?
    ========================================

Dostlar,

Mine Söğüt hanımefendiye teşekkür ederiz bu etkili ve uyarıcı yazısı için.
Biz de bu yazıda sorulan soruya, dostumuz Suay Karaman‘ın bir konuşması ile kapsamlı bir yanıt vermek istiyoruz.. Lütfen tıklar mısınız??

BAHRIYE_UCOK_NICIN_OLDURULDU_Suay_Karaman

Sevgi ve saygı ile. 26 Eylül 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

‘SÖYLEV’in 90. Yılı Kutlu Olsun…

‘SÖYLEV’in 90. Yılı Kutlu Olsun…

Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği‘nin çalışmaları çok sevindirici..

Geçtiğimiz ay 26 Eylül Dil Bayramı‘nın 85. yılı kutlama etkinlikleri de çok varsıldı.
Ankara, İstanbul, İzmir’e yayılmıştı.

Bilindiği gibi 20 Ekim 1927’de Mustafa Kemal Paşa ünlü SÖYLEV’ini TBMM’de okumaya başlamış ve 6 gün boyunca her gün yaklaşık 6’şar saat okumuş ve 27 Ekim 1927 günü bitirmişti. Bu çabanın kendisi doğrudan tarihe ilk elden not düşmek ve gelecek kuşaklara sağlam bir tarih belgeseli sunmaktır ve çok anlamlıdır.

Mustafa Kemal Paşa (1934’ten sonra soyadı ATATÜRK!) felsefesini, ideolojisini,  savaşımını, devrimlerini, hedeflerini ve Türkiye Cumhuriyetini gelecekte bekleyen olası tehlike ve tehditleri büyük isabetle öngörmüş ve bu eşsiz Seslenişinde yazarak, sesiyle ölümsüzleştirmiştir.

Bitirirken, bir coşku fırtınası ile “EY TÜRK GENÇLİĞİ” diye seslenerek kutsal emanetini TÜRK GENÇLİĞİNE bırakmıştır.. Hiçbir özür kabul edilir değildir.. Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşatılacaktır ve en olmadık olumsuz koşullarda bile muhtaç olunan kudret, damarlarda dolaşan soylu kandan alınacaktır!

SÖYLEV, insanlık – uygarlık tarihinde içeriği, biçimi ve taşıdığı akıl ile, hedefi ile benzeri olmayan bir tarih destanıdır. Özüyle anlamak ve gereğini yapmak ise bizlere namus borcudur; tarihin, günümüzün ve geleceğimizin vebalidir.
*****

Bu başarılı ve verimli etkinlikleri özveri ile yürüten Dernek Başkanımız Sn. Sevgi Özel ile çalışma arkadaşlarına, destek verenlere şükranlarımızı sunuyoruz..

Sn. Prof. Dr. Özer OZANKAYA‘nın ustalıkla gerçekleştirdiği SÖYLEV’den Seçki metnini paylaşmak istiyoruz. Ozankaya, SÖYLEV için “Bir Toplumbilim klasiği” nitemini kullanıyor. Bu eşsiz tarihsel yapıtın Atatürk’ün felsefi bilgeliğinin de bir kanıtı olarak sunuyor..
Özellikle gençlere okutulmasını diliyoruz.. Güncel Türkçe ile ve en can alıcı yerleriyle SÖYLEV! Okumak için lütfen üstünde tıklayınız..

Söylev seçkisi, Aralik 1997

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Dil Derneği Üyesi
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

ANKARA  KALESİ – 233, 04.10.2017

YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

Uluslararası alanın şimdiye kadar çözülememiş ve kalıcı bir barış düzenine bağlanamayan önde gelen sorunlarından birisi, Kıbrıs adasındaki çıkmazdır. Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan bu büyük ada her dönemin siyasal gelişmelerinin etkisiyle farklı jeopolitik konumlara sürüklenmiş, o yüzden de geleceğe dönük bir kalıcı koşullar düzenine bir türlü kavuşamamıştır. Bugün Kıbrıs sorunu yüz yıl öncesinden daha karışık koşullarda devam edip gitmekte ve bu nedenle de istendiği gibi kalıcı bir barış ortamı sağlanamadığından, ada üzerinde tarafların her yönü ile anlaştığı bir kalıcı çözüm bir türlü getirilememektedir. Yeni dünya düzeni arayışlarından ciddi bir düzensizlik ortamına geçerken, Kıbrıs sorunu daha ciddi boyutlarda dünyanın önünü kapayan ana meselelerden birisi olmayı sürdürmektedir. Bu yüzden de Akdeniz’in doğu bölgesinde yeni bir barış ortamı yaratılamamakta ve Doğu Akdeniz’de yeniden Lavantlaşma olgusu gündeme gelmektedir.
******
…………………
………………….
Gazze kentinin adının gaz kavramından geldiği, bu kentin altında bölgenin en geniş doğal gaz yataklarının bulunduğu, Kıbrıs adasının kuzey ucundaki Karpaz yarımadasının civarında Akdeniz’in en zengin petrol yataklarının bulunduğu , Kıbrıs adası ile Suriye ve Anadolu arasında yer alan Doğu Akdeniz bölgelerinin altında gene Orta Doğu’nun önde gelen ülkeleri kadar zengin petrol yataklarının yer aldığı, Libya ile Irak arasında yer alan bu bölgede de çok zengin yer altı kaynaklarının bulunduğu son zamanlarda bilim adamları tarafından açıklanmaktadır. Yüzyıllardır Orta Doğu’da petrol kavgası veren batılı emperyalistlerin ya da Siyonistlerin bu kavgayı Lavant bölgesindeki yeni yapılanma döneminde de sürdürdükleri görülmektedir. O yüzden İsrail, Kıbrıs Girit hattı gibi bir yeni hat üzerinden, Doğu Akdeniz’in sularının altından petrol ve doğal gaz bağlantılarının Avrupa kıtası ile yapılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda, Rusya ve Fransa Güney Kıbrıs’a girerek bu bölgede yeni üsler oluşturmaya çalışmakta, İsrail ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerinden Kıbrıs adası üzerindeki etkisini artırarak ada üzerinde kendisine karşı gelişebilecek bazı yeni durumları önlemeye çaba göstermektedir.

Lavant bölgesinde yeni keşfedilen doğal zenginlikler bütün emperyal devletleri yeniden bölgeye çekerken, bölge devletleri de bu durumdan yararlanarak yeni Lavant sürecinde eskisine oranla daha avantajlı bir konuma gelebilmek için uğraşmaktadırlar. Yeni Lavant sürecinde, İsrail Kıbrıs üzerindeki etkisini artırarak bu ada üzerinden Girit ile daha yakın bağlantılar kurmaya çalışmakta, kendi ülkesinde konuşlandırmak için yer bulamadığı donanması ile Hava kuvvetlerinin uçak filosunu Akdeniz’in ortasında bomboş duran bir kurak ada olarak Girit’e yerleştirmeye çalışmakta, böylece İsrail ile Girit arasında Kıbrıs üzerinden geçen bir Doğu Akdeniz yapılanması çizgisi geliştirerek, Yeni Lavant sürecini tamamlamaya çaba göstermektedir. İsrail, Doğu Akdeniz bölgesinde Büyük Orta Doğu Projesine seçenek bir projeyi öncelikli olarak devreye sokarken, Gazze’nin doğal gaz alanından Kıbrıs’ın petrol bölgesine yönelmekte ve bu hat üzerinden yapılacak bir deniz altı boru sistemi ile Lavant bölgesinin doğal zenginliklerini, dünyanın en zengin kıtası olan Avrupa’ya taşımak istemektedir. Akdeniz’in tam ortasında yer alan Girit adası giderek bağlı olduğu Yunanistan devletinden uzaklaşırken, İsrail ile Lavant bölgesi üzerinden yakınlaşmakta ve yeni durum da Kıbrıs adasının yeni konumunu fazlasıyla değiştirmektedir. İsrail Kıbrıs’ı bir köprü yaparak Girit üzerinden Avrupa kıtasına bağlanmaya çalışmakta ve böylece Lavant’ın doğal kaynaklarını zengin Avrupa piyasasında değerlendirmek için yeni siyasetler geliştirmektedir.
******
……………………..
………………………

