Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Org. Bilgin Balanlı’dan çok çarpıcı Akın Öztürk açıklaması

H.K. Komutanı olması beklenirken emekli edilmişti…
Çok çarpıcı Akın Öztürk açıklaması

Hava Kuvvetleri Komutanı olması beklenirken, emekli olan Emekli Orgeneral Bilgin Balanlı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından tutuklanan Akın Öztürk için

– “Bir havacı Orgeneralin böyle rezil bir duruma düşmüş olmasına üzüldüm. Daha önce de söylediğim gibi bu makam ve rütbeler hak edilmiş rütbe ve makamlar değil bizlerden ve hak etmiş arkadaşlarımdan çalınmış makam ve rütbelerdi” dedi.

Emekli Orgeneral Bilgin Balanlı, Balyoz sanıkları arasında tek muvazzaftı. Hava Kuvvetleri Komutanı olması beklenirken 2011 Mayıs’ta tutuklandı, 2014 Haziran’da serbest kaldı. Balyoz davasında mahkemeye “Komplonun amacı, çirkin iftira kampanyası operasyonuyla 100’üncü kuruluş yılını kutlayan kartalın başının koparılmasıdır.” demişti. Hürriyet’e

  • “Darbe girişimiyle kartalın kanadı ve kuyruğu da kopmuştur.”
    diyen Balanlı özetle şunları söyledi:8-10 YILDA TOPARLANAMAZ
    1 Şubat 2013’te yazdığınız mektupta, ‘Kartalın başı kopartıldı’ demiştiniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda Balyoz davası sonrası oluşan duruma dikkat çekmiştiniz. Darbe girişiminden sonra oluşan tabloya baktığınızda ‘kartalın’ durumu nedir ?Tutuklandıktan sonra ilk kez15 Ağustos 2011’de, bizi yargılayacak olan 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çıktım. ‘Kartalın başının koparıldığını’ ilk kez o gün mahkemede söyledim. Komplolarla komuta kademesi tasfiye edildikten sonra bizlerin yerine komuta kademesine getirilen kişilerin yıllarca büyük emeklerle ve fedakârlıklarla oluşturduğumuz ve tüm dünyanın gıpta ile bakarak kıskandığı Hava Kuvvetlerimizi ne hale düşürdüğünü gördükçe kahroluyorum. Bu hainler bütün emeklerimizi 5 yıl gibi kısa bir sürede heba ettiler. Hem Türkiye’mize hem milletimize hem de Türk Silahlı Kuvvetlerimize büyük zararlar verdiler. Balyoz davası ile başı koparılmış kartalın bugün için kanatları ve kuyruğu da kopmuştur. 2011’deki gücüne 8 -10 yıldan önce kavuşmasını çok olası görmüyorum.TÜRK PİLOTLARI OLAMAZLAR
    Cami bombalama iddiaları için Goebbels yalanı demiştiniz. 15 Temmuz günü TBMM’yi bombalayan, sivil vatandaşlara ateş açan pilotları, Hava Kuvvetleri mensuplarını görünce ne hissettiniz, bunu nasıl yorumladınız?

    15 Temmuz’da TBMM’yi bombalayan, polis merkezlerine ve sivil vatandaşlara ateş açan pilotlar Türk pilotları olamaz. Ben onları Hava Kuvvetleri mensubu vatanı ve millet için ölmeye yemin etmiş gerçek kahraman pilotlarla asla bir tutamam. Bu darbeciler aklını ve vicdanını bir başkasının menfur emellerine satmış vatan hainleri ve teröristlerdir.

    UZUN HAZIRLIK DÖNEMİ
    F-16’lar darbe günü havadaydı, bu savaş uçaklarının havalanması bu kadar kolay mıdır ? Teknik olarak bunun nasıl olabileceğini anlatır mısınız ?

    Bir savaş uçağının havalanması en az 1 hafta öncesinden planlanır. Hangi uçak, kaçta nereye, hangi göreve gidecek bunlar belirlenir. Ciddi bir hazırlık devresi gerektirir. Bir savaş uçağının havalanması için yalnızca filo komutanın emri yeterli değildir. Üs komutanın da buna izin vermesi gerekir. Ayrıca uçaklara silahların yüklenmesi vesaire ayrı bir iştir, zaman gerektirir. Bütün buralarda birçok subay, astsubay görev alır. Bütün bunlara rağmen F-16’ların havada olması çok ciddi sayıda askeri personelin bu işte yer aldığını ve epeyce uzun bir zaman diliminde hazırlık yaptıklarını gösteriyor.

    NEREDEN NEREYE GELİNDİ
    15 Temmuz sürecine nasıl gelindi ?

    15 Temmuz sürecine gelinirken maalesef siyasetçiler 17-25 Aralık sürecine kadar bu tehlikeyi tam olarak göremediler. Bu tarihten sonra bazı tedbirler alındı ise de geç kalındığını düşünüyorum. Bunu Sayın Cumhurbaşkanı başta olmak üzere birçok siyasetçi çeşitli vesilelerle açıkladı. Kısaca ifade etmek gerekirse “Ne istediler de vermedik?” söyleminden “Rabbim ve milletim beni affetsin” noktasına geldik. TSK ise tam bir aymazlık içinde, bu çete mensuplarını bırakın temizlemeyi kritik görevlere getirerek bu hain kalkışmaya adeta zemin hazırladı. Hava Kuvvetleri’ndeki tasfiye sadece Balyoz vb. davalarla sınırlı kalmadı. Disiplin soruşturmaları altında yüzlerce subay astsubay Hava Kuvvetleri’nden atıldı. Kimse buna ses çıkarmadı. Ne oluyor diye sorgulamadı. Tüm bunları görmezlikten gelen komuta kademesinin en basitinden büyük bir zafiyet içinde olduğunu değerlendiriyorum.

    PİLOTLARIN İSTİFA İHTİMALİ
    TSK’nın bundan sonra nasıl yapılandırılması gerekiyor ?

    TSK büyük bir güçtür. İyi yetişmiş, çok kaliteli ve özverili personeli de vardır. Her türlü siyasi etkiden uzak bir şekilde komuta makamlarına liyakatli personel atanırsa bu yaralar birkaç yıl içinde büyük ölçüde sarılabilir diye düşünüyorum. Ancak TSK’nın yapısını oluşturan temel değerler ile oynanmamalıdır.

  • Devlet öfke ile hareket etmez.
  • Devlet, bilimsel analizler yaparak devletin ve milletin çıkarlarına en uygun rasyonel çözümleri bulmak zorundadır.
    Bu bağlamda acele ile alınmış kararları çok uygun bulmuyorum. Darbeyi kurumların varlığı değil buradaki personel yapar. Bu kurumlar yeniden organize edilerek darbeye meyilli personel temizlenir ve buralarda yuvalanmalarının önüne geçecek ciddi tedbirler alınabilir diye düşünüyorum. Ancak bir tehlike var ki, oluşan bu travmada birçok pilot subayın istifa etme ihtimali var. Çünkü TSK’da büyük bir güven bulanımı oluştu. Bu pilotlar TSK’dan istifa ederse önemli ölçüde sıkıntı oluşacağını düşünüyorum. Bu konuda alınacak önlemler şimdiden planlanmalıdır.ÇALINMIŞ MAKAMLAR

    Akın Öztürk‘ü olayların içinde gördüğünüzde ne hissettiniz? Kendisini nasıl tanırdınız, darbe girişimin ardındaki 1 numaralı isim olduğunu düşünüyor musunuz?Akın Öztürk ile hiç beraber çalışmadım. Balyoz sürecindeki tavırları nedeniyle de hiç temasım olmadı. Çok iyi tanımıyorum. Basına yansıyan haberlere bakıldığında darbe girişiminde önemli bir pozisyonu olduğu görülüyor. Ancak 1 numara mıdır bilemem. Bunlara rağmen onu olayların içinde görünce inanın çok üzüldüm. Bir havacı Orgeneralin böyle rezil bir duruma düşmüş olmasına üzüldüm. Daha önce de söylediğim gibi bu makam ve rütbeler hak edilmiş rütbe ve makamlar değil bizlerden ve hak etmiş arkadaşlarımdan çalınmış makam ve rütbelerdi. Yine de bizlerin ne kadar haklı olduğumuzun bir kez daha ortaya çıkmış olmasına sevinemedim. Çünkü bu girişim ülkemize, milletimize ve TSK’ya çok pahalıya mal oldu. 250’ye yakın şehit verdik. Binlerce yaralımız var. Kurumlar alt üst oldu. Diğer taraftan Türkiye’nin uçurumun kenarından döndüğünü düşünüyor ve şükrediyorum. Darbe girişiminin başarılı olması halinde yaşanabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Ancak bu husumetten dersler çıkararak bir faydaya dönüştürme şansımızın da bulunduğunu görmemiz gerekir.ABD’NİN ÇIKARI İÇİN ZAYIF BİR TSK GEREKİYOR

    Balyoz davasının ardında CIA ve ABD’nin varlığına dikkat çekmiştiniz. 15 Temmuz’un arkasında hangi güçler var? Böyle bir güç varsa düşüncenize temel oluşturacak deliller ne?

‘Balyoz davasının arkasında CIA var’ dediğimde elimizde bir delil yoktu. Sadece bazı CIA görevlilerinin yazılarındaki ifadelerinden yola çıkarak yorum yapmıştım. Ancak daha sonra dava içinde bunun izlerini daha çok gördük. Bu konudaki en önemli emare ise bu kumpas davalarının kimin yararına sonuçlar vereceği değerlendirmeleri idi. Aşikârdı ki ABD’nin bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirmesi için zayıf bir TSK’nın varlığı gerekiyordu. Şimdi gelinen durum itibariyle TSK’nın bugün düştüğü durumu görünce aynı değerlendirmeleri yapmak mümkündür. Diğer taraftan Allah korusun darbe girişimi başarılı olsaydı yine kimin bundan yararlanacağını hesaplamak da mümkündür. Sanıyorum darbe soruşturması kapsamında bu konuda da bazı somut bulgulara ulaşılabilir.

KOMUTA KADEMESİ HATALI

DARBE girişimin öne çekilmesinin büyük bir felaketin engellediğini düşünüyorum. Planladıkları gibi 03.00 sıralarında yapabilselerdi, hepimiz darbe olmuş bir Türkiye’ye uyanabilirdik. Bu anlamda, darbe girişimini bir binbaşının MİT’e haber vermesini çok önemsiyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın televizyona çıkması, 1. Ordu Komutanı’nın ve Özel Kuvvetler Komutanı’nın darbenin komuta kademesi içinde yapılmadığını halka anlatmaları olayın kırılma anlarıdır. Halkın bunlara reaksiyon vermesi, sokaklara çıkması, polisin ve TSK içindeki vatansever Atatürkçü subayların darbeye direnişleri bu noktada önemlidir. Bu bağlamda muhalefet partileri ile basının tutumunun da direnişte önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.

  • TSK’nın komuta kademesi bu olayda baştan sona hatalıdır.
  • Başlangıçtan itibaren darbe girişimden haberdar olmamaları önemli bir zafiyettir. Fetullahçı subayları tasfiye etmemiş, hatta terfi ettirmişlerdir. Adeta 15 Temmuz’a gelinmesi için davetiye çıkarmışlardır.
    (Cumhuriyet haber kapısı, 19.08.2016)
    ======================================
    Dostlar,

Sayın E. Org. Bilgin Balanlı paşa çok önemli saptamalarda bulunuyor.
Ancak O da, ne yazık ki ve şaşılacak biçimde TSK’yı sorumlu tutuyor ve suçluyor!?..

Oysa 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin asıl sorumlusu AKP iktidarıdır!

  • Tayyip bey başta olmak üzere B. Arınç, İ.M. Gökçek vd. sorumluluklarını, suçlarını itiraf ederek af dilemişlerdir (kuşkusuz, içtenliği her zaman sorgulamaya açıktır..).Şu verilere bakar mısınız !
    Özellikle A. Takan’ın “YAŞ ÜYESİ VATAN HAİNİ” başlıklı yazısına (sağda en altta) :
    15_Temmuz_2016_darbe_girisiminin_sorumlulari

    Tanıyı doğru koymak zorundayız..
    Askerlere ukalalık yapmayalım; stratejik deyimle yığınakta hata mutlak yenilgi demektir!

    TSK ülkenin en temel güvencelerindendir. Hak ettiği en yüksek derecede önem, özen ve saygı gösterilmeli, yaralarını hızla sarması sağlanmalıdır.

  • AKP’nin birkaç OHAL Kararnamesi ile TSK’yı tar-u mar etmesi (yerle bir etmesi) nasıl açıklanacaktır?

    Böylesi bir konjonktür olmasaydı / yaratılmasaydı; AKP, Ordumuz üzerinde 3-5 OHAL Kararnamesi ile yarattığı muazzam yıkımı kaç onyılda yapabilirdi ya da yapabilir miydi?

Sonuçlara bakarak olayların kökenlerine – sorumlularına inmek hiç de zor değil..
Gün olur, tüm gerçekler çok da gecikmeden ortaya dökülür..
Balyoz – Ergenekon ve türevi rezil kumpas davaları 10 yıla varmadan 6-7 yılda çökertilmiş ve alet olan yargıç – savcılar dünkü kurbanlarının yerine Silivri zindanlarına tıkılmışlardır..

Büyük sözlerdir :

– Etme kulum, bulursun…
– Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste..

Bu kez, Balyoz – Ergenekon ve türevi rezil kumpas davalarının çökertilmesinden daha da kısa sürede çok çarpıcı gerçekleri öğreneceğimizi ve Türkiye’de tüm kartların bir kez daha karılacağını;
– AKP’nin bölünerek parçalanacağını,
– iktidardan gideceğini ve
– sorumlulardan hesap sorulacağını öngörüyor ve ümit ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
19 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Laiklik tarhana değil ki evde yapılsın…

Laiklik tarhana değil ki evde yapılsın…

Laiklik tarhana değil ki evde yapılsın…

Olup bitenin baş aktörleri, alnı secdeden kalkmayanlar.

