Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

ARAP ELİFBA’SINDAN KURTULUŞUN 91. YILI

ARAP ELİFBA’SINDAN KURTULUŞUN 91. YILI

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Değerli arkadaşlar,

Büyük Atatürk‘ün en anlamlı, en köklü Devriminin, Türkçe’nin Arapça egemenliğinden kurtuluşunun başlangıcı sayılan “yeni Türk Alfabesi” nin yasalaştığı kutlu günün 91 inci yıl dönümündeyiz..

Bu vesile ile Ulu Önderi bir kez daha, en derin saygı, bağlılık ve minnet duygularımızla anıyoruz…

Yeni Çağdaş Türkiye’nin yurttaşlarını Batı’nın bilim ve teknolojisine eklemlemek temel amacını güden böyle bir Devrim, Uygarlık tarihinde benzerine ender rastlanan büyük bir Devrimdir… Kutlu olsun !
***
Değerli arkadaşlar,

Sırası gelmişken Alfabemize ilişkin bir konuyu dile getirmek isterim. Tabloda 1353 sayılı yasanın Kanun ekindeki harfler ve harflerin okunuşlarını görüyorsunuz…

Türkçede bütün sessiz harflerin okunuşları -e ile biter.

Dolayısıyla alfabemizde HA veya KA şeklinde okunan harfler yoktur; hele hele eyç, ti, vi, er, aş… şeklinde harflerimiz hiç yoktur…

VIP…..ViAyPi değil, VeİPe’dir doğru okunuş biçimi
RH… ErAş değil, ReHe’dir doğru okunuş biçimi
CHP….. CeHaPe değil CeHePe’dir doğru okunuş biçimi
KKTC….KaKaTeCe değil, KeKeTeCe’dir doğru okunuş biçimi
PKK….PeKaKa değil, PeKeKe’dir doğru okunuş biçimi…

Korkmayın, PeKaKa yerine doğrusunu söylerseniz, hemencecik terörist yandaşı olmazsınız, ama adam gibi T.C. Yurttaşı olursunuz.

Biliyoruz, bu yanlışları yapanların çoğunluğu eğitimsiz insanlardır, ama bir bölümü de, umursamazlıktan kaynaklanan veya Dili bozmak amaçlı, kasıtlı hareketlerdir.

  • Çağdaş, aydın, Atatürkçü insanlarımızı Dile saygı göstermeye çağıralım.

Yanlışı yapan, “Türkçe öğretmeni” bile 😉 olsa, uyaralım, bıkmadan düzeltelim.

1 Kasım 2019, Sevgilerimle. æ

Fotoğraf açıklaması yok.

Erdoğan’ın tartışmalı diploması hakkında yeni karar!

Erdoğan’ın tartışmalı diploması hakkında yeni karar!

ABC gazetesi 31-10-2019, https://www.abcgazetesi.com/erdoganin-tartismali-diplomasi-hakkinda-yeni-karar-52223

Erdoğan’ın tartışmalı diploması hakkında yeni karar!

Halkın Kurtuluş Partisi’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın diploması için yaptığı suç duyurusuyla ilgili İstanbul Cumhuriyet Savcılığı kovuşturmaya yer yoktur kararı verdi.

Türkiye Noterler Birliği, Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmak için sunduğu diplomasının fotokopisini, aslını görmeden aslı gibidir şeklinde onaylayan noter yetkili kâtibi Emine Seven hakkında soruşturma açmayan İstanbul 15. Noteri Nejla Akgün’e uyarma cezası verilmesine karşı Halkın Kurtuluş Partisi’nin başvurusuna karşılık İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildi.

OdaTv’den Hüreyra Oflaz’ın haberine göre, karara gerekçe olarak da Erdoğan’ın diploması ile ilgili daha önce yapılan suç duyurularının takipsizlikle sonuçlandığı ve itirazların reddedildiği, yeni bir delil olmadığı gösterildi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kararı sonrası HKP, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet Savcılarına yönelik konuşmasını hatırlatarak itirazda bulundu. Yapılan itirazda Türkiye Noterler Birliği’nin kararının önemli bir kanıt olduğunu ve bu yeni kanıta dayanılarak şüpheliler hakkında iddianame hazırlanarak cezalandırılmasını talep etti.

“Diplomanın sahteliğini kanıtlamak için de mücadele etmeye devam edeceğiz”

HKP tarafından yapılan açıklamada, “Emperyalist yedi düveli ve yerli işbirlikçilerini yenerek kurduğumuz Cumhuriyetimizin 96. Yıldönümünü kutladığımız şu günlerde ne yazık ki ‘Cumhuriyet Savcıları’ ve yargı mensupları bu bilinçle davranmıyor ve Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlıklarını kezlerce gösteren siyasal iktidarı aklıyor. Bu itirazımıza karşı Cumhuriyetin gerçek hukukçuları cesaret edip kabul kararı verebilir mi bilinmez ama, biz bu ülkenin en halk sever, en yurtsever, en cesaretli Partisi olarak bütün haksızlıkların, hukuksuzlukların, vatan hainliklerinin, insan, hayvan, doğa düşmanlıklarının peşindeyiz. Diplomanın sahteliğini kanıtlamak için de mücadele etmeye devam edeceğiz!” ifadelerine yer verildi.

ERMENİ SORUNU

ERMENİ SORUNU

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Değerli arkadaşlar,

Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler (Diaspora), özellikle ABD ve Fransa’daki militan temsilcilerinin oluşturduğu Dernekler, 100-140 yıl önce Doğu Anadolu Osmanlı toprakları üzerinde, Ermeni ve Müslüman Osmanlı toplulukları arasında yaşanmış bir Trajediyi her 24 Nisanda gündeme getirirler. Peki nedir bu “duygu sömürüsü”nün altında yatan?

3T Planını gerçekleştirmek !!

Diasporanın öncelikli amacı, Dünya Kamuoyunu Basın ve Medyada yalan-yanlış bilgiler bombardımanı ile etkilemek, aralıksız sürdürülen bu “Algı operasyonu” ile tek yanlı ve çok abartılı bir “Soykırım” yalanının Küresel çapta tanınmasını sağlamaktır.

Görünen o ki, biz ne yaparsak yapalım, ne dersek diyelim, Amerika’daki ve Avrupa’daki Ermeni Diasporasının, Ermeni lobilerinin 100 yıldır inatla sürdürdükleri kara propagandalarla biçimlenmiş Dünya Kamuoyunu düzeltebilecek, kendi lehimize çevirebilecek durumda değiliz; iş perde arkasında adeta Hıristiyan-Müslüman çatışmasına büründürülmüş gibidir.

Ne yazık ki, Küresel Kamuoyu “Gerçekler” üzerinden değil, “Algılar” üzerinden yönetiliyor. Bugün Dünyada 12’si NATO üyesi olan ve aralarında Rusya’nın da bulunduğu 30 ülkenin Parlamentolarında “1915’te Osmanlı Devleti tarafından Ermenilere Soykırım uygulanmıştır” kararı çıkmıştır. ABD’deki 50 eyaletten (Missisippi dışında) 49 eyalet meclisinde de benzer kararlar alınmıştır.