Yeni Lavant sürecinde Kıbrıs adası iki sıvının arasına sıkışıp kalmıştır. Su ve petrol insan yaşamındaki iki ana sıvı olarak Kıbrıs üzerinde yaşayanların hayatını yönlendirmiştir. Türkiye’nin güneyindeki su kaynaklarından Kıbrıs’a denizaltı su sistemi kurulmasına İsrail öncülük yapmış ve kendi su sorununu Kıbrıs üzerinden çözmeye çalışırken, adanın etrafında çok yaygın biçimde bulunan petrol yataklarını işletmeye açmak üzere, İsrail devleti Hem Yunanistan cumhuriyeti ile hem de Güney Kıbrıs yönetimi ile ortaklıklar kurmuştur. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem kendi karasularında hem de KKTC’nin sahil şeridinde petrol ve doğal gaz aramasını önlemeye çalışmıştır. İsrail’in iki yüzlü ve çifte standartlı bu politikaları yüzünden her alanda olduğu gibi Kıbrıs sorununda da Türk devleti son derece zor durumlarda kalmıştır. Türkiye’nin güneyindeki suyun İsrail’e taşınması konusunda Kıbrıs bir köprü konumunda kullanılmak istenirken , Türkiye’nin kendisine yetmeyen su kaynakları Büyük Orta Doğu Projesi sonrasında Yeni Lavant yapılanmasında da gündeme getirilerek, Türkiye’nin zararına olabilecek yeni olumsuz gelişmeler dayatılmaktadır. Türkiye’nin suyunu kendisine bağlamak isteyen İsrail bu amaçla Kıbrıs’ı kullanırken, Kuzey Irak’taki zengin petrol yataklarının vanasını da elinde tutmak istemektedir. Böylece bölge devletlerini parçalayarak Büyük İsrail federasyonunu kuramayan İsrail, Yeni Lavant Projesi üzerinden Türkiye’yi parçalayarak, Kıbrıs ve Girit gibi Akdeniz adalarına el koyarak, bu bölgenin her türlü zenginliğini ekonomik açıdan değerlendirerek yeni bir süper güç haline gelmeyi hedeflemektedir.

Tarihte kendisini yok eden Akdeniz üzerindeki Roma İmparatorluğu yapılanmasını hiçbir zaman unutmayan İsrail’in geleceğe dönük bir yeni Roma İmparatorluğunu Kudüs merkezli olarak inşa etmeye yöneldiği görülmektedir. Bu projeye karşı başta Vatikan olmak üzere bütün Hıristiyan Avrupa devletlerinin karşı çıkacağı açıktır. Türkiye’nin kendisi dışındaki bu çekişmenin dışında kalması ve hiçbir tarafa alet olmadan KKTC ile birlikte Türk tarafının politikalarını hem Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz bölgesinde geçerli kılması, öncelikli olarak Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar olması açısından önem taşımaktadır. Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak Türkleri tarih sahnesinden sileceklerini zannedenler, Türk devletini ortadan kaldırarak Büyük Orta Doğu Projesi gibi emperyalist senaryoları gerçekleştirememişlerdir. Avrupa Birliği dağılırken, İsrail’de üçüncü kez yıkılma senaryoları ile karşı karşıya bulunmaktadır. Kıbrıs’ın Türk tarafını dışlayarak ya da Türkiye’ye karşı bir çizgide yönlendirerek kullanılmasına, Türk ulusu hiçbir zaman razı olmayacaktır. Türkiye’nin orta dünyada, Merkezi Devletler Birliği ya da Kıbrıs’ta 82. vilayet gibi milli senaryoları oldukça ve bu gibi politikalar ulusalcı ve vatansever Türk yöneticileri tarafından desteklendikçe, Büyük Orta Doğu, Yeni Bizans ya da Yeni Lavant gibi emperyal senaryolar hiçbir zaman gerçekleşemeyecektir.
******

Yazının tümü için tıklayınız :
KIBRIS_YENI_LAVANT_SURECINDE_ANKARA_KALESI-233

Kıbrıs’a dikkat… hem de çoook.. Bakar mısınız Mustafa kemal Paşa Kıbrıs için bizleri nasıl uyarıyor…

Sevgi ve saygı ile.
04 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : OYALAMA, OYLAMA

OYALAMA, OYLAMA

Suay Karaman

Suay Karaman

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı ve 1979 yılından beri Kürdistan Demokratik Partisi‘nin başkanlığını yürüten Mesud Barzani, 30 Eylül 2012’de AKP 4. Olağan Kongresine “onur konuğu” olarak davet edildi. Kongrede Kürtçe konuşma yaptı ve “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganıyla ayakta alkışlandı.

Türkiye Kerkük’e karışırsa biz de Diyarbakır’a karışırız” diyen Mesud Barzani, 16 Kasım 2013’te AKP’nin Diyarbakır mitingine davet edildi. Mitingde Şivan Perver adlı sanatçıyla şarkı söyledi ve zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan ile birlikte kürsüye çıkarak, ele ele halkı selamladı. Mitingde Barzani Kürtçe konuşma yaptı, Tayyip Erdoğan ise yaptığı konuşmada ilk kez “Kürdistan” dedi.

Nil Nehri’nden Fırat Nehri’ne dek olan bölgede Büyük İsrail’i kurmak için yetiştirilen, Büyük Ortadoğu Projesi eş başkanlarından Mesud Barzani, 26 Şubat 2017’de ülkemizi ziyareti etti ve kırmızı halılarla karşılandı. Ziyaret sırasında İstanbul Atatürk Havalimanında ve Ankara Esenboğa Havalimanında ilk kez Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayrağı asıldı. Verilen tepkilere karşı Başbakan Binali Yıldırım’ın söyledikleri, gelecekte gereği yapılmak üzere tarihe not edildi: “Irak anayasasına göre, Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi, özerk bir yapıdır. Parlamentosu vardır. Başbakan’ı, bakanları vardır. Ayrı bayrağı vardır ve dünyada da bu şekilde tanınır.”

Mesud Barzani, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi başkanlığına 2005’te parlamento tarafından, 2009’da halk tarafından seçildi. 2013’te parlamento kararıyla görev süresi iki yıl daha uzatıldı. Bu uzatma 19 Ağustos 2015’te bitti ancak Mesud Barzani, zamanı geçtiği halde seçimlerin yapılmasını engellemektedir. Yasalar, başkanın halk tarafından seçilmesini öngörmesine karşın, görev süresinin bitimine yakın, Barzani yönetimindeki seçim kurulu ‘seçim yapacak para ve eleman olmadığı’ gerekçesiyle seçimden kaçmıştır. 2015’ten bu yana Bölgesel Yönetim Parlamentosunu çalıştırmayan Mesud Barzani’nin, seçim yapacak para bulamazken, halk oylaması yapacak parayı bulması da ilginçtir. Mesud Barzani, iktidarını sürdürmek ve gücünü pekiştirmek üzere halk oylaması konusunu gündeme getirerek, kendisinin başında olacağı yeni bir Ortadoğu diktatörlüğünün kurulmasını düşlemektedir.