Hâl böyle olunca, müesses nizamın ‘yancılarını’ dehşetli bir laiklik korkusu aldı. Her Allah’ın günü ‘Aman ha laiklik pek fena bir şey, sakın oyuna gelmeyin’ telaşlarının, biraz okumuşunun yeniden fırına verdiği ‘merkez-çevre’ teorisi yazılarının nedeni bu. Hani şu, uzun süre bir kesim entelektüelin ‘afyonu’ olan ‘merkez-çevre’ teorisi.

Hazır olun, İdris Küçükömer’in de hatırlanıp ısıtılması yakındır!

Müthiş bir telaş ve kızgınlık yaşıyorlar. 15 Temmuz’dan önce içlerinden biri, ‘laik azınlık Türkiye’den defolup gitmeli’ demişti. Dün de ilk kez duyduğum bir yayın organının yazarı laik kesimi hedef alarak, ‘… Geçti o günler, bedelini ağır ödersiniz. Evinizde laik olun,’ buyurmuş. Laikler için ‘bağnaz kabile’ demiş.

Demek ki Sivas’ta şair yakanları, domuz bağı ile insan katledenleri filan hep laik sanıyor!

İlginç tipler. Bir yandan ciddiye alınacak yanları yok, diğer yandan iktidarın yazarları konumundalar ve hitap ettikleri bir kesim var. Sanırım AKP’nin imaj yenileme çabasını da pek fark etmediklerinden frenleri tutmuyor.

Adamcağız bunları söylerken, Meclis’te İsrail’le ‘öpüşüp barışma’ yasası kabul edildi! Ayrıca ‘evde laik olmak’ ne demek Allah aşkına? ‘Güçler ayrılığı’ ilkesine; ‘anne, baba ve çocuklar arasındaki iş bölümü’ demek gibi bir şey…

Her ideolojinin/dünya görüşünün ‘çöküşünde’ ortaya çıkan hüzünlü çabalara tanık oluyoruz aslında. Koyu Kemalistlerin her fırsatta, düğün dernekte Onuncu Yıl Marşı okuması gibi. Onlar da bir türlü 11. yıla geçemediler!

1980’lerde başlayıp 90’lara damga vuran ikinci cumhuriyetçiliğin, post liberalliğin alıcısı kalmadı (neyse ki!) artık.

Muhtemelen önümüzdeki süreçte sosyal bilimcilerin eğildiği konular hızla değişecek, Türkiye siyasi ve düşünce tarihi bir kez daha ‘yeniden okunacak’ ve bu dönemin ‘yeni’ yayınları olacak. Hemen burada, Cangül Örnek’in (Can Y.) çıkan ‘Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı: Antikomünizm ve Amerikan Etkisi’ kitabını önermek isterim.

Her neyse. Dönemin tartışmalarından biri de laiklikti. Bolca laiklik yazısı kaleme alındı. Az sayıda kitap yayımlandı. Makalelerde bir yandan Türkiye’deki idari/hukuksal laiklik yorumları eleştiriliyor, diğer yandan genel olarak Türkiye tarihi bağlamında ‘laik’ düşünce/uygulamalar ele alınıyordu.

Kuşkusuz benim konuya dair cehaletimle de ilgili olabilir ancak bugün dahi şu laiklik-sekülerlik (ve laikçilik) ayrımlarını tam olarak anlayabilmiş değilim. Söz konusu ayrımlar, bazen hakikaten aralarındaki bir farka işaret etmek, zaman zaman da laik kesimi küçümsemek ya da aşağılamak (laikçilik) için kullanılıyor. İyi de İngilizce-Fransızca sözlükte, birinin karşısında diğeri yazıyor!

Anglosakson hukuk sistemindeki ülkelerin (ABD-İngiltere gibi) laiklik yorumuyla, Kıta Avrupası (Fransa) sistemine dâhil olanların laiklik yorumu arasında farklar var tabii. Buna mukabil iki hukuk sistemi arasındaki yorum/uygulama farklılıklarından hareketle kavramları bu denli zorlamayı, bambaşka anlamlar çıkarmayı, dediğim gibi, anlamıyorum.

Sonuçta işin özü değişmiyor. Laik ya da seküler denilsin, özen gösterilmesi gereken ölçüt, devletin yasa ve eylemlerinde ‘referansını’ herhangi bir inanca dayandırmaması gerekliliğinin kabulü. Fransa merkezli laiklik (özellikle 1905 yasasına dek) kuşkusuz daha kontrolcü.

Türkiye’de dini alanın, Mart 1924’ten bugüne bir devlet kurumu tarafından kontrol altına alınmaya çalışılması gibi. Bugünkü Anayasa’da da Diyanet İşleri Başkanlığı, dini bir kurum olarak değil, ‘genel idare’ içinde tanımlanıyor.

İyi hoş da, seküler olarak adlandırılan sistemler de ‘saldım çayıra mevlam kayıra’ değil ki inanç konusunda. Sürekli örnek verilen ABD Anayasası’nın ‘ek birinci’ maddesine göre özetle, ‘devlet bir dini kabul eden ve yasaklayan yasa çıkaramaz.’ Yani inançlar karşısında yansızdır.

Siz ABD Başkanı’nın (kuşkusuz dindarlara sempatik görünmek zorunda olan) örneğin bir baraj açılışında kurdele keserken (gerçi böyle bir şey de görmezsiniz ya, örnek diye veriyorum!) ‘Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına’ deyişine tanık oldunuz mu? Tahayyül edebilir misiniz?

Ülkeler arasında, yasa, gelenek ve uygulama farkları var. Çoğunun gerekçesi de tarihsel. Örneğin 16. yüzyıldaki dönüşümün sonucu olarak İngiliz hükümdarı, aynı zamanda kilisenin de ‘başı’ konumunda. Ancak Kraliçe kiliseye koşturup ayin yönetmiyor değil mi? Ya da Norveç’te Kral, yine tarihsel gerekçelerle Evanjelik Luteryen olmak zorunda.

Özellikle monarşilerde böyle gelenekler var. Önemli olan, çıkarılan yasaların ve idari uygulamaların, farklı inançlara mensup yurttaş kesimleri arasında adaletsizliklere ve ayrımcılığa neden olmaması. Geri kalan kural ve gelenekler, tarihsel birikimin sonucu ve çok büyük bir tartışmaya neden olmuyor.

Örneğin yine ABD’den örnek verirsek, Başkan’ın göreve başlarken İncil üzerine yemin etmesi gibi. Ya da Türkiye’de iki ‘dini’ bayramın ‘resmi’ tatil oluşunun Türkiye laikliği açısından sorun olmayışı gibi.

Adını ister laik ister seküler koyun; asıl önemli olan devletin ‘yeryüzü’ kuralları esas alınarak yönetilmesi. Tükiye’de, 1921 Teşkilatı Esasiye’nin birinci maddesindeki ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ifadesi ile tarihimizde ilk kez egemenlik hem ‘halka’ verildi, hem ‘yeryüzüne’ indirildi.

‘Egemenlik ulusundur’ demek, aynı zamanda ‘egemenlik Hakk’ın değil, halkındır’ anlamına gelir. Fransız devrimcilerinin yaptığı gibi. Bugün sokaklarda kimi kafası karışık ahali, bir yandan egemenlik ‘milletindir’ diğer yandan ‘Allah’ındır’ derken, ne dediğini bilmez halde.

Çünkü birine verdiğinizde diğerine vermemiş oluyorsunuz!

‘Efendim Türkiye’de halkın tamamına yakını Müslüman!’ Kim saydı ve nasıl sayılabilir bilmiyorum ama doğru kabul edelim. Büyük çoğunluğun Müslüman olduğuna kuşku yok. Güzel kardeşim, laik/seküler demokrasilerin halklarının ‘çoğunluğu da’ Allah’a ve bir ‘dine’ inanıyor. Yani örneğin ‘kurşunkaleme’ tapmıyorlar.

Mesele, halkın çoğunluğunun bir dine inanması değil, devletin yasa ve eylemlerinde o çoğunluk dininin kurallarına göre hareket edip etmemesi; bir inancın taraftarı olup olmaması.

Darbe girişimi öncesinde ‘dindar toplum’ ve ‘dinin hâkim olduğu devlet yönetimi’ özlemleri açıkça dile getiriliyordu. Sonrasında ise aynı kitlede müthiş bir telaş başladı. Çünkü ‘liyakat, akıl, hak etme’ gibi son derece ‘laik’ bir terminoloji dolaşımda.

Şimdi bırakalım devletin sıfatı seküler mi olsun, laik mi olsun sohbetlerini. Bir işe başvuran yurttaş, o iş için gerekli sınava girerek ve adil değerlendirilerek mi işe alınacak; yoksa cebinde taşıdığı tarikat kartvizitine göre mi? 80 milyonluk bu denli karmaşık bir toplumda ‘idarenin dili’ yansızlaşacak mı, yoksa fırın açılışı yaparken dahi bir dine referansta ısrar mı edilecek?

Eğitim sistemi çağın gereklerine göre mi, yoksa inancın gereklerine göre mi örgütlenecek? Bürokraside liyakat mi, yoksa kırmızı yanaklar badem bıyıklar mı öncelikli olacak? Bir insana bakıldığında ‘insan mı’ görülecek, yoksa dindar ya da olmayan kadın ve erkek mi?

Bir kadına bakıldığında kadın mı görülecek, yoksa etek, bluz ve türban mı? Dostlar alışverişte görsün diye Fransa’da Charlie Hebdo katliamı sonrası yürüyüşe katılanlar, kendi memleketinde Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya gibi insanlara çile çektirecek mi, çektirmeyecek mi?

Türkiye’de laikliğin yorumu ve zamanında mahkeme kararlarına konu olmuş halinde sorunlar olduğu, haksızlıklar yapıldığı sır değil. Ancak haksızlıkların sorumlusu, laiklik ilkesi değil. İlkenin, o dönemin ruhuna uygun ve yanlış yorumlanması. Diyeceğim, örneğin üniversitedeki türban yasağının laiklikle değil, yargı ve idarenin hödüklüğüyle ilgisi vardı!

Böylesi açmazlarımızın kökeninde, her şeyin ‘ele alma düzeyini’ birbirine karıştırıp toplumsal ve siyasal sorunları, hukuk/mahkeme yoluyla çözme gibi son derece hatalı bir eğilim var. Ne yazık ki bu heves Türkiye’nin berbat bir hastalığı ve tedavi edilemiyor.

İslamcı partileri kapatıp laikliği koruduğunu düşünen, Kürt partilerini kapatıp siyasetçilerini yargılayarak Kürt sorununu çözdüğünü düşünen, HSYK yapısını değiştirip yargı bağımsızlığını sağlayacağını düşünen kafa bu.

Bugün de aynı zihniyet ya da hukuk algısı, OHAL KHK’sinden başka her şeye benzeyen OHAL KHK’leri ile TSK’yi yeniden örgütleyerek, siyasal sorunlarımızı çözeceğini dile getiriyor örneğin. Sanki darbeye girişenler, bunu mevzuata bakarak yapıyormuş gibi! Bu akıl fikir almaz hukuk/devlet algısı, başka yazının konusu olacak.

Türkiye bu haldeyken, aklı başında insanlar ‘birlikte yaşam’ dileklerini ifade edip çözüm için kafa yorarken; dini duyguları sömürmeye doyamayıp okumuşlara duydukları nefreti gizleyemeyenlerin telaş ve kızgınlığı, anlaşılabilir.

Nihayetinde, çöken bir ideolojinin savunucularından söz ediyoruz. Anlamaya anlıyoruz da, işi buralara getirmek, laik kesime tehditler savurmak, ‘defolup gidecekler’ buyurmak, ‘bedel ödetmekten’ söz etmek yine de pek sağlıklı bir zihnin ürünü olmasa gerek.

Filozof, ‘aynı nehirde iki kez yıkanılmaz’ demiş zamanında. Bu muhteremler küçük ve bulanık bir gölet bulmuş, çimiyor da çimiyor…

Yazı önerisi: Her zaman çok gerekli yazılar kaleme alan birinci sınıf bir ‘hukukçu-gazeteci’ olan Çiğdem Toker’in, devletteki dönüşümün hukuksal boyutlarını anlattığı son yazılarını özellikle öneriyorum. Varlık Fonu’na ilişkin olanı buraya ekliyorum.
(diken.com.tr’den alınmıştır.)

670 ve 671 sayılı KHK’lerin Getirdikleri

670 ve 671 sayılı KHK’lerin Getirdikleri

Mahmut ESEN
E. Mülkiye Başmüfettişi

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Olağanüstü hal kapsamında bazı tedbirlerin alınması ve bu bağlamda bazı kurum ve kuruluşlara ilişkin düzenleme yapılmasına ilişkin olarak Anayasanın 121 inci maddesi ile 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 4 üncü maddesine göre, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nca 15.08.2016 tarihinde kararlaştırılmış olan 17.08.2016 gün ve 29804 sayılı R.G. yayımlanarak yürürlüğe girmiş olan 670 ve 671 sayılı KHK’lerinin arz ettiği önem/çok sayıda kanunda değişiklik yapılmasını kapsaması hususu da dikkate alınarak,
kamuoyunu bilgilendirme bağlamında tarafımdan hazırlanmış genişletilmiş
sistematik bir özeti aşağıya çıkarılmıştır.

