Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

BU GÜN 24 OCAK…

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
24 Ocak 2023

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Bundan tam 30 yıl önceydi, 1993 yılıydı.

UĞUR MUMCU, Atatürk, Cumhuriyet, Devrim ve bilim karşıtı olarak bilinen (malum) karanlık güç odaklarınca şehit edilmişti.

Bu suikasta atılan bomba, fiziksel olarak Sayın Uğur Mumcu‘ya atılsa bile, öz olarak demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Yüce Önderimiz ATATÜRK‘ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ ne, O’nun devrim ve ilkelerine, akıl ve bilimin ışıttığı aydınlık anlayışa atılmıştı.

Çünkü şehit edilen onlarca Cumhuriyet aydını Cumhuriyetimizin hem koruyucuları hem kale burçları ve hem de temel taşlarıydı. İç ve dış işbirlikçi karanlık güçlerin hedefi, Cumhuriyet kalesini temelden yıkmaktı. Söz konusu tehlike günümüzde daha da büyüyerek sürmektedir.

M. Kemal Atatürk                         :

  • -” Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyetidir.”
  • -” Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.”
  • -” Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.”
  • ” Benim naçiz vücudum elbette bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet (sonsuza dek) payidar kalacaktır (yaşayacaktır).” demişti.

Cumhuriyet aydınlarını hedef almak, aslında M.K. Atatürk’ü, Cumhuriyetimizi ve Atatürk devrimlerini hedef almaktır. Bu nedenle Cumhuriyet, Atatürk, devrimler; demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletinden yana olanlar demokrasi, seçimler ve demokratik Cumhuriyetin yeniden inşası (kurulması) için mutlaka tek ses olmalı ve güç birliği yapmalıdır.

  • Bugün Cumhuriyetimiz yaralıdır.

Aldığı bu yaraların mutlaka sağaltılması (tedavi edilmesi), eski gücüne kavuşturulması,
çağdaş hukuk devleti ve gerçek demokrasi ile taçlandırılması kaçınılmazdır.

Ben Cumhuriyet’ten yanayım ve ömrüm boyunca oyumu Cumhuriyet’ten yana kullandım.

Yine aynısını yapacağım. Ya siz!!!
======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Halil Çivi hocamızın özlü ve uyarıcı yazısına biz de 2 görsel ve kısa notlar ekleyelim..

Uğur Mumcu ve Aydınlanma Devrimi şehitlerimizi sonsuz bir minnet, şükran ve bağlılıkla anıyoruz.

Hiç akıldan çıkarılmasın ki;
bu cinayetler emperyalizm ve
yerli işbirlikçileri ile işlenmiştir. 

NATO – CIA… kontrgerilla – gladyo eliyledir

Türkiye NATO’dan çıkmalı ve Atatürk’ün TAM BAĞIMSIZ, anti-emperyalist politikasına dönmelidir. Yoksa, aydınlarının can güvenliğini bile sağlayamamakta, cinayetleri aydınlata-mamaktadır. Bu durum zuldür ve asla kabul edilemez, asla sürdürülemez..


Sevgi ve saygı ile.
24 Ocak 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
MD, BSc, LLM
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik
twitter : @profsaltik    

 

ADD Basın Açıklaması : 3. Kez Cumhurbaşkanlığına Adaylık Sorunu

BASINA VE KAMUOYUNA

U Y A R I Y O R U Z !

Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. (Anayasa madde 2)

Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. (Anayasa madde 11)

Anayasamızın 101. maddesi Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” demektedir. Bu hüküm yorum gerektirmeyecek ölçüde açık ve kesindir.

Anayasamızın 116. maddesi ise; Cumhurbaşkanının ikinci döneminde (görev süresi tamamlanmadan) TBMM’nin beşte üç çoğunlukla (en az 360 oyla) seçimlerin yenilenmesine karar vermesi durumunda “Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.” demektedir. Bir kimsenin 3. kez Cumhurbaşkanı adayı olabilmesinin tek koşulunu belirleyen bu hüküm de yorum gerektirmeyecek ölçüde açık ve kesindir.

Bu açık ve kesin Anayasa hükümlerine göre; TBMM beşte üç çoğunlukla seçimlerin yenilenmesi kararı almadıkça, mevcut Cumhurbaşkanının –kendisi seçimlerin yenilenmesine karar vererek– 2023 seçimlerinde bir kez daha aday olmasının önünde yasal engel bulunmadığı yolundaki
kimi talihsiz açıklamaların hukuksal temelinin olmadığı da açık ve kesindir.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Yürütme, Yasama ve Yargı organlarımızın karar vericilerini, bütün idare makamlarını ve tüm siyasal partilerimizi Anayasaya sadakatten ayrılmamaları ve Anayasayı ihlal edecek (çiğneyecek), Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti niteliğini ortadan kaldıracak, seçimlerin ve Cumhurbaşkanlığı makamının meşruluğunu zedeleyecek vahim (ürkünç) bir yanlışa düşülmesini önlemek üzere,
görevlerini yapmaları konusunda uyarıyoruz.

Saygılarımızla. 23 Ocak 2023 

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ

Not : Bu çağrı, 24 Ocak 2023 günü Cumhuriyet gazetesinde tam arka sayfa ilanı olarak da yayınlanmıştır.

Erdemsiz siyaset

Örsan K. Öymen

Örsan K. Öymen

23 Ocak 2023, Cumhuriyet

Antikçağ filozofları Platon’a ve Aristoteles’e göre, yaşamın amacı iyi bir ruha sahip olmaktır. İyi bir ruha sahip olmak da erdemli olmakla olanaklıdır. Adalet ve cesaret de en önemli erdemlerin arasında yer alırlar.

  • Türkiye’de siyasetin en büyük eksiği erdemdir.

Türkiye’de siyaset, korkaklığın, kurnazlığın, ikiyüzlülüğün, çıkarcılığın, yalancılığın, adaletsizliğin esiri (tutsağı) olmuştur. Nadir (ender) sayıdaki istisnalar hariç (ayrıklar dışında), iktidarıyla ve muhalefetiyle, Türkiye’de siyasetin en büyük sorunu budur.

  • Türkiye’de siyaset ahlaki değerlerden yoksundur.

Anayasaya ve siyasal partiler yasasına uymayan; Meclis’te namusu ve şerefi üzerine ettiği yemini ihlal eden (çiğneyen); Türkiye için hukuk ve demokrasi talep ederken, demokrasiyi ve hukuku kendi partisinde uygulamayan; partisinin tüzüğünü ve programını ihlal eden; üyesi olduğu siyasal partinin kurumsal kimliğini ve ilkelerini reddeden ve kendi tarihini çarpıtan; başka siyasal partilerin gölgesinde siyaset yapan; popülizmi halkçılık sanan; siyasal ilişkilerini nepotist ve feodal ilişkiler üzerine kuran siyasetçiler, erdemli olamazlar.

