Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

OSMANLIDA SON DÖNEM EĞİTİM

OSMANLIDA SON DÖNEM EĞİTİM


Prof. Dr. Süleyman Tolun
Devlet Başkanı, bu gün Osmanlı’nın son dönem eğitim düzeyiyle ilgili açıklamalar yapmış. Okuma oranı %50’ydi, sonradan savaşlar ve Harf Devrimi tesiriyle düştü diye de eklemiş.
Ben de biri iki kelam edeyim:
1* 1914’te Osmanlı’da yalnızca ABD’nin tam 426 MİSYONER OKULU bulunuyordu.
2* Bu okulların büyük bir bölümünün bina ruhsatları bile yok. Okulda eğitim veren öğretmenlerin ağırlıklı bölümü Houston merkezli misyoner teşkilatı olan Board kuruluşundan geliyor. Okullardaki müfredat tümüyle bağımsız. Osmanlı, bu okullara diş geçiremiyor.
3* Bu okullarda 25 bin dolayında öğrenci bulunuyor. Aynı zamanda yine salt ABD’nin 9 hastanesi ve 10 dispanseri bulunuyor. Bu teşekküllerin 1879’daki maddi büyüklüğü tam 100 milyon $ ediyor ki o dönem için bu çok büyük bir para.
4* Peki ABD’nin onca yoldan gelip ülkede böyle teşkilatlanmasının ardındaki neden ne ola?
Onu da bizzat Houston merkezli Board kuruluşundan Roger R. Trask’ın 1924 tarihli raporundan anlıyoruz:
5* ABD tüm bu yığılmayı 1830 (AS: 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması) yılında imzalanan Ticaret antlaşmasının barındırdığı “KAPİTÜLASYONLARA” dayandırıyor. Hani şu Lozan’da kaldırılan… Bu antlaşmaya göre ABD istediği yerde konsolosluk açıyor. Sonra da okulu o bölgede kurup MİSYONERLİĞE başlıyor.
6* Bu okullarda yetişenler daha sonra Adana’da örgütlenip devleti tehdit eden sorunlar çıkardı.
Abdülhamit kimi okulları kapatmaya niyetlenince ABD, Kentucky isimli savaş gemisini İzmir’e gönderdi. Geri adım atıldı. Üstüne 1902’de misyonerlere yeni haklar tanındı.
7* İnanmayan varsa The New York Times’ın, 20 Kasım 1900 tarihli baskısının “Warship Send to Turkey” başlıklı haberini okuyabilir. Osmanlı eğitim hususunda özellikle 1850’lerden sonra ipin ucunu böyle kaçırmıştı.
8* Osmanlı ipin ucunu kaçırmıştı derken temelsiz konuşmuyorum:
1891 ve 1894 tarihli Zühtü Paşa imzalı,
1892 tarihli Mihran Boyacıyan imzalı,
1898 tarihli Şakip Paşa imzalı eğitim raporlarını okudum. Osmanlı fark etmiş. Ama geç kalmış.
9* Mihran Boyacıyan, raporunda aynen şöyle yazmış: “Yapılan düzenlemelerle birlikte kötü gidiş engellenememiştir. Lübnan elden çıkmak üzeredir ve memurlar dışında Türkçe konuşan kimse bulunmamaktadır.” Lübnan’da Fransız-Amerikan okulları çekişiyordu.
10* Bu okullar daha sonra görevlerini çok iyi yerine getirdiler.
Bulgar okulları Bulgaristan’ın kuruluşunda,
Merzifon okulu Pontus isyanında,
Adana okulu Ermeni isyanında,
Güneydoğudaki okullar da Fransız işgalinde,
adeta karargah görevi üstlendi.
11* Milli Mücadele bu içerideki hainlerle mücadele için az mı çile çekti?
Bakın o dönem Albay olan İsmet Bey neler anlatıyor:
(TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:1, İçtima: 1, C. 4, 2. Bs., 1942, s. 296)
12* İşte, tüm bu eğitim kapitülasyonları Lozan’da “istisnasız” kaldırıldı.
Okulların elindeki tüm imtiyazlar alındı. Hepsi, “Türk Kanunlarına” uymak ve “Misyonerlik yapmamak” zorunda bırakıldı.
13* Tehvid-i Tedrisat Kanunu, 1924,1925 ve 1926 genelgeleri ile hepsi hizaya sokuldu.
1926 tarihli Board raporunda şu yazıyordu:
Gelişmeler üzerine misyonerler son derece umutsuz duruma düşmeye başladı. (James L. Barton, Status and Outlook of Missionary Work in Turkey, s. 2.)
14* Cumhuriyet politikaları sayesinde misyoner okulları hareket olanağı bulamadı. Hepsi tek tek kapandı. 1928’de misyonerlik faaliyeti belirlenen Bursa Okulu kapatıldı.
1930’lara gelindiğinde 6 Amerikan okulu kalmıştı. Nereden nereye…
15* ABD son şans olarak Türkiye’ye büyükelçi ataması yapıp Joseph Grew isimli bir “misyoner okulu savunucusu” göndermişti. Ama Türkiye ona da kale gibi direndi.
Dönemin eğitim bakanı Mustafa Necati bu başarının mimarıdır.
16* Nitekim Grew, 3-17 Temmuz 1929 tarihlerinde hazırladığı durum değerlendirmesi raporunda kapitülasyon rejimini hatırlatan herhangi bir söz veya hareketten özenle kaçınmak gerektiğini ifade etmiştir. (Joseph C. Grew, Yeni Türkiye, s. 130.)
Çok uzatmayayım. Sözün özü…
Son dönem Osmanlı’nın hatalarını söylemek, yanlışlarını anlatmak Osmanlı düşmanlığı değildir.
Cumhuriyet, o yanlışları da temizleyip, milleti misyoner belasından kurtarmıştır.
Siz, Harf Devrimi nedeniyle Atatürk’e sövenlerin hiç Osmanlı döneminde sayısı 500’ü aşan MİSYONER OKULLARI nedeniyle Osmanlı padişahlarına “LAF ETTİĞİNİ” gördünüz mü?
Göremezsiniz. Zaten mesele laf etmek, sövmek değil. Yanlışı bilip doğruyu yapmak. Birilerinin temelsiz şekilde Atatürk’e sövdüğü gibi, bizlerin de son dönemlerinde “büyük hatalar yapılmış olmasına karşın” dönüp Osmanlı’ya sövmek gibi çabası olmamalı.
Okursun.
Yanlışı belirlersin.
Ders alırsın.
İbret alırsın.
Doğrusuna gayret edersin.
İlke bu olmalı.