Ülkemiz yöneticilerinin el üstünde tuttuğu Mesud Barzani, halk oylaması yapacağının ilk işaretini 23 Mayıs 2015’te ABD ziyaretinde verirken, Tayyip Erdoğan “bağımsız Kürdistan, Irak’ın iç sorunudur” demişti. 2016 Ocak ayında oylamanın takvimini başlattı ve 2017 Haziran ayında 25 Eylül’ü, halk oylaması tarihi olarak ilan etti.

Bu tarihler belliyken, bu halk oylamasını önlemek için ülkemizin yöneticileri, kimi önlemler alabilirlerdi ama oyalama sürecine bıraktılar. Öncelikle Mesud Barzani’nin Türk pasaportu iptal edilebilirdi. Mesud Barzani’nin ve aşiretinin Mersin limanı başta olmak üzere tüm şirketlerine operasyon yapılarak el konabilirdi. Birçok AKP’linin ortaklığı ile satılan petrol ve türevleri ticareti durdurulabilirdi, verilen elektrik kesilebilirdi. Yapılan her türlü ticarete son verilerek, ekonomik ambargo uygulanabilirdi. Habur sınır kapısı kapatılabilirdi. Hava sahası kapatılarak, Erbil seferleri iptal edilebilirdi. Erbil Konsolosu geri çekilebilirdi ve Barzani’nin Ankara  temsilciliği kapatılarak görevliler sınır dışı edilebilirdi. Barzani’nin Türkiye’nin güneydoğusunu Kürdistan’da gösteren Rudaw adlı TV kanalı Türksat uydusundan çıkarılabilirdi. Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda Türkiye, İran, Suriye ve Irak devletlerinin birlikte hareket etmesi için, Türkiye girişimde bulunup, öncülük yapabilirdi. Bu önlemlerin hiçbiri alınmayıp, yalnızca göz boyama amaçlı konuşularak oyalama yapılmıştır. Halk oylaması öncesi önlem almayanlar, oylama sırasında da seyirci konumuna düşmüşlerdir. Halk oylamasından sonra alınan önlemler ise geç, yetersiz ve göstermeliktir.

Mesud Barzani ile ortaklık yapan ve bugüne kadarki sürecin gelişmesine omuz veren, destek olan siyasal iktidarın halk oylamasına engel olmak için kimi önlemler almasını beklemek saflık olurdu. O nedenle halk oylamasına dek herhangi bir önlem alınmadı ve oylamanın yapılmasına gizli destek sağlandı. Tabii aynı durum yumuşak muhalefet için de geçerlidir.

Mesud Barzani’nin böyle bir yanlışa düşeceğine olasılık vermediğini ve yanıldığını söyleyen Tayyip Erdoğan, sürekli aldatılarak, kandırılarak siyaset yapmaktadır. Üstelik Erdoğan’ın “bu halk oylamasının sonucu şaibelidir” diyerek, ülkemizde 16 Nisan 2017’de yapılan halk oylamasına göndermede (atıfta) bulunduğu sanılmaktadır.

Halk oylaması konusundaki tutumunun ne olacağını bile oylamadan üç gün önce topladığı Milli Güvenlik Kurulu’na bırakan siyasal iktidar, toplantıdan “referandum gayrimeşrudur” gibi önlem içermeyen bir karar çıkardı. ABD ve öbür emperyalist ülkelerin açıklamalarından sonra, oylamaya iki gün kala TBMM’yi olağanüstü toplayan siyasal iktidar, Irak ve Suriye tezkeresini sanki halk oylamasına karşı bir tedbirmiş gibi yeniden uzattı. Bağımsız Kürdistan kurulmasının, özellikle ülkemizin ve bölge ülkelerinin toprak bütünlüğünü tehlikeye atacağını göremeyen ufku dar siyasetçiler, emperyalizmin taşeronluğunu yapmaktadır.

Halk oylamasından sonra yapılması gereken şey uluslararası sözleşmelerden doğan haklarımızı sonuna dek savunmak ve sonuç alıcı kararlar vermektir. Ankara, Tahran, Şam ve Bağdat’ın birlikte hareket etmesini sağlamak için, ülkemize büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Ancak bu görev ve sorumlulukların gerek siyasal iktidar, gerekse yumuşak muhalefet tarafından yerine getirilmesini beklemek hayalin de ötesindedir… (04.10.2017)
====================================
Dostlar,

Değerli kardeşimiz Suay Karaman yakın tarihe ışık tutan somut olayları iyi ki sıralıyor bu yazısında. İnsan belleği unutma hastalıklı (nisyan ile malul!).. Hele az okuyan, not almayan, arşiv tutmayan toplumlar.. Sitemizin manşetinde bu konuda benzer vurguları yapan 2 makalemizin erişkesini (linkini) hala tutuyoruz.:

AKP = RTE NEDEN İKBY – BARZANİ’ye KESİN – NET “HAYIR – YAPAMAZSIN” DİYEMİYOR ?
BARZANİSTAN HALKOYLAMASI; NE YAPMALI?
2 makalemizi okumak için lütfen üstünde tıklayınız..

Bir de çook çarpıcı bir karikatür.. Türkiye’ye kurulan tuzak…

MHP Genel Başkanı D. Bahçeli muhterem, balıklama atladı bu oltaya.. 82 Kerkük, 83 Musul, 84 Erbil…  miş miş miş.. Büyüklere masallar.. tabanın gazını almalar.. Beş bin ülkücü bölgede savaşmaya hazırmış.. Daha önceleri nerelerdeydiniz?? AKP = Erdoğan Barzani’nin halkoylamasına giden süreçteki apaçık çanak tutuşları sırasında Bay Bahçeli ve particiği MHP nerelerdeydi??

 

  • Her 2 parti de kendilerine yüklenen küresel misyonlarını yürütüyor; çıplak gerçek budur.. 
    Türkiye ve Anamuhalefet bu hazin ve acı gerçeğe göre konumlanmalı, savunma örmelidir. Örneğin Irak’ın kuzeyindeki PKK mevzilerine, Kandil’e kara harekatı yapıl(a)mamaktadır!?

Başbakanlık yapan Binali bey, bir özerk bölgenin bayrağını göndere çekmeyi savunurken hukuk dışı konuşuyordu. Uluslararası hukukta BM’ye kayıtlı bir devlet değil o bölge. Dolayısıyla statüsü de devlet değil ve BM kurucularından egemen bir devlet olan Türkiye ile uluslararası ilişkide eş statülü değil. Neden bu gerçekleri Bay Bahçeli ve particiğinin seçkin uzmanları dile getirmediler??

Uyannnnnn ey halkım uyannnnnn derin gaflet uykusundan..
Seni kimler “öpüyor” siyaseten, gör artık..
Ülken  – vatanın 97 yıl sonra gene Sevr tehdidi altında..
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin Sevr’i onaylamış; Mustafa Kemal ve arkadaşları – ilk Meclis bunu yırtmış ve imzalayanları da vatan haini ilan etmişti.
97 yıl sonra herkes gene rolünü oynamakta; tarih aptal toplumları böyle tekerrürle pataklıyor!