Türkiye bu çapsız siyasetçilerden kurtulduğu gün, aydınlığa kavuşacaktır. Aksi halde bir karanlık, kısır bir döngü içinde, başka bir karanlıkla sonuçlanacaktır!
***
Bugüne dek anayasanın, demokrasi; hukuk devleti, güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı; laiklik; düşünceyi ifade, yayın, örgütlenme ve gösteri yapma özgürlüğü ile ilgili 2., 6., 7., 8., 9., 11., 14., 24., 25., 26., 28., 34. ve 138. maddelerini ihlal eden AKP iktidarı, anayasal ve yasal çerçevenin dışına çıkarak, yasaklarla ve baskılarla iktidarını korumaya çalışmaktadır.

  • AKP (bunu yaparak), milletin özgür iradesinden kaçmaktadır,
    milletin özgür iradesini yok hükmünde saymaktadır.

O nedenle AKP’nin, 1950 seçimlerini örnek göstererek, “Yeter! Söz milletindir” diyerek yola çıkması boş laftan ibarettir! Bugün millet, AKP’nin kurduğu Cumhuriyet düşmanı sivil diktatörlük rejimine, monarşiye ve teokrasiye “Yeter” diyecektir! Mustafa Kemal Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün kurduğu Cumhuriyete “Yeter” demeyecektir!

AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan, genel seçim tarihini 14 Mayıs 2023 olarak ilan ederken, 1950 seçimlerini yitiren Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü hedef almıştır.

İsmet İnönü kimdir? Kurtuluş Savaşı kahramanı ve Batı Cephesi komutanı!

Türkiye’nin sınırlarının tapusu olan Lozan Antlaşması’nın başmüzakerecisi (baş görüşmeci) ve kahramanı! Türkiye’yi, Avrupa’yı bir felakete (yıkıma) sürükleyen ve 50 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutmayı başaran lider! Türkiye’ye çok partili serbest seçimli düzeni getiren, bu sistemin yürürlüğe konulmasına öncülük eden CHP genel başkanı! Bu düzenin bir sonucu olarak 1950 seçimlerini yitirdiğinde, seçimi yitirdiğini kabul etme olgunluğunu gösteren ve iktidarı devretmesini bilen kişi!
***
Erdoğan, İsmet İnönü’nün öncülüğünde, döneminde ve iktidarında yürürlüğe giren çok partili serbest seçimli sistem sayesinde, defalarca (kezlerce) başbakan ve cumhurbaşkanı olarak seçilip bu göreve gelmiştir! Bugün ise İsmet İnönü’yü hedef alarak seçim kampanyasını yürütmeye çalışmaktadır!

Millet, tarihsel olguları çarpıtanlara, tarihsel olguların çarpıtıldığının aradan geçen zamanla daha da iyi anlaşıldığı bir dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılında, AKP iktidarına gereken dersi sandıkta verecektir!

Millet, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılında, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun kurucuları olan Mustafa Kemal Atatürk’e ve İsmet İnönü’ye en güzel hediyeyi, sandıkta AKP iktidarını devirerek verecektir! Millet, Cumhuriyete olan vefa borcunu, sandıkta ödeyecektir!

Yeter ki; Cumhuriyet Halk Partisi’nin bugünkü yönetimi, Cumhuriyeti kuran; saltanatı ve hilafeti kaldıran; laiklik ilkesini yürürlüğe koyarak teokrasiyi yıkan; kadın ve erkek arasındaki eşitliği sağlayan; bilimsel eğitim sistemini kuran; çok partili serbest seçimli düzeni yürürlüğe koyan Cumhuriyet Halk Partisi’nin, devrimci, reformcu, anti-statükocu, özgürlükçü, halkçı tarihine sahip çıksın!

100. YILINDA YARALI CUMHURİYETİMİZ…

Dostlar,

Güncelleme               : 
Aşağıda  açıkladığımız program gerçekleştirildi. (1996’dan bu yana halk aydınlanmasına dönük 1845. konuşmamızı yaptık, mesleksel olanlar dışında) 40. dakikadan başlayarak yaklaşık 40 dakika bizim konuşmamız. İzlemek için lütfen tıklayınız..  (20+) Facebook

Ya da alttaki görseli tıklayarak youtube’dan izlenebilir.

Bir 3 kişi ve ayakta duran insanlar görseli olabilir

Toplantıda emeği geçen ve bizi büyük konukseverlikle karşılayan değerli meslektaşımız Sn. Prof. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu ve arkadaşlarına içtenlikle teşekkür ederiz.
****
27 Ocak 2023’te Isparta’da,
28-29 Ocak 2023’te Gaziantep’te olacağız Aydınlanma savaşımımız için.

23 Ocak 2023, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
=============================================

Bu gün, 22 Ocak 2023 Pazar günü Adana’da TÜYAP Kitap Fuarında olacağız.
Konumuz;

  • 100. YILINDA YARALI CUMHURİYETİMİZ…

HKP Genel Yazman (sekreter) yrd. Sn. Av. Tacettin Çolak ile bir “İkili Konferans” sunacağız.

Oturumu Sn. Prof. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu meslektaşımız yönetecek.

Açıkoturum HKP’nin FB (Face Book) sitesinden eşzamanlı olarak canlı yayınlanacak.

https://www.facebook.com/hkurtuluspartisi?mibextid=ZbWKwL

Bilgi ve ilginize sunarız.

Sevgi ve saygı ile. 22 Ocak 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

 

 

 

FIKRALAR HALK FESEFESİDİR

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Fıkra -1
ALLAH KOYUNLARI NİYE GİYDİRMİŞ??

Adamın biri soğuk bir kış günü Bektaşi‘ye dert yanmış :
– Baba Erenler, hele şu Allah’ın işine bak; sen tut koyunları giyindir, ama insanları çıplak yarat… Hele şu kış günü bu olacak iş mi? deyince;
Bektaşi :
– Bak evladım, sakın unutma, insanın giysisi de aklıdır. Sen hangisini isterdin? demiş.

Fıkra- 2
ĶİMLERİN GÖZÜ KALMIŞ...

Hoca camide vaaz veriyormuş. Vaazın konusu rızıkların dağıtımıymış.
Vaiz :
– “Allah insanların rızkını dört eşit paya bölüp adil dağıtma işini de ulemaya (din adamlarına) bırakmış. Fakat ulema, payın (hissenin) birini sağ eliyle, ikincisini sol eliyle, üçüncüsünü de ağzıyla yakalayıp kendilerine aldıktan sonra, kalan dördüncü payı da halka dağıtmışlar.” deyince,

Her nasılsa camiye gitmiş olan Bektaşi uzak köşeden;
– “Ulemanın son payda da gözleri kalmıştır, kendi payıma düşenden biliyorum.” diye bağırmış.

Fıkra – 3
DÜNYA NEDEN DÜZ DEĞİL?