1915’te yalnızca Ermenilerin değil, tüm Doğu Anadolu halkının yaşadığı trajediyi Dünya Milletlerine anlatamadık. Her alanda olduğu gibi, bu konuda da “aydın ihaneti” ile kaşı karşıya kaldık. (örn. Orhan Pamuk) Beceriksiz, yeteneksiz ellerdeki Dış politikamız, Türk Ulusunu ‘soykırım töhmeti‘ altında kalmaktan kurtaramamıştır. Hele hele,

“…efendim, tarihte başka soykırımlar da oldu…”
“..sizler de soykırım yaptınız…”

içerikli “tevil” (AS: kıvırtma) ve “yadsıma” (inkâr) ima eden yanlış söylemler, bizim

  • “1915’te Anadolu’da Soykırım yapılmamıştır!”

haklı tezimizin inandırıcılığını yıkmıştır ve bugünlere geldik. Emperyal odaklarca da desteklenen Ermeni Diasporası’nın

3T planı; Tanıtım,Tazminat, Toprak” işliyor!

Bu meş’um Planın 1. bölümü maalesef başarı ile sonuçlanmıştır.

Yana yakıla “Osmanlıcılık” yapanlara, “mademki, Osmanlısın, ver dedenin hesabını” derler (gerçekte öyle bir hesap olmasa da..)

Yana yakıla “İslamcılık” yapanlara, IŞİD sempatizanlarına,
“Ver bakalım Müslümanların Hıristiyanlara yaptığı zulümlerin hesabını” derler.
(gerçekte öyle bir şey olmasa da..)

Unutmayalım değerli arkadaşlar;

  • Ülke olarak başımıza gelen belaların başlıca nedeni, başımıza getirdiklerimizdir…
    *****

Sorunun geçmişi

Osmanlının tüm Anadolu’yu egemenlik altına aldığı 1600’lerden 1877-78 Osmanlı-Rus savaşına (93 Harbi) dek 250 yıl boyunca Ermeniler Osmanlının sadık tebaası (millet-i sadıka) olarak bilindi. Ermeniler yalnızca Doğuda değil, Kars’tan İstanbul’a dek hemen tüm Anadolu kentlerinde sanatsal, yapıcı, üretici mesleklerin temsilcileri olarak tanındılar, Müslüman Osmanlı halkı ile barış içinde ortak yaşam sürdürdüler hatta Osmanlı Devlet yönetiminde önemli makamlarda bulundular.

Osmanlı Devletinin zayıflayıp 1699 Karlofça antlaşmasıyla hızlı inişe geçişinde en büyük Pay sahibi Rusya’dır. 1500-1900 arasında, toplam 47 yıl süren 11 Osmanlı-Rus Savaşının 7’sini Rusya kazanmıştır. En son (1877-78) 93 harbinde de Osmanlının yenilmesiyle Rus Orduları iki koldan, Batıda Trakya üzerinden İstanbul’a, Doğuda Kafkaslar üzerinden Kars’a, Erzurum’a dek inerek Osmanlıyı kıskaç arasına almışlardı.

Osmanlı Devleti, imzalamak zorunda kaldığı Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşmasıyla artık de-facto bitmiş sayılırdı. Gerçi, Osmanlı Devleti 1920’ye dek, 40 yıl daha can çekişti; Sevr‘de bütün topraklarını yitirmiş durumda ve 85 milyon altın Lira (600 ton altın) borç bırakarak son nefesini verdi.
*****
Ayaklanmalar

Osmanlı Devletine karşı ilk Ermeni ayaklanması, Rusların da kışkırtmasıyla 1894’te Sason’da olmuş, Van dolayında Türk / Müslüman Osmanlılar katledilmişti. (Ermeni vahşetinin yakın görgü tanıkları Rus Subaylarının anıları var..) Ruslardan cesaret ve silah desteği alan Ermeni komitacıları (Hınçaklar, Taşnaklar..) Anadolu kentlerinde terör estirmeye başladılar. 1896’da İstanbul’da Osmanlı Bankasını soydular…

Doğuda Ruslara karşı savaşan Osmanlı Ordusunu arkadan vuran, cephanelikleri uçuran Ermeni çeteleri karşısında çaresiz kalan Osmanlı Hükümeti, 24 Nisan 1915’te Hınçak, Taşnak… gibi terörist Ermeni Örgütlerini toptan yasakladı, İstanbul’daki örgüt ileri gelenleri, 200 dolayında militan üye tutuklandı ve Çankırı’ya sürgün edildi…

İşte Dünya’ya “Ermeni Soykırım günü” olarak lanse edilen “24 Nisan” Osmanlı Devletinin azgın Ermeni çetelerine karşı bu meşru müdahale tarihidir… Bu yasaklamanın ardından, 27 Mayıs 1915’te İçişleri Nazırı (Bakanı) Talât Paşa imzasıyla,

  • Savaş Bölgesindeki Ermeni nüfusu Osmanlı toprakları içinde güvenli bir başka yere iskan etme” genelgesi yayınlandı.. (Talat Paşa 1921’de Berlin’de bir Ermeni tarafından öldürülmüştür.)
    ****

Kanlı günler….

1878’lerde Kars’a, Erzurum’a, Van’a giren Rus alaylarının öncülüğünü yapan Ermeni komitacıları (çeteleri) bir yandan da sivil halkı katletmeye başlamıştı. İki toplum arasında ilk nefret tohumları o zamanlarda atılmış oldu.

  • Doğu Vilayetlerinde binlerce Müslüman Osmanlı Ermeni Çeteleri tarafından toplu katliama uğramıştı.

Ben bugün Ali Ercan olarak varlığımı şanslı bir rastlantıya borçluyum. 1916’da Kars’ın Oluklu köyünde bir küme kadını duvar önünde infaz eden bir Ermeni’nin tüfeği tutukluk yaptığı -ya da mermisi bittiği?- ve infazı yarıda bıraktığı için, henüz bir yaşındaki babam, annesiyle birlikte ölümden kıl payı kurtulmuştu.

1918’de Kâzım Karabekir Paşanın emrindeki Osmanlı Ordusunun Kars’a girişi ve Rus güçlerinin çekilişiyle rüzgâr tersine dönmüştü. Bu kez Ermeniler, yarattıkları nefret ortamının sonucunu yaşadılar, misillemelere kurban gittiler… Bu trajediye “Mukatele” deniyor Arapça, “karşılıklı öldürüş”.. 40 yıl boyunca Rus tutsaklığı altında ve Ermeni komitacıların insafına terk edilmiş Müslüman Osmanlı Halkının yitikleri elbette çok daha fazla olmuştu…

Rakamlar ne diyor ?

1897 nüfus sayımında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu 1,10 milyon olarak belirlenmişti; Savaş öncesi, 1914’te yapılan 2. genel sayımda Ermeni nüfus 1,25 milyon olmuştu; yıllık nüfus artış oranı ortalama %0,8’dir…

Bu üzücü olaylar meydana gelmeseydi, yılda % 1’lik bir artışla, 104 yıl sonra bugün, ülkemizde Ermeni vatandaşlarımızın nüfusu, kuramsal olarak 2,25 katına çıkmış;

1,25 x (1,01)^104 = 3,5 milyona erişmiş olabilirdi….

Peki bu 3,5 milyon şimdi nerelerde ?

Türkiye’de bugün resmen 60 bin dolayında Ermeni kökenli T.C. vatandaşı bulunuyor; öte yandan TTK’nun araştırmalarına göre, en az 500 bin dolayında, kimlik -hatta din- değiştirmiş “kripto” Ermeni’nin Türkiye’de yaşamakta olduğu anlaşılıyor. Geri kalan 3 milyon da, çok büyük olasılıkla, 1915’lerde Suriye’ye ve Lübnan’a göç ettirilmiş, oralardan da Dünyanın dört bir yanına, çoğunlukla ABD, Fransa ve Avrupa ülkelerine gitmiş olan Ermenilerin ardıllarıdır.