KÜLLİYE’YE ÇIKAN CHP’Lİ

KÜLLİYE’YE ÇIKAN CHP’Lİ

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com 27.11.19

Sinirlerin gergin olduğu bir ortamda yere düşen bir bardağın çıkardığı ses, panik yaratmaya, herkesin birbirine girmesine yeter.

CHP’li birinin bir gece yarısı Külliye’ye giderek Tayyip Erdoğan’la görüştüğü, Erdoğan’ın ona “CHP’nin başına geç, sana yardım ederim” dediği haberi, siyasal yaşamda yaşanan gerginlikten ötürü gündemin başına oturdu.

Sicili bozuk bir gazetecinin, meslek yaşamı sansasyonel gazetecilikle geçmiş başka bir gazeteciye uçurduğu bu haberin üzerinde hiç durulmayabilirdi.

Gitmişse gitmiş, görüşmüşse görüşmüş, “Şeker” demekle ağız tatlanmayacağı gibi, CHP’nin başına Saray’dan icazetli birinin geçmesi de akıl işi değildi.

Normal sistemlerde değildi ama Türkiye, olağanüstü yöntemlerle yönetilen bir ülke durumuna gelmişti. Örneğin Saray’ın müdahalesi olmasaydı MHP’nin başında bugün Meral Akşener oturacaktı. İstanbul’da Belediye seçimleri yenilenmeyecek, Güneydoğu’da kimi belediyeler, seçilmiş kişilerce yönetilecekti.

Devletin başında yalnız ülkesini ve partisini “dizayn” etmekle (AS: kurgulamakla) kalmayıp muhalefet partilerine de çeki düzen vermeye kalkışan ve bu tutumunu uzun süredir sürdüren biri olmasaydı, “Külliye’ye çıkan CHP’li” haberi, kimse inanmayacağı için bu ölçüde tantana yapmazdı.

Ayrıca CHP’de Kemal Kılıçtaroğlu’nun yerine geçme hevesinden vazgeçmemiş bir politikacı bulunuyordu. CHP ile ilgili haberlere karşı son derece duyarlı, her an onun bir zaafını yakalamaya çalışan ve böylece sonu yaklaşmış olan AKP devletine biraz soluk aldırmaya çalışan besleme bir basın tetikte bekliyordu.