Adam, Bektaşi’ye sormuş.
– Yahu Baba Erenler, bu dünya neden bu denli dağ, taş ve engebeli?
Eğer her yan düz, ova ve sulak olsaydı da, her yanı ekilip biçilseydi,
daha iyi olmaz mıydı?
Bektaşi:
– “Evlat sakın unutma ki, Allah dünyayı altı günde yaratmış. Altı günde yaratılan dünya ancak bu denli düzeltilebilmiş.” diye yanıt vermiş.

ADD Genel Merkezi : UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

BASINA VE KAMUOYUNA 

UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

30. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda emperyalizm ve hain işbirlikçilerinin aramızdan aldığı Devrim Şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.

31 Ocak 1990 akşam saatlerinde evinin önünde iki kahpe kurşunla katledilen Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy‘un ve 24 Ocak 1993 sabahı otomobiline tuzaklanan bomba ile paramparça edilen Kalpaksız Kuvvacımız Uğur Mumcu‘nun yok edilmeleri, emperyalizmin ilk halka seri (ardışık) siyasal cinayetler tuzağının 2. halkasının başat kilometre taşlarıdır.

İlk halka cinayetlerle demokrasiyi katledip özgürlükçü 1961 Anayasası yerine getirdiği yasakçı 1982 Anayasası ve antidemokratik darbe yasaları ile örgütlü toplumu, özerk üniversiteyi, özgür kültür ve sanat iklimini dinamitleyen, ABD’nin “Bizim oğlanlar yaptı” dediği 12 Eylül 1980 Faşist Darbesi‘ne zemin oluşturulup toplumsal meşruluk sağlanmış, 2. halka ile de ülkemiz 2000’li yılların emperyal güdümlü Siyasal İslam çıkmazına sokulmuştur.

Bu nedenle her yıl düzenlenen 24 – 31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası‘nda çeşitli etkinliklerle andığımız aziz şehitlerimizin kanlarını yerde bırakmama kararlılığımızı yinelerken hem bu emperyal tuzakların perde arkasını halkımıza gösterme çabamızı sürdürüyor, hem nedenlerini ve sonuçlarını irdeliyor, hem de Laik Cumhuriyetimiz’i ilelebet payidar kılma (sonsuza dek yaşatma) yolunda dersler çıkarıyoruz.

Muammer Aksoy, Cumhuriyetimiz’in kuruluş felsefesinden koparak Laik Hukuk Devleti olma niteliğini yitirip karanlık bir geleceğe sürüklenmesi tehlikesinin farkında olan 49 Cumhuriyet Aydını yol arkadaşıyla 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği‘ni kurdu. Derneğimizin kuruluş bildirgesi, Kurucu Genel Başkanımızın çalışma ve demeçleri emperyalistleri çok rahatsız etti ve Muammer Aksoy 8 ay sonra katledildi.

Hâlâ aydınlatıl(a)mamış olan bu cinayetin Ulusumuzu derinden yaraladığı ne denli gerçekse, Laik Cumhuriyet düşmanlarını, çok uluslu petrol tekellerini, 1961 Anayasası karşıtlarını, kadın haklarını ayaklar altına alanları, aklın özgürleşmesinden, özgür bireyden ve Uluslaşma bilincinden korkan Karşı Devrimcileri, emek, gençlik ve öğretmen örgütlenmeleri başta örgütlü toplumu tehdit olarak görenleri, üniversite özerkliğini hazmedemeyenleri ve Türkiye’yi Kemalizm’in Yurtta Sulh Cihanda Sulh rotasından saptırıp Yeni Osmanlıcılık ham hayali ile Orta Doğu bataklığına sokmak isteyenleri çok sevindirdiği de bir o denli gerçektir.

31 Ocak 1990 akşamı başlayan bu ikinci halka emperyal tertipler, üzerine kararlılıkla gidilmediği için sürdü. Kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter cinayetlerinin ardından 24 Ocak 1993 Uğur Mumcu suikastı ile yeni bir boyut kazandı.

Uğur Mumcu’nun katli her kesimden halkımızda büyük infial yarattı. Devletin bütün kademeleri failleri ve azmettiricilerini bulmaya söz verdiler, ama çözüm için atılan her adım engellendi, “duvardaki o tuğla” bir türlü çekil(e)medi!

Uğur Mumcu da Muammer Aksoy gibi emperyal güçleri ve uşaklarını öylesine ürkütmüş, o denli çok hain odağın ipliğini pazara çıkarmıştı ki; O’nu bu odakların her biri öldür(t)müş, hatta cinayeti birlikte işle(t)miş bile olabilirlerdi. Örneğin bölücü terör örgütü PKK gibi, Abdi İpekçi’yi öldürtüp Papa’yı vurduranlar gibi, silah ve uyuşturucu kaçakçıları, kamu ihale vurguncuları, Kemalizm karşıtları gibi, imamların aylıklarını ödeyen ARAMCO’cular (AS: Rabıta örgütü), 12 Eylül faşizminin kucağında yaşam bulan teokratik devlet özlemcileri, tekerlerine çomak soktuğu yabancı gizli istihbarat servisleri gibi…

  • Atatürk laikliği; yalnız uygarlığın, demokrasinin ve özgürlüğün değil,
    aynı zamanda iç barışın ve ulusal birliğin de yolu ve güvencesidir.
  • Laikliğe karşı propagandaya, şeriat propagandasına müsaade etmek,
    Türkiye’nin geleceğinin yok edilmesini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
    intihar etmesini benimsemektir.

diyen Muammer Aksoy da,

  • “Ben Atatürkçüyüm. Ben cumhuriyetçiyim. Ben lâikim. Ben antiemperyalistim.
    Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım. Ben insan hakları savunucusuyum.
    Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların,
    çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın beni.
    Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır.”

diyen öğrencisi, düşün yoldaşı Uğur Mumcu da cesur (yürekli) Kemalistler, kararlı Devrimciler, ödünsüz Cumhuriyetçiler ve son derecede saygın, sözlerine sonuna dek güvenilen Toplum Önderleri oldukları için hedef seçildiler.

Yılda bir gün evlerinin önüne, gömütlerine karanfiller bırakıp övgü dolu nutuklar (söylevler) atan kimilerinin söylediklerini benimsememeleri, savundukları fikir ve düşünceleri, uğruna can verdikleri değer ve idealleri unutmuş görünmeleri ne acı! Dediği gibi Mumcu’nun:

  • “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil.”

İkinci halka siyasal cinayetler Uğur Mumcu’dan sonra da devam etti. Eşref Bitlis, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, üyemiz Necip Hablemitoğlu ve yine bir 24 Ocak günü (AS: 2001) Diyarbakır halkının sevgilisi Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan aynı karanlık güçlerce katledildiler.