Dünyadaki tüm Ermeni nüfusu 2019 ‘da 11,5 milyondur; bunun 3 milyonu Ermenistan’da, 3,1 milyon kadarı Rusya’da yaşamaktadır. Geri kalan 5,4 milyon Ermeni de ABD, Fransa ve öbür ülkelerde bulunuyor ki; bu 5,4 milyon insanın “en az yarısı” 2,7 milyonu Anadolu kökenlidir.
Bu toleranslı varsayıma göre, yaşayan nüfusun bugün olması gerekenden 300 bin dolayında eksik olduğu söylenebilir. Bugünkü 300 bin, 1915’teki nüfusta 300/2,25=135 bine kişiye karşılık gelir. Kısacası, öyle milyonlar falan değil…

  • “1915-18 zorunlu Göç sürecinde -en çok- 135 bin Ermeni zayiatı meydana gelmiş olabilir.”

sonucuna varıyoruz…. Ayrıca bu kayıpların çok büyük bir bölümünün göç sırasındaki hastalıklar (tifüs, verem, malarya..) nedeniyle oluştuğu unutulmamalıdır.
*****

Sorumluluk ?

Ve yine unutulmamalıdır, ki tüm bu acı ve çirkin olaylar 1923’te kurulmuş yepyeni bir Devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir bakımdan sorumluluk kapsamında değildir. O nedenle Lozan’da “Ermeni sorunu” diye bir şey söz konusu bile yapılmamıştır.

Elbette masum insanları öldürmenin, öyle onlarca, binlerce değil, 1 kişi bile olsa, “Cinayetin hiç bir etik gerekçesi olamaz” Siyasal, ekonomik çıkar uğruna, toplumları saldırganlaştıran, birbirine kırdıran Emperyalizme ve öldürmeyi, cinayeti kutsayan her türlü ilkel ideolojik öğretiye karşı, Mustafa Kemal Atatürk‘ün insancıl, barışçıl öğüdünü anımsatmak isterim;

Ülkeyi ve ulusu savunmak zorunluluğu yoksa, savaş bir cinayettir.

Ne var ki Diyaspora yıllarca, “insanlar büyük yalanlara daha kolay inanırlar” mottosuyla (AS: söylemiyle) davranmış, gerçekleri saptırarak, 10 kez abartarak, Müslüman ülkeler dahil, Dünyayı kendi uyduruk tezine ikna etmeyi, inandırmayı becermiştir….

Derin üzüntülerimle.æ

Size avuç avuç ilaç yutturmak için

Size avuç avuç ilaç yutturmak için

Soner YALÇIN
Odatv.com 30.10.19

Şili’den dünyaya, “sosyal devlet” yerine, güvencesiz dayanışmasız, özelleştirilmeci rekabetçi ve salt bedeni hedefleyen neoliberal sağlık hizmeti projesi yayıldı

Konuyu bambaşka yere bağlayacağım… Önce bazı bilgiler vermeliyim:
Rudolf Virchow (1821-1902)… “Patolojinin babası” Alman doktor.
O’na göre, hastalık biyolojik etmenlerden çok, ortaya çıktığı tarihsel ve maddi koşulların ürünüydü…
O’na göre, hastalık, yabancı bir organizmanın istilasından değil, hücrelerin içindeki düzenin bozulmasından kaynaklanıyordu…
O’na göre, hastalık üreten koşullarla mücadele etmek için, hastaları bedenleri, psikolojileri, toplumsal ve fiziksel çevreleriyle bir bütün olarak değerlendirmek gerekirdi…
Yani, sorun yalnızca beden değildi…
Bu bakımdan, hastalıkların nedenlerini toplumsal ve ekonomik koşullar dışında salt mikroskobik organizmalarda arayan Louis Pasteur gibi meslektaşlarıyla (AS: Pasteur kimyacı idi) ayrı düştü.

Aslında… İki tıp anlayışı arasındaki fark “emeğin ideolojisi” ile “sermayenin ideolojisi” arasındaki mücadelenin sağlık alanına yansımasıydı… (Bu nedenle sizler Pasteur adını bilirsiniz ama halkçı Virchow adını duymamışınızdır!)

Rudolf Virchow dedi ki: “Politika büyük ölçekte tıptan başka bir şey değildir… Hekimlerin fakirlerin doğal savunucuları olmalıdır.” Frederick Engels‘in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı çalışmasından geniş ölçüde yararlandı ve yoksulluk ile hastalık arasındaki ilişkileri göstermek için kitaptaki verileri kullandı.

Dünyada toplumsal sağlığın fikir babası olarak bilindi Virchow…
Çok öğrenci yetiştirdi; Max Westenhoffer bunlardan biriydi.

ÖĞRENCİSİ DR. ALLENDE

Max Westenhoffer (1871-1957) …
1908-1911 arasında Şili‘de görev yaptı. Görevi tıp eğitiminde reform yapmaktı. Ayrıcalıklı sınıf haline gelen hekimlerden, yoksulların kötü koşullarına dek bir dizi rapor yazdı. Şili’li zengin muhafazakârların tepkisini çekti. Sınır dışı edildi..

Fakat 1929-1932 arasında yeniden Şili’de görev yaptı. Tıp fakültesindeki öğrencilerinden biri Salvador Allende idi… Ve Dr. Westenhoffer, 1948-1957 arasında 3. kez Şili’de görev yaptı. Ektiği tohumlar meyve vermeye başlamıştı; Şili’nin Sosyal Tıbbi Gerçekliği eserini yazan öğrencisi Dr. Salvador Allende Sağlık Bakanı idi artık… Öğrencisi, sağlık sorunlarının salt tıbbi bakımına değil, ancak daha ileri sağlık örgütlenmesine, barınmaya, beslenmeye ve çalışma koşullarına dayandığını savundu.

  • Dr. Allende Şili Başkanı olunca toplumsal sağlık hizmetlerini tek tek yaşama geçirmeye başladı.

Ama… CIA‘nın desteklediği Şili’deki faşist askeri cunta, Başkan Dr. Allende’yi katletti.

Darbenin nedenlerinden biri de, “Ölüm İmparatoru” Rockefeller tarafından dünyaya dayatılan “endüstriyel tıbba” Dr. Allende’nin karşı çıkmasıydı…

“YENİ CUMHURİYET”

Darbeyle Şili, neoliberalizmin laboratuvarı oldu.

– Şili’de kişi başına sağlık gideri Dr. Allende döneminde 43 $ iken darbeden sonra 23 dolara indi…

– Kamu sağlık harcamaları darbeden sonra %65 azaltıldı…
– Ulusal sağlık sisteminin toplam harcamalardaki payı darbenin yapıldığı 1973 yılından 1983 yılına kadarki süreçte üçte bir oranında indirildi…
– Yatırım harcamalarının toplam sağlık harcamaları içindeki oranı % 12’den, on yıl sonra %1’e düşürüldü…
– Darbe döneminde doktorların tabip odalarına üye zorunluğu kaldırılarak sağlık sistemi üzerindeki hekimlerin etkinlikleri azaltıldı…

  • Şili’den dünyaya, “sosyal devlet” yerine, güvencesiz, dayanışmasız, özelleştirilmeci rekabetçi ve salt bedeni hedefleyen neoliberal sağlık hizmeti projesi yayıldı…

Benzer yapısal-köklü iktisadi dönüşüm 1976’da askeri darbelerle Arjantin ve 1980’de Türkiye gibi ülkelerde yaşama geçirildi…

Prof. Milton Friedman 1982’de Şili’yi “ekonomik mucize” olarak selamladı. O dönem derin örgütlenme Mont Pelerin üyesi sekiz neo-liberal; Friedrich Hayek, Milton Friedman, George Stigler, Maurice Allais, James M. Buchanan, Ronald Coase, Gary Becker, Vernon Smith’e Nobel Ekonomi Ödülü verildi!
Öyle maskeleme yaptılar ki kim sağcı, kim solcu kafalar karıştı. Neo-liberalizm yalnızca Özal gibi muhafazakâr iktidarların değil, Blair gibi sosyal demokratların da politik yolu oldu.
Amerikalı “solcu neo-conlar” “Yeni Cumhuriyet” adlı dergi çıkardı! “Yeni CHP” buralardan doğdu!