Yararlı olmasını diler, saygılarımı sunarım. 18.08.2016

*****

I-OLAĞANÜSTÜ HAL KAPSAMINDA BAZI TEDBİRLERİN ALINMASINI DÜZENLEYEN 670 SAYILI KHK

1-Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı/irtibatı olduğu tespit edilen:
(KHK ekli listede gösterilmiş)

-Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumundan (196);
-TSK’dan (63) subay, (44) astsubay ve (5) uzm. çvş;
– Sahil Güvenlik K.dan  (24) sb/astsb.
-EGM’den (618) 1-4 sınıf em.md. olmak üzere toplam (2360) amir ve memur;

Başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın görev/kurumlarından çıkarılmıştır.
Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmayacaktır.

TSK/ Sahil Güv. K. ve EGM teşkilatından çıkarılan bu kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe/ memuriyetleri alınmakta; görev yaptıkları teşkilatta veya kamu hizmetinde bir daha istihdam edilmeleri yasaklanmaktadır. (Md.2)

 2-OHAL kapsamında kamu görevlileri haklarında yürütülen inceleme/ soruşturma sırasında ihtiyaç duyulan bilgi/belgelerin; tüm kamu/özel, tüm kurul ve kuruluşlarınca (MASAK, BDDK, TMSF dahil) vakit geçirilmeksizin, talepte bulunan ilgili mercilere verilmesi gerektiği konusunda düzenleme getirilmiştir.  (Md.3)

3-OHAL kapsamında kamu görevinden çıkarılanlar, uhdelerinde taşımış oldukları büyükelçi / vali gibi unvanları ve yüksek mahkeme başkan / müsteşar / hâkim /savcı / kaymakam vb. meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamayacaklardır. Bu unvan / sıfat /
meslek adlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamayacaklardır.

(Ucu açık bu kuralın, ilgililerin pasaport / silah ruhsatı / kamu sosyal tesislerden yararlanmamak vb. şekilde uygulanacağı düşünülmektedir.) (Md. 4)

4- KHK gereğince kapatılan ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne / Hazineye devredilen kurum, kuruluş, özel radyo ve televizyonlar, gazete, dergi, yayınevi ve dağıtım kanalların devralınan varlıklarının devir işlemleri; borç/alacak/muhasebe/tasfiyesi vb. konularda, ilgisine göre, Vakıflar Gn. Md. veya Maliye Bakanlığı yetkilendirilmiştir. (Md.5)

5-10-11 Temmuz 2010 tarihlerinde uygulanan KPSS sınavında sınav soru/cevaplarını
hukuka aykırı bir şekilde elde ettiği belirlenen kişilerin atamaları iptal edilecektir. (Md.6)

 6-3713 sayılı TMK kapsamına giren suçlarda, şüphelinin aynı olayla ilgili olarak yeniden ifadesinin alınması ihtiyacı ortaya çıktığında bu işlem, olağanüstü halin devamı süresince, Cumhuriyet savcısı veya Cumhuriyet savcısının yazılı emri üzerine kolluk tarafından yapılabilecektir. (Md.8)

7-15.7.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemlerinin bertaraf edilmesine yardımcı oldukları sırada yararlanan ve aylık bağlama şartları oluşmayanlara; durumlarına göre ilgili mevzuata göre belirlenecek olan nakdi tazminatları beş kat olarak ödenecektir.
Bunlara veya yakınlarından bir kişiye kamuda istihdam olanağı getirilmektedir.

8- Daha önce yayımlanmış olan 667, 668 ve 669 sayılı KHK ek/değişiklikler yapılmıştır.(Md. 10)

(-Meslekten çıkarılan yargı mensuplarının adları R.G’de. yayımlanacak ve aynı gün ilgiliye tebliğ edilmiş sayılacaktır. 15.7.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemlerinin bertaraf edilmesine yardımcı olanlara aylık bağlanması işlemlerinde
‘SGK borçlarının kaldırılması şeklinde’ kolaylık getirilmektedir. Bu eylemler nedeniyle yaşamını yitiren, malul (engelli) olan ve yaralananlara yapılacak ödemeler haczedilemeyecektir. Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı vb. oluşumlarca kiralanmış / kullanılmakta olan kamu kurum / kuruluşları ve ortaklıklara vb. ait taşınır / taşınmaz mali alacak ve haklar Hazineye devredilmiştir.

-Kapatılmış olan Harp Akademileri, askeri liseler ve astsubay hazırlama okullarının
hak ve yükümlülükleri MSB’ye geçmektedir.

 Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne bağlı eğitim hastaneleri ve askeri hastanelerin ödeneklerin devrinin “Sağlık Bakanlığı bütçesi veya bağlı kuruluş bütçelerine” olacağı şeklinde değişiklik yapılmış, devredilen personelin özlük hakları yeniden düzenlenmiş; bu personelin mevcut bazı hakları (OYAK üyeliği devamı, TSK sosyal tesislerinden yararlanma, silah taşıma vb.) garanti altına alınmıştır.

Savaş hali ve yurtdışı görevleri nedeniyle TSK’da askeri sağlık teşkili kurulması ile buralarda görevlendirilecek Sağlık Bakanlığı personeline ilişkin usul ve esaslar, Milli Savunma Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında yapılacak protokollerle belirlenecektir.)

***** 

II-OLAĞANÜSTÜ HAL KAPSAMINDA BAZI KURUM ve KURULUŞLARA İLİŞKİN DÜZENLEME YAPILMASINA İLİŞKİN 671 SAYILI KHK 

9- 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununda ek/değişiklikler yapılmıştır.
(Md.3-6)

(Dış kaynaktan pilot alımının önü açılmış; bu bağlamda fakülte veya yüksekokullardan pilot olarak mezun olan kadın veya erkeklere muvazzaf subay olma olanağı getirilmiştir. Yedek subay okulu öğrencilerine; astsubay/astsubay naspedilmek üzere temel eğitime alınanlara ödenecek harçlık/aylıklar konusu düzenlenmiştir. 17.08.2016 tarihinden önce herhangi bir nedenle
TSK ayrılan/ilişiği kesilen pilot subaylara geri dönüş olanağı sağlanmış, bunların mali hakları belirtilmiştir. Uçuştan ayrılmış subaylar yeniden pilotaj eğitimine alınabilecektir.)
 

10-1324 sayılı Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanununda ek/değişiklikler yapılmıştır. (Md. 7-9)

(Genelkurmay Başkanının görev, yetki ve sorumlulukları konusunda 669 sayılı KHK ile yapılmış ek / değişikliklerde Genelkurmay Başkanı lehine bazı düzenlemeler yapılmıştır.
Genelkurmay Başkanlığına atanabilmek için (yeniden) kuvvet komutanı olma koşulu getirilmiştir.)
 

10- 2629 sayılı Uçuş, Paraşüt, Denizaltı, Dalgıç ve Kurbağa Adam Hizmetleri Tazminat Kanununda personelin mali hakları konusunda ek ve değişikler yapılmıştır. (Md. 12-13)

11- 4566 sayılı Harp Okulları Kanununa eklenen geçici madde ile, 17.08.2016 tarihinden başlayarak bir yıl içinde Hava Harp Okulunun ara sınıflarına pilotaj eğitimi veren üniversitelerin ilgili bölümlerinden öğrenci alınmasına yönelik düzenleme yapılmıştır. 

12- 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında bazı düzenlemeler yapılmıştır.
(Md.20-23)

(Telekomünikasyon Kurumu bünyesinde yer alan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) kapatılmıştır.  TİB’in kapatılması üzerine Kurum yasasında kimi uyarlamalar yapılmıştır. Sakıncası bulunmayan TİB personeli, Kurum kadrolarına geçmiş sayılacaktır. Polis tarafından 5271 sayılı CMK 135. madde uyarınca yapılacak dinlemeler Kurum (Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu) bünyesinde yapılacaktır.) 

13- 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanununda; Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun yetkilerini artıran (Başbakanın gerekli gördüğü gecikmesinde sakınca olan tedbirlerin ‘haberleşmenin engellenmesi’ uygulanması vb.) kimi eklemeler yapılmıştır. (Md.25)   

14-3201 sayılı Emniyet Teşkilât Kanununda yapılan ek/değişiklikle özel harekat birimlerinde istihdam edilmek üzere, KPSS koşulu aranmaksızın, fiziki yeterlilik ve mülakat sınavları ile polis meslek eğitim merkezlerine alınabilecektir. (Md. 26) 

15- Yeni kurulan Devlet üniversitelerinde çalışan öğretim üyelerinin yaş haddi 72’den
75 yaşına yükseltilmiştir.
(Md. 27) 

16- 2692 sayılı Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanununun 3 üncü maddesindeki
“askeri personel” ibaresi “kolluk personeli” şeklinde değiştirilmiştir.
 

17-3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununa, “Zararların tazmini amacıyla tedbir konulması” için ek madde getirilmiştir.

(TCK ve TMK kapsamına giren suçlar nedeniyle gerçek veya tüzel kişiler ile kamu kurum ve kuruluşlarının uğradığı zararların tazmini amacıyla, soruşturma aşamasında Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza yargıcı, kovuşturma aşamasında mahkeme tarafından, şüpheli veya sanıklara ait taşınmazlar / taşıtların devir ve temliki önlemek için şerh düşülmesine karar verilebilecektir.)

18- 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanuna geçici madde eklenerek denetimli serbestlik uygulanarak cezanın infazı, koşullu salıverme için yasadaki süreler artırılmıştır. Cezaevlerindeki doluluk oranının aşağıya çekilmesi amaçlanmaktadır.

(Cezaevlerinin kapasitesi konusunda güncel nitelikli bir haber aşağıya çıkarılmıştır :

Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Yıldırım, BM toplantısında konuştu: “184 bin dolayında hükümlü – tutuklu var. Kapasitemiz yine bu dolayda. Yani doluluğumuz aşağı yukarı tam”

Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Enis Yavuz Yıldırım, cezaevlerinde 184 bin dolayında tutuklu ve hükümlü bulunduğunu kaydederek, kapasitenin dolu olduğunu belirtti. Yıldırım, BM’ye yaptığı sunumda katılımcılara, Türkiye’deki ceza infaz kurumlarının
fiziksel koşulları ile mahkum ve tutukluların profiline ilişkin bilgiler verdi.
Yıldırım’ın BM’deki sunumunda kullandığı, 25 Şubat’ta derlenen verilerden bazıları şöyle:

– Türkiye’de toplam 362 ceza infaz kurumunda 175329 erkek, 6581 kadın ve 2411 çocuk olmak üzere toplam 184321 hükümlü ve tutuklu var.
– Hükümlü ve tutukluların %23’ü hırsızlık, %19’u uyuşturucu, %16’sı öldürme, %12’si yaralama, %12’si yağma, %8’i cinsel suçlar, %5’i sahtecilik, %3’ü dolandırıcılık ve geri kalanı da öbür suçlardan ceza infaz kurumlarında tutuluyor.
– Çoğu Suriyeli olmak üzere 4029 yabancı cezaevinde bulunuyor. Bu sayı 2012 sonunda 2100’dü.
– 2000 yılına göre cezaevlerinde bulunan hükümlü ve tutuklu sayısı 3 kattan çok arttı. Bu artışın nedenleri arasında, koşullu salıverme (şartlı tahliye) koşullarındaki değişiklik, ceza miktarlarının artması, yeni suç türlerinin oluşması ve nüfus artışı gösteriliyor.
– 2013 yılında yapılan düzenleme doğrultusunda ağır hastalık ve engellilik nedeniyle
geçici tahliye edilenlerin sayısı 571.
-226970 kişinin denetimli serbestlik kapsamında takibi yapılıyor.
http://www.gazetevatan.com/cezaevleri-dolup-tasti-920705-gundem/. 03.03.2016)

=================================

Dostlar,

E. Mülkiye Başmüfettişi Sayın Esen’e çabası ve paylaşımı için teşekkür ediyoruz.
AKP iktidarı OHAL Kararnamelerini 5’ledi.. 1 ay olmadan her biri çok kapsamlı ve köktenci Kararnameler.. Türkiye’nin neredeyse DNA’sını değiştirecek ayrıntıda.. Tabii bu çok kapsamlı ve ayrıntılı metinlerin ortalama 4’er günde nasıl hazırlandığı ayrı ve çok önemli bir soru ve sorun. Gün olur bunlar da açığa çıkar elbette..

Biz de ısrarla vurguluyoruz                 :

– Devlet kin gütmez.
– Devlet düşmanlık yapmaz.
– Devlet intikam almaz; hukuk devletinin cezaları ıslah edici ve caydırıcıdır.
– Devlet kararlı olabilir ama zalim ve adaletsiz olmaz.
– Devlet duygusal davranmaz..

Ne yapar? Bunların tersini yapar.. (Sonki dışında)..

Mutlaka hukukun üstünlüğüne bağlı kalır, her durumda hukuk devletidir ve her durumda yurttaşlarına yasalar karşısında eşitlikçi davranır, adalaletle yönetim yürütür..

Bunlar çağdaş demokratik devletlerin vazgeçilmez nitelikleridir.
Türkiye de bu doğrultuda davranmalıdır..

Artık AKP – RTEnin zerre gerekçesi kalmadı Türkiye’yi esenliğe kavuştumarmak için..
Ülkemizin Sayın E. Tümg. Ahmet Yavuz gibi nice yetkin insanları var.
Ne yazık ki AKP kadrolarında ve CB Erdoğan’ın yakın çevresinde bu kıratta insanlar çook kıt.
Başlıca bu yüzden AKP – RTE hem kendini hem ülkemizi batağa sürükledi.
Biat kültürünün gönüllü köleleri – AKP’nin kulları değil;
AYDIN ve ONURLU DEVLET ADAMLARI’dır Türkiye’nn gereksinimi.