Sevgi ve saygı ile. 04 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Hüsnü Mahalli : Barış Suriye’den başlar

Bölgede yeni dönem…
Barış Suriye’den başlar

Hüsnü Mahalli

Hüsnü Mahalli
YURT
Gazetesi, 31.08.17

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Arap Baharı‘ Tunus sonra da Mısır’da başladığında Bunun ‘Kanlı’ olduğunu yazıp anlattığımda herkes bana kızdı. Sağcılar ve solcular batının bu oyununa inanmıştı. Olaylar Suriye’ye sıçradığında;
1-Esad’ın asla devrilmeyeceğini
2-Rusya’nın Esad’dan asla vazgeçmeyeceğini
3-İran ve Lübnan Hizbullahı’nın sonuna dek Esad’a sahip çıkacaklarını ve
4-Bütün bu oyunların hedefinde Türkiye’nin de olduğunu yazıp anlattım.
Marksist solcular bile beni  ‘demokrasi düşmanlığıyla’ suçladı. Geldiğimiz nokta ortada.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum her şeyi açıklıyor. 5 N 1 K kuralına gerek yok.
Önemli olan budan sonrası. Onu da bu yazıda özetliyorum Yani Rusya-Türkiye-İran üçgeninin yapabileceklerinde. Herkes İran Genel Kurmay Başkanının Ankara ziyaretini konuştu.
Yakında Cumhurbaşkanı Erdoğan İran’a gidecekmiş. Putin ve Erdoğan sürekli telefonlaşıyor.
Astana Anlaşması gereği üç ülke arasında her düzeyde koordinasyon ve işbirliği var.
Özellikle istihbarat ve askeri alanlarda.
IŞİD ve NUSRA‘ya karşı. 30 Eylül 2015’te Rus uçakları Suriye’ye gittiğinde Esad ülkenin yaklaşık %yirmisini kontrol ediyordu. Bugün %elliden fazlası. Yılsonuna dek bu oran %75-80  olur. O zamana kadar IŞİD ve Nusra’nın işi bitirilecek.
Her iki örgüt içinde savaşan Suriyeliler silahlarını bırakacak. Bırakmazlarsa ortadan kaldırılacaklar. Tıpkı Suriye-Lübnan sınırında olduğu gibi.
Suriye ve Lübnan ordularının yanı sıra Hizbullah militanlarının ortak operasyonlarıyla sınır son üç haftada tamamen IŞİD ve NUSRA’cılardan temizlendi. Sırada Suriye-Ürdün sınırı var. İran ve Hizbullah destekli Suriye ordusu ve Rus güçleri bunun için hazırlık yapıyor.
2015’te kurulan ve merkezi Bağdat’ta olan Suriye-Irak-İran-Rusya Koordinasyonu bunun için çalışıyor. Unutulmamalı ki Irak  ordusu ve yüzbinlerce Haşdi Şaabi militanı yani Şii milisler henüz tüm Irak’ı IŞİD’çilerden temizleyemedi. Bu süreç 4-5 ay sürebilir. Suriye’de olacağı gibi.
Ama tek koşulla Türkiye’nin işbirliği ile. O da var.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ile barışmasından bu yana her şey bu yönde gelişiyor.
Ocak 2017’de dönemin Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ‘Suriye politikası başından beri yanlış’ demişti. Anlaşılan Ankara yanlışları düzeltmeye çalışıyor.
Rusya ve İran’ın yardımıyla. Bazen ABD’ye rağmen bazen de dolaylı da olsa onunla birlikte.
S-400 füzeleri bu oyunun bir parçası. ABD ve Rusya terör örgütleri IŞİD ve NUSRA’dan kurtulmaya kararlı. AB ülkeleri de el altından yardım ediyor. Herkes Şam ile diyalog kuruyor.
IŞİD sonunda Suriye-Irak sınır bölgesinde toplanacak. NUSRA Türkiye sınırına 20 kilometre uzaklıkta İdlib’te. Sayıları en az 20 bin ve yarısı yabancı uyruklu. Yani Çeçen, Uygur, Suudi, Tunuslu… Rusya-Türkiye-İran işbirliğinin hedefinde bunlar var. Yani bu yabancılar ne olacak?
Sonra da sıra PYD’ye gelecek. ABD ile anlaşarak İran-Türkiye-Rusya Üçlüsü PYD’nin kontrolündeki bölgelerin büyük bölümünü alıp Suriye devletine verecek. Yani Esad’a. İran, Türkiye ve Esad istemediği sürece Suriye’de federal ya da özerk bölge kurulamaz.
ABD işe karışırsa karşısında bu üç ülkeyi bulacak. Bir de Rusya’yı.
Trump’ın bir çılgınlık yapacağını hiç sanmam. Yaparsa da hiç şaşırmam.
Nasıl olsa herkes Kürt kartına oynuyor. Örneğin Suriyeli Kürtlerin ‘Akdeniz’e koridor açma’ projesi. Bu konuyu dillendiren ‘stratejist ve uzmanlar’ dünyadan haberi yok. Bırakın koridoru İran ve Rusya destekli Esad’a rağmen Kürtlerin federal ya da özerklik isteği bile gerçekleşemez.
Bu durum Türkiye’yi rahatlatır. Belki de kendi Kürtleriyle daha barışık bir politika izlemeye zorlar. Tıpkı Haziran 2015 öncesinde olduğu gibi.
Görüldüğü gibi 2011 başlangıcında olduğu gibi Ankara’nın tüm hesapları yine Suriye gerçekleriyle çakışıyor.

  • Yani Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümü İran ve Rusya ile işbirliğinden geçer.

Onlar da Esad’ı işaret ediyor. Olur mu bilemem ama bana göre 2018’in ilk haftalarında Putin Şam sokaklarını dolaşacaktır. Sonrasını tahmin etmek hiç de zor değil.

  • Batılı ülkeler ve Körfez’in Kral, Emir ve Şeyhleri  her zaman olduğu gibi Türkiye’ye kazık attı ve atacak.

Her şey ortada. Geriye siyasi irade, kararlılık ve karar gerekiyor. Bu kez karar kesin doğru olmalıdır. Türkiye bir 6 yıl daha yanlışlara dayanamaz. Benden söylemesi bu kez bedeli çok ama çok ağır olur. Türkiye ve tüm bölge için. İran ve Rusya işbirliği bunun bilindiğinin kanıtıdır. Çok ilginç bir denklem:

  • Pers, Osmanlı ve Rus imparatorlukları Abbasi ve Emeviler için ortak ve doğru bir formül arıyor. 

    İşin içinde daha birçok ayrıntı var ama onlar da burada anlatılamaz.
    Önemli olan Esed’in bir an önce Esad olmasıdır. Bu da çok zor bir iş değil.
    Sonuçta tek bir harf değişecek. Herkesi ve her şeyi kurtarmak için değer.
    Başka türlüsü de olmaz. Olur diye düşünenler var olan durumu iyi okusunlar.
    6 yıllık bela onlara yetmediyse gelecek olan beladan 60 yıl kurtulamayacaklarını anladıklarında herkes için iş işten geçmiş olacaktır. Benden söylemesi. Daha önce de söylemiştim.
    Hepsi de doğru çıktı.
    ==========================================
    Dostlar,

    Sayın Hüsnü Mahalli’yi AKP tepti bilindiği gibi.  AKP = RTE’nin Suriye politikasındaki ürkünç (vahim) yanlışları YURT Gazetesindeki köşesinde ve Halk TV’deki programlarında Ayşenur Aslan ile yüreklilikle ve çok açık olarak ortaya koydukça iktidarın tepkisini çekti. Sonunda ilahların gazabı patladı ve H. Mahalli kendisini hapiste buldu. Sağlığı tehlikeye girdi. Uzunca bir süre yazıp – konuşmaktan alıkondu.

Peki ne oldu? AKP = RTE, Ortadoğu konusunda uzmanlığı tartışılmaz olan gazeteci Mahalli’nin yıllar öncesinden yazıp söylediği noktaya geldiler. Yazık oldu geçen yıllara ve akan kanlara.. Sınırımızda Sevr planı Kürdistan’ın kurulmasına ramak kaldı!