Emperyalizm ve işbirlikçileri bu seri siyasal cinayetlerle eşanlı olarak istihbarat kurumları eliyle bir başka yapıyı da örgütlediler. Önce “Cemaat” yaveleri ve “Hocaefendi” güzellemeleriyle el üstünde tutulan, ardından “Hizmet Hareketi” kılıfıyla semirtilerek “ne istedilerse verilen”, amacı emperyalizmin 100 yıllık hedefi doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’ni Din Devletine dönüştürmek olan, neden sonra FETÖ diye anılıp PDY (Paralel Devlet Yapılanması) adıyla tanımlanan bu hain örgüt, ortak olduğu iktidarın sağladığı olanaklarla devlette kadrolaştı. Mülki idare, yargı ve emniyeti neredeyse ele geçirdi. Ergenekon, Balyoz ve diğer kumpas davaları ile mıntıka temizliği yapıp adamlarının önünü açtı. Sonunda Orduya yerleştirdiği müritleriyle 15 Temmuz 2016 günü darbeye kalkıştı (AS: ABD maşası olarak). Bastırıldıktan sonra birilerinin “Allah’ın lütfu” saydığı bu hain kalkışmanın Anayasal düzene sadık Kemalist subaylar, namuslu emniyet mensupları ve milletimizce önlendiğini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Aynı biçimde; bunca vahim (ürkünç) yaşanmışlıklara karşın, kimi siyasilerin hâlâ tarikat – cemaat adı altında örgütlenmiş emperyalizm taşeronu bu çağ dışı yapılardan medet ummakta olmalarının anlaşılabilir, bağışlanabilir yanı olmadığını da görmeliyiz.

Türk Ulusu siyasal cinayetlere kurban giden yiğit evlatlarını da, katillerini, işbirlikçilerini ve azmettiricilerini de unutmayacak, unutturmayacak, bir gün mutlaka hesabını soracaktır.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Kemalizm’in namus sesini bir sis çanı gibi yurdumuz semalarına asma azim ve kararımızla başta Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu olmak üzere yitirdiğimiz bütün vatanseverlerimizi minnet ve şükranla anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, sesimizi ve sözümüzü yükselterek “ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ diyoruz.

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ

6’lı Masa ve CHP

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
16 Ocak 2023, Cumhuriyet

Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, Demokrasi ve Atılım Partisi ve Gelecek Partisi’nden oluşan ve “6’lı masa” olarak anılan ittifakın içindeki yetki konusu, geçtiğimiz haftanın önemli tartışmalardan birisiydi.

GP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun, ittifakın iktidar olması durumunda imza yetkisinin eşit olacağını açıklaması; DEVA Genel Başkanı Ali Babacan’ın da ittifakın kararları NATO ve Avrupa Birliği zirvelerinde olduğu gibi oybirliğiyle aldığını ve oy oranındaki farklara bakılmaksızın, herkesin eşit temsil edildiğini açıklaması, bu tartışmayı daha da tetikledi.

Davutoğlu daha sonra yaptığı açıklamada, liderler arasındaki istişare mekanizmasına dikkat çekmek için bu açıklamayı yaptığını söylese de; Ali Babacan da, bu ifadeleri hükümet mekanizması için kullanıp kullanmadığını açıklığa kavuşturmuş olmasa da, tartışma doğal olarak sona ermedi.

Çünkü demokratik ülkelerde temsiliyet çok önemli bir konudur. Halkın egemen olduğu demokratik bir düzende, halkın yasama ve yürütme organlarında nasıl temsil edileceği, demokrasi açısından yaşamsal önemdeki konulardan birisidir.
***
Davutoğlu’nun ve Babacan’ın bunu tam olarak anladıklarından söz edilemez.

Her şeyden önce, Babacan’ın sözünü ettiği NATO ve AB zirvelerinde temsil edilen devletlerdir, seçmenin ve halkın oyu ile var olan siyasal partiler değildir. Ayrıca bu zirveler, bir hükümetin yürütme organı değildir, bunlar farklı devletlerin temsil edildiği uluslararası toplantılardır.

Davutoğlu’nun sözünü ettiği imza yetkisinin eşit olması durumu, hukuken de resmen de olanaksız olduğu gibi, demokratik temsiliyet ilkesinin açıkça ihlal edilmesidir.

Siyasal partilerin oy oranlarını dikkate almadan, hükümet içindeki yetki konusunu düzenlemek, demokratik temsiliyet ilkesinin tersyüz edilmesidir. Bu tür yaklaşımlar, temsiliyet yerine, vesayet ile sonuçlanır. Halkın temsiliyeti ve oy oranı bağlamında eşit olmayanların eşit sayılması, eşitlik değildir. Liderler masada kendilerini değil, halkı temsil ettiklerini unutmamalıdırlar!

Temsiliyete aykırı yaklaşımlarla, söz konusu ittifak içinde yaklaşık %25 oyu olan CHP’nin ve yaklaşık %15 oyu olan İYİ Parti’nin tabanını ve örgütünü seçimde motive etmek ve çalıştırmak da olanaksızdır. Toplamda yaklaşık %6 oyu olan 4 siyasal partinin, toplamda yaklaşık %40 oyu olan CHP’yi ve İYİ Parti’yi tutsak alması, halkın oylarının da vesayet altına alınması anlamına gelir.

Bu nedenlerle, “partilerin oy oranı önemli değildir” safsatasının en kısa sürede terk edilmesi gerekmektedir.
***
Geçtiğimiz hafta yaşanan talihsiz gelişmelerden birisi de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM’de yaptığı konuşmaydı.

Kılıçdaroğlu konuşmasının bir bölümünde şu ifadeleri kullandı: “Açık söylüyorum, biz değiştik, biz halkın partisiyiz. Biz hangi yanlışları terk ettiysek artık Saray tam odur. Statükocu, anti-reformcu, anti-özgürlükçü Kenan Evren kafasına geldiler.”

Bu ifadeler, bir dil sürçmesinden veya telaş içinde farklı kavramların ve konuların yanlışlıkla bir araya getirilmesinden ibaret değilse ve konuşmada “biz” denildiğinde, CHP kastediliyorsa, bu son derece vahim bir olaydır!

Bir CHP genel başkanı, CHP’nin onurlu, namuslu ve şerefli geçmişini çarpıtarak CHP için, “halkın olmayan parti”, “AKP sarayı partisi”, “statükocu”, “anti-reformcu”, “anti-özgürlükçü”, “Kenan Evren kafalı” ifadelerini kullanamaz!

Bu aynı zamanda, CHP’nin eski genel başkanlarına, Mustafa Kemal Atatürk’e, İsmet İnönü’ye, Bülent Ecevit’e, Deniz Baykal’a, Altan Öymen’e, Hikmet Çetin’e yönelik de büyük bir haksızlık, hakaret ve aşağılama anlamına gelmektedir.

Bu ifadeler, neo-liberaller, ikinci Cumhuriyetçiler, dinciler, mezhepçiler ve etnik kimlikçiler tarafından yıllardır CHP için kullanılmaktadır!

  • Bir CHP genel başkanı, kurumsal kimliğini savunmak ve seçim kazanmak istiyorsa;
  • CHP’nin devrimci, reformcu, anti-statükocu, özgürlükçü, halkçı geçmişine sahip çıkmalıdır!