AKP – RTE yıllardır yapageldikleri bu stratejik hatadan kendilerini ve ülkemizi kurtarmak zorundadır.
Her dediklerine “başüstüne efendim” diyecek saray dalkavukları hatta kimi soytarılar yerine;

  • “Bu yanlış efendim.. gerekçeleri şıunlar şunlar şunlar.. Bu hukuka aykırı efendim…  Önerilerimiz şu, şu, şudur…”

    diyecek devlet eğitimi ve terbiyesi almış yurtsever uzmanlar, bürokratlar, danışmanlar, akademisyenlerdir Türkiye’mizi ve AKP – RTE’yi kurtarcak biricik çare..

  • Mustafa Kemal ATATÜRK’ün uzun yıllar öne vurguladığı “bilimsel akılcılık”tır can simidi!

  • Dinci – hacı yağına bulanmış, sarıklı – kavuklu mollalar, çıkarına tapan yiyiciler karga- kılavuz alınırsa burnumuzun moktan kurtulması beklenemez.

Sevgi ve saygı ile.
18 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Mütareke Döneminde Kapanmayan Deniz Lisesi

Mütareke Döneminde Kapanmayan Deniz Lisesi

portresi_Deniz_Kuvvetleri_neden _hedefte

Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
AYDINLIK
, 14.08.2016

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

15 Temmuz ihaneti askeri liselerin özellikle son 20 yılda FETÖ’nün kuluçka alanı olduğunu ortaya çıkardı. FETÖ hainleri amiral ve generallik seviyesine kadar getirdikleri FETÖ militanları ile yetinmeyip, Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerine boylarından uzun piyade tüfekleri vererek,  Çengelköy sokaklarına bile saldılar. (Bir bahriyeli olarak tesellim Heybeliada’da böyle bir trajedinin yaşanmamış olması.) Böylece tarihte hiçbir dönemde bu topraklarda örneği görülmemiş bir durum ortaya çıktı. Askeri şahıs statüsü taşımayan lise öğrencileri fiili bir darbe teşebbüsünde muharip personel olarak kullanıldı. Bu çocuklara emir veren sözde subayların az gelişmiş Afrika ülkelerinde çocuk savaşçıları ölüme gönderen barbarlardan ne farkı var? Bu okulların FETÖ’nün insan gücü kaynağına dönüşmesini önleyemeyen, kendilerine yapılan pek çok müracaatı incelemeye bile almayan son 20 yılın yüksek komutanlığı bu tablodan tarih önünde sorumludur.

Deniz Lisesi Aydınlanma Tarihimizin Gözbebeğidir

Bu liseler içinde Deniz Kuvvetlerinin göz bebeği Deniz Lisesinin yeri çok özeldir. Heybeliada’nın sembolü olan Bahriye mektebinin kulesinde 1773 rakamını görürsünüz. Okulun kuruluş yılıdır. Bu topraklardaki en eski bilim yuvasıdır. Tabi kurulduğu yılda lise ve harp okulu gibi kavramlar yoktu. 1770 yazında Ruslara karşı yaşanan Çeşme yenilgisi sonucu Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve o yıllarda Osmanlı devleti hizmetinde bulunan Fransız danışman Baron de Tott’un girişimleri ile Kasımpaşa’nın Darağacı bölgesinde oluşturulan  ‘’Hendese Odası’’ , Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un (Bahriye Mühendis Mektebinin) temelini oluşturdu. Amaç matematik bilen ve böylece gemiye bilimsel seyir yaptıracak, mevki koyacak, rota çizecek mektepli zabit yetiştirmekti. Daha sonra bu küçük yer, 1784 yılında Camialtı civarında birkaç odayı kapsayan yeni bir binaya taşındı. 1789 yılında okul seyir ve gemi inşa bölümlerine ayrıldı ve 1822’de Parmakkapı’daki Bıçkıhane binasına taşındı. Bugün Deniz Lisesinin yeri olan Heybeliada deniz kışlasının içindeki Kalyoncu Köşküne 1834 yılında nakledildi. Ancak kısa süre sonra Kasımpaşa’daki Cezayirli Gazi Hasan Paşa Konağı’na (Kasımpaşa Deniz Hastanesi Binası) geri döndü ve adı Mekteb-i Fünun-u Bahriye oldu. (Bu yıllarda okulun, Mekteb-i Bahriye-i Şahane,  olarak da anıldığı görülmektedir.) Okul, 14 Aralık 1851 tarihinde tekrar Heybeliada’ya taşındı. 1861 yılından itibsren (AS: başlayarak) okula alınan öğrenci sayısı artırıldı ve okul 4 yıl idadi (Lise), 2 yıl Harbiye, 2 yıl da eğitim gemilerinde staj olmak üzere 8 yıllık eğitim veren bir kurum haline getirildi. Lise kavramı ile okulun karşılaşmasının 155 yıllık öyküsü başlamış oldu.

Osmanlının en prestijli bilim yuvası

II Abdülhamit döneminde her açıdan gerileyen okul, V. Mehmet Reşat döneminde toparlandı.  Bu dönemde İngiliz Bahriye Okulu esas alınarak, modern bir hale getirildi. Balkan savaşı yıllarında, okulun mevcut eğitim sisteminde değişikliğe gidildi. Buna göre 4 yıl süreli idadi (Lise) kısmından mezun olanlar, 1 yıl okul gemisinde “deniz talebesi” olarak, müteakiben 3 yıl donanmada “mühendis”olarak eğitim görüp daha sonra üsteğmen rütbesi ile asıl görevlerine başladılar. Bu dönemde okul; “ada mektebi” adıyla yalnızca eğitim açısından değil, sosyal yaşam açısından da ülkenin en nitelikli ve prestijli okulu olma özelliğini kazandı. Bu arada okul 1916-17 eğitim yılını ruhban okulu binasında geçirdi. Mondros Mütarekesi (AS : 30 Ekim 1918) sonrası işgal yıllarında Heybeliada ve Bahriye Mektebi çok zor günler yaşadı. Tam önüne Yunan Averof kruvazörü demirletildi. Tacizler oldu. Ancak kapanmadı. İşgal yıllarında bir kısım öğrenci milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Cumhuriyetin ilan edilmesi ve ardından ‘’tevhid-i tedrisat’’ yasasının kabul edilmesi, okulun Bahriye Mektebi (Deniz Harp Mektebi)  ve İdadi (Lise) olmak üzere ikiye bölünmesine sebep oldu. Böylece Lise bölümü Heybeliada’da, Harp Mektebi bölümü Divanhane olarak adlandırılan Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasına taşındı. Kasımpaşa’daki okul talebi karşılayamadığından adaya geri dönüldü. 12 Ekim 1930 tarihinde Deniz Harp Mektebi ve Lisesi adını alan okul Heybeliada’da eğitime devam etti. 1941’de II. Dünya Savaşı nedeniyle Mersin’e taşındı. 1946 sonunda adaya geri döndü. 1948-1949 eğitim-öğretim yılında okulun adı Deniz Harp Okulu ve Koleji Komutanlığı’na dönüşmüşse de 1954 yılında adı son kez Deniz Harp Okulu ve Lisesi Komutanlığı oldu. 1963-1964 eğitim-öğretim yılında Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi birbirinden ayrıldı. 1985 yılında Deniz Harp Okulu Tuzla’ya taşındı. Heybeliada Liseyi bağrına basarak 3 asır gören geleneği bozmadı.

Korutürk’ün Sözleri

6’ncı cumhurbaşkanımız, 3’üncü Deniz Kuvvetleri Komutanımız Fahri Korutürk’ün okulumuzun 1973 yılında 200’üncü kuruluş yıldönümünde yayınlanan mesajı şöyle idi:

  • “200 üncü yıl.. Bu, şüphesiz büyük bir aşama.. Bugünün iki süper devletinden birisinin, ABD’nin birliğini o tarihten üç yıl sonra tamamlamış olduğunu düşünmek bile olayın inceliğini anlatmaya yetiyor. Kaldı ki bu olay Batıya açılan pencereden gelen ilk ışıktır. ..Benim de feyz almış olduğum ve yarım yüzyıl önceki hatıralarını daima muhafaza ettiğim Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesinin, devletimizle birlikte payidar olarak, Türk milletine, karakterli, milliyetçi ve çağdaş teknolojiye hakim elemanlar yetiştirme görevini sürdürmesini gönülden diliyorum.’’

Tarihe Sadakat, Millete Sadakat

İki dünya savaşına, mütareke ve işgal dönemine dayanabilmiş bu yuvayı 15 Temmuz ihanetine kurban etmeyin. ABD, Rusya, Fransa ve pek çok ülkede lise seviyesinde “Naval Preparatory School- Donanma Hazırlık Okulu” statüsü altında örnekleri olan Deniz Lisesini korumak Cumhuriyet tarihinin yanı sıra Osmanlı deniz tarihine de sadakattir. Tarihe sadakat de millete sadakattir.

===================================

Dostlar,

AKP – RTE, OHAL Kararnamelerini yağdırıyorlar. 667 ile başlandı ve 671. de çıkarıldı. Üzücü olan ise henüz hiçbiri TBMM’de görüşülmedi. Bunun için TBMM İçtüzüğünde tanınan süre en çok 30 gün. Neden son güne dek kahraman TBMM Başkanı Kahraman bu görüşmeleri bekletir, anlaşılmaz (ya da anlaşılır)! İlgili madde şöyle :

Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi

  • MADDE 128– Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve
    Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden
    önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. 

Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.

Hukuk Devletinden hem korkmayacaksınız hem de ondan ayrılmayacaksınız. İkide bir, siyasetbilimi yazınında (literatüründe)  “aldatıldık, bizi kandırmışlar, bu kadarını da ummuyorduk..” benzeri saçmalıklarla halk oyalanmaktadır. CB Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, TBMM’yive her türlü demokratik katılım ve denetimi dışlayarak ülkeyi çelik pençe ile yönetmektedir. BU durum kabul edilemez ve sürdürülemez.

80 milyonluk dev ülkenin yetişmiş insangücü ve kurumlarına inanıp güvenmek ve mutlaka danışmak gerekir. 5 OHAL kararnamesi ile ülkenin üzerinden silindir gibi geçişmiştir. Hiç kuşku yoki FETÖ ve somut olarak kanıtlanabilen doğrudan bağlaşıkları (iltisakları diyorlar ne yazık ki..) bağımsız yargı önünde adil yargılanarak bedelini ödemelidirler.Ancak sap ile saman çoktan birbirine karışmış görünmektedir. Daha şimdien basında hazin hataların kurbanlarının öyküleri yazılmaya başlandı. Yeni bir mağdurlar yığını yaratmamak kesin bir zorunluluktur.

Ayrıca FETÖ için alınan önlemler tüm tarikat – tekke – türbe – zaviye – gerici / dinci vakıf veeee PKK için de yapılmalıdır. PKK’nın finansal kaynakaları Devletçe elbette çok iyi bilinmektedir.

En can alıcı nokta ise AKP içindeki FETÖ’cülerin tasfiyesidir. Bunların bir bölümü AKP’nin kurucu kodamanlarıdır. Bana ahmak diyebilirsiniz..” ya da “FETÖ cinleriyle bizi afsunladı..” diye saçmalayan AKP ileri gelenlerinden de hukuksal hesabı derhal sorulmalıdır. Asıl yapılacak işler bunlar iken taa Osmanlıdan gelen, Cumhuriyetin yüzakı ve modern bir devletin vazgeçilmezi olan kurumları hoyratça ve acele ile kapatmakla hiçbir yere varmak olası değil.

AKP – RTE, bu ciddi yanlışlardan yol yakınken dönmelidir. Yaron geri adımatsalar bile yitikleri ve yıkımları onarmak olanaksızlaşmış olabilir. Özellikle RT Erdoğan, çevresindeki danışmanlar dışında ülkenin saygın kişi ve kurumlarından görüşler ve resmi raporlar almalıdır.

TBMM mutlaka bu kanlı 15 Temmuz girişimini görüşmelidir. Anayasa’nın 98. maddesi şöyle :

  • Türkiye Büyük Millet Meclisi soru, Meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve Meclis soruşturması yollarıyla denetleme yetkisini kullanır.

    CHP’nin “Toplumsal barışı tehdit eden artan terör olaylarının nedenlerinin araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis Araştırması açılmasına ilişkin önerge” si, terör olayları için komisyon kurulması önerisi AKP ve MHP’nin oylarıyla neden reddedilmiştir??

    TBMM, bu yaşamsal beka sorununu görüşmeyecek de neyi görüşecektir? Eelbette tatile girmemeli ve hukuk sistematiğini alt üst eden ilkel yöntemle Torba yasalar çıkarmak yerine; ivedilik ve öncelikle 15 Temmuz ihanetinin içyüzünü – arkadüzlemini görüşmelidir. Siyaset kurumunun bu vahim olaydaki sorumluluğı aydınlatılmalı ve sorumlular Yüce Divan’a yollanmalıdırlar. AKP bu sürece dayanabilir mi?

    İster öyle, ister böyle.. AKP’nin bu şaibelerle bütünlüğünü koruma ve tek başına iktidarını sürdürme olanağı kalmamıştır.. Vicdanını – arını / namusunu koruyan AKP’li vekillerin, yöneticilerin, danışmanların, bürokratların sağduyulu davranacakları gün bugündür.