Toparlarsam: Bugün… Şili, tarihinin en büyük protestolarına sahne oluyor; milyonu aşkın insan neo-liberalizmi protesto ediyor. Hedefleri yalnızca hükümet değil, (örneğin sizlere avuç avuç ilaç yutturan, sürekli MR çektiren) neo-liberal iktisadi sistemi değiştirmek.

40 yıllık yalan ezberi siz de yıkın… Ezberlemek bilmek değil çünkü.

ABD Temsilciler Meclisi, Ermeni ‘soykırımı’ tasarısını ve Türkiye’ye yaptırımları kabul etti… Erdoğan’ın mal varlığı araştırılacak

ABD Temsilciler Meclisi, Ermeni ‘soykırımı’ tasarısını ve Türkiye’ye yaptırımları kabul etti…

Erdoğan’ın mal varlığı araştırılacak

ABD Temsilciler Meclisi, Ermeni ‘soykırımı’ tasarısını ve Türkiye’ye yaptırımları kabul etti… Erdoğan’ın mal varlığı araştırılacak

ABD Temsilciler Meclisi Ermeni soykırımı iddialarını resmen tanıyan karar tasarısını ve Türkiye’ye Suriye’nin kuzeyine yönelik Barış Pınarı Harekatı’ndan dolayı yaptırımlar öngören tasarıyı kabul etti.

Ermeni soykırımı iddialarını tanıyan karar tasarısı Cumhuriyetçi Senatör Ted Cruz ile Demokrat Senatör Bob Menendez tarafından Meclise sunulmuştu.

Temsilciler Meclisi’nde, Ermeni Soykırımı karar tasarısını nihai oylamaya götüren usul oylaması 223’e karşı 191 oyla kabul edildi. Usul oylamasına Demokratlar destek verirken Cumhuriyetçiler karşı çıktı.

TÜRKİYEYE YAPTIRIMLAR KABUL EDİLDİ

ABD Temsilciler Meclisini Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusuna yönelik operasyonuna ilişkin Türkiye’ye bazı yaptırımlar getirilmesini öngören yasa tasarısını oy çokluğu ile kabul etti.

Temsilciler Meclisindeki, Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda düzenlediği Barış Pınarı Harekatı nedeniyle Türkiye’ye yaptırımlar getirilmesini öngören yasa tasarısı bugün oylandı.

Tasarıya 403 vekil “evet” oyu kullanırken, “hayır” oyları 16’da kaldı.

Twitter hesabı üzerinden kararı değerlendiren Çavuşoğlu, “Projeleri hüsrana uğrayanlar raflardaki köhne tasarılara sarıldılar. Bizden bu yolla intikam alacaklarını sananlar yanılıyorlar. Tarihi siyasete alet edenlerin bu utanç verici kararı; Hükümetimizin ve Halkımızın gözünde yok hükmündedir.” dedi.

ERDOĞAN’IN MAL VARLIĞINA İLİŞKİN RAPOR HAZIRLANACAK

Yasanın kabulünden sonra en geç 120 gün içinde ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun, Hazine Bakanı Steven Mnuchin ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien ile istişare içinde Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesinin net mal varlığı, gelir kaynakları ve iş ilişkilerine dair bir rapor hazırlanmasını şart koşuyor.

Tasarı ABD Başkanı Trump’ın, Milli Savunma Bakanı Akar dahil Barış Pınarı Harekatı’nda payı olan Türk yetkililere vize yasağı ve mal varlığı dondurma gibi tedbirler getirmesini öngörürken ayrıca, Trump’ın Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın almasından dolayı CAATSA yaptırımlarını yürürlüğe koymasını gerektiriyor.

(https://www.abcgazetesi.com/abd-temsilciler-meclisi-ermeni-soykirimi-iddialarini-taniyan-tasariyi-kabul-etti-51684)

Cumhuriyet ve Demokrasi

Cumhuriyet ve demokrasi

Av. Nazan Moroğlu ile ilgili görsel sonucu
Av. Nazan Moroğlu
İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı

Cumhuriyet, 29 Ekim 2019
Mustafa Kemal’in önderliğinde emperyalist güçlere karşı verilen tam bağımsızlık mücadelesinin zaferle sonuçlanmasının ardından, 96 yıl önce 29 Ekim’de ilan edilen Cumhuriyetimiz, ulusal egemenlik temeline dayandırılmıştır.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yapılan devrimlerle toplumun her alanda çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılması ve devletin laik hukuk temelinde yapılandırılması hedeflenmiştir. Günümüzde demokrasinin temel kriteri (AS: ölçütü) olan kadın – erkek eşitliği, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi olarak kabul edilmiştir.

Cumhuriyet bir kadın devrimidir

Cumhuriyetle başlayan büyük toplumsal dönüşümün temel ekseni “kadın – erkek eşitliği” olmuştur. Henüz “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”; “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi – CEDAW” gibi uluslararası sözleşmelerin dünya gündeminde bile olmadığı bir dönemde, Türkiye’de kadınlara siyasal haklar tanınmıştır. Atatürk’ün önderliğinde doğrudan kadın haklarına yönelik yapılan devrimlerle demokratikleşme yolunda kararlı adımlar atılmaya başlanmıştır.

Eğitimde eşit haklar:

3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ülkede eğitim ve öğretimde birlik (AS: öğretimde birlik) ilkesi temel alınmıştır. 20 Nisan 1924 tarihli (Teşkilatı Esasiye Kanunu) Anayasamızın 87. maddesinde “İptidai tahsil bütün Türkler için mecburi ve devlet mekteplerinde meccanidir.” (AS: ücretsizdir) denilerek kadın ve erkek herkes için temel eğitimin zorunlu anayasal bir görev olduğu hükmüne yer verilmiştir.

Yurttaş olarak eşit haklar:
1926’da Medeni Kanunun kabulüyle kadınlar, evlenme, boşanma, mal varlığı, miras gibi özel yaşamlarına ilişkin haklarda erkeklerle eşit konuma getirilmişlerdir. Örneğin Medeni Kanun’la “erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesi yerine” “tek eşlilik” ve “resmi nikâh”; erkeğin “boş ol” demesiyle boşanma yerine “hâkim kararıyla boşanma”, kız ve erkeklere “eşit miras payı” kabul edilmiştir.

Çalışma yaşamında eşit haklar:
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren (AS: başlayarak) kadınların meslek sahibi olması teşvik edilmiştir. 1930 yılında doğum izni düzenlenmiş, 8 Haziran 1936’da yürürlüğe giren İş Kanunu ile kadınların çalışma ilkeleri benimsenmiştir. 1945 yılında 4772 sayılı yasa ile “analık sigortası ile doğum yardımı” hakları tanınmıştır.