Haberle ilgili çorap söküğünde henüz son ilmiğe gelmedik. Konunun dallanıp budaklanacağı, olayla ilgili yeni adların ortaya atılacağı, onların da yemin billah bu işin içinde olmayacaklarını açıklayacağı süreçler yaşayacağımız anlaşılıyor. Sonra fırtına dinecek. Herkes söylediği ve yaptığıyla kalacak, sen sağ ben selamet, kervan yoluna devam edecek. Koparılan bütün gürültülere karşı şimdiden olacakları sıralamak yanlış olmaz:

  1. AKP, bu olaydan nemalanamayacak ve yıkılışını durduramayacak.
  2. Bu haber ister parti içinde uydurulmuş olsun, ister ona iftira atılmış olsun, kitlelerin ekonomik ve sosyal sorunlarını dile getirdiği sürece CHP, böyle bir haberle iktidar yürüyüşünden alıkonamaz. Her türlü rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, savaş, dış politikayı çıkmaza sokan bir parti iktidar olmaya devam edebiliyorsa, içinde böyle küçük arızalar görülen CHP muhalefet etmeye niçin devam edemesin?
  3. Bu olayda haksızlığa uğramış olduğu anlaşılan Muharrem İnce, kopardığı büyük gürültüye rağmen Cumhurbaşkanlığı adaylığı süresince kendisine verilen primi bir daha yakalayamaz.
  4. Bu şaibeli haber nedeniyle yeniden ortaya sürülen “dış güçler” komplo kuramının hiçbir değeri yoktur.
  5. Gene bu haber vesilesiyle umutları kabaran (Yılmaz Özdil) ve CHP’yi bir zamanlar Turhan Feyzioğlu’nun denediği partiye benzetme çabalarının toplumda karşılığı yoktur. Böyle bir dönüşüm CHP’nin sandıklara gömülmesiyle sonuçlanır.
  6. Türkiye’de gazetecilik can çekişmektedir. Yalnız “Külliye’ye çıkan CHP’li” haberini yapan ve onu doğrulamadan yazan gazeteci nedeniyle değil, bu haberin üzerine atlayıp onun üzerinde tepinmeyi gazetecilik sayan yandaşların çokluğundan ötürü. Bu hastalığın tedavisi, Güçler Ayrılığına dayanan parlamenter demokrasiye dönmek ve yalnız Türkiye’yi değil, gazeteleri ve gazetecileri de tek adam çıkar düzeninden kurtarmaktır.  (27 Kasım 2019)

CHARLES DARWİN: EVRİM KURAMI 160 YAŞINDA!

CHARLES DARWİN: EVRİM KURAMI 160 YAŞINDA!

İngiliz doğa bilimci Charles Darwin‘in doğal seçilim yoluyla Evrim Kuramını anlattığı kitabı Türlerin Kökeni” kitabı 160 yıl önce 24 Kasım 1859’da yayımlanmıştı. Peki Darwin’i bu kuramı oluşturmaya götüren yol nasıldı ve ne denli sürdü?

BBC Türkçe, 24 Kasım 2019 Pazar 11:47

https://www.youtube.com/watch?v=kjfWYaflrP4&feature=youtu.be 

İngiliz doğa bilimci Charles Darwin’in doğal seçilim yoluyla Evrim Kuramını anlattığı kitabı “Türlerin Kökeni” kitabı 160 yıl önce 24 Kasım 1859’da yayımlanmıştı.

Modern bilimde çığır açan insanlar olarak dünyadaki yerimizi sorgulamamıza neden olan Evrim Kuramı, bilimsel gelişmelerle de desteklendi ve artık günümüzde gezegenimizin sürekli bir değişim içinde olduğunu biliyoruz.

Peki Darwin’i bu kuramı oluşturmaya götüren yol nasıldı ve ne denli sürdü?

Bunu öğrenmek için videoyu izleyin.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/bilim_teknoloji/1704020/charles-darwin-evrim-teorisi-160-yasinda.html

 

ALLAH SİZİ KAHRETSİN

ALLAH SİZİ KAHRETSİN

Rifat Serdaroglu

Badem, Bakan olmuş. İlk dış seyahatini de İsviçre’ye yapmış.
Büyükelçilikte verilen resepsiyonda, İsviçre Denizcilik Bakanını, bizim Badem Bakanla tanıştırmışlar!
Badem Bakan gülerek, “Çok komik milletsiniz yahu! Deniziniz yok ama, Denizcilik Bakanınız var”

İsviçreli Bakan hiç istifini bozmadan taşı gediğine oturtmuş;
“Tamam da, sizde de Adalet Bakanı var!”

Gerçekten AKP’li öyle Adalet Bakanları gördük ki, keşke hiç olmasaydılar.
“Sadullah Ergin-Bekir Bozdağ-Kenan İpek-Ahmet Karahan” gibi bakanlar, Türk Yüksek Yargısını FETÖ’ye teslim ettiler, hukuk devletini çökerttiler, şimdi de utanmadan-sıkılmadan yeniden siyasette yer almaya çalışıyorlar!