    Sevgi ve saygı ile.
    17 Ağustos 2016, Tekirdağ

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

BİR RAND CORP. RAPORU: “EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYMADI AMA; UYSA DA OLUR UYMASA DA…”

BİR RAND CORP. RAPORU:
“EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYMADI AMA; UYSA DA OLUR UYMASA DA…”

portresi


Dr. Noyan UMRUK
http://www.guncelmeydan.com/, 10.08.2016

Türkiye’de nasıl iktidara gelindiğine, Fethullah Gülen cemaatinin ABD’de nasıl kolayca örgütlendiğine, nasıl devasa bir finansal güce eriştiğine ya da medyada profilinin birden bire devlet düşmanlığından halk kahramanlığına yükseldiğine herkes bir şaşıyor, bir şaşıyor ki sormayın gitsin… Sanki tanrının bir gecesi şeytani bir kâbus yaşamışız da, sabahına birden bire sıçrayarak uyanıp korkunç gerçekleri keşfedivermişiz…

Birileri yıllarca önce Fethullah Gülen’e, dinlerin buluştuğu kent İstanbul, ılımlı İslam, dinler arası diyalog söylemleri havalarda uçuşurken, bir yanına Fener Rum ve Ermeni Patriğini, öbür yanına da Hahambaşı’nı oturtarak “dinler arası halifelik makamı” havucunu gösteriyordu… Hiç de tava gelinmeyecek bir havuç değil bu… Adamlar öylesine açık oynuyorlardı ki; Çok yorulmanıza gerek yok.  Buyrun sizlere 2003 tarihli RAND CORP.’un ılımlı İslam projeksiyonu raporu… AKP ve Gülen’in kodlarını çözmeye yetiyor da artıyor … Gelin, Fethullah Gülen ve ılımlı İslam yaklaşımını bizzat “kuklacıdan” dinleyelim. CIA’ya sürekli araştırma ve değerlendirmeler yapan ünlü RAND CORP’un raporunun girişinde şu cümleler dikkati çekiyor:

– “İslam Dünyası kendi değerlerini ve doğasını tanımlamanın kavgasını yapıyor…”
(O halde İslam dünyasına acil yardım gerekiyor-yazarın notu). Peki ABD’nin bu kavgadaki tespit ve öncelikleri neler?

* Bugüne kadar İslam dünyasında bulunduğu sanılan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. çözümlerin yetersiz kalıyormuş…
* İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyormuş…
*İslamiyet’ten kaynaklanan şiddetin önlenmesi gerekiyormuş… (İslamcı şiddet örgütlerinin kimlerin gayri meşru çocuğu olduğu da bir söylense…Yazarın notu)
*ABD’nin İslamiyet’e karşı olduğu imajının silinmesi gerekiyormuş…
*Daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik adımların planlı olarak atılması gerekiyormuş…

İşte bu durum tespitinden sonra Abdülmucid Kesbiçer’ler raporda İslam dünyasını 4 grupta kategorize ederek, kendilerinin tercih etmesi grubu empoze ediyor… RAND CORP.’un ılımlı İslam projeksiyonu raporu Demokratik değerleri reddederler ve İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.

Tutucular: Tutucu-muhafazakar bir toplumdan yanadırlar. Modernleşme ve değişim gibi konulara kuşku ile bakarlar.

Ilımlılar: İslam dünyasının, globalleşmenin (AS: Küreselleşmenin) bir parçası olmasından yanadırlar. İslamda reform ve modernleşme isterler

Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrılmasından ve Batı tipi demokrasiden yanadırlar. Dini, bireysel özgürlük düzeyine indirgemeye çalışırlar.”(Görüldüğü gibi rapor dini bireysel özgürlük bazında yaşamayı “indirgemek” olarak tesbit ediyor…Y. notu)

Bu gruplandırmanın ardından ABD yönetiminin yapması gerekenler raporda şöyle sıralanıyor: (Rapor, aklın yolu gereği Laiklerin desteklenmesi sonucuna varacak sanıyorsunuz değil mi?Yazarın notu)

Rapor, en iyi ittifak’ın Ilımlı Islamcılar’la yapılabileceğini önerdi ve gereği yapıldı…

Şöyle devam ediyordu rapor:

“Önce “Ilımlı İslamcılar desteklenecek, çalışmaları ve görüşlerinin yaygınlaşması ve dağıtılmasına maddi katkı sağlanacak, daha geniş kitlelere ve özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek, sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak, görüşlerini yaymak için okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak ve Ilımlı İslam’ın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak…

Köktendincilere karşı tutucular desteklenecek Bu amaçla, her iki grubun ittifak kurmalarının önüne geçilecek, Tutucular’la Ilımlı İslamcılar’ın ittifak kurmaları sağlanacak ve tutucu eğitim kurumlarında Ilımlı İslamcılar’ın görüşlerinin yayılmasına çalışılacak, Tutucu İslamcılar arasında özellikle Sufizm’in taban bulması için uğraşılacak.
Laikler, duruma göre desteklenecek, Laikler’in köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak ve bu durum laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek.

Köktendincilerle etkili mücadele edilecek… Bu konuda da Köktendinciler’in terör eylemleri sürekli gündemde tutulacak, gazetecilerin köktendinci akımlar içindeki yolsuzlukları, baskıları, moralsizliği sürekli gündemde tutmaları sağlanacak, aralarındaki
bölünmeler hızlandırılacak.”

Raporun daha sonraki bölümlerinde kategoriler daha detaylı olarak anlatılıyor ve Türkiye’yi ilgilendiren bölümler ele alınıyordu…

Örneğin köktendinci gruplar arasında El Kaide ile birlikte Kaplancılar sayılıyor. Laik kategoriye en iyi örnek olarak Türkiye’deki Kemalistler gösteriliyor ve milliyetçilik vb akımlar nedeniyle aslında laiklerin ABD’ye çok yakın bakmadıkları da vurgulanıyordu…

Durun, karpuz keseceğdik daha gitmeyin … Raporun 38 nci sayfasında Ilımlı İslamcı olarak Türkiye’den Fethullah Gülen’in adı örnek olarak gösteriliyordu….

39 ncu sayfada ise Ilımlı islamcılar’ın en büyük eksikliklerinin “ekonomik güç” olduğu vurgulanıyor ve maddi açıdan desteklenmeleri isteniyordu.

Raporda Türkiye’nin Ilımlı İslam için iyi bir model oluşturduğu tespitinde bulunularak, bu konuda Türkiye’deki iktidarın desteklenmesinin altı çiziliyordu.
Raporun daha sonraki bölümlerinde kategorilendirilen İslami grupların, kadın, evlilik, cihad, demokrasi, eğitim vb. konulara nasıl baktıkları da ayrıntıları ile inceleniyordu.
Raporun son bölümünde ise Derin Strateji başlığı altında da, ilk başta değinilen “Yapılacaklar” daha da detaylandırılıyor. Burada en ilginç nokta, Ilımlı İslami liderliğin nasıl oluşturulacağı:

Ilımlı İslamcılar’ın cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı ve demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı; İslam’ın bir üst kimlik olduğundan çok, insanların kimliklerinin bir parçası olduğu işlenmeli, sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmeli…”

Tabii raporda Türkiye’yi, Irak’ı ve tüm İslam dünyasını ilgilendiren bölümler ve hepimize tanıdık gelecek, büyük bölümü 2000’li yıllarda gerçekleştirilmesini yaşadığımız “uygulama önerileri” de bulunuyordu. Biz burada raporu kısaca özetledik…

Bilinen ve de yaşanan olaylar… Bi de üstüne üstlük ne istedilerse verildikten sonra perşembenin gelişi bir şekilde çarşambadan belliydi… Tek aksilik, evdeki hesabın çarşıya uymaması… Giderek kavganın iyice kızışarak ihanet ve vahşet sahnelerini de içeren iç savaş denemesine dönüşmesi… Doğrusu hiç kimse bunların bu denli şizofrenik, vandalist ve hain olabileceğini tahmin edemezdi…

Lakin uysa da olurdu uymasa da Türkiye bütün kurumları ile, özellikle Ordusu ile korkunç şiddette bir depremle sarsılıverdi… Bu sarsıntı kendisine yönelik taleplere boyun eğmesine yol açabilir mi acaba? Bi denemeye değer… Ancak bu süreç doğal olarak Avrasya-NATO tartışmalarını gündeme taşıyor… Kritik günler… Tek kişinin iradesine bırakılamayacak ortak akıl, basiret ve itidal isteyen günler…

Bu korkunç hengamede kitleler kararlılık ve beklentileri de aşan bir coşku seli halinde meydanlarda demokrasi ve bağımsızlık nöbetini devralıyorken. iktidar 7 hazirandan bu yana acilen sırtına geçirdiği milliyetçi gömleğiyle “ulusalcı”oluveriyor, ötekisi ise onca ihanet ve vahşetiyle “enternasyonalist” kalıveriyordu…

Şimdilik Cübbeliye selam, yola devam… Ferman üstüne ferman… Demokrasi ise hala, henüz ve de maalesef olmayan…

Kaynak: Civil Democratic Islam: Partners, Resources, and Strategies. by Cheryl Benard Santa Monica, Arlington, Pittsburgh: Rand Corporation, 2003. 72 pp. $20, paper.

======================

Daha ne demeli, ne yazmalı Dostlar???

Sevgi ve saygı ile.
16 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. Ayşe BAYSAL’ı sonsuzluğa uğurladık..

Prof. Ayşe BAYSAL’ı sonsuzluğa uğurladık..

Dostlar,

Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nün efsane bilim kadını Prof. Dr. Ayşe BAYSAL bu gün Ankara’da toprağa verildi. Ankara dışında olduğumuzdan ne yazık ki törene katılamadık. Bizden yaşça epey büyük (23 yıl) ve kıdemli bir akademisyen olmasına karşın son derece olumlu bir iletişimimiz vardı, bizim “Ayşe Ablamız” idi. Editörü olduğu Beslenme ve Diyet Dergisine de çok emek veriyor, bizim orada yazılar yazmamızı teşvik ediyordu. Kendisinin öğrencilerinden Figen Keleş, Trakya Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü (Tıp Fakültesi) Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda Yüksek Lisans (Master) öğrencimiz olduğunda çok sevinmişti. Sevgili Figen’in de katıldığı bir beslenme alan (saha, İng. field survey) araştırmamızın sözlü bildiri ardından Dergisinde yayımlanmasını istemişti ve aşağıdaki makale Beslenme ve Diyet Dergisi’nde yer almıştı (1990).

Saltık A, Keleş F, Yorulmaz F, Dindar İ, Turan N. Edirne Merkez Anaokullarında Fizik Antropometrik Ölçümler ve İlgili Beslenme Parametreleri. Beslenme ve Diyet Dergisi.
19: (1); 43-60, (1990). [Sosyal Pediatri Simp. Bild., Şubat 1990, İzmir]

Prof. Baysal, gerçek bir yaşam ve bilim emekçisi idi ve elbette Cumhuriyet’in fırsat eşitliğinin bir ürünü, aynı zamanda savaşçısı idi. Kurduğu vakıf (BESVAK) örnek ve saygındır.

1930 doğumlu olan Ayşe Baysal hocamız 10 yaşında ilkokulda..

O’ndan Beslenme ve Diyetetik kapsamında çok şey öğrenmekle kalmadık; yaşam savaşçısı olarak azmi, tutkusu, başarıları, ATATÜRK  ve Cumhuriyet sevdası ve kavgası bağlamında da örnek oldu. İvriz Köy Enstitüsü’nd eher yıl sınıf birincisi oldu…. Et fiyatlarının “astronomik” düzeye fırladığı, bereket mercimeğin  bol olduğu bunalım dönemlerinde (1980 başları) Halkımıza yol gösterdi ve çok değerli bir besin olarak Mercimek’i önerdi. Adı “Mercimekçi abla – hoca” ya çıktı! Yaptığı, verili koşullarda bilimel olarak doğru idi.

Kendi ağzından insanı ürperten özyaşam öyküsünü (oto – biyografi) okumak için lütfen tıklayınız : http://portreler.fisek.org.tr/prof-dr-ayse-baysal/

Merhum Prof. Baysal’ın cenaze törenine katılan Halk Sağlığı kümemizin (camiamızın) kıdemli ve çok değerli ustalarından bir başka Prof. Ayşe hocanın (Akın) yazdıkları çok öğretici ve düşündürücü:

*****

portresiAyşe Baysal Hocamızı ne yazık ki bu gün Hacettepe Üniversitesinde yaptığımız bir uğurlama töreni ile ” Sonsuzluğa Uğurladık”….

Böyle bir ruhu olan tören herkese nasip olmaz. Sevgi dolu, gözünün yaşı durmayan, içi kan ağlayan, usulen değil içten, görevi olduğu için değil,  ben de orada olmalıyım diye koşarak gelen Ayşe Baysal sevenleri, arkadaşları, öğrencileri, yetiştirdiği Türkiye’ye kazandırdığı sayısız çocuğu, akrabaları, eşi, dostu herkes…. oradaydı……. Bayrağa sarılı tabutunun başında nöbet tutmayı kimse başkasına bırakmama yarışına girdi.

Konuşmaların  hiçbiri “icabeder diye değil, içten tam da Ayşe Baysal Hocayı herkesin gözünde hafızasında canlandıran içerikte” idi… Herkes çok güzel konuştu. Sn. Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Rahime Nohutçu ve Prof. Dr. Türkan Merdol’un konuşmaları son derece güzel ve içtendi…. Hepimizin duygularını dile getirdiler…

Çok genç Halk sağlıkçılar bilmez, O hepimizden çok daha fazla Halk Sağlıkçı idi. Nusret Hocamız (AS: Prof. Nusret Fişek) O’nu özel olarak sever ve değer verirdi… Prof. Orhan Köksal (AS: Toplum Beslenmesi hocamız) Hocamızla karşılıklı bilimsel bilek güreşleri hala aklımızda. Birbirlerinin  değerini çok fazla bilirlerdi. Sanırım her üçü de şimdi gidilen yerde buluşmuşlardır…. 

Törende şu cümle çok yinelendi : Ayşe Baysal,  Cumhuriyetin yetiştirdiği, laik, Atatürkçü, çağdaş, ülkesini, insanları çok seven, lafta değil yaşamı ile örnek olan, Konya’nın bir dağ köyünde Kurtuluş savaşında bir bacağını yitirmiş Gazi bir babanın 6 kız çocuğundan biri olarak  doğup, o dönemin ilerici anlayışı ile “pozitif ayrımcılık” yapıldığı için okula biraz da zorla başlayan daha sonra Köy Enstitüsü‘nün ufuk ve beyin geliştiren eğitimini alan bir kız çocuğunun daha sonra Amerika’da birinciliklerle Master, sonra Doktora yaptığının öyküsünü dinledik. Zaten de biliyorduk. 