Siyasette eşit haklar
Kadınlar, 3 Nisan 1930’da belediyelere; 1933’te muhtarlık ve ihtiyar heyetine seçilme ve seçme hakkına sahip olmuşlardır. Yalnızca erkeklere tanınan milletvekili seçme hakkı, 1924 Anayasası’ nın 10. ve 11. maddesinde 5 Aralık 1934’te yapılan değişiklikle kadınlara da tanınmıştır. Anayasanın söz konusu 10. ve 11. maddeleri değişikliklerine uygun olarak İntihabı Mebusan Kanunu’nda (Milletvekili Seçimi Kanunu’nda) yine aynı tarihte değişiklik yapılmış ve anayasayla tanınan eşit haklara seçim yasasında da yer verilmiştir. Hem anayasa değişikliği hem seçim yasasındaki değişikliğin 11 Aralık 1934 tarihli Resmi Gazetede birlikte ilan edilmesi, kadın – erkek eşitliğinin yaşama geçirilmesindeki kararlılığın çok değerli bir örneğidir.

Laiklik kadın haklarının güvencesi!

1924 Anayasası 2. maddesinde “Türkiye devletinin dini İslamdır” hükmü 10 Nisan 1928’de anayasa değişiklikliğiyle çıkarılmış ve hukuk devrimine temel oluşturması hedeflenen laiklik ilkesine ilk adım atılmıştır. Bununla, anayasanın 88. maddesinde yer alan “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” hükmüne de uyum sağlanmış ve yurttaşlara dine dayalı ayrımcılığı önlemek üzere anayasal temel oluşturulmuştur.

5 Şubat 1937’de, kadın haklarının da güvencesi olan “laiklik” ilkesine Anayasada yer verilmiş, günümüzde ise, her ne kadar yasalarda eşit haklar tanınmış ve kadın – erkek eşitliğine yönelik uluslararası sözleşmeler onaylanarak taahhüt (AS: yüküm) altına girilmişse de; ülkemizde hukukun, laikliğin çok yönlü göz ardı edildiğine tanık oluyoruz. Özellikle kadını birey olarak görmeyen yönetimin uygulamaları karşısında Cumhuriyetimizin aydınlığını yeniden yaşatmak için mücadeleye devam diyoruz.

‘150 MR veya tomografiden 120’si gereksiz’

‘150 MR veya tomografiden 120’si gereksiz’

Radyoloji uzmanlarına göre tıbbi görüntüleme cihazları klinik muayenenin yerini aldı. Türk Radyoloji Derneği Başkanı Prof. Tuncay Hazırolan’a göre, “tedavi yapmayı bilen ama tanı koymayı bilmeyen doktorlar çoğalıyor. Hazırolan ayrıca 150 MR veya BT’den 120’sinin gereksiz olduğunu belirtti. (cumhuriyet.com.tr, 28 Ekim 2019)
“Karnı ağrıyana, öksürene tomografi yazılıyor.”
Bu sözler, Türk Radyoloji Derneği Başkanı Prof. Tuncay Hazırolan’a ait. DW Türkçe’nin, sağlık sisteminde önemli bir sorun haline gelen teleradyoloji uygulamasını konuştuğu uzmanlar, Türkiye’de MR (manyetik rezonans), BT (bilgisayarlı tomografi), ultrason gibi görüntüleme cihazlarının gereğinden çok kullanıldığını söyleyerek bunun tehlikelerine dikkat çekiyor. İzmir Tabip Odası Başkanı, radyoloji uzmanı Prof. Funda Obuz, “Hastaya gereksiz yere X ışını verilmiş oluyor” derken bir başka riski de ekliyor: “Bir radyolog günde 20, en çok 30 rapor yazabilir. Kamuda bu sayı 100-200’ün altına düşmüyor. Bu kadar hızlı rapor yazılması hatalı sonuçlara yol açabilir.” Yani hastaya yanlış tanı konabilir.
Deutsche Welle Türkçe’den Emine Algan’ın haberine göre Türkiye’de 2003 yılında başlayan Sağlıkta Dönüşüm Programı’yla birlikte hastanelerin yapısı değişti. Özel hastanelerdeki muayene ve tedavi giderinin bir bölümünü Devlet karşılamaya başladı, böylece hasta isterse ücret farkı ödeyerek özel hastaneye gidebilir duruma geldi. Kamu hastaneleri ise dışarıdan hizmet satın almaya başladı, yani taşeron sistemine geçildi. Bunun ilk adımı tıbbi görüntüleme cihazlarıyla atıldı. Türk Radyoloji Derneği Başkanı Prof. Hazırolan işleyişi şöyle anlatıyor:
“Bir hastaneye tomografi veya MR cihazı alınacaksa ihaleye çıkılıyor. Katılan firmalar çekim başına fiyat veriyor. Eğer şartnamede raporları da o firma yaptıracak diye bir madde varsa ya dışarıdan doktor getiriliyor ya da çeşitli yerlere gönderip rapor yazdırılıyor. Rekabet yoğun olduğu için her geçen gün fiyat düşüyor. Bir devlet hastanesinin ihtiyacını görecek ortalama bir MR cihazı bir milyon Euro’dan başlar. İşletim ücretleri, teknisyen, doktor maaşıyla bayağı yüksek bir meblağ. Firma ihaleyi alabilmek için 20-30 liraya çekeceğim dediği zaman cihazın kapasitesi günde 50 hastaysa, çok daha fazla çekmesi gerekir ki kârlı çıksın.”
RADYOLOGLAR 2-3 LİRAYA RAPOR YAZIYOR
DW Türkçe’nin görüşlerine başvurduğu radyoloji uzmanlarının tümü, bu durumun hem hastayı hem doktoru mağdur ettiğini söylüyor. “Kaliteli bir MR çekimi 20 dakikadan aşağı sürmez..” diyor Prof. Hazırolan. 24 saat kesintisiz çalışan bir cihazla en fazla 80 çekim yapılabilecekken Türkiye’de bu sayı 150’nin üzerinde. Bu da kalitesiz tetkik sayısının artmasına neden oluyor. Ayrıca aşırı istem nedeniyle hasta aylarca sıra bekliyor. İlerleme riski olan bir hastalık için bazen geç kalınmış oluyor.
Adının yazılmasını istemeyen bir hekimin söyledikleri çarpıcı              :
“Bu kadar çok tetkiki okuyacak doktor bulmak da zor. Teleradyoloji devreye giriyor. Tetkikler sağa sola gönderilip 2-3 liraya hızlıca rapor yazdırılıyor. Maalesef iş ahlâkı olmayan doktorlar arasında da rekabet var. Bir doktor günde maksimum 50 MR okuyabilecekken 300 tane okuyor veya okumuş gibi yapıyor. Bir uzman doktorun aynı gün içinde 500-600 raporda imzası olduğunu biliyoruz. Elbette bunun olanağı yok, farklı yerlerdeki asistanlarına okutuyor. 3 liradan yazılsa günde 1500 lira kazanmış oluyor.
  • Muğla’da çekilen bir tomografinin raporu Kayseri’de, Van’da, herhangi bir yerde yazılabiliyor.”
Teleradyolojide raporu kimin yazdığı meçhul” diyen Prof. Obuz da endişeli:
“Uzmanlık eğitimini de olumsuz yönde etkileyen bir durum bu. Radyoloji bir bütündür, hem iyi tetkik yapacaksınız hem de onu doğru yorumlayacaksınız. Bu ikisi bir arada olmazsa hatalı sonuçlar çıkabilir. Hastalarımıza nitelikli bir sağlık hizmeti veremeyiz. Taşeron firmaların kendi özel teknisyenleri var, biz onlara pek müdahale edemiyoruz.
Hizmet alımı modeli, örneğin şehir hastanelerinde laboratuvarlara, patolojiye de uygulanmaya başladı.”
“HERKES FAZLA HASTA BAKMIŞ GİBİ YAPMAYA BAŞLADI”
Sağlık Bakanlığı’nın 2017’de güncellenen verilerine göre
  • Türkiye MR çekiminde dünya birincisi; bin kişide 174 görüntüleme kayıtlara geçmiş. BT’de ise, İsrail’den sonra ikinci; bin kişi başına çekilen BT sayısı 205. MR ve BT çekimi ABD’de bin dolar, Almanya’da 500 Avro, Türkiye’de ise 70 lira.
Görüntüleme cihazlarına bu kadar yoğun başvurulmasının tek nedeni taşeron uygulaması değil. Prof. Tuncay Hazırolan, performans sisteminin buna yol açtığını söylüyor:

“Doktorlar çalıştığı kadar para alıyor. Üst limit yok, ne kadar çok hasta bakarsanız ona göre maaşınız artıyor. Bir klinisyen doktor, dünya standardına göre günde 20-30 hasta muayene eder. Türkiye’de bunu yapan hekim üç birim maaş alıyorsa kapı komşusu 150 hastayı değerlendiriyormuş gibi yapıp 15 birim alabiliyor. Böyle olunca herkes fazla hasta bakmış gibi yapmaya başladı. Yeterince klinik bilgi alamadan ve muayene etmeden karnı ağrıyana ultrason, öksürene tomografi, başı ya da beli ağrıyana MR yazıldığı için tetkik sayılarında patlama oldu. Hasta şikâyetini söylüyor, doktor direkt olarak laboratuvar tetkiki ve görüntüleme istiyor, sonra da sonuçlara göre ilaç yazıyor. En önemli basamaklar olan ve doktorun kalitesini belirleyen hikâye alma, muayene etme ve ayırıcı tanı yapma basamakları ortadan kalktı! Bu basamaklar doğru uygulansa çoğu kez MR veya tomografiye ihtiyaç olmayacak. Çekilen 150 MR veya BT’den 120’si gereksiz”

Muayene bilmeyen doktorlar yetişiyor

Geleceği de etkileyecek olan başka bir soruna daha işaret ediyor Prof. Hazırolan:

“Genç doktorlar muayene etmeyi unuttular ya da hiç öğrenemediler. Tedavi yapmayı bilen ama tanı koymayı bilmeyen doktorlar çoğalıyor, doğrudan hastanın yakınmasına göre tetkik istiyor. Bir süre sonra ‘Yeterli muayene yapın’ denildiğinde bunu yapamayacak doktorlarla karşılaşacağız.”

Adının yazılmasını istemeyen bir başka radyoloji uzmanı, “Halk da alıştı buna ve geri dönüşü olmayan bir yola girildi. Sağlık Bakanlığı da farkında ama oradan dönmek kolay değil.” diyor. Radyoloji Derneği’ne göre yapılması gereken şey, bir doktor günde kaç hasta bakabilir, kaç rapor yazabilir, bunun belirlenmesi ve performans sisteminin kaldırılması. Bunu yapacak olan kurum Sağlık Bakanlığı. DW Türkçe’nin görüşlerine başvurduğu Bakanlıktan gelen yanıt ise şöyle:

Teletıp sistemi sağlık tesislerindeki tıbbi görüntülerin, radyolojik raporların ve klinik dokümanların uluslararası standartlarda elektronik ortamda tutulması amacıyla hizmete sunuldu. Sistem sayesinde görüntüleri raporlamakla görevli radyologlar meslektaşlarıyla anlık olarak görüntüleri paylaşıp on line birlikte değerlendirebiliyor, raporlama yapabiliyor. 2015 yılından bu yana teletıp sistemine 1897 sağlık tesisi entegre olmuş durumda. Bu haliyle dünyadaki benzeri sistemlerin en büyüğü ve en kapsamlısı olarak biliniyor.”

Hançeremizi yırtarcasına bağıralım: Yaşasın Cumhuriyet!

Hançeremizi yırtarcasına bağıralım: Yaşasın Cumhuriyet!

Orhan Bursalı
Cumhuriyet
, 29 Ekim 2019 Salı
Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyetin ilanı kutlu olsun.

Nevşehir’de, Cumhuriyet yurttaşlarının vergileriyle maaşını alıp geçimini sağlayan bir memur, Cumhuriyet törenini, yürüyüşünü yasaklamış! Gerekçesine bakın:

  • Ülkemizin içinde bulunduğu hassas durumdan dolayı milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla, yürüyüşün yapılması uygun görülmemiştir.”

Ama memur bey bonkör, lütfen Ata büstüne çelenk konulmasına ise izin vermiş.
Şüphesiz hata Cumhuriyet Bayramı için bu izni talep edenlerde bence..
Yürüyüşü düzenleyen CHP İl Başkanlığı.
Millet bu yasağa uyar mı, bilmiyorum.
Gerekçede “..başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gibi bir ucube ifade var. Şu mu yani: “Ülkemizde padişahçılar var, Atatürk ve arkadaşlarının Cumhuriyeti ilan etmesine karşı çıkanlar var; bu kutlama ile onları rencide edeceksiniz, yürüyüş yaparak onların hak ve özgürlüklerine saldırmış olacaksınız..
Aslında bu iktidarın kalben, ruhen, ideolojik olarak Cumhuriyetçi olduğuna inanmak zor.
Atadıkları memurların kafa yapısına bakın, yukarıdakilerin zihniyetini anlayın. Tek adam, sultan, padişah, Abdülhamit hayranlığı vb. gibi sıfatlardan rahatsız olmayan bir lider var. Olsa, bunları yasaklıyorum, ben Cumhuriyet çocuğuyum der. Cumhuriyeti, ilanını yüceltir. Düşünün, Diyanet’in başında oturan bir memur da var. Cumhuriyetçi mi, Atatürk ve arkadaşlarına zerre minnet, vefa duymayan, ama onun kurduğu bu topraklar üzerinde doğan, yaşayan, ekmek yiyen…

Yaşasın Cumhuriyet!

Hançeremizi yırtarcasına bağıralım:

  • Yaşasın Cumhuriyet,
  • yaşasın bu ülkeyi sıfırdan yaratan Atatürk ve tüm silah arkadaşları,
  • Kurtuluş Savaşı kahramanları, savaşanları.
  • Cumhuriyeti kuranlar ve yaşatanlar bin yaşasın!..

İnşa ettikleri, tarihe atılan büyük bir imzadır. Silinmeyecek ve her yıl anımsanacak olan.
Bu imzanın karşılığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığıdır.
Bundan daha büyük onur ve gurur olur mu!
Türkiye’nin varlığını uyguladıkları politikalarla tartışma konusu yaptıranlar, diyorlar ki Cumhuriyet Bayramı her gün ülkeyi korumak içini savaş veriyoruz..
Yurtta barış dünyada barış politikasını pasif bulduklarını açıklayanlar, bu politikayı mezara gömmüşler ve sözde aktif bir “yurtta barış dünyada barış”a dönmüşler. Zerre ilişkisi yok.
Ne yurtta barış var, ne de başucumuzda barış.
Ülkenin tapu senedi olan Lozan Antlaşması için bile, alınacakların asgarisi elde edilmiştir, gibi sözler edenler, hele hele Lozan üzerine utanılacak laf eden ucube Prof’lar, Kurtuluş ve Kuruluş’a şu veya bu şekilde karşı olduklarını belirtmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar.
Kurdukları saltanat bile, başlı başına Cumhuriyet karşıtlığıdır.