ERDOĞAN CUMHURBAŞKANI ADAYI OLMAZ

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Erdoğan’ın yönetim biçimini, demokrasiyi biat ile sakatlamasını, yurtdışı servetinin şaibeli oluşunu, çevresinin kısa sürede çok zenginleşmesini, Atatürk düşmanı yobaz takımıyla iç içe olmasını ve Laik Cumhuriyete şaşı bakışını yaklaşık 15 yıldır eleştiren bir vatandaşım.

Türkiye’de, başta Genel Başkanların bile konuşmaktan çekindiği anlarda biz,

  • “AKP ülkeyi Federe Ümmet Devletine götürecek!” dedik.

Keşke yanılsaydık.
Şimdi, her biri şiddetli AKP karşıtı olan siyasetçiler o zaman ya AKP’de önemli mevkilerde idiler ya da susup para kazanmak için AKP’lileri alkışlamakla meşgul idiler. Biz ise önce FETÖ’nun tetikçi Savcı-Yargıçlarıyla sonra da AKP’li tetikçi Savcı ve Yargıçlarla mahkemelerde boğuşuyorduk!

Bunları durum saptaması yapmak için yazdım, yakınmacı olduğum için değil.
Erdoğan’ı eleştirdim ama, bir konuda Erdoğan’ı hep takdir ettim. O da Erdoğan’ın “Namusu ve şerefi” üzerine ettiği yemini tutmasıdır. Erdoğan gibi Allah’tan korkan inançlı bir Müslüman, üzerine yemin ettiği Anayasaya uymazlık etmez, edemez!
Anayasanın 103. maddesi “Cumhurbaşkanının Türk Tarihi ve Türk Milleti huzurunda ettiği” yemini yazar. Bu yemini abdestli iken eden Erdoğan, Anayasayı çiğnemez ve Anayasaya göre aday olamayacağını bildiği için aday olmaz. Bu güne dek yeminini bozmadı. Bundan sonra da bozmaz, bozamaz!

  • Erdoğan, Anayasanın 101. maddesine göre 3’üncü kez aday olamayacağını biliyor.

Yalnızca 116’ncı maddeye göre, TBMM 360 ve üstü oyla “Seçimlerin yenilenmesine karar verirse” Cumhurbaşkanı adayı olabileceğini ama TBMM’den böyle bir karar çıkmayacağını da biliyor.

Erdoğan, YSK’ya baskı yapıp, YSK kararıyla CB adayı olmayı kabul ettirmesiyle Anayasayı, namus ve şerefi üzerine ettiği yemini çiğnemiş olacağını da iyi biliyor!

Ben Erdoğan’ın bunu yapmayacağına inanıyorum.
İnsan bir noktadan sonra durmasını bilmeli.
Bakın Yeni Zelanda Başbakanı daha dün “6 yıldır Başbakanlık yaptım. Artık yeter.
Başkaları ülkeme benden daha çok hizmet edecektir.” dedi ve evine döndü.

  • Senin lügatinde “YETER” yazmaz mı?

Yeniden seçilmek uğruna, Anayasayı, yasaları zorlamaya, çiğnemeye gerek var mı?
21 senedir yönetimdesin, saraylardasın. Ülkeyi uçurumun yanına getirdin.
YSK’yı, Yargıyı zorlama, baskı yapma. Yakında seninle birlikte atta (!) gideceğiz.

Şimdiye dek kazık çakan olmadı ki!

Yönetim Anayasayı çiğnerse ülkede adalet ölür. Adalet ölürse Devlet ölür be arkadaş! YSK, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde, Seçim yasasının 98’nci maddesini çiğneyerek “Mühürsüz Zarfları” geçerli saymıştı!

Bu açık bir yasa ihlali idi!

YSK bu kez senin aday olabileceğin kararı verirse “YSK, ANAYASAYI İHLAL SUÇU” işlemiş olacak!
Yakın tarihte bu ağır suçla yapılan yargılanmaların “Müebbet Hapis” ile sonuçlandığını gördük!

YSK Üyesi Sayın Yargıçların dikkatine sunmak istediğim bir konu var :

Tüm bu hesaplar, Erdoğan’ın 3’ncü kez aday olup SEÇİMİ KAZANACAĞI üzerine yapılıyor.
İyi de, Erdoğan’ın CB Adayı olmasına izin verirseniz, –ki ben asla böyle bir Anayasa ihlaline izin vermeyeceğinize inanıyorum- ve Erdoğan seçimi yitirirse, neler olabileceğini kestiriyor musunuz?

Şuna lütfen inanın; zora düşen siyasetçilerin kimisi, anında döner ve “Ben böyle bir talimat vermedim” der. Orta yerde kalırsınız!

Hangi makam olursa olsun, görev anayasa ve yasalara uygun olarak dürüstlükle yapılırsa, bundan daha büyük onur ve iç huzuru yoktur.
Böyle bir huzurun ve saygının bedeli ölçülemez.

Bir insan doymasını bilmeyecek ölçüde  açgözlü ise, sonunda kendi başını yer…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 20 Ocak 2023

DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİNDEN Mİ; YOKSA TEOKRATİK, FEODAL BİR MONARŞİDEN Mİ YANASINIZ? KARAR SİZİN..

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bu yazıyı, uzun süredir bana sorulan monarşilere ve bireysel saltanata dayanan teokratik feodal devlet yapısı ile ilgi sorular nedeniyle kaleme aldım. Genel olarak tarım toplumu, köy yaşamı, köy ve köylülük zihniyeti; köylülere özgün olan yaşam biçimleri ve davranış kalıplarının egemen olduğu feodal, teokratik ve dinsel yönetimler, inançları ve coğrafyaları farklı olsalar bile, benzer bir sosyolojik, kültürel, siyasal ve ekonomik örgütlenme ve kurumlaşma yapısına sahiptir. İnanılan dinin Hıristiyanlık, İslamiyet ya da daha başka bir din olmasının çok önemi yoktur.

Feodal ve teokratik tarım toplumlarının yönetsel ve yapısal özellikleri kısaca şöyledir :

1- Feodal ve teokratik devletlerde toplumları yönetme hakkı ve ülke toraklarının mülkiyet hakları kral, sultan, han, şah, padişah… gibi monarşik saltanat sahiplerine aittir.

Toplumu yönetme hakkının kaynağı halk değil dindir. Toplum, iktidarların yönetme yetkisinin Tanrısal olduğuna inanır ya da inandırılır. Halk kitlesi genelde statü olarak “kul” konumundadır. Toplumsal yaşamda dinsel hukuka ek olarak, töreler ve gelenekler de geçerlidir. Kölelik, toprağa bağlı kölelik ve cariyelik vardır. Köle ve cariyeler, para ya da çıkar karşılığı alınıp satılabilirler. Toprağa bağlı köleler, toprakla birlikte, bir derebeyinden bir başkasına devredilebilir. Devlet sahipliĝi, iktidar olma hakkı ve ülke toprakları krallar ya da sultanlarındır. Krallık ya da sultanlığın halk kitleleri ile olan ilişkileri halktan zorla vergi toplamak ve yine halkı zora dayalı olarak askere almaktır. Krallar ya da sultanlar, haklı ya da haksız yaptıkları işler ve verdikleri kararlarda halka hesap vermez ve sorumlu tutulmazlar. Yayınlanan buyruk ve fermanlar eleştirilemez ve karşı çıkılamaz. Bir cümle ile feodal – teokratik toplumlarda hukuk değil buyruk ya da ferman vardır denilebilir.