Zararın neresinden dönülürse kârdır diyerek avunabilir miyiz? Hayır! Bunca ağır dış politika hataları yapanların, önüme gelenlerin kandırdığı siyasilerin mutlaka hem politik hem de hukuksal olarak hesap vermek zorunda.

Türkiye, zamanı geldiğinden bu hesapları da hukuk devleti kapsamında soracaktır elbet.

Biz Sn. Mahalli’nin yazılarına yorumlarımız da katarak sitemizde hep yer verdik. Siyasal iktidara çağrıda bulunduk. Ancak iktidar bu ulusalcı sağduyu çığlıklarını duymazdan geldi. Kendisini kurup iktidara getiren Atlantik ötesi güçlerin güdümünde, onların taşeronu gibi davrandı. Ne var ki artık deniz bitti.. AKP = RTE geç de olsa acı gerçeklerle yüzleştiler. Bundan sonra hiç ama hiç hataya yer yok. Ne konjonktürün ne de halkın – ekonominin takatı kaldı! Verdiğimiz şehitlerin kanları, sorumluları boğacaktır eğer yeni hatalar yapılırsa!

İçeride tüm Ulusu birleştirici politikalar izlemek kaçınılmaz bir zorunluk.
TBMM mutlaka devrede olmalı.. TEK ADAM bu kibrinden vazgeçmeli; Türkiye’nin muazzam birikimini paha biçilmez bir servet olarak değerlendirmeli. Her tür israf ve yolsuzluk adeta bıçakla kesilmeli. Hiçbir toplum kesimi ötekileştirilmemeli, yurttaşlara EŞİT davranılmalı.

Anayasa’ya ve Atatürk’e saygı kusuru yapılmamalı.

  • Yaşamı – EĞİTİMİ – Devleti dincileştirme dayatmasından derhal vazgeçilmeli, 

Sn. Mahalli zaten kapsamlı yazmış, biz de uzatmayalım. Arşivimizde tutmuştuk. Üstünden 33 gün geçti, demlendi bu yazı. Her geçen gün gelişmeler, bu yazı içeriğini doğruladı. Şimdiye dek Sn. Mahalli’nin Suriye – Ortadoğu sorunlarında yazdıklarının tümü gerçekleşti. Bundan sonrası için O’nun danışmanlığına çok ciddi gereksinimimiz var.. Lütfen, lütfen eyyy yetkililer.

Sevgi ve saygı ile. 03 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Taşeron işçilerin(in) dramı

Taşeron işçilerin(in) dramı

Engin Ünsal

Dr. Engin Ünsal
Aydınlık Gazetesi, 01.10.2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

HÜKÜMETİN TAŞERON İŞÇİLERİ İÇİN BİR PROGRAMI YOK

Geçen genel seçimler öncesinde zamanın Başbakanı Davutoğlu taşeron işçilerinin kadroya alınacağı sözünü çok kesin cümlelerle ifade etmişti. Bırakın taşeron işçilerine kadroyu, Davutoğlu kendi kadrosunu bile koruyamadı. O kadar ki taşeronun işçilerine kadro sözü vermesi onun Başbakanlığı kaybetmesinin önemli bir nedeni bile olabilir. Bugün gelinen noktayı ve AKP’nin tutumunu iki milyon taşeron işçisi umutla beklemektedir. Boşuna beklemesinler ve AKP’yi desteklemeye devam etsinler. Çünkü hükümetin bu işçilere kadro vermek gibi bir niyeti ve girişimi yoktur. Başbakan geçenlerde Türk-İş’i ziyaret etti ve herkes bu ziyaret sırasında “Türk-İş baskı yapacak ve Başbakan bu işçilerin kamuda çalışanlarının kadroya alınacağını söyleyecek” diye umutlandı. Oysa gerçekte ne Türk-İş’in ne de hükümetin taşeron işçileri diye bir sorunu yoktu.

KUZULARIN SESSİZLİĞİ İLE BU SORUN ÇÖZÜLMEZ

Bizim işçilerimiz mütevekkildir, inançlıdır ve Allah’larına çok güvenir, her şeyi ondan beklerler ama bilmezler ki kendine yardım etmeyene Allah da yardım edemez. Taşeron işçileri gerçekten çok zor durumdadırlar. Taşeronlar bu işçilere çoğu zaman asgari ücreti bile çok görmektedir. Çoğunun sigortası yoktur. Sendika, hak getire, taşeronun kapısından bile geçemez. İş Yasası’ndan ve sendikalı olmanın güvencesinden yararlanamayan taşeron işçilerinin işi tam anlamı ile Allah’a kalmıştır çünkü hükümet yetkilileri bu işçiler için kadrodan değil statülerinin belirlenmesinden söz etmektedir ve bunun sadece kamuda çalışanlar için söz konusu olacağı anlaşılmaktadır. Statü değişikliğinin ne olacağı da açıklanmamıştır ama kesinlikle kadro değildir. Ya özel sektörde çalıştırılan taşeron işçileri? Onlardan kimse söz etmemekte ve dağ başlarındaki otlar gibi yapayalnız bırakılmaktadır. Taşeron işçileri şunu bilsinler ki; kuzuların sessizliği ile hiçbir hak elde edemezler çünkü hükümetin öyle bir niyeti yoktur. Yapacakları tek şey demokratik haklarını kullanıp, gerekli izinleri alıp sokaklara dökülmek ve hak mücadelesi vermek, haklarını söke söke almaktır. Vermeyenden haklarını ancak böyle alabileceklerini artık anlamalıdırlar. Ya bu işçiler yasaların uygulandığı, güvenceli istihdam sürecini yaşamalı ya da alt işverenlik kurumu İş Yasası’nın 2. maddesinden tümüyle kaldırılmalıdır.
=====================================
Dostlar,

Dr. Engin Ünsal ağabeyimiz iş güvenliği – hukuku konularında doktora sahibidir. Bu alanlara egemendir. Alçakgönüllük içinde hala çabasını sürdürmektedir bu uğurda. Taşeron işçileri gerçekten de ülkemizin en ağır sömürülen kesimlerindendir. Adlandırmaya (Terminoloji) dikkat; Taşeron işçileri  diyoruz. Taşeron adı verilen alt işverenin (sub-contractor) işçileri. Asıl işverenin işçileri değil. “Taşeron işçiler” de değil.. Çünkü taşeron bir işverendir ve onun da işçileri vardır.

Uluslararası Çalışma Örgütü ILO, “onurlu istihdam” (desent work) çağrısını sürüdürmektedir. Emek sömürüsünü her düzeyde durdurmak gerekir. Gerçekte taşeronluk yabanıl (vahşi) kapitalizminin türevidir. Büyük patronlar rahat ve bol kâr elde etsinler diye tasarlanmıştır, neo-liberalizm çağında iyice cilalanmıştır. İktidara yakın yandaş ya da büyük sermaye kamudan ihaleleri kokuşmuş ilişkilerle almakta, bir kâr payı ayırarak “ertesi gün” bu işi bir taşerona devretmektedir. Oturduğu yerden, spekülatif olarak ve etik dışı biçimde kazanç sağlamaktadır. Bitmedi, işi alan taşeron (ikincil ya da alt işveren), asıl işverene ödediği bedelin içinde kalacak maliyetle çalışmak zorundadır. Bu ise hem taşeron işçisinin emeğini sömürmek hem de yürütülen işin niteliğinden çalma demektir. Böylelikle kamu hizmeti alanlar da ek bir bedel ödemektedir sermayeye; iktidar üzerinden..