Şimdiki Adalet Bakanımız Abdülhamit Gül;
(Hamdolunmuş, övülmüş, tüm varlığın diliyle övülmüş, Allah’ın kulu)
Eşi; İlknur Gül, Şeref Malkoç’un kızı!
Şeref Malkoç, eski RP ve Saadet Partisinde milletvekilliği yaptı. Has Partiden patronu Numan Kurtulmuş ile AKP’ye yatay geçiş yapıp “Karun” olmaya karar verdi.
Şu an için “Kamu Başdenetçisi” olarak görev yapıyor! Yani Kamuda, herhangi bir yolsuzluk veya ihmal varsa kamu adına, Adalet Bakanının kayınpederi Şeref Malkoç denetleyecek…

Şimdi anlatacağım olay,

-tezgahlarında Müslümanlığı pazarlayıp,
– insanlarımızı din ile kandırmaya çalışan

Bademlerin rezilliğin-ahlaksızlığın dibine ulaştıklarının kanıtıdır.

Yazının bundan sonrasını, kendinizi parasızlıktan-işsizlikten evinin gıda ihtiyacı için pazara gidemeyip, intihar eden vatandaşlarımızın yerine koyarak okuyun…

İlknur Gül;
5 yıl Ankara Büyükşehir Belediyesinde çalıştı fakat bu sürenin 4 yıl 10 ayı izinli olarak geçti.
15 Aralık’ta Saray’a danışman olarak atandı.
Bu ailenin eline her ay yaklaşık 50-60 bin TL geçer.
Bir tarafta, devletten maaş alıp hiç çalışmayan, lojmanda bedavaya oturan, devletin aracını kullanan, elektrik-doğal gaz-su gibi harcamalarını devlete yükleyen bir aile!
Bir tarafta ise toplumun %60’ının yoksulluk sınırı altında hayata tutunmaya çalıştığı bir ülke!

Üstelik bu ailenin kayınpederi Türk Milleti adına “Kamu Başdenetçisidir.”
Damat ise, T.C. Devletinin Adalet Bakanıdır…

Biri, Kamuda bir adaletsizlik varsa bulup çıkaracak, diğeri ise adaleti sağlayacak!
İyi de bunlar tüm siyasi güçlerini kendi yakınları için kullanırlarsa, bu ülkede sosyal barışı, demokrasiyi nasıl koruyacağız?

Bir diğer örnek;
Refah Partisi eski Milletvekili Hüsamettin Korkutata ve dünürü DYP İzmir eski Milletvekili Erkut Şenbaş!
İ. Melih Gökçek zamanında yüzlerce ihaleyi, belediye işletmesini, otoparkları ucuza kapatmışlar. Örnek vermek gerekirse, bir büfeyi belediyeden bin TL’ye kiralamışlar, aylık
30 bin TL’ye birine devretmişler! Her ay bir büfeden 29 bin TL avanta!

Üstelik bu ikili zaten zengin kişilerdir. Demek ki gözleri doymamış!

  • Dünya bu adaletsizliği, haksızlığı, yüzsüzlüğü daha fazla taşıyamaz!

Çoban Ateşi Hareketi bu kişilerden yargı önünde mutlaka hesap soracaktır.
Sormazsak, sizler bizden hesap sorun…
Şimdilik, belge-bilgi-sesli ifadeleri toplamaya devam edeceğiz.
Her şey Türk Milletinin gözü önünde olacak. O zamana kadar, bunlara karşı beddualarımızı yüksek sesle tekrarlayacağız!

Allah sizleri kahretsin…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 27 Kasım 2019