2- Feodalite demek, derebeylik, yani belli bir arazi parçasına ya da belli bir arazi parçası üzerinde üretilecek üründe mülkiyet hakkına sahip olmak, toprağa bağlı ağalık düzeni demektir. Krallar ya da sultanlar, ülke topraklarının çıplak mülkiyetinin tek ve tartışmasız sahipleri olsalar bile, bu toprakların kullanım ,üretim ve elde edilen ürünlerin mülkiyetini, vergi karşılığı olarak, merkezi devlete devretmek zorunda kalırlar. Çünkü saltanata para ve asker gereklidir. Ayrıca iktidarın sürekliliği için de geniş halk kitlelerinin barınıp beslenmeleri gerekir. Fakat halk ya da köylü, toprak mülkiyetinden yoksundur. Ürettiği besinlerden yeterli pay alma hakkı da yoktur. Halkın üretim araçlarından yoksun olması ise feodal derebeyliğin gücünü ve temelini oluşturur.

Halkın özgürce yaşama, barınma ve beslenme koşullarından yoksunluk ve çaresizlikleri onları derebeylerine ya da toprak ağalarına ailece ve boğaz tokluğuna çalışan bir çeşit toprağa bağlı köle, ırgat konumunda tutar. Bu tür feodal ve teokratik rejimlerde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), halk hem krallar ya da sultanların kulu ve hem de derebeyleri ya da toprak ağalarının kölesi konumunda kalarak yaşamak zorunda bırakılır.

3- Feodal Hıristiyan ve teokrat Batı toplumlarında Tanrının ve dinin en üst makamdaki yetkilisi, kural koyucusu ve en katı kurallarla halkın ve iktidarların (krallık, sultanlıkların…) denetleyicisi de Kilise yani Papalık makamı olmuştur. Papalık bu görevleri tek başına yapamayacağına göre, dinsel Hıristiyanlık hukuku üreten ve bu üretilen dinsel hukukla toplumu denetleyen ve yargılayan bir din adamları RUHBAN sınıfına gereksinme duyar Zaten Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı da böyle doğmuştur. Orta Çağ Hristiyanlık dünyasında kurulan bu dinsel yargılama mahkemeleri giderek halkı ezen ENGİSİZYON (işkence) kurumlarına dönüşmüştür.

Kuramsal olarak, Hıristiyanlıktaki Papalık makamı krallara taç giydirip kılıç kuşandırarak onlara meşruluk kazandırma konumundadır. Bu nedenle Hıristiyanlıkta Tanrı Devletinin sahibi Papa ya da Kilise, dünya devletini yönetme yetkisi ise Papalıkça onaylanmış krallara aittir. Din ve devlet yönetimi iki ayrı erk olarak kabul edilir. Din devletini yönetme hakkı Tanrı adına Kiliseye yani Papa’ya aittir. Dünya devletlerini yönetme hakları da Papalık tarafından izin verilmiş kralların görev alanına girer.

İslam ülkelerinde ise, Hıristiyanlıktakine benzer bir merkezi din kurumu ve Papa yetkisinde bir din otoritesi yoktur. Ancak Emevi İslamınca başlatılan kuramsal ve klasik Halifelik unvanı (sanı) ve makamı sultanlık ya da padişahlıkla birleşince, sultan ya da padişah, sultanlığa ya da padişahlığa ek olarak, buyrukları Tanrı buyruğu sayılan en üst makam ve yetkideki din adamı konumuna yükselmiş olur. Böylece Halife-Sultan hem Papalıkça üstlenilen Tanrı devletinin ve hem de krallarca yönetilen dünya devletinin iki görevini birden üstlenir. Yani İslam ülkelerinde Halife-Sultan konumunda olanların güçleri ve yetkileri Batının feodal krallarından daha çoktur.

Halifeler, Halifetullah (Tanrının temsilcisi) ya da Zıllullah (Tanrının yer yüzündeki gölgesi) sıfatlarını da kullanmışlardır. Din ve dünya devletini, yani ikisini birden yönetebilme yetkisi tek bir kişide, sultanda toplanmıştır. Bu düzende, Halife-Sultan dışında, sadrazamlar ve şeyhülislamlar dahil, herkes kuldur. Halife ya da Sultanın buruğu ile görevden alınabilir, sürgüne yollanabilir ve hatta yok edilebilirler. Her basamaktaki devlet bürokratları ve halk, Sultan ve Halife yetkisini birlikte kullanan otoritenin memuru, kulu kabul edilir.

Osmanlı Devleti birçok sadrazamını (Başbakanın) ve üç Şeyhülislamını bile idam ettirmiştir!

Her ne denli kuramsal olarak İslamda bir din adamları, ruhban sınıfı yok denilse de, tarihsel uygulamalar ve gelişmeler bize gösteriyor ki; tıpkı Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına eşdeğer bir din adamları sınıfının doğup geliştiğini, yani bir din adamları sınıfının varlığını kabul etmek gereklidir. Ayrıca İslam dünyasında da kimi Sultan (Halife) fermanları ve kimi ulemanın belgeli fetvaları ve kadıların yargılamalarına dayalı olarak kurulan dinsel mahkemeler aracı ile Hıristiyanlığa benzer biçimde, farklı fikirleri ve inançları nedeniyle kimi insanlara ve topluluklara, engizisyon benzeri işkence ve kıyımların yapılmış olduğunu da unutmamak gerekir.

Hallacı Mansur, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Nesimi, Pir Sultan Abdal… hatta yakın tarihte Kahraman Maraş, Çorum, Sivas (Madımak) kıyımlarında doğrudan ya da dolaylı da olsa, kimi cahil din adamlarının kışkırtmaları gün gibi ortadadır.

İslam ülkelerindeki dinsel şiddet konusunda derinlemesine, daha ayrıntılı, bilimsel ve tarihsel bilgi almak isteyenler ilahiyat profesörü Sayın Mehmet Azimli‘nin “MÜSLÜMANLARIN ENGİZİSYONU” konulu üç ciltlik kitapları ile yine ilahiyatçı yazar Sayın R. İhsan Eliaçık‘ın “ÖTEKİ İSLAM” adlı kitabını okuyabilirler…

Günümüzdeki devasa kadrosu ve çok geniş örgüt yapısı ile, resmi bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve ayrıca yanlış olarak sivil toplum(!) örgütü sayılan tarikat ve cemaatlerin lider, yönetici kadroları tıpkı Hıristiyanlık benzeri bir yarı ruhban sınıfı gibi kabul edilebilir. Osmanlı devlet yapılanmasının, 1- Sefiye (Ordu), 2- İlmiye (din uleması) ve 3- Kalemiye (sivil bürokrasi) olarak üçe ayrılması bir anlamda ruhban sınıfının varlığına kanıttır.