Halen sayıları 1 milyona yaklaşan (çoğu sağlık alışanı!) kamu sektörü taşeron emekçilerinin kamu görevine kadrolu – iş güvenceli olarak alınması yetmez. Bir o denli emekçi de özel sektörde daha ağır koşullarda sömürülmektedir. Kalıcı çözüm bu kurumun (taşeron işçiliğinin) kaldırılmasıdır. Emekçinin hak arama grevini OHAL gerekçesi ile sermaye yararına, hukuk dışına çıkarak erteleyen – engelleyen ve bunu da açıkça söyleyen AKP rejimi böylesine bir girişimi emekçi için yapar mı? Bu, emekçinin savaşım (mücadele) azmi ve kararlılığına bağlı.

Özelleştirme ile birlikte kamu üretimden çekilmekte, sendikalı emekçi oranları bu yolla düş(ürül)mektedir. 12 Eylül  döneminde 1/3’ün üstünde olan oran, günümüzde 1/9’lara gerile(til)miştir. Oysa emek örgütlenmesi temel insan hakları içindedir. Üstelik 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile anayasadan “1’den çok sendikaya üye olma” yasağı kaldırılnca, emek örgütlülüğü daha da parçalı duruma düş(ürül)müştür. Halen % 11-12 dolayında olan işçi sendikalılığı oranına karşılık, toplu sözleşme yapabilen emekçi oranı, bu parçalanma yüzünden %5-6 dolayındadır. Tersinden söylemek gerekirse, emeğini pazarlarken toplu sözleşme olanağı, her 100 işçinin 94-95’i için yok-tur!

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
profsaltik@gmail.com  www.ahmetsaltik.net 

‘BÜTÜNŞEHİR’ yanlışında ısrar etmek

‘BÜTÜNŞEHİR’ yanlışında ısrar etmek 

Birgül Ayman Güler

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Türkiye’yi federasyon tipi devlete sürüklemek isteyenler, hiçbir zaman er meydanına çıkıp konuşmadılar. Kimisi verimlilik adına, kimisi planlama adına konuşmayı, kimisi de ‘çağdaş dünyada en iyiler’den dem vurmayı seçtiler.
Bu hedefi uygulamaya geçirmek isteyenler, en uzun adımlarını 12 Eylül 1980’den sonra attılar. Yalnızca “yerel yönetimleri güçlendirmek” lafazanlığıyla yetinmediler. Büyükşehir belediyeleri kurmaları birşey değildi. Ülkeyi sekiz bölge valiliğine ayıran bir kararname çıkarmayı bile başarmışlardı. Bölge valiliği kuran kararname yasalaşamadı; yürürlükten kaldırıldı.
***
1990’lı yıllarda öne atılan fikir, il özel idarelerini güçlendirmek oldu. Ama öyle sıradan bir güçlendiriş değil. Zaten yerel yönetim türlerinden biri olan özel idareleri, illerde valilerin yetkilerini de üstlenecek hale getirmek niyeti. Öyle ki, kısa bir süre içinde valiliklere gerek kalmasın; illerde valilikler ve kaymakamlıklar kaldırılsın; böylece iller merkezin taşra kuruluşu değil il halkının özyönetimleri olsun… İl özel idareleri böyle bir dönüşümden geçirilirse, merkezce atanan valilerin yerini, elbette ‘seçimli valilik’ alacaktı. Sonuçta, yalnızca Türkiye’nin değil Osmanlı Devleti’nin de üzerinde yükseldiği “il sistemi”, yerini “eyalet sistemi”ne bırakmış olacaktı. Olmadı; fikir atıldığı yerde kaldı.
***
2000’li yıllarda bölgeselleşme – federasyonlaşma baskısı, Avrupa Birliği serinliğiyle sürdü. Bölge kalkınma ajansları, belediyeleri Anayasa’ya aykırı olarak ‘idari ve mali özerk kuruluşlar’ diye tanımlayan belediye yasaları, belediyelerde etnik-dillerin kullanılması, merkeze ait görev ve yetkilerin belediyelere devredilmesi için “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” adlı yasa hazırlıkları, aldı başını gitti. Temel Kanun düştü. İçindeki parçaların kimileri yürürlüğe girdi. Ama bu işin özü uygulamaya geçirilemedi. Yani, devletin merkeziyetçilik esasına göre kurulmasına son verilemedi. Yeni ilke, ademi merkeziyetçilik esas kılınamadı. Böylece eyaletleşme hedefi yine başka bir sonbahara kaldı.
***
2010’lu yıllarda eyaletçiler başka bir fırsat gördüler. Yapıyı, büyükşehir modeliyle değiştirmek fırsatını… Denemesini İstanbul ve Kocaeli’nde yapmışlardı. Büyükşehir belediyesinin sınırları, bu illerin sınırlarıyla aynı yapılmıştı. İki ilin alanında 3 idare olmuştu. Merkezi idarenin kendisi olarak valilik; ilin yerel yönetimi olarak il özel idaresi; yine ilin yerel yönetimi olarak büyükşehir belediyesi. Bir ilde üç idare çok fazla. Olan özel idareye oldu; tarihe karıştı.
***
2012’de yasayla, 2014’te seçimler (AS: yerel) sonunda, bu model yayıldı ve 30 ili kapladı. Bu tarihe kadar yalnızca ilin merkezindeki şehirde yetkili olan “Büyükşehir Belediyesi”, ilin tümünde yetkili oldu. Hukuken ayrı bir adları yok. Uygulamada bunlara “BüTünşehir Belediyesi” dedik. “İl-Belediyesi” de diyebilirsiniz.

  • Toplam 81 ilin 30’unda il özel idareleri kaldırıldı.

Belediyeler o kadar genişlediler ki, belediye olmaktan çıktılar. Öyle ya, belediye ‘şehir/kent’ büyükşehir de “metropolitan şehir/kent’ yönetimidir. Oysa bu değişiklik belediyeciliği “şehir” den aldı, “alan yönetimi” ya da “bölgesel yönetim” haline getirdi. Belediyelerin adı kaldı; özü ortadan kalktı.
***
Şimdi gazetelerde küçük haberler var.
Ülkenin tüm illerinde bu modele geçileceği yazılıyor. Bu doğruysa, olan şudur:

  • Büyükşehir belediyesi modeli kullanılarak, Türkiye, merkezi il idaresinden yerel il idaresine evrilecek.
  • Bunun son adımı, merkezi il idaresinin, valilik sisteminin ortadan kaldırılmasıdır; alan bölge yönetiminin “yerel”lere terk edilmesidir; yani devletin eyaletleştirilmesidir.
    ***
  • Türkiye’nin çıkarlarına köklü biçimde aykırı sinsi baskılara karşı duyarlı olmalı...

==========================================
Dostlar,

Sayın Prof. Birgül Ayman Güler, CHP İzmir milletvekilliği yaptıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden erken emekli oldu. Uzmanlık alanı Kamu Yönetimi’dir.

5360 sayılı bu yasa, AKP = RTE yönetiminin ülkemize dönük en kapsamlı ve sakıncalı – zararlı girişimidir. Bu ciddi sorun sitemizde daha önce epey işlendi. Örn. aşağıdaki dosya…

BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ REFORMU VE KIRSAL ALANA ETKİSİ

Halen 750+ bin nüfuslu 30 il bu kapsamda.
Duyumlara göre AKP = RTE bu sınırı 400 bine çekerek Türkiye’yi hızla “eyaletleştirilme” yi tasarlamaktadır. En önemli, ağır, ciddi dönüşümlerden biri, Köy tüzelkişiliğinin kaldırılması ve mülkiyetindeki malların Büyükşehir belediyesine geçmesidir.

Daha açık söylemek gerekirse, kırsal kesimde Köylerde İhtiyar heyeti – Muhtarlık ile temsil edilen tüzelkişiliğin edindiği mera, otlak, yaylak, sulak alan, binalar vb. tüm taşınmaz ve varsa taşınırlara EL KONMASI ve mülkiyetinin kaldırılmasıdır.