    • Cumhuriyet halktır.
    • Cumhuriyet sadeliktir.
    • Cumhuriyet, gece – gündüz aç ve çıplak gezmeyenlerin, yatmayanların rejimidir.
    • Cumhuriyet fırsat eşitliğidir, gelir adaletidir.
    • Yaşasın Cumhuriyet!
*****
YÖK ve Üniversite

Okur notu, Bekir Onur: YÖK’ün nitelikli bilim insanı yetiştirme programı sevindirici ama nitelikli bilim nitelikli üniversiteden çıkar. Yani önce üniversitenin gerçek bilim yuvası olması beklenir. Üniversitelerimizin ve ülkemizin bilim fotoğrafının değişmesi için öncelikle yapılacak şey üniversiteyi evrensel bilim yuvası yapacak kültürü, atmosferi, iklimi yaratmak olmalı.
Bunun önlemlerini almadan ne eski ne yeni YÖK başarılı olabilir. Fotoğrafın değişmesi nasıl sağlanır sorusuna birkaç öneri:

Üniversiteyi kapalı kutu olmaktan çıkarmalı, saydamlaştırmalı (herkesin ne anlattığını, ne yazdığını herkes görebilmeli, korkmadan eleştirebilmeli). Akademik dereceler al gülüm ver gülüm, usulüyle alınıp verilmemeli (örneğin İngiltere’de olduğu gibi, tez danışmanı tez jürisine girememeli). Soru sorma, eleştiri yapma özgürlüğü olmalı, cesareti verilmeli, bu amaçla geniş katılımlı serbest tartışma saatleri oluşturulmalı. Çalışma alanı ne olursa olsun bütün lisansüstü öğrencilerinin bilim felsefesi dersleri alması sağlanmalı… Veri üreten ama fikir üretmeyen yığınla tez çalışmasının en önemli kusuru bu noktadadır… Üniversiteyi toplumla bütünleştirecek önlemleri de almak zorundayız: Halka açık konferanslar; üniversite kütüphanelerinde halka açık okuma ve tartışma saatleri; halkla birlikte yürütülecek araştırma projeleri..

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİNİN 7188 SAYILI KANUN -YARGI REFORMU STRATEJİ BELGESİ- KONUSUNDA HAZIRLADIĞI BROŞÜR ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİNİN 7188 SAYILI KANUN -YARGI REFORMU STRATEJİ BELGESİ- KONUSUNDA HAZIRLADIĞI BROŞÜR ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER

Mahmut ESEN
(E) Mülkiye Başmüfettişi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin ilk paketindeki yasa değişikliği gerektiren kimi hususlar, 17.10.2019 gün ve 7188 sayı ile yasalaşmıştır.
Bu konularda avukatları bilgilendirmek için TBB tarafından bir broşür hazırlanmıştır. Konuya ilişkin “önemli iyileştirmeler ve gelişmeler sağlandığına” vurgu yapılan bu broşür tarafımdan incelenmiş, dikkatimi özellikle çeken kimi konular, kamuoyunu bilgilendirme bağlamında aşağıda özetle belirtilmiştir.

1- Dava sayısını azaltmasının yanı sıra, “avukatlara on binlerce yeni iş olanağı sağlayacağı” gerekçesiyle hızlı (seri) muhakeme usulünün gelmiş olmasının TBB tarafından coşku ile savunulduğu, meslek mensuplarının çıkarları ile birlikte toplumun çıkarlarının gözetilmesinin göz ardı edildiği görülmektedir.
Oysa yasa ile getirilmiş olan basit muhakeme usulünde; asliye cezalık suçların büyük bölümünde, avukatının da huzurunda şüphelinin, C. Savcısınca teklif edilecek olan seri muhakeme usulü uygulanmasını kabul etmesi halinde, C. Savcısı suç için belirlenmiş cezanın yarısı oranında yaptırım belirleyerek iddianame düzenleyecek, gerekirse suçu erteleme kapsamına alabilecektir. İddianameyi kabul eden Asliye Ceza Mahkemesince basit yargılama usulü uygulanacak ve itiraz olmaması durumunda, dava hakkında duruşma yapılmaksızın dosya üzerinden karar verilebilecektir.
Bu usulün uygulanması ile, suç işleyenler hakkında, bu suçlar TCK’da öngörülmüş cezaların yarısı oranında ceza verilebilecektir.
Bu usul ile suç işleyenlerin korundukları, bu durumda kamu düzeninin olumsuz etkileneceği açıktır.

2– Yürürlükte olan yasada bir yıl olan, Yargı Reformu Strateji Belgesi’nde iki yıla çıkarılması önerilen ertelemenin üst sınırı, genel kurul kararı ile yeni yasada üç yıla çıkarılmıştır.
Bu yolla, uzlaştırma ve ön ödeme kapsamındaki suçlar dışında, Cumhuriyet savcısı, üst sınırı 3 yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı, yeterli kuşkunun varlığına karşın kamu davasının açılmasının 5 yıl süreyle ertelenmesine karar verebilecektir.
Erteleme süresi içinde kasıtlı bir suç işlenmediği takdirde, kovuşturmaya yer olmadığına karar verilecektir.

CMK’nın ilk biçiminde bulunmayan ve daha sonra 6.12.2006 gün ve 5560 sayılı yasayla 1 yıl olarak getirilmiş olan erteleme sınırının 3 yıla çıkarılması, C. Savcısına verilmiş geniş takdir yetkisi sonucu olarak, suçluların büyük bölümü -ne yazık ki- cezasız kalacaktır.

Artan suçlular nedeniyle ceza vermede, verilen cezaların tam olarak infaz edilmeleri konularında toplum olarak güçlük çekmeye başladığımız anlaşılmaktadır.

3-15 yıl kıdemi bulunan avukatlara, haklarında kimi suçlardan dolayı soruşturma / kovuşturma açılmamış olması koşulu ile hususi damgalı pasaport (yeşil pasaport) verilebilecek olması durumunun, TBB tarafından büyük bir başarı gibi avukatlara sunulduğu anlaşılmaktadır.
Ancak avukatlarımıza yeşil pasaport verilmesinde geç kalınmıştır. Çünkü Almanya başta olmak üzere AB ülkelerinin resmi görevle gelmeyen yeşil pasaport sahiplerine yönelik denetimlerini sıklaştırdıkları (sağlık sigortası, dönüş bileti, nakit para veya geçerli kredi kartı sorulduğu, aksi halde girişlerine izin verilmediğine) ilişkin haberler basında yer almaya başlamıştır. (https://t24.com.tr/yazarlar/zeynel-lule/ab-nin-yesil-pasaport-sikintisi,23886)

Selam ve saygılarımla. 28.10.2019
===================================
Dostlar,

7188 Sayılı “Yargı Reformu” Yasası Yüzeysel Bir Adımdır; O Denli!

7188 sayılı yasa kapsamında getirilen yeni düzenlemeler yüzeyseldir, dolayısıyla “REFORM” olma savı yerinde değildir. “Reform” nitelemesi aşkın ve duygusal bir değerlendirmedir.
AKP yönetiminde eylemli olarak ya da baskıcı mevzuatla yitirilmiş kimi haklar, kısık sesle sanki bir ölçüde (kısmen) geri verilmektedir..