PEKİ, KLASİK TEOKRATİK FEODAL SİSTEMDE HALK TABANINİN GENEL DURUMU NEDİR?

Çok uzatmadan ve eğip bükmeden, herkes daha iyi anlasın diye konu kısaca şöyle özetlenebilir :

Teokratik feodal toplumlarda:

A- Krallar, sultanlar, şahlar… ve padişahlar için önemli olan monarşiyi sürdürmek, saltanatın dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmaktır. Ancak bunu yapabilmek için feodal derebeyleri yani toprak ağalarının siyasal ve ekonomik desteğine ve ulemanın dinsel – fikri yardımlarına gerek duyulur. Toprağa bağlı köle olsalar bile, halkın barınma, beslenme ve yaşamaya gereksinmesi vardır. Ayrıca orduya asker ve iaşe (yiyecek) ancak halk kesiminden karşılanmak zorundadır. Bu gereksinmeye bağlı olarak feodal beyler ve resmi Tımar sahipleri, monarşinin sürekliliği açısından kilit rol oynarlar.

B- Feodal beyler, toprak ağaları ve tımar sahipleri, halkı toprağa bağlı köle (AS; reaya, serf) olarak çalıştırmak, onların emeklerini sömürmek ve halk isyanlarına karşı diri ve sağlam kalabilmek için merkezi monarşinin yani saltanat sahibinin gücünü yanında görmek isterler. Ayrıca feodal beyler için önemli bir destek de ruhban sınıfının halkı itaat ve kanaata razı etmeye yönelik telkinleridir.

C- Ulema ya da ruhban sınıfının temel görevlerinden biri de, iktidarlarını koruyabilmeleri için, krallar, sultanlar… ya da padişahlara dinsel meşruluk devşirmek, onların Tanrı adına yetkili (!) olduklarına halkı inandırmaktır. Monarşiye kul olmaya, kesin ve koşulsuz olarak itaata razı etmektir. Doğal olarak da siyasal iktidarın ve feodal beylerin nimet ve olanaklarından bolca yararlanabilme yollarını açık tutmaktır.

D- Ruhban sınıfının önemli bir işlevi de toplumu, köle olarak, ailece yarı aç – yarı tok yaşayarak feodal beylere toprak ağalarına ve tımarlı sipahi sahiplerine boğaz tokluğuna karşılık sürekli çalışmaya, asi olmamaya ve kendisine verilenlerle yetinmeye, sonsuz kanat ve sabır sahibi olmaya, takınacağı itaat, kanaat ve sabrın onları öbür dünyada yani cennette, çok yüksek bir bolluk, zevk ve sefa içinde sonsuz yaşam hakkı kazanacaklarına inandırmaktır.
.
Sözün özü ya da kıssadan hisse şudur              :

a- Teokratik, feodal yönetim biçimlerinde sultan, kral, padişah, şah ya da emirlerin ödülleri bu dünyadadır. Soyut değil somuttur. Makamdır, güçtür, servettir, paradır, yetkidir. Bu ödüllere harem ve cariye sefaları da dahil edilebilir.

b- Feodal derebeyleri ya da toprak ağalarının ödülleri de bu dünyadadır. Köylünün, halkın emeğini olabildiğince sömürüp refah (gönenç) ve mutluluk içinde yaşayabilmeleri için bu teokratik feodal düzenin sürmesi gerekir. Günümüzün teokratik hatta çoğu ulus devletlerinde bile, devletle feodal bey ya da ağaların dayanışması, yerini kapitalist-sermaye, burjuvazi ile devletin (iktidarın) dayanışmasına bırakmıştır.

c- Batıdaki ruhban sınıfına bezer olarak, İslam devletindeki kimi ulemanın sultan sofralarına oturup ahlakı, adaleti ve ilahi buyrukları sultanların ve feodal beylerin dünyasal isteklerine göre, kasıtlı olarak yanlış yorumlayıp sultanlarca bolca ödüllendirilmeleri ya da feodal beylerce korunup kollanarak bu dünyadaki servetlerini ve şöhretlerini artırabilme yollarını bulabilmiş olmalarıdır. Yani Ulema ya da ruhban sınıfının ödülleri de bu dünyadadır.

PEKİ; YOKSUL, TOPRAKSIZ, YARI AÇ – YARI TOK YAŞAYAN KÖYLÜ HALKIN DURUMU NEDİR?

– Vergi vermek,
– Askere gitmek, gerekirse ölmek.
– Sorunsuz biat ve itaat, geri dönülmez sadakat (bağlılık), tükenmez kanaat ve sonsuz sabır sahibi olmaktır.
– TÜM DÜNYASAL GEREKSİNİM ve İSTEKLERİNİ AHİRETE, ÖBÜR DÜNYAYA ERTELEMEKTİR.
Aynı ya da benzeri tutum ve davranışlar hala birçok İslam ülkesinde sürmektedir.

SONUÇ YERİNE                            :

1789 Fransız Devrimi’ni yapan diri güçler krallar, feodal beyler ve ruhban sınıfının işbirliği yaparak, halkın sömürülmesine dayanan feodal ve teokratik düzenini yıktı. Akıl – bilim temelli modernite böyle temellendi. Ulus devletler akıl, bilim, laiklik, hukuk, demokrasi ve adalet, anayasal devlet ve yurttaşların eşitliği düzeni böyle şekillendi.

  • Osmanlı Devletini Mustafa Kemal Atatürk yıkmadı!

Çok yönlü tarihsel gelişim ve değişime bağlı olarak, İmparatorluklar ve teokratik feodal devletler çağdaş gelişme ve değişmelere ayak uyduramadıkları için tarihsel ömürlerini tamamlayıp halkın ve devletin gereksinmelerine yanıt verememiş, işlevsiz kalmış ve yıkılmışlardır. Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekilmesi konusunda da aynı gerekçeler geçerlidir.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist ülkelere karşı kazanılan büyük bir Kurtuluş Savaşından sonra, toplumu korumak, aydınlatmak ve devletini çağın gereklerine göre yeniden yapılandırmak için zorunlu tarihsel, bilimsel ve evrensel bir gereksinmeye dayalı olarak kurulmuştu.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet yönetimi feodal, teokratik devletlerin tersine tabanın, geniş halk kitlelerinin ailece her türlü dünyasal ve insancıl gereksinmelerini öbür dünyaya ertelemedi . Devletin ve toplumun her türlü ekonomik kaynaklarını ve üretim güçlerini, toplumun refahını (gönencini) artırmak için gerekli olan, tarım ve sanayideki üretim birimlerine, fabrikalara, işliklere (atölyelere) aktardı. Çünkü bu yeni yönetimin mimarları ülkesini baştan sona cennete, halkını da akıl ve bilimle eğitilmiş uygar bir topluma dönüştürmek istiyor ve ayrıksız (istisnasız) herkese gönenç, adalet, özgürlük ve mutluluk getirmeyi amaçlıyordu. Çünkü çağdaş yönetim anlayışı bunu gerektiriyordu.