Kurduğu Vakıf aracılığı ile yüzlerce öğrenciye sürekli burslar vererek Türkiye’ye hizmetini bu boyutu ile de hala sürdüren örnek bir Cumhuriyet ürünü bir Hoca, bir Kadın… Bana göre Ayşe Baysal, bir kadın eğitim hakkını kullanabilirse, bu hakkı elinden alınmaz ise, sistem bunu kendisine sağlar ise,  neleri başarabileceğinin, gelecek kuşaklara ne ölçüde katkılarının olabileceğinin “eşsiz bir örneği”…

Herkesin törende dilediği gibi, ben de “Işıklar içinde ve huzur içinde ol sevgili hocam… öyle meş’aleler ateşlemişsin ki; yalnızca sevgili kızın Elif değil bütün yaktığın meş’aleler bir diğerini, kendisinden sonrakilerini ateşleyerek aydınlattığın yolunda ilerliyorlar Hocam….müsterih ol…..

Hiçbirimiz Sizi hiiiç unutmayacağız….
 
Sevgi ve Saygılarımla…
Adaşınız

Ayşe AKIN

=========================

Her 2 Ayşe hocamıza da şükran borçluyuz..
Ayşe Baysal’a uğurlar olsun derken, adaşı çok değerli Prof. Ayşe Akın hocamıza da sağlıklı – üretken uzun yıllar dileriz.. Her 2 hocamızla da çalışmış olmak büyük kazancımız ve övüncümüzdür.

Sevgi ve saygı ile.
15 Ağustos 2016, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Asmayalım da Besleyelim mi?

Asmayalım da Besleyelim mi?

(7 Temmuz 2016, Demokrasi ve Şehitler mitingi, Yenikapı – İstanbul)

Asmayalım da Besleyelim mi?

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bu soruyu 12 Eylül’ün 1 numarası, “Devlet başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi başkanı ve Genelkurmay başkanı Orgeneral” Kenan Evren sormuştu. Eşitliği “bir sağdan, bir soldan” adam asmak sanan ve bununla övünen Kenan Evren…
***
Aradan 36 yıl geçti… Bu kez yeni dönemin 1 numarası, Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı soruyu sordu: “Asmayalım da, besleyelim mi?” (CNN International’la söyleşi:
http://www.tccb.gov.tr/mulakatlar/1709/49689/cnnint-mulakati.html)
***
Erdoğan’ın kamuoyunca kabul edilmiş bazı özellikleri var biliyorsunuz. ilterertuğrul“Dobralık” bunlardan biri. Lafın sonunun nereye varacağını bilmeden gönlünden/aklından geçeni -ağzına geleni diye anlayın- pat diye söylemesi… Aslında bunu “bilgiye dayanmayan, duygusal tepkiler” olarak adlandırmak daha doğru. Kendini sıkıştırılmış hissettikçe duygularına daha çok sarılıyor ve daha duygusal tepkiler veriyor. Bu anlarda “bilgi”den ve “bilim”den giderek uzaklaşıyor ama, duygularının yoğunluğu ona “dobra”lık kazandırıyor ve inanılırlığı azalması gerekirken artıyor.

Oysa, bu bilimsel olarak bir “hata” anı. Sonuçları ağır, hatta kimi durumlarda vahim olabilir. Şu sözlere bakar mısınız?

  • “Halkın bu noktada kanaati şudur: Kesinlikle bu teröristler öldürülecek. Vatandaş bu noktaya geldi. Bunun farklı bir çıkış noktası yoktur. ‘Ben niye müebbet veya ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olanı yıllarca cezaevinde besleyeyim? Ne gereği var?’ Vatandaş bunu söylüyor: ‘Bir an önce bu iş bitsin, benim canım gitmiş diyor, canım yanıyor benim, benim evladımı öldürdüler.’ 8 yaşında, 15 yaşında, 20 yaşında gençler, taze fidanlar şu olaylarda maalesef öldürüldü. Bunların tabii anneleri, babaları, hepsi şu an dertli. Onun için bu konuda çok hassas davranmamız gerekiyor ve adımı da biz buna göre atıyoruz. Ben de tabii halkıma şunu söylüyorum. Burada bir vatana ihanet suçu var. Sizin bu talebinizi hükümet asla reddetmez.”
    ***
    (Yıl, 1341. Mülkiye’deyiz. İlk dönem ceza genel, ikinci dönem ceza yargılama alıyoruz.
    -Hocamız Yüksel Ersoy’u sevgi ve saygıyla anıyorum.- Daha kitaplar çıkmamış, teksir dönemi. İdama karşı bir kuşağın genci olarak suç-ceza ilişkisi başlıbaşına ilgi çekici bir alan, teksirleri altını çize çize, tartışa tartışa okuyoruz. Aklında kalan ilk şey ne derseniz, şu:
  • Ceza, bir “intikam” değil,  bir “ıslah” aracı.

Suç ile ceza arasında bir orantılılık/ölçülülük olmalı ki, yeni duygusal tepkilere ve yeni suçlara ve cezalara yol açmasın… Cezanın sonucunda suçlu, suçunu anlasın ve yeniden topluma kazandırılsın. Suçluya “geri dönülmez” cezalar verilmesin. İdam cezası, bu “geri dönülmezliğin” en somut örneği.

“İhbar”, “itham”, “iftira” ve “itiraf” en kolay şey olduğu için, suç, “kuşku bıraktırmayacak biçimde kanıtlansın.” Tarih, iki yalancı şahitle insanların suçlandığı ya da işkence ile suçun kabul ettirildiği binlerce örnekle dolu olduğundan, ilke olarak suçlu olduğu kanıtlanana ve yargı yeri tarafından kesin olarak karara bağlanana kadar herkes “masum” vs vs vs…

Bu tartışmalara yoğunlaştığımız dönemde Türkiye’de 12 Eylül hukuku geçerli. Ortalık işkenceden, “itiraf”tan ve “iftira”dan geçilmiyor. 12 Eylül, 18 yaşını doldurmamış gençleri “asmayalım da besleyelim mi” diye idam etmiş, hem de “eşitlik” sağlamak için, “bir sağdan, bir soldan”. Oysa, ceza, bir intikam aracı değil, bir ıslah aracı…)
***
Suç ve ceza ilişkisi ya da daha genel anlamıyla “ceza hukuku”, tarih boyunca çok hata yapılan, çok ağır bedeller ödenen, bu hataların bir daha yapılmaması, o bedellerin bir daha ödenmemesi için sürekli geliştirilen ve evrensel değişmez kurallara bağlanan bir hukuk alanıdır. Bunlar öylesine “evrensel” ve “değişmez” ilkelerdir ki, yalnız ceza hukukunun değil, uluslararası sözleşmelerin ve doğrudan anayasa hukukunun konusu olurlar ve uluslararası sözleşmeler ve anayasa ile güvence altına alınırlar. Bizde de Anayasanın 15. maddesi şöyle der:

  • “Savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında,
    kişinin yaşama hakkına maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz (…)
    suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.”

***
O zaman anayasada idam cezası var. Mahkemelerce verilen idam cezası için son onay makamı TBMM. Özal, 1984’ten başlayarak, TBMM’ye gelen idam kararlarını gündeme almayarak “fiilen” idam cezasını kaldırmış. Türkiye daha sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 6 Nolu Protokolü imzalayacak. Bu protokol, idam cezasını kaldırıyor, ancak savaş ya da yakın savaş tehlikesi durumunda istisna getirilmesine olanak tanıyordu. 2001’deki Anayasa değişikliğiyle eklenen 6. fıkra ölüm cezasına şu sınırlamaları getirdi: “Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları dışında ölüm cezası verilemez.”

1 Temmuz 2003’te, Ek 13 Nolu Protokol yürürlüğe girdi. Bu protokol uyarınca hiçbir şekilde idam cezası verilemeyecekti. Türkiye, 9 Ocak 2004’te protokolü imzalamış, ancak Anayasa değişikliğinin yapıldığı tarihte henüz onaylamamıştı. AKP döneminde yapılan değişiklikle idam tümüyle kaldırıldı. Anayasa’nın 38. maddenin 9. fıkrası şu hale getirildi:

  • “Ölüm cezası ve genel müsadere cezası verilemez.”Aynı değişiklik sırasında Anayasada ölüm cezasına yer veren 15., 17. ve 87. maddesindeki bölümler de çıkarıldı. Türkiye, 12 Aralık 2005’te de Ek 13 Nolu Protokolü onayladı.
    (Erdoğan, yukarıda aktarılan CNN International mülakatında “Bizi AB’ye alırlar diye
    idam olayını bizden önceki yönetimler kaldırmıştı..” derken de doğruyu söylemiyor.)
    ***
    Anayasanın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar”ı düzenleyen Anayasanın 38. maddesi ise şöyle başlar:
  • “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan
    cezadan daha ağır bir ceza verilemez.”

Türkçe meali şudur: “15 Temmuz darbe girişimine katılanlara, 15 Temmuz’da o suç için varolan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.”

Kim diyor? Anayasa diyor, uluslararası sözleşmeler diyor.
Yani, bugün Türkiye’ye idam cezası getirseniz bile, bunu 15 Temmuz darbe girişimindeki eylemlere uygulayamazsınız. Koca Cumhurbaşkanı bunu bilmez mi? Koca Başbakan, koca Adalet bakanı bunu bilmez mi? Bilir ama… Aması var… Seçimlere malzeme lazım. “Ben idamı getirelim dedim de, onlar getirmedi.”
***
Baştaki sorunun yanıtı ise şu:

  • Evet, asmayalım da, besleyelim. Çünkü, ceza, intikam aracı değildir.======================================

    Dostlar,

    15 Temmuz sonrası popülist politiklarla gündeme taşınan idam cezasının hukuksal boyutlarını bu sitede biz de manşette yazdık 15 Temmuz olayını irdelerken.. Günlerce “zorunlu anımsatma” diye tuttuk manşette. Ucuz şark kurnazlığına dikkat çektik iktidarın. Değerli dostumuz Sn. İlter Ertuğrul‘un bu yazısı da aynı hukukbilimsel gerçeğe vurgu yapıyor.

    Aaaah eğitimsiz bırakılan kitleler aaaahh.. Ne gelirse başmıza sizi eğitimsiz bırakan iğrenç siyasetçilerin mide bulandıran ilkel politikalarından geliyor.. Bütün oyun bu Aşil topuğuna! Eğitilmiş kitleler, elbette başlarına gerçek anlamda eğitilmiş / kendilerine benzeyen yöneticiler seçecekler ve bu yüz kızartıcı siyaset bezirganları tarihe gömülecek..

    Ama ne zaman ey halkım ne zaman farkedeceksin bu pranganı ve prangamızı da “koyun gibi” liği bırakacaksın (Nazım Hikmet’in deyimi) ?? Dah çook zamanın olduğunu mu sanıyorsun??
    Hayır, yanılıyorsun!
    21. yy’ın acımasız küresel rekabet çağında yok böyle bir hovardalık olanağın..
    Türk Halkı / Ulusu! Ne yapıp edip bu kadim zincirini kırmalısın artık. Geç kalıyorsun geç!
    Çünkü, sen emeklerken koşmaya çalışan biz aydınların bacaklarını kırıyorlar..
    Üstad İlhan Selçuk çok yakınırdı bu zalim olgudan..
    Haydi, 21. yy’ın şafağında ayağa kalk artık, öncü yurtsever aydınlarınla el ele tutuş ve geleceğini kurtar.. Yoksa Batı emperyalizminin ayaklarının altında un ufak olma riski var!

    Sevgi ve saygı ile.
    15 Ağustos 2016, Tekirdağ

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : ASKERE DARBE

ASKERE DARBE

portresi_gulumseyen
Suay Karaman
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
 
Yıllardır bir sivil darbe yaşanan ülkemizde, 15 Temmuz 2106 Cuma günü demokrasi olduğu söylenebilir mi? Demokrasi ile sivil darbeyi birbirine karıştıranların, yaşanan tüm bu olaylarda ve ülkemizin bu karışık duruma getirilmesinde payı vardır.
 
Bir siyasal iktidarın Yasama, Yürütme ve Yargıyı kendine bağlayarak, her koşulda sürekli kendi istediğini yapmak için uğraşması, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir biçimde kadrolaşması ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturması açıkça sivil darbedir. Demokrasilerde elindeki siyasal gücü, rejimin kuralları dışına çıkartarak hukuksuz amaçlara yönelmek, hukuk dışı tutum ve davranışlarda bulunmak, açıkça sivil darbedir.
Bir siyasal iktidarın, kendi ülkesinin ordusuna düşman olması
ve tasfiye etmesi sivil darbe değilse, nedir?
 
Bir siyasal iktidarın, ülkenin Parlamentosu yerine Kanun Hükmünde Kararnamelerle yasama görevini yerine getirmesi, kurumların hesaplarını Sayıştay denetiminden kaçırması, açıkça sivil darbedir. Siyasal iktidarın yöneticilerinin Anayasaya aykırı hareket etmesi, Anayasa Mahkemesi ile Danıştay’ın kararlarına uymayacağını açıklaması, tam anlamıyla sivil darbedir. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen bir iktidarın, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi açıkça sivil darbedir. Demokrasi dışı tutumunu alışkanlık haline getiren siyasal iktidar, 14 yıldır ülkemizde sivil darbe yapmaktadır ve bunu da topluma demokrasi diye yutturmaktadır.
 