Köy tüzelkişiliği kaldırıldığından, Köy halkının bu malların ortak malikleri olarak haklarını arama ehliyetleri de düşürülmüş oluyor.

Şubat 2005’te sayısı 500’ü aşan SSK hastaneleri ve tüm sağlık kuruluşlarına el konarak bedelsiz olarak Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi gibi.. İşçilerin SSK primleri ile yaptırılan bu sağlık kurum ve kuruluşlarının ilgili yasada (5283 sayılı yasa, RG: 19.01.2005) bedelinin ödeneceği yazılı olsa da, bildiğimiz ölçüde böyle bir ödeme yapılmamış, işçilerin emeğine el konmuş, gasp edilmiştir.

Büyükşehire dönüştürülen illerde metropol merkezdeki büyükşehir belediyesine ek salt ilçe belediyeleri kalacak, 3. kademe küçük belediyeler kapatılacaktır. Buralar belde, mahalle olarak en yakın ilçe belediyesine bağlanacaktır. Dolayısıyla bu belediyelerin taşınır – taşınmaz malvarlıkları da bağlandıkları ilçe belediyesine aktarılacaktır.

Büyükşehir belediyeleri, il sınırı içindeki tüm tarla, arazi,  otlak, yaylak, mera gibi topraklara tasarruf yetkisi kazanacaktır.  Nitekim bu taşınmazlardan satışa çıkarılan meralar nedeniyle köylüler ile Büyükşehir belediyeleri karşı karşıya gelmişlerdir. İngiltere’deki “çitleme” (Fencing) faciasındaki gibi köylü mülksüzleştirilerek sanayi için ucuz kentsel emek gücüne dönüştürülmüş, endüstri kapitalizmine dönük üretime zorlanmışlardır.

Yurttaşların bu tabloyu ve asıl hedefi iyi görmeleri ve büyükşehir olma büyüsüne kapılmamaları beklenir. Bu çok tehlikeli siyaseti güden AKP engellenmeli; sağduyulu AKP’liler uyanmalıdır!

Sevgi ve saygı ile. 02 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Onur ÖYMEN : Irak’ta üç adım

Irak’ta üç adımIrak’ta 3 adım

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Emekli Büyükelçi Onur Öymen Barzani yönetiminin referandumu sonrası ortaya çıkan durumu ve Türkiye’nin acilen atması gereken adımları Aydınlık’a değerlendirdi.

Emekli Büyükelçi Onur Öymen, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumu sonrasında ortaya çıkan durum sonrası atılması gereken adımları sıraladı. Öncelikle “irade ve cesaret” gösterilmesi gerektiğini vurgulayan Öymen, Irak’la yeniden masaya oturularak 1926 anlaşmasının teyit edilmesini ve Birleşmiş Milletlere bildirilmesini gerektiğini söyledi. Teröre karşı Türkiye, İran, Irak arasında koordinasyon sağlanması gerektiğini belirten Öymen, Irak’a teröre karşı kara harekatı yapılmasını önerdi.

Barzani’nin referandum kararının sürpriz olmadığını 2014’de dile getirdiğini, İsrail yöneticilerinin de bu karara desteğini açıkladıklarını belirten Öymen bundan sonra yapılması gerekenleri şöyle anlattı:

ÖNCE İRADE VE CESARET

Bugüne kadar bazı hatalar yapıldı. Kerkük kırmızı çizgimizdi. Barzani yönetimi Kerkük’e fiilen el koydu sesimizi çıkarmadık. Artık yeni hatalara tahammülümüz yok. Bu sorunu çözmemiz için önce bir irade ortaya konulmalı ve cesaretle işin üstüne gidilmeli.

1926 ANLAŞMASI

1926 Anlaşmasının 5. maddesi Türkiye-Irak sınırının değiştirilemeyeceğini öngörür. Ama şimdi bırakın sınırın değişmesini sınırın ortadan kaldırılması söz konusudur. Türkiye hemen Irak’la masaya oturmalı ve 1926 anlaşmasının aynen geçerli olduğunu teyit edip Birleşmiş Milletler’e bildirmelidir. Yapılan referandumun hukuki olarak geçerli olmadığını tescil ettirmelidir.

KARA HAREKATI

Referandum yapılan bölgede sürekli olarak Türkiye’ye saldırı düzenleyen bir terör örgütü var. Türkiye kezlerce uyarmasına karşın bölgedeki yetkililer toprakları üzerinde hakimiyet kuramadıklarını ifade ettiler. Bölgesinde hakimiyeti kuramayanlar şimdi bağımsız devlet olacaklarını iddia ediyorlar. Terör Türkiye açısından yaşamsal bir sorundur. Türkiye terörü bitirmek için kezlerce sınır ötesi kara harekatı yaptı. 2002 yılına gelindiğinde terör önemli ölçüde bitirilmişti. Bu başarı sınır ötesi kara harekatlarıyla sağlandı. Bölge kaynaklı terör saldırıları sürüyor. Ama son dönemlerde hiç sınır ötesi kara harekatı yapılmadı. Bir sefer yapılmaya kalkıldı, ABD engelledi. Hükümet direnemedi.

Hükümet Meclis’ten sınır ötesi harekat için yetki alıyor, ama kullanmıyor. Bu olmaz. PKK orada duruyor. Türkiye’ye yönelik saldırılarını sürdürüyor. Eskiden Kandil’delerdi, şimdi sınırımıza yakın başka yerlerde de kamp kurdular. Bu koşullarda yapılacak şey Irak’a karşı sınır ötesi karar harekatıdır. Tezkere çıkarılmış yetki alınmıştır. Gerçekleştirmek şarttır. Terörün kökü anca böyle kurutulur. Kara harekatı yapılmazsa terörün tasfiyesi gerçekleşemez. Yapılacak kara harekatı Barzani yönetimi için de bir mesaj olur.

IRAK VE İRAN’LA İŞBİRLİĞİ

Ortaya çıkan durumu çözmek için Irak Merkezi Hükümeti ve İran’la işbirliği daha da geliştirilmelidir. Terörün tasfiyesi için anlaşma yapılmalıdır. Teröre karşı mücadele için koordinasyon (AS: eşgüdüm) sağlanmalıdır. Irak askerlerinin Irak’ın kuzeyinde de bulunması desteklenmelidir. Sınır kapılarında merkezi yönetimin hakim olmasına destek verileceği açıklanmalıdır.

Ben 1995 yılında Demirel’in özel mektubunu İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’ye götürmüştüm. Teröre karşı işbirliği konusunu içeriyordu. Karşılıklı güven sağlamaya önem verdik. Sonrasında bazı sıkıntılar yaşansa da ciddi işbirlikleri yapıldı.

100 YILLIK PROJE

Bağımsız Kürdistan yüz yıllık proje. Başta İngiltere olmak üzere Batı ülkelerinin isteği. Sevr anlaşması da bu projenin ürünüdür. Bu projeyi ABD de destekliyor. Barzani’nin Amerika ziyaretinde dönemin Başkan Yardımcısı Biden Barzani’ye, “Merak etmeyin biz ölmeden Kürt devletini göreceğiz” demiştir. Bu Kürt devletine destek değil de nedir?

  • Bölgede 2. İsrail kurulmaya çalışılıyor.

MUHALEFET NE YAPIYOR?