Teokratik, feodal devlet özlemi çekenler, özellikle de geniş halk kitleleri, biraz daha  düşünmelidir. Sultanların, feodal beylerin ve ruhban sınıfının her türlü dünyasal gereksinmeleri ve özlemleri tepe tepe bu dünyada karşılanırken, halk kitlelerinin ekonomik, sosyal gereksinmelerinin karşılanması neden hep öbür dünyaya erteleniyor???!!!

  • Bu dünya neden iktidar sahiplerine, güçlülere, feodal beylere, ruhban sınıfına ve kapitalistlere cennet oluyor da toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş ve yoksul halk kitleleri için neden cehenneme dönüşüyor???????!!!!!

Tarihsel gidiş ve değişim rotası geriye dönmez, genelde hep ileriye doğru akar. Ayrıca çağdaş devletlerin halklarını cennete götürme gibi bir görevleri yoktur. Bu nedenle devletin dinsel gereklere göre değil; halkın somut, dünyanın gerekleri ve gereksinmelerine göre yönetilmesi, eğitilmesi ve yaşatılması kaçınılmazdır. Bu da ancak laik – seküler düzenle olanaklı olabilir.

Kaldı ki; dinsel öğretiler ve inançlara göre de her İnsanın kendi ahlaksal (moral) tutum ve davranışları ile cennete gidebileceğine inanılır. İlahi (Tanrısal) sorgulanma ve hesap vermeler de toplumsal değil bireysel olarak kabul edilir.

Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk‘ün dediği gibi;

  • Yaşamda en gerçek mürşit (yol gösterici) blimdir, tekniktir... “

Karar okuyucuların.

TÜRBAN

Suay Karaman

Yeni CHP’nin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, türban konusunda harekete geçeceklerini bildirerek “Bizim de hatalarımız oldu, yarın bu yarayı sonsuza kadar kapatmak için bir kanun teklifi sunacağız.” demişti. Böylece 4 Ekim 2022 salı günü türban için hazırlanan yasa önerisi TBMM’ye sunuldu. Aynı gün AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan partisinin grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun türban önerisine yanıt verdi ve anayasa değişikliği önerisinde bulundu.

Bunun üzerine 9 Aralık 2022’de AKP’nin hazırladığı türban düzenlenmesini içeren anayasa değişikliği önerisi, Cumhur İttifakı ortakları ile birlikte 336 milletvekilinin imzasıyla TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Verilen öneriye (teklife) göre, anayasanın din ve vicdan hürriyetini düzenleyen 24. maddesi ile aile ve çocuğun korunmasına ilişkin 41. maddesinde değişiklik öngörülmektedir. Buna göre kamu ve özel sektör dahil, yaşamın hiçbir alanında, dinsel inancı nedeniyle türbanı ya da giysisi nedeniyle hiçbir kadının ayrımcılığa tabi tutulamayacağı ile evlilik birliğinin yalnızca kadın ve erkeğin evlenmesiyle oluşturulabileceği öngörülüyor.

AKP’nin hazırladığı her öneride mutlaka bir yanlışlık ve hinlik olduğu bilinmektedir. Bu önerinin salt türban serbestliğini içermeyeceği, bununla birlikte burka, peçe, kara çarşaf, cübbe gibi siyasal İslam’ın simgesi olarak nitelenen giysilerin de önünü açması sağlanacaktır.

Kılıçdaroğlu’nun çağrısıyla, ülkenin gündeminden düşmüş bir konu için verdiği yasa önerisine karşı, konuyu gollük pas olarak algılayan AKP, karşı atak yaparak, anayasa değişikliği önerisini sundu. Sunulan bu öneri üzerine altılı ganyanı oluşturan sözde muhalefet partileri (AS: Bu nitelemeyi şık ve doğru bulmuyoruz..) bir araya gelerek, AKP’nin önerisine karşı türban konusu hakkında yeni bir anayasa değişikliği yapılması için çalışma kararı aldılar.

Kılıçdaroğlu’nun kapanmış bir konuyla ilgili yasa önerisi vermiş olmasının yanlışlığı zaten ortaya çıkmıştı. Şimdi altılı ganyanın AKP’nin anayasa değişiklik önerisine karşı seçenek bir öneri hazırlaması ise daha büyük bir yanlış olacaktır.

  • Cumhur İttifakı karşısındaki tüm muhalefet partilerinin anayasa değişiklik sürecinin
    hiçbir aşamasında kesinlikle yer almamaları gerekir.

Böylece siyasal iktidarın konuyu halkoylamasına (referanduma) götürmek için 360 oya ulaşması söz konusu olamayacaktır. İşin özüne bakılırsa zaten yönetmelikle düzenlenmesi gereken (AS: düzenlenmiş olan) bir konunun Anayasa ile çözülmesi, dünyanın hiçbir çağdaş ülkesinde yoktur.

Zaten altı benzemezden oluşan altılı ganyan, ülke sorunlarına çözüm üretmek yerine, türban gibi, anayasadan Türklük kavramının çıkarılmasıyla ilgili, Devrim Yasalarını değiştirmek gibi, Kürtçeyi de anadil yapmak gibi (AS: Kürtçe zaten Kürt yurttaşlarımızın anadili.. “Kürtçe 2. Resmi dil olamaz” denmeli..), tarikatları ve cemaatleri özgürlüğe kavuşturmak gibi gereksiz konularla ilgilenmekte ve söylemlerde bulunmaktadır. Siyasal İslamcılarla, Devrim karşıtlarıyla Atatürk ilke ve devrimlerini, laik ve demokratik cumhuriyetimizi korumak olanaksızdır. Demokrasiden payını alamamış kişilerin, parlamenter demokrasi getireceğini düşünmek ise saflığın da ötesindedir. İşte bu yüzden toplumun umudu her geçen gün azalmaktadır.

Bu hafta TBMM Anayasa Komisyonunda görüşülecek olan AKP’nin anayasa değişikliği önerisine destek vermek demek, siyasal iktidarın 20 yıldır anayasa ve hukuk dışı davranışlarını meşrulaştırmak, yapılan yağmaları, yolsuzlukları onaylamak anlamına gelecek; dolayısıyla siyasal iktidara yarayacaktır. Ülkemizin çok büyük sorunlarla boğuştuğu bir dönemde ve önemli bir seçime doğru gidilirken, yapılan bu gereksiz öneriler, AKP’nin hanesine başarı olarak yazılacaktır. Böylece ülke gündemi değiştirilmekte ve AKP bu durumdan sürekli kazançlı çıkmaktadır. Zaten böyle bir iktidarın 20 yıldır devletimizi yönetmesi, muhalefetin başarısızlığının da bir sonucudur.

  • Muhalefetin, AKP’nin (gündem) oyunlarına gelmemesi gerekmektedir.

Azim ve Karar, 16 Ocak 2023