HÜRRİYET GAZETESİ, YALAN HABER VE YUNAN YANDAŞLIĞI YAPIYOR !…

HÜRRİYET GAZETESİ, YALAN HABER VE YUNAN YANDAŞLIĞI YAPIYOR !…

Ümit YALIM, E. Alb.
Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri
*Yunan işgali altındaki 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı ile işgal altındaki Türk adalarına yerleştirilen 5 binden çok Yunan askerini ve adalarda açılan 13 Yunan Askeri Üssünü görmezden gelen ve işgal haberlerine 8 yıldır sansür uygulayan Hürriyet Gazetesi, ayrıca yalan haber ve Yunan yandaşlığı da yapıyor.
*Görsel basından değişik zamanlarda uyarıda bulunduğum halde Hürriyet Gazetesi hâlâ Türkiye Cumhuriyeti’ne ait adaları Yunan adası olarak tanıtıyor ve yalan haber yaparak Yunan yandaşlığı yapıyor.
*Hürriyet Gazetesi, geçen hafta 18 Kasım 2019’da manşetten verdiği haberde Midilli Adasını Yunan Adası olarak tanıtarak yalan haber ve Yunan yandaşlığı yaptı.
*Anılan gazete 05 Şubat 2019’da da Midilli Adasını Yunan Adası olarak tanıtmış, 16 Ağustos 2019’da da Semadirek Adası’nı Yunan Adası olarak tanıtmıştı.
*Uluslararası antlaşmalarla, Yunanistan’a anılan adaların yalnızca kullanma hakkı verilmiş, adaların egemenliği ve mülkiyeti ile deniz yetki alanları ve hava sahası Türkiye’de kalmıştır.
*Adalar Türkiye Cumhuriyeti’ne ait olduğu için Bülent Ecevit – Necmettin Erbakan Koalisyon Hükümeti tarafından 1974 yılında anılan adaların Kıta Sahanlığında TPAO’ya petrol arama ruhsatı verilmiştir.
*Ayrıca Türk Deniz Kuvvetleri gemisi 2017’de, TÜBİTAK MARMARA Gemisi ise 2019’da anılan adaların kıta sahanlığında araştırma yapmıştır.
*Hürriyet Gazetesi’nin yaptığı yalan haberler, basın ahlak ilkeleri ve doğru habercilik ilkeleri ile bağdaşmamaktadır. Hürriyet Gazetesini şiddetle kınıyor, konu ile ilgili yasal haklarımı saklı tutuyorum.
*Gazetenin yaptığı yalan haberlerden, haberleri hazırlayan muhabirler ile Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan Coşkun da hukuken ve kanunen sorumludur.
Hürriyet Gazetesi en geç 27 Kasım 2019’a kadar bu konuda Türk Milleti’nden özür dilemeli ve özürünü gazetenin kağıt baskısı ile internet sitesinde yayımlamalıdır. Aksi takdirde Hürriyet Gazetesi’nin ve Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan Coşkun’un Yunan Yandaşı oldukları bizzat kendileri tarafından tescil edilmiş olacaktır.
ANADOLU AJANSI DA, YALAN HABER VE YUNAN YANDAŞLIĞI YAPIYOR !…
*İşgal haberlerine sansür uygulayan Anadolu Ajansı da 16 Ağustos 2019’da verdiği haberde Semadirek Adası’nı Yunan Adası olarak tanıtarak yalan haber ve Yunan Yandaşlığı yaptı.
*Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şenol Kazancı ve Ajanstan sorumlu CB İletişim Başkanı Fahrettin Altun’u şiddetle kınıyor, konu ile ilgili yasal haklarımı saklı tutuyorum.
*Anadolu Ajansı en geç 27 Kasım 2019’a kadar bu konuda Türk Milletinden özür dilemeli ve özürünü bütün basınla paylaşmalıdır. Aksi halde Genel Müdür Kazancı ve İletişim Başkanı Altun’un Yunan Yandaşı oldukları bizzat kendileri tarafından tescil edilmiş olacaktır.
DEMİRÖREN HABER AJANSI VE ANADOLU AJANSI’NIN ADALARIN AİDİYETİ İLE İLGİLİ YALAN HABERLERİNE İTİBAR EDİLMEMELİDİR !…
*Bazı basın ve yayın organları tarafından Demirören Haber Ajansı ve Anadolu Ajansı‘nın adalar hakkında verdiği haberler kaynak gösterilerek kullanılmaktadır.
*Anılan ajansların adaların aidiyeti ile ilgili yalan haberlerine itibar edilmemeli ve haber olarak kullanılmamalıdır.
Konu ile ilgili açıklamalarım ve eklerdedir.*


Saygılarımla, 25.11.2019

  • Not        : Sitemizdeki teknik arıza nedeniyle bir word dosyası ve 1 power point sunumunu bu dosyaya ekleyemedik. Sorunu aşınca ekleyeceğiz ve manşetten duyuracak ya da bu dosyayı gene yayınlayacağız.. / Dr. Ahmet Saltık

ÖĞRETMENİM GÜNÜNÜ KUTLASAM MI?

ÖĞRETMENİM
GÜNÜNÜ KUTLASAM MI?

Mustafa AYDINLI
E. Öğretmen, Yazar

Öğretmenler günü kutluyoruz, heyecandan yoksun ve buruk. Başarı, mutluluk, güven, huzur, gelişmişlik değerleri kutlanır. Sevinilir, heyecan duyulur. Öğretmeni bitiren, ikinci iş yapmaya mahkûm eden, sosyal ve ekonomik olarak öğretmeni yerlerde süründüren bir düzende, bir günde neyin kutlamasını yapacağız?