Bugün demokrasiyi koruduklarını iddia eden AKP’li yöneticiler, daha dün kol kola oldukları Fethullah Gülen’i karalamakla görevlendirilmişlerdir ancak geçmişteki söylemlerini unutmaktadırlar. 24 Mart 2011 Perşembe günü TBMM Genel Kurulunda konuşma yapan AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, Fethullah Gülen için çete diyen CHP Mersin Milletvekili İsa Gök’e tepki vermiş ve şu konuşmayı yapmıştır:
– “Fethullah Gülen, bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir; seversiniz, sevmezsiniz ama değerli bir insandır, bilge bir insandır, bu ülkenin milli ve manevi değerlerine bağlı nesillerin yetişmesi için hizmetini yapıyor; her şeyi de açık, devletin denetimi, gözetimi altında açık, her şey gözünün önünde olan. Yapılan hizmetlere baktığınızda siz buna, hakkında herhangi bir savcının iddiası, mahkumiyet kararı olmayan birine ‘çete’ diye itham ederseniz ona karşı da büyük bir haksızlık yaparsınız. Kendi de burada yok ama çeteden yargılananları çete iddiasıyla soruşturulanları, kovuşturulanları demokrasiye darbe vurmak isnat ve iddiasıyla yargılananları milletvekili olmak için Meclise taşıma gayreti içinde olurken, temiz insanları ‘çete’ diye suçlamak kabul edilemez.”

2011 yılında ‘temiz insan’ dediklerine bugün ‘çete’ diyenlerin inandırıcılıkları ve güvenirlikleri yoktur!

 
TBMM önceki Başkanı ve Adalet önceki Bakanı Cemil Çiçek’in de, yıllardır birlikte olduğu Fethullah Gülen ile ilgili söylemleri ilginçtir:
– “Bu yapı, 70’li yıllardan beri var olan bir yapı. Bunların bu noktaya gelmesinde hepimizin günahı, vebali var. Belki benim vebalim %90, başkasının %5, yüzde 1; ama %1 bile zehirlemek için yeterlidir unutmayın. Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi. Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din. O yüzden sık sık kayıt dışı dine vurgu yapıyorum. Her şey şeffaf olursa, denetime tabi olursa, bunlar yaşanmaz. Şimdi devletin içinden temizleniyorlar. Ama yerine kimlerin getirileceği çok önemli. Bu kişiler, liyakat esas alınarak çok iyi kontrol edilerek alınmalı. Yoksa FETÖ gider, ÇETÖ gelir.”
 
Cemil Çiçek’in gerçeği açıklayan bu önemli sözlerine inanmak zor da olsa, din ile insanların kandırıldığını ve Fethullahçıların yerine kimin geleceğinin önemli olduğunu söylemesi, gelecek adına güzel bir gelişmedir. Yalnızca Fethullah Gülen tarikatı değil
Tüm tarikat ve cemaatler kapatılmadıkça,
bu pisliğin temizlenmesi olanaksızdır
.
İşte bu yüzden ‘tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması’ ile laikliğin önemi her geçen gün daha da iyi anlaşılmaktadır. Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi kararıyla onaylanan bir iktidarın, tarikat ve cemaatleri kapatmasını beklemek de, hukuka saygılı olması da yalnızca bir hayaldir.
 
7 Ağustos Pazar günü İstanbul Yenikapı’da yapılan demokrasi ve şehitler mitinginde boy gösteren Cübbeli Ahmet hocanın, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile birlikte yer aldığı fotoğraf, ‘Gülen cemaati gidiyor yerine başka cemaatler geliyor’ yorumlarına neden olmuştu. Bu soytarı, 12 Mart 2015 tarihinde Ahmet Yesevi Derneği tarafından Lalegül Televizyonunda canlı yayına çıkmış ve şunları söylemişti:
* “Bizde demokrasi yok. Allah muhafaza, ne demokrasisi.
Biz şeriatçıyız. Demokrasi, sakın ha, çok tehlikeli bir laf.”
 
Kandırılarak ya da ahmaklık ederek, Fethullah Gülen’i bugünlere getirenlerin hepsinin yargılanmadığı sürece, bu iş sürüp gidecektir. Yoksa gerçek bir hukuk devletinde, Tanrı’dan da, milletten de af dilemekle bu işin çözülemeyeceğini herkesin anlaması gerekmektedir. Ülkemizde yıllardır laiklik, demokrasi ve hukuk dışı sürüklenişi yönetenler, toplumu 15 Temmuz 2016 sürecine getirmişlerdir.
* 15 Temmuz’da askeri darbe değil, askere darbe yapılmıştır
ve Türk Ordusu kafeslenmiştir. 
* Yıllardır emperyalist güçlerin istediği şekilde asker etkisizleştirilmiştir
ve adına ‘demokrasi’ denerek, toplum kandırılmaktadır.
 
Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşundan üç yıl önce, 1773’te kurulan Deniz Lisesi’ni kapatmanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz. 1834 yılında kurulan Kara Harp Okulu’nu kapatmak, 1845 yılında kurulan Kuleli ve Işıklar Askeri Liselerini kapatmak, 1848 yılında kurulan Harp Akademileri’ni kapatmak, 1898 yılında kurulan Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ni (GATA) kapatmak; Türk Ordusu’nu ortadan kaldırmak, emperyalizme destek olmak ve düşmanın elini kuvvetlendirmektir.
* Yöneticilerin aymazlığı ve ihaneti yüzünden Gülen cemaatinin ele geçirdiği yerleri kapatmak, basit bir oyundur ve sonu belirsizdir.

Askere yapılan darbeye, ne askerlerden, ne de muhalefetten ses çıkmaktadır!?Emperyalist güçler gereğini yapmış ve tepki vermesi gerekenler sessizliğe bürünmüştür. Ancak büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile Bursu Nutku’ndan güç alan bu ülkenin aydınlık güçleri ve gençleri, tüm bu yapılanlara sessiz kalmayacaktır.

==================================

Dostlar,

Değerli kardeşimiz Sevgili Suay Karaman‘ın  bu gerçekçi ve içli yazısı de denli belgesel değil mi? Bir yurtsever çığlık.. Sorgulayan ve tarihe not düşen..

Yazıda adı geçen dün başka bu gün başka konuşanlar hiç utanmaz mı acaba??
Bu AKP kodamanları, FETÖ’ye destekten neden hukuksal yaptırım görmez ??
Ortada açık açık “ikrar”, suçu kabul etme var. Burası AKP için Aşil topuğudur!

AKP – RTE, yarattıkları ve ülkemizi – ulusumuzu sürükledikleri batakta yok olacaklardır. Ancak ne yazık ki ülke ve ulus çok büyük, giderimi çok zor-olanaksız bedeller ödüyor.

* Halkımız da artık akıllansa ve din bezirganlarının sefil oyunlarına gelmese..
1 numaralı stratejik hedef HALKI AYDINLATMAK..
Ülke ve yurt gerçekleri ile onların arkasındaki ideolojiyi anlamalarını sağlamak.. Asıl sigorta  bu demokratik – sosyal – laik – hukuk devleti için.

O aydınlık ki; –Mustafa Kemal’in çocukları bu ülkeye mutlaka getirecektir-,
tüm yarasaları medeni yaşamdan sonsuza dek ve kalıcı olmak üzere
tasfiye edecektir. Stratejik hedef bellidir..

* Durmak yok; Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün devrim ve ilkelerini yeniden
yaşama geçirerek tamamlamak, uygarlaşmak, çağdaşlaşmak başlıca
kutsal ödevdir.

Sevgi ve saygı ile.
15 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com


TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN GENETİĞİ ve GELENEKLERİ ile OYNAMAYIN; TÜRK MİLLETİNİ ORDUSUZ ve SAVUNMASIZ BIRAKMAYIN

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN GENETİĞİ ve
GELENEKLERİ ile OYNAMAYIN;
TÜRK MİLLETİNİ ORDUSUZ ve SAVUNMASIZ BIRAKMAYIN

Istanbul_Barosu_Logosu

(AS. Bizim değerlendirmemeiz yazının altındadır..)

İstanbul Barosu olarak, Anayasal sisteme ve devletin varlığına yönelik vahim kalkışmada başından beri birlik ve beraberlik çağrısı yaptık. Siyasal iktidarı soğukkanlılık, devlet aklı, hukuk ve demokrasi eksenli duyarlılığa davet ettik.

Siyasal iktidarın, halk arasında oluşan ulusal birlik ve dayanışma ruhunun sürmesini sağlayacak bir tutum ve uygulama içinde olmadığını üzülerek gözlemlemekteyiz. Devletin ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin yeniden yapılandırılması söylemi ve bu doğrultudaki düzenlemelerle amaçlananlara ilişkin kuşkularımızı kamuoyu ile paylaşmayı zorunlu görmekteyiz.

Öncelikle vurgulamak ve dikkat çekmek istediğimiz husus, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden kaynaklanan temel dinamiklerinin, dönemsel güç dengelerine göre değişmezliğidir. Bu anlamda ulus devletten, tekil (üniter) yapıdan, uygar dünyadan, çağdaş demokrasiden yana kesin tercih, teokratik rejim niyetlerini stratejik tehdit olarak görme Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı çizgileri olagelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sistematiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, devletin varlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, Anayasal rejime yönelik iç ve dış tehditlere karşı caydırıcı bir rejim dinamiği olarak tasarlanmıştır. Ordu, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Nizam-ı Cedit’ten günümüze uzanan süreçte  ülkenin modernleşmesinin, çağdaşlığın, askeri alanın dışına taşarak toplumun genelini kapsayan çağdaş atılımların temel dinamiklerinden biri olagelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, aynı zamanda  Kurtuluş Savaşı’nın (1919-22) asker ağırlıklı önderleridir. Bu nedenle halkımız, kendisini tutsaklıktan kurtaran, işgalcileri kovan, devlet kuran Ordusuna saygı ve güvenini başından beri sürdüregelmiştir. Ordu’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet sistematiği içinde önerileri dikkate alınan, yaşamsal konularda görüşlerine başvurulan, özelikle dış tehditlere karşı Türkiye’nin elini güçlendiren saygın bir kurum olmasının arka planı üzerinde düşünülmelidir. Sözü, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğüne ve rejime karşı üniformalı şakirtlerin Paralel Kalkışmasının suçunun Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsallığı üzerine yıkarak, fırsattan yararlanarak Ordu’nun temelli tasfiyesini hedefleyen girişimlere getirmek istiyoruz:

Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin hiyerarşisini, geleneksel konumunu, rejim içindeki ağırlığını ve saygınlığını son derece olumsuz etkileyecek olan düzenlemeler, Darbenin tozu dumanı arasında çıkarılan KHKler ile oldubittiye getirilmiştir.  Ordu’nun bundan sonra darbe yapamayacak duruma getirilmesi söylemine sığınarak; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarsızlaştırılması ve sıradanlaştırılması, ülke bütünlüğünü hedefleyen iç ve dış hasımlar karşısında hiçbir caydırıcılığının kalmaması sonucunu doğuracak düzenlemeler yapıldığı giderek daha belirgin duruma gelmektedir. Ortak akıl ve uzlaşıya dayanmadan, TBMM’yi devre dışı bırakarak, doğuracağı vahim sonuçlar hesap edilmeksizin, konjonktürü fırsata çevirme aceleciliği ile Ordu’nun, devlet aklının belirlediği rejim için güvence, sistem için denge konumunu alt üst edecek  “panik” düzenlemelere gidildiğini, Ordunun genetik yapısı ve gelenekleri ile oynadığını kaygı ile izlemekteyiz.

Bu çerçevede yürürlüğe sokulan KHK (AS 668 sayılı) ile askeri eğitim sistemi, emir komuta zinciri ile ilgili kökten kararların alındığı, son derece olumsuz sonuçlara, ulusal güvenlik açısından ciddi zaaflara yol açabilecek biçimde yapısal değişikliklere gidildiği görülmektedir. Buna göre askeri okullar kapatılmakta, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmakta, Yüksek Askeri Şura’nın yapısı değiştirilerek, askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredilerek “sivilleştirilmekte”, Harp Okullarının ana kaynağı olan askeri liseler kapatılmakta, sivilleşme bahanesiyle Ordu’nun geleneksel disiplin kültürü içinde yetişmiş nitelikli subay kaynağı yok edilmektedir. Her yurttaş için milli yükümlülük olan, ülkenin değişik yörelerinden gelen halk çocuklarının kaynaştığı, millet olma duygusunun pekiştiği asker ocağının yerine konulacak uzman ordu ile askerlik, iş arayanların istihdam edileceği bir hizmet sektörü haline getirilmek istenmektedir.

Genelkurmay Başkanı’nın Kuvvet Komutanları arasından seçilmesi uygulaması kaldırılmakta, Cumhurbaşkanı ve Başbakana gerekli gördüklerinde Kuvvet Komutanları ve bağlı kişilere doğrudan emir verebilme yetkisi getirilmektedir. Bunlara ek olarak Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanlığına bağlanması planlanmaktadır. Bu “panik” düzenlemeler, kimi çevrelerin bilerek ya da bilmeyerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsal kimliğini, yapısını hedef alan, saygınlığını, toplum katındaki algı ve güvenilirliğini zedeleyen söylemlerin yaşama geçirilmesi dışında bir yarar sağlamayacağı gibi; çok ciddi güvenlik sorunları ve zafiyetleri yaratacaktır.

Gerçekten              :

1)  Kezlerce dile getirdiğimiz gibi, 15 Temmuz kalkışmasında bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri değil; içine sızmış, sızdırılmış, çöreklenmiş dış destekli, emperyalizmin maşası bir çetedir. TSK ise Türk Milleti ve Türk Polisi ile birlikte bu kalkışmayı önlemiştir. Bu nedenle paralel kalkışmanın faturası TSK’ya çıkarılamaz, yapısı ve genetiği ile oynamak için 100 yılın altın  fırsatı olarak görülemez.