Bu düzenlemeler, Türkiye’ye, çoktan ve derin biçimde yitirdiği “hukuk devleti” olma nitemini asla geri kazandıramayacaktır. Bu bağlamda sayısız olumsuz örnek verilebilir. Her şeyden önce “ucube TEK ADAM REJİMİ” utandırıcıdır ve siyasal kuramda (teoride) yeri olmayan, kendine özgü (nev-i şahsına münhasır) anomalili bir rejimdir ve daha 1. yılında ciddi biçimde tıkanmış, Türkiye’yi çok yönlü soluksuz bırakmıştır.

Demokratik Cumhuriyet‘in temel koşulu 3 ana erke ve bunların ayrılığı ile karşılıklı denge -denet (check and balance) sistemine dayalı olmasıdır.

Cumhuriyetimizin 96. yılını kutladığımız bu günde öncelikli sorunumuz, rejimin hızla normalleştirilmesi ve parlamenter sisteme yeniden dönülmesidir. Böylesi köktenci bir değişim, hiç kuşkusuz AKP = Erdoğan‘ın da ciddi biçimde yararına olacaktır.
***
Öte yandan, 7188 sayılı yasa ile ceza ve ceza muhakemesi yargısına getirilen değişiklikler, suçların etkin yaptırım görmesini de ciddi biçimde engelleyebilecektir. Bu olgu, toplumda adalet duygusunu zedeleyebilir ve zincirleme sorunlara yol açabilir..
C. Savcısına tanınan erteleme, uzlaşma…. yetkileri aşkındır ve istismara açık olabilir.

En önemlisi ise, AKP = Erdoğan‘ın baskıcı – ayrıştırıcı – ötekileştirici – kendini her şeyin üstünde gören olağanüstü kibirli kişiliğinin (narsisistik kişilik yapısı) yarattığı iklimde, olabildiğine siyasallaşmış, yandaş kadrolarla doldurulmuş yargı sisteminde, 7188 s. yasanın muradının ne ölçüde yaşama geçirilebileceğidir. Öte yandan bu düzenlemeler olsa olsa çok sınırlı ve iyi niyetli görünen başlangıç düzenlemelerinden öte bir beklentiyi de hak etmemektedir gerçekçi olmak gerekirse.

Söz gelimi Hukuk eğitimi (ve Tıp) ABD’de, 4 yıllık herhangi bir lisans eğitiminden sonra alınabilmektedir. Hukuk mesleklerinde çalışacakların entellektüel ve profesyonel olgunlaşması son derece önemsenmektedir. Yargıçlık kürsüleri hemen hemen tümüyle ek olarak lisansüstü derece ile elde edilebilmektedir. Ülkemizde Hukuk lisans eğitiminin ciddi sorunları vardır. Gereksinilen insangücü planlaması başta, eğitim standartlarının yükseltilmesi kaçınılmazdır.

Hızla çeşitlenen ve kapsam kazanan yaşam alanlarına karşılık düşen hukuksal düzenlemeler karşısında 4 yıllık lisans eğitimi, temel bilgi – beceriyi edinmede bile son derece yetersiz kalmaktadır ve giderek uzmanlaşma zorunlulaşmaktadır. Tıpta, diş hekimliğinde, mühendislikte olduğu gibi hukuk profesyonellerinin de uzmanlık dallarına ayrılması hızla planlanmalıdır. Pratisyen hekimlikte yaşanan zorluklar, “pratisyen hukukçu – avukat – savcı” bir ölçüde yargıçlar için de geçerlidir.

Son olarak; TBB’nin -Başkan Feyzioğlu’nun- 7188 s. yasayı değerlendirirken sıklıkla “avukatlara çok sayıda ek iş olanaklarının çıkacağını” öne çıkarması, bu hizmetleri kullanmak zorunda kalacakların durumu bakımından rahatsız edici etik kaygılar uyandırmaktadır..

Sevgi ve saygı ile. 29 Ekim 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
AÜHF Öğrencisi, Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yargi_Reformu_Neler_Getirdi_2019

15 asırlık İslam tarihinin en günahkâr iktidarı Erdoğan hükümetidir

AKP’nin kurucuları arasında yer alan CHP Milletvekili Abdüllatif Şener, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sert sözlerle eleştirdi. Şener eleştirisinde,

15 asırlık İslam tarihinin en günahkâr iktidarı Erdoğan hükümetidir.” dedi.

Şener: 15 asırlık İslam tarihinin en günahkâr iktidarı Erdoğan hükümetidir

Partisinin Konya İl Başkanlığı tarafından düzenlenen Cumhuriyet Bayramı etkinliğine katılan CHP Milletvekili Abdüllatif Şener,Erdoğan’ın yönetimiyle birlikte ülkemiz şantajlara açık, riskli bir ülke haline geldi.” diye belirtti.

SÖZCÜ’de Müslüm Evci imzasıyla yayımlanan habere göre; ABD Başkanı Trump’ın mektubu sonrası Erdoğan’ın tutumunu değerlendiren Şener, şunları söyledi:

“Şantajlara açık bir ülke haline geldik”

“Barış Pınarı Harekatı sırasında Trump bir mektup gönderdi ve

  • ‘Senin sorunlarınla çok uğraştım. Aptal olma’ dedi.

Arkasından ABD’de soruşturmalar ve yaptırım çabaları başladı. Erdoğan’ı Halkbank davasında sanık koltuğuna oturtmaya kalktılar. O yetmedi, ABD’li senatörler harekete geçti ve ‘Ailesinin mal varlığını araştıracağız’ dediler.

  • Erdoğan, kişisel durumu masaya yatırılır yatırılmaz 17 yıldır hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Trump’ın yardımcısı ile masada eşit konumda, ezik ve eğik bir şekilde oturdu.

Bu sürecin ardından harekat son buldu.

  • Erdoğan’ın yönetimiyle birlikte ülkemiz şantajlara açık, riskli bir ülke haline geldi.”

“En günahkâr iktidar Erdoğan hükümetidir”

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çamlıca Camisinde cemaate yaptığı konuşmaya da göndermede bulunan Şener, ağır eleştirilerini şöyle sürdürdü :

“Erdoğan’ın dış politikasıyla akan kan, tecavüze uğrayan kadınlar, köle pazarlarında satılan kadınlar, masum ve yetim kalan çocuklar, İslam tarihinin en vahşi ve korkunç sahnelerini meydana getirmişlerdir. Müslümanlar, Müslümanların şerrinden korunmak için Akdeniz’i geçerken on binlercesi boğularak öldü. Böyle bir zulüm politikasının din ve imanla ne ilgisi var?
Bu, İslam’a ihanet politikasıdır. 15 asırlık İslam tarihinin
en günahkar iktidarı Erdoğan hükümetidir.”

AKP hükümetinin Cumhuriyet’in bütün kazanımlarını yok etmek için uğraştığını
ifade eden Abdüllatif Şener, şunları söyledi:

Cumhuriyetimizin bütün değerlerini yok etmek için uğraşan bu iktidar çok tehlikelidir. 17 yıl boyunca bu ülkeye yaşatılanlar başka bir dönemde yaşanmadı. AKP’nin ve Erdoğan’ın kurduğu tek bir İslami kurum yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığı, ilahiyat fakülteleri ve imam hatipler, Atatürk’ün kurduğu kurumlardır. Ama AKP politikalarıyla bu kurumların içini boşalttı. Bana Tayyip Erdoğan’ın kurduğu bir tane İslami kurum söyleyin. Bunlara yine sahip çıkacak olan yegâne parti CHP’dir.”

(https://www.abcgazetesi.com/sener-15-asirlik-islam-tarihinin-en-gunahkar-iktidari-erdogan-hukumetidir-51135, 28.10.19)