Aslında öğretmenlerin iki günü vardır. Birincisi 1994 yılında UNESCO tarafından kabul edilen ve yüze yakın ülkede kutlanan 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü‘dür. Öbürü ise ülkemize özgüdür, 24 Kasım günü kutlanır. Atatürk‘ün, özellikle eğitim çağı dışındakilere okuma – yazma öğretmek amacıyla 1928 yılında açılan Millet Mektepleri‘nin başöğretmenliğini kabul ettiği tarihi temel alır. Eğitim tarihimiz açısından anlamlı olmakla birlikte, bu günün Öğretmenler Günü olarak kutlanması 12 Eylül döneminin dayatması ile olmuştur. (AS: Dönemin Milli Eğitim Bakanı E. General Hasan Sağlam’ın yerinde girişimleri ile..)

Bir ulusun çağdaş ülkeler düzeyine erişebilmesi için eğitim ve öğretimin nitelikli olması, bilimsel yöntemlerle yürütülmesi, hurafelerden arındırılması gerekir. Eğitim sorunlarını çözen uluslar; kültürel, sanatsal, bilimsel, teknolojik, sosyal, ekonomik alanlarda da kalkınmış ve ilerlemiştir. Bilimsel öğretiyi temel almayan ve buna gerekli ilgiyi göstermeyen ülkeler, başka ülkelerin oyuncağı olmak durumundadır. Kalkınmış, çağdaş bir ülke olmanın temel göstergesi;

  • Eğitim ve öğretimin ulusal ve evrensel niteliği, çağdaşlığı, akla ve bilime dayanmasıdır.

Aslında Türkiye öğretmenlerinin şanlı bir tarihi vardır. Bu coşkulu tarihin ilk ivmesi Köy Enstitüleri ile başladı. Köy Enstitüleri, başta Fakir Baykurt olmak üzere, pek çok seçkin eğitimci yetiştirdi. Günümüzde eğitimde azıcık idealist ruh varsa bu, o günlerden, o hamurdan o mayadan gelir.

Köy Enstitülü yıllar (1942-1954), Cumhuriyet bilincine erişmiş kadroların eğitim seferberliği idi. Mustafa Kemal Atatürk’e göre;

  • Milletleri kurtaranlar, yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır.” 

Dönemin öğretmen lideri ve devrimci yazarı Fakir Baykurt ne güzel söylemişti;

  • “Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen ders verir.”

Köy Enstitülerini kapatan (1954, Demokrat Parti, Bayar – Menderes) egemen güçlerin öğretmene karşı hıncı bitmedi, kırk bin köyü aydınlatan bu meşalenin söndürülmesi için az çaba gösterilmedi. Öğretmen yetiştiren okulların kapısına paslı, kara kilitler vuruldu. Nitelikli öğretmen yetiştirmeye son verildi. İşsiz, öğretmenlik kariyerinden yoksun kişiler hiç olmazsa öğretmenlik yap diye atandı. Öğretmenler farklı sendikalara bölünüp güçsüz düşürüldü. Aynı yazgıyı paylaşan öğretmenler birbirine düşürüldü.

Sözde öğretmenlerin evi vardı. Oralar, öğretmen evinden çok kentin ileri gelenlerinin konuklarını ağırladığı yerler oldu. Devasa öğretmen evlerinde, öğretmenin birlikte oturup çay içeceği, oyun oynayacağı, birşeyler okuyabileceği, sosyalleşeceği lokaller çok görüldü, oralar ya kökten kaldırıldı ya da en iyimseri bodrum katlara, izbe yerlere sürüldü. Egemenlerin biricik çocuklarını yetiştiren öğretmene uygun gördüğü yerler bu havasız, köhne yerler oldu. Söze gelince, “Öğretmenler bizim baş tacımız.” edebiyatı hız kesmedi kuru kuruya.

Makam ve mevki hırsıyla öğretmenlerin birbirini harcaması tetiklendi. Öğretmenler partiler arası çıkar geçişleri yapan, yanardöner milletvekillerine döndü. Dün A sendikasındaki öğretmeni, çıkar hırsıyla bugün B sendikasında görür olduk. Üzülerek belirtelim ki öğretmenden de devşirmeler türetildi.

Eğitim bir ticari metaya dönüştürüldü. Al gülüm ver gülüm örneği okul ticarethane, öğrenci müşteri konumuna indirgendi. Bununla da kalınmadı; öğretmenler, özel okullarda parası olanların dadılık görevini üslenen, bilgi ve görgüsünden yararlanılan insan konumuna getirildi. Haftada 26 saat ders veren öğretmen, 1600 TL aylık alıyor. 1972’de 35 gram altın eden öğretmen aylığı, günümüzde 15 gram altına denk.