2)  Yaşanan vahim kalkışmadan sonra elbette ki Oordu içinde kimi önlemlerin alınması gereklidir. Ancak bu önlemler aceleci olunmadan, geniş bir değerlendirme ve katılımla, sonuçları iyi hesap edilerek yapılmalı, sürece TBMM ve tüm ilgililer katılarak ortak devlet aklı ile hareket edilmelidir. Siyasal iktidarın TBMM’yi ve ilgilileri devre dışı bırakarak tek başına, üstelik bir KHK ile bu düzenlemeleri yapması son derece yanlış, ve sakıncalıdır.

3)  Ordunun “sivilleştirmesi” ve ordu üzerinde “sivil kontrol”kavramları üzerinden yapılan bu düzenlemelerin, öteden beri Avrupa Birliği ve bazı “Sivil Toplum Kuruluşları”(!) raporlarındaki önerilerle neredeyse birebir örtüşmesi kuşku ve kaygımızı artırmaktadır.

4)  Bu düzenlemelerle birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gelenekleri ortadan kaldırılmakta, genetik yapısı bozulmakta, emir-komuta zinciri, birliği, disiplin mekanizması, tarihsel dokusu tahrip edilmekte, sıradanlaştırılmakta, siyasal etkiye açılmaktadır. Bu şekilde gerçekleşen yapısal bir “değişiklik” olmayıp tahribattır”.

5)   Önemle belirtmek isteriz ki; 15 Temmuz kalkışmasının nedeni TSK’nın teşkilat yapısı değil, izlenen yanlış politikalar, göz yummalar, kimi önlemlerin zamanında alınamamış olmasıdır. Kaldı ki; sivil okullardan Ordu’ya alımlar yapılacak olduğu kolullarda, bu karanlık yapının “sivil” okullarda kadrolaşmadığı ileri sürülemeyeceği gibi, Cumhuriyetin değerlerini benimsemeyip onu ortadan kaldırmak isteyen, emperyalizmin güdümünde veya onunla işbirliği yapan başka bazı cemaat ve benzeri yapıların TSK’ya daha kolay sızmasının da önü açılacaktır.

6) Hal böyleyken Türk Silahlı Kuvvetleri; “sivilleşme” ve “sivil kontrol” adı altında, sürekli darbe düşünen bir yapı olarak gösterilerek gerçekleştirilen algı operasyonlarına bağlı olarak etkisizleştirilmekte, işlevsiz kılınmakta, tümden siyasi iktidarların denetiminde bir “polis” veya “zabıta” gücü durumuna dönüştürülerek, itibarsızlaştırma operasyonları kapsamında etrafı kalıcı olarak “çöp kamyonları” ile kuşatılarak ülke savunması tehlikeye atılmaktadır.

7) Tüm bu düzenlemeler, kalkışmanın en önemli amaçlarından birisinin Türkiye’nin parçalanması bakımından en önemli engel olarak görülen TSK’ni zayıf düşürmek olduğu kuşkusunu güçlendirmekte, emperyalizmin ülkemiz üzerindeki oyunlarına katkı sağlamaktadır.

Mehmetçik, Mehmetçik olarak; polis polis olarak kalmalıdır.

Ordunun“polisleştirilmesi”, polisin “ordulaştırılması” son derece hatalı ve tehlikeli sonuçlara yol açacaktır. Bunlar birbirlerinin “alternatifi”, “karşıtı” kurumlar olmayıp, bir bütünün parçaları, Türk milletinin savunma mekanizmalarıdır. Ancak farklı konum ve işlevlere sahiptir. Ordu ile polisin, Ordu ile milletin karşı karşıya getirilmemesi, bunlar üzerinden siyasal hesapların yapılmaması gerekir.

8) Gerçekten, yaşadığımız coğrafyada, özellikle emperyalizmin Türkiye’yi bölme, parçalama planları, terör tehdidi ve kuşatması, ayaklanma provaları dikkate alındığında güçlü bir Ordu, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk milletinin en büyük güvencesidir. Güçlü ordusu olmayan bir Türkiye, varlığı ve birliği bakımından büyük tehlike altına girecektir. Yine bu değişikliklerin Ordu’nun terörle, iç ve dış tehditlerle mücadelede etkinliğini, şevkini, azmini olumsuz yönde etkileyeceğinden, Ordu’nun yerleşik sisteminin felce uğratılacağından, Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanlarında cesaret ve cüret yaratacağından kaygı duymaktayız.

Sonuç olarak; devletin ve ordunun yeniden yapılandırılmasında günlük, kısa vadeli siyasi amaçlarla hareket edilmemelidir.  Oluşan birlik ve bütünlüğü zedelemeden, devlet aklı ve soğukkanlılığı ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve uzmanların görüşleri dikkate alınarak, O’rdunun dönemsel siyasetten etkilenmeyen kurumsallığını, caydırıcılığını bozmaksızın bir yaklaşım sergilenmelidir. Atatürk’ün 29 Ekim 1938 tarihli son mesajıyla; 

  • “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan ve her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan Kahraman Türk Ordusu!

Memleketini, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan, Cumhuriyet’in bu günkü feyizli devrinde  de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.”

Cümleleriyle tarihi sorumluluğunu hatırlattığı Türk Ordusu’nun kurumsallığına ve itibarına yönelik tasfiyeci tutuma ilişkin kaygılarımızı  kamuoyuna saygıyla duyururuz. (10.08.2016)

İSTANBUL  BAROSU BAŞKANLIĞI

===================================

Dostlar,

İyi ki varlar.. Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul Barosu.. Ülkemizin bu zor ve dar döneminde gerçekten son derece sağduyulu, ağırbaşlı ve hukuk temelli değerlendirmeler ve çözümler üretiyorlar. Onlara şükran borçluyuz.

AKP ve Erdoğan gerçekten bu ciddi darboğazı aşmakta kararlı ve iyiniyetli ise, toplumun sağlıklı seslerine  kulak kabartmak zorundadır. Dahası, demokrasinin katılımcılık ve çoğulculuk ilkeleri ancak böyle işletilebilir. Yok “ben seçim kazandım, istediğimi yaparım..” denilirse başımız beladan kurtulmuyor.. Nitekim AKP – RTE ikide bir “kandırıldık, yanıldık”.. demekteler. Bu kabul edilemez bir demokrasi hazımsızlığı ve kibir, kendini beğenme hatta megalomani durumudur ve  patolojiktir. Ülkenin ve Uusun yazgısı tehlikeye atılamaz. Halktan, saçma sapan ve son derece adaletsiz bir seçim sistemi ile, TBMM’de hakedilmeyen ölçüde fazla temsil olanağı ile iktidar olsanız bile; bu durum size “dilediğinizi yapma” hakkı – yetkisi vermez.. Demokrasi, güçler dengesine dayanmak zorundadır.

Siyasal iktidarlar her durumda akla ve bilime dayalı olmak zorundadırlar.
Halk onlara dilediklerini yapmaları için değil, ülke için en iyiyi yapmaları için oy veriyor. Bunca badireden ve 14 yıllık tek başına iktidardan sonra (lanetli yıllar!) AKP – RTE’nin bu kadarcık olsun demokrasiyi içselleştirmelerini beklemek hakkımızdır. Tersi durumda, varılacak kesin kanı, AKP’nin örtük – saklı din devleti gündemi olduğu ve her ama her fırsatı -15 Temmuz darbe girişimi de başta olmak üzere- o amaca dönük kullandığı kararına varılacaktır..

O zaman da ulusun meşru direnme hakkı doğacaktır ki; bu iç savaşa çağrı demektir!..

AKP – RTE, kapalı devreyi kırmalı ve ulusun sesine, uzmanlara, kurumlara danışmalıdır. İlk iş olarak TBMM etkin olarak çalışmalıdır. AKP – RTE her türlü dayatmacılığı bırakmalı, uzlaşmacı olmalı ve özellikle TSK’ya zarar verebilecek her türlü girişimden geri durmalıdır. Kamuda yaraşırlık (liyakat) vazgeçilmez olmalıdır. Vahşi özelleştirme talanı gündemden düşürülmelidir.

668 sayılı OHAL Kararnamesinin TSK ile ilgili hükümleri derhal geri çekilmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
14 Ağustos  2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Arslan BULUT : Erdoğan kimin şah damarını kesiyor?..

Erdoğan kimin şah damarını kesiyor?..

Arslan BULUT
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/erdogan-kimin-sah-damarini-kesiyor-39318yy.htm
Yeniçağ Gazetesi, 13.08.2016

Tayyip Erdoğan, askeri liseleri kapatma gerekçesi olarak neyi gösterdi? Kendi sözleri şöyle:

“Kusura bakmasınlar bu darbeyi yapanlar askeri liselerden gelenler değil mi? Silme oradan geldiler, silme. Harp okullarına girdiler. Harp okullarına düz liselerden gelenler girmedi. Sana bunu sorarlar. Harp okullarına girmeyi başarabilenler GATA’dan bir çürük raporu ile gönderildiler. Niçin biz askeri liseleri bu kadar abartıyoruz ki şu anda? Hulusi Paşa düz lise mezunu. Necdet Özel Paşa düz liseden geldi. Demek ki oluyormuş.”
***
Ahmet Hakan, Erdoğan‘ın gerekçe olarak kullandığı “Darbeyi yapanlar silme askeri liselerden geldi” tezini rakamlarla çürüttü: 

* Tutuklanan veya gözaltına alınan general/amiral sayısı: 123
* Sivil lise kaynaklı tutuklanan veya gözaltına alınan general/amiral sayısı: 68
* Tutuklanan veya gözaltına alınan sivil lise kaynaklı general/amiral oranı: %55
* Görüleceği gibi bu durumda olan askeri lise kaynaklı subay oranı: %45.
***
Bu, olayın yalnızca bir yönü… Bir başka yönüne gelince… Diyanet İşleri Başkanlığı çoğu imam kadrosunda bulunan  3672 kişinin görevden uzaklaştırıldığını söyledi. FETÖ mensubu olmaktan tabii… Peki bu 3 bin 672 kişi, liseyi nerede okumuş? %90’ı İmam-Hatip mezunu değil mi? Bu durumda, Tayyip Erdoğan‘ın mantığıyla, “FETÖ’cü imamlar, silme İmam-Hatip’ten geldi silme” diyerek İmam-Hatip liselerini kapatmak mı gerekir?
***
Tayyip Erdoğan, 28 Eylül 2015’te veli ve öğrencilerinin tüm itirazlarına karşın İmam Hatip Lisesi’ne dönüştürülen Kadıköy Ahmet Sani Gezici Anadolu Kız İmam Hatip Lisesi açılış töreninde konuşurken de “Türkiye 8 yıllık eğitim garabetini yaşadı. O ne büyük garabetti. Adeta şah damarımızı kestiler. Şah damarı kesilen bir insan yaşayabilir mi? Yaşayamaz. Nesli o hale düşürdüler. O zaman 600 bin imam hatip öğrencisi vardı, bir anda 60 bine düştü. Sabır, sabır, sabır. Ve bunun sonucunda bu geldi. E ne oldu? Sabrın sonunda şu anda imam hatiplerde öğrenci sayısı 1 milyon 200 binin üzerine çıktı..” demişti.

İmam-Hatip’lerin orta bölümünü kapatanlar, kimin şah damarını kesmiş oluyordu? Erdoğan’ın “dindar ve kindar olacak” dediği neslin şah damarını herhalde değil mi? Tabii bir de AKP devletinin şah damarını! Peki “askeri liseden yetişenler darbeci oluyor” diye bu okulları kapatan mantık, İmam-Hatip Liselerinin sayısını artırmakla, yeni nesli kendi mantığına göre kurgulamış, Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle “tek tip” bir nesil yetiştirmiş olmuyor mu?
***
Asıl mesele nedir peki? Onu da Tayyip Bey‘den dinleyelim:

  • “Ben İmam Hatiplilere Türkiye’yle birlikte Türkiye’nin hatta tüm dünyayı inşa etme vazifesinin verildiğine inanıyorum.” (28 Nisan 2016, İmam-Hatip Gençlik Buluşması konuşmasından..)

Neymiş mesele? Türkiye’yi ve hatta tüm dünyayı yeniden imamlarla inşa etmek!
Başka? Yine Tayyip Bey söylesin:

  • “Kapısına kilit vurulmak, öğrencilerin geleceği karartılmak istenen İmam Hatipler, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Milletvekili, bürokrat, belediye başkanı yetiştiren seçkin kuruma dönüştü.” (Aynı konuşmadan…)

Yani Türkiye’deki bütün okulları İmam-Hatip’e dönüştürmek… Ve Türkiye’nin A’dan Z’ye bütün yönetimini onlara teslim etmek… Bu arada Harp Okullarına da İmam-Hatiplilerin girişini sağlayıp, Ordu’yu “İslâm Ordusu” haline getirmek? Sonra da dünyayı hizaya getirmek!
Türkiye, Suudi Arabistan’ın kurduğu “İslâm Ordusu”na katıldığından, düz liseden veya askeri liseden yetişen subay işlerine yaramayabilir!

Erdoğan, kimin şah damarını kesiyor?
Türk Ordusu’nun değil mi? Halk, bunu mu istiyor?

Peki FETÖ’nün amacı neydi?

=================================

Çoook teşekkürler tutarlı yazar Arslan Bulut‘a…
Üstelik milliyetçi sağdan gelen bir yazar..

  • 15 Temmuz Darbe girişimi” sonrası yapılanlar AKP – RTE’ye öyle çok, öyle çok,
    öyle çok…. yarıyor ki??

İnsanın aklına türlü türlü sorular geliyor..
Acaba?
Acaba?
Hay aksi şeytan..

Sevgi ve saygı ile.
14 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com