Önemli gelişmeler yaşanıyor. İktidar kuru sıkı beyanatları (AS: demeçleri) bırakmalı. Bu işi ciddi bir milli mesele (AS: ulusal sorun) olarak görmeli. Muhalefetin ise ne yaptığı belli değil. İlgili ülkelere karşı harekete geçmediler. “Yüzde 49’u bir arada tutma” gibi anlayışlar nedeniyle sessiz kalındığı görülüyor. Oysa ki bu konu milli bir konudur. Küçük hesaplar yapılacak zaman değildir. Siyasi hesaplar bir kenara bırakılmalıdır. Muhalefet bu anlayışla büyüyemez, tam tersine küçülür. Türkiye’de bazı çevreleri küstürmeyelim anlayışı Türkiye’nin büyük çoğunluğunun sana küsmesine yol açar. (AYDINLIK, 30.9.2017)
========================================
Dostlar,

AKP = RTE‘nin Kuzey Irak’ta bağımsızlık  halkoylaması sorununun yönetiminde turnusol kağıdı niteliğinde  ölçüt ve eylemler söz konusudur. Bunlardan başlıcalarını deneyimli – birikimli diplomat Sn. Dr. Onur Öymen özlü olarak sıralamışlar.

Ne var ki sorunun bu aşamaya gelmesinde AKP = RTE‘nin doğrudan katkısı söz konusudur. Nitekim Erdoğan gene kandırıldığını, bu kez öznenin FETÖ’den sonra Barzani olduğunu kamuoyu önünde itiraf etmiştir. Acı şaka bir yana, bu “kandırılmalar” artık kabul edilemez. Bir ülkenin – halkın geleceği ile böylesine oynanamaz. Çocuk işi değil, beceremiyorsan bırak git!

Son günlerde sitemizin manşetinde erişke (link) verdiğimiz 2 makalemizi anımsatalım :

AKP = RTE NEDEN İKBY – BARZANİ’ye KESİN – NET “HAYIR – YAPAMAZSIN” DİYEMİYOR ?

BARZANİSTAN HALKOYLAMASI; NE YAPMALI?

Yine de umut var mıdır acaba?

  • Ülkemizin BÖLÜNME EŞİĞİNE SÜRÜKLENDİĞİNİ görmüşler midir acaba??

Lozan’ın rövanşını almak üzere,
Sevr’in “100 yıllık bir ayraç sonrasında” kaldığı yerden uygulanmasının
Batı emperyalizminin vazgeçmediği iştahı – kararlılığı olduğunu AKP = RTE kavramış mıdır acaba??

Devletimizin beka refleksi devreye girmiş midir artık??
Göreceğiz. Tersine asla izin veril(e)meyeceği olgusu bir yana, Sn. Öymen ve bizim sıraladığımız öneriler AKP = RTE için, bu yaşamsal Kuzey Irak sorununda mihenk taşıdır.

Ne var ki Erdoğan, BOP Eşbaşkanlığı görevini üstlendiğini kezlerce kameralar önünde itiraf etmiştir. Bir yandan bu BOP Eşbaşkanlığı görevi = Büyük Kürdistan kurulması;
Bir yandan da ülkemizin ve ulusumuzun bölünmez bütünlüğü birbirine tümüyle zıt!
Erdoğan hangisini seçiyor bu aşamada?
Düne de dek ilkinde görevliydi, görevlendirilmişti ABD tarafından.
Şimdi tersini yapacaksa, 3. bir “kandırıldım” itirafı ile ÖZELEŞTİRİ vermeli ve bu görevi kesin olarak bıraktığını kamuoyuna net bir dille açıklamalıdır.

Bu 2 ucu moklu değneğin bir ucunda ‘İHANET var!

Vah zavallı Türkiye’m vah, bu durumlara da mı düşecektin, düşürülecektin!

AKP seçmeninin vicdanına ve sağduyusuna bu ürkünç (vahim) tabloyu acıyla ve kaygıyla sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 02 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ABD niye ciddiye alsın ki…

ABD niye ciddiye alsın ki…

Işık Kansu

 

Saray’daki AKP’li, casusluk cemaatinin başı Fethullah Gülen’in ABD tarafından korunuyor olmasından çok rahatsız. Son ABD gezisinde, ABD’li yetkililere FETÖ konusunda 85 koli belge verdiklerini anımsatıp “Bu hain yapılanmanın elebaşı buraya çok da uzak olmayan bir yerde, Pensilvanya’da hayatını sürdürüyor. Amerika’nın pek çok yerinde bu terör örgütüne bağlı okullar, dernekler ve şirketler faaliyet gösteriyor.” diyerek yakındı durdu.

Gelin şimdi, AKP’nin iktidara geldiği ilk günlere dönelim: 

2004 yılının nisan ayı: Casusluk cemaatinin, sık sık Abant’ta topladığı “yetmez, ama evetçi” takımın da “para karşılığı” katılıp sallabaşlık yaptığı “Abant Platformu”nun yedincisi Washigton’da yapılır. Platformun konusu, İslam, Demokrasi ve Laiklik: Türkiye Tecrübesidir. Toplantının açılışını, sömürgen küreselleşmeciliğin ideologlarından Francis Fukuyama yapar ve toplumun dindar olmasının demokrasi ve laiklik ilkeleriyle çelişmediğini vurgulayarak, okyanus ötesinden Türkiye’ye akıl verir: 

  • ABD, Batı’daki en dindar toplumlardan biri. Ancak, bu durum yönetimin laik ve demokratik olmasını engellemiyor. Türkiye, AKP tecrübesiyle hem Müslüman, hem de demokratik olunabileceğini gösteriyor.

    Fukuyama böyle der de, vaiz Fethullah ile Erdoğan’ın arası açılınca, Pensilvanya’ya gidip mektupçuluk yapacak olan Fehmi Koru durur mu? Toplantıdaki konuşmasında, esas modelin ABD olması gerektiğini salık verir: 
  • Amerika’nın anayasasında ifadesini bulan kuruluş felsefesi, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi evrenselleşen ilkelere bağlılığı, bazen adaletsiz ve aşırı davransa dahi genellikle baskıcı olmaktan uzak üslubu, dünyanın her tarafında takdir görüyor, taklit edilme hevesi uyandırıyor.

    15 Temmuz FETÖ’cü cunta girişimi sonrası, casusluk cemaatinin ikinci adamlığından emekliye ayrılan Hüseyin Gülerce ise, – ki Washigton’daki platformu düzenleyen kişidir öneriyi bir adım öteye götürür ve toplantının amaçları arasında Büyük Ortadoğu Projesi için hazırlıklar yapan ABD’ye, bölgeye ilişkin birinci elden mesajlar vermenin de yer aldığını söyler.

    Ne rastlantı ki, AKP’den Mehmet Aydın ve Ali Babacan’ın bakan düzeyinde katıldığı Abant Platformu’ndan hemen birkaç ay sonra, Haziran 2004’te, İstanbul Çırağan Sarayı’nda yapılan ABD-TESEV (bir Soros örgütüdür)- Alman Marshall Fonu Toplantısında

  • Recep Tayyip Erdoğan, BOP eşbaşkanlığının kendisine verildiği açıklar
  • Üstlendiğimiz misyon gereği, Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceğiz.” 

    Yani, BOP eşbaşkanlığını FETÖ sayesinde almıştır. 
    Şimdi, kendisine BOP eşbaşkanlığı görevini veren ABD’ye, FETÖ yüzünden dikleniyor. ABD de, ciddiye almıyor…

Referandum sonucu 
Yapamazsın, edemezsin, başına dünyayı yıkarım filan… Ne oldu? Barzani, istediği referandumu yaptı. Sonuç: Türkiye, ABD ve İsrail mandası kuran bir aşiret reisine söz geçiremeyen ülke konumuna düştü.
==========================================
Teşekkürler sevgili dostumuz Işık Kansu..
Çok önemli belirlemeler (tespitler) var kısa ve özlü yazıda..

Sevgi ve saygı ile. 01 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com