Bu seçkin mesleğin hiçbir kariyerini bırakmadılar. Saygınlığını bırakmadılar. Öğretmenim günün kutlu olsun demeye dilimiz varmıyor. Bağışlayın beni, öğretmenim tüm bunları saydıktan sonra bitişini, tükenişini mi kutlayalım öğretmenim? Karamsarlığımızı bağışlayın öğretmenim, keşke gününüz gün olsaydı da kutlasaydık içimiz övünç dolarak. Gün demek, gün görmek demek, bayram demek, keşke birlikte mutluluğun güzel günlerin anılarını yad ederek gün görüp birlikte kutlasaydık.

Bitişin, tükenişin bayramı mı olur öğretmenim? Bu gün, gününü gördüğün günü (dönemi) kutlamak gibi geliyor bana. Bu günün, dönemin kutlu olsun diyorum her şeye karşın öğretmenim. Öğretmenin akıl ve bilimi emeğiyle, alın teriyle, yiğit nefesiyle, sabırla yurt sevgisiyle harman etmesiyle karanlıklar yıkılacak.. Tarih boyunca hep böyle oldu çünkü.

Aydınlık yarınlarda, o zaman, günün şimdiden kutlu olsun öğretmenim! 

 

 

 

Türkiye’yi talan etmek

Türkiye’yi talan etmek

Remzi ÖZDEMİR

Remzi ÖZDEMİR
remzi@ekonomist.net
YENİÇAĞ, 25 Kasım 2019
Yıl 2001

Dönemin Başbakanı ile Cumhurbaşkanı bir toplantıda tartışır ve Cumhurbaşkanı oturduğu yerden Başbakan’a anayasa kitapçığını fırlatır.

İşte bu eylem bahane edilerek Türkiye tarihinin en ağır krizi bir gecede yaşandı. Faizler % 6 bine çıktı, dolar 670 bin liradan (paradan üç sıfır atılmamış haliyle) 1 milyon liraya fırladı.

Türkiye’de büyük kaos yaşandı. Hiç kimse demedi ki, ne var bunda? İktidarla Cumhurbaşkanı arasındaki tartışma neden böyle bir krizi neden olsundu?

Krize Amerika el atar ve bize Kemal Derviş ile IMF üzerinden yine bir gecede 17 milyar dolar gönderir. Hibe değil.Borç! Bir gecede başlayan kriz bir gecede biter!

Türk ekonomisi Kemal Derviş’in ve IMF’nin isteklerinin yerine getirilmesi ile hızla toparlanır. Kimse itiraz edemez. Kemal Derviş ve IMF’nin istediği yasalar bir gecede çıkartılır. (AS: 15 günde 15 yasa dayatması!)

Türkiye seçime gider ve AKP iktidara gelir. (AS: 3 Kasım 2002 seçimi)
AKP’nin hiçbir şey yapmasına gerek yoktu. Çünkü sistem kurulmuştu.
Ekonomi toparlanmaya devam etti. Bu AKP’nin başarısı gibi görüldü.

  • Yıllar ilerledikçe AKP bu kez özelleştirme adı altında satmaya başladı.

Önce bankalardan başladı. Paranın dini ve milliyeti olmaz felsefesiyle bankaların büyük bir bölümü yabancılara satıldı.

İlk satılan, bir gecede akıl almaz ayak oyunlarıyla batırılan Demirbank oldu. O güçlü banka fonlanmadı ve bir gecede el kondu. Yani batırıldı! Tabii ki daha sonra İngiliz asıllı uluslararası şirket olan HSBC’ye 500 milyon dolar gibi komik paraya satıldı.

Sonra öbür bankalar sırasıyla geldi. El kondu, sonra yabancıya satıldı. El konmayanlar ise korkusundan yabancılara kendi elleriyle sattı bankalarını.

AKP’nin politikası tüketime yönelik bir büyümeydi. Kredi çek, araba al, kredi çek, tatile git. İnşaat kredisi olmazsa olmazdı.

Bankalar öncülüğünde manipüle (AS: manüple) edilen inşaat sektörü resmen patladı. Bankalar konut kredisini öyle bir pazarladı ki, kendisine kredi müşterisi getiren emlakçıya arabalar hediye etti, dünyanın dört bir yanına tatile götürdü.

10 konut kredisine Amerika tatili, 20 kredi dosyasına, sıfır araba… Bankacılar mahalle arasındaki emlakçıların bile önünde yatar oldu. 500 milyona alınan bankaların değeri bir anda elde edilen müthiş karlarla bir anda 2 hatta 5 milyar dolara fırladı.

Daha önce tasarruf edilmesi için ailelere kumbara gönderen bankalar, bu kez kredi kartı verdi. Hatta babanın kartına ek olarak da anneye ve çocuklara da ek kart verdi. Daha çok harca daha çok bankaya borçlan.

Tatil kredisi ile 5 günlük lüks tatilin parasını bankaya 24 ayda ödedik. Bir sonraki tatili de 48 ay çalışarak ödedik, Konut kredisi, tatil kredisi, çocukları binadan bozma özel okullara göndermek için eğitim kredisi aldık da aldık.

Geldik bugüne…
Vatandaşın 8 Kasım 2019’da Bankalara toplam borcu 546,5 milyar TL. Önümüzdeki 10 yılı bankalara ipotek edilmiş durumda. Yani bankalara çalışacağız.

Üretmediğimiz için işsizlik başladı. En son işsizlik rakamı %14. Daha kötüsü genç nüfusta işsizlik oranı %27.

  • İnsanlar ailece siyanür içip intihar ediyor.
  • Çünkü evlerine haciz gelmeye başladı. İş yok para yok.

Tıpkı ağustos böceği gibi üretmeyip, tasarruf yapmayıp sadece kredi ile yaşadık büyüdük. Zengin olmadık ama zengin gibi yaşadık.
Tüm bunları bankalardan aldığımız borçla yaptık.

23 Kasım’da İngiliz haber ajansı Reuters bir haber geçti. İtalyan bankacılık devi Unicredit,
Yapı Kredi Bankası’ndaki hisselerini satışa çıkartmış.

İtalyanlar Yapı Kredi Bankası’nı Koç Holding ile 2005 yılında 1 milyar 160 milyon dolara almıştı. Yani yaklaşık 580 milyon dolar ödemişti. YKB’nin piyasa değeri 3,7 milyar dolar. İtalyan’lar kendi hisseleri içini yaklaşık 2 milyar dolar para istiyor. 500’e al 2 milyar dolara sat! Gerekçe Türk ekonomisi bitti!

Türkiye’den ekonomik durgunluk gerekçesiyle son iki yılda çıkan ünlü markalara bir bakın. Sayıları 100’ün üzerinde. Bir koyup beş alıp gidiyorlar.
Çünkü çekirge sürüsü gibi istila ettikleri Türkiye’yi yiyip bitirdiler.
Tekrar gelecekler hele bir Türkiye toparlansın…

Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu’nun facebook sayfasından

Dostumuz Eczacı Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu’nun facebook sayfasından :

Bir meslektaşım soruyor:

“Şu anda Haber Türk’de
Soner Yalçın
İlaç Hastalık Sağlık sektörü anlatıyor.
Doğru söylüyordur
Yanlış söylüyordur
Eczacılar nerede?”

Kendi hesabıma şöyle söylemeliyim:
1. Eczacılar burada…
2. Elbet söylenecekler vardır.
3. Söylemenin de bir zamanı vardır.
4. İrmik helvası yapmaya kalksanız ve irmiği eşit oranda tuz ve şekerle kaynatsanız. Ortaya irmik helvası mı çıkar?
5. Üç yanlış bir doğruyu, bir doğru üç yanlışı götürüyor tartışması değildir bu mesele.
6. İlaç ekonomi-politiğini bilmek ve yorumlayabilmek malumatfuruşlukla ikame edilebilecek derecede de basit bir iş değildir.
7. Engels’in “tamamlayıcı tıp” savunması yaptığını anlatmak ekonomi-politikse, bu, ekonomi-politiğin ruhuna kendi meşrebinize göre dua okumaktır.
8. Manisa’lı üç eczacının katliamı işi ve kooperatiçilik, bir Holivut filmi hiç değildir. Hele, Neş’e Gülersoy arkadaşınız ise. Benim öyleydi. Ayrıca bir de kitabın başına biraz da ilgi çekmek için yazıldığı söylenirse, bunun adı, yandı gülüm keten helvasıdır…
9. Uluslararası ilaç tekellerinin dosyası üzerine külliyat yazmış bir eczacı ve akademisyen yazar olarak, “kara kutu” değil, “Pandoranın Kutusu” nu açmak için şu tartışmaların biraz daha koyulaşması iyi olacaktır…
10. Yani konuşmanın daha zamanı var. Biraz dinlemek iyidir.
11. Sükunetle…
12. Selam ve sevgiyle…

KARA KUTU ÜZERİNE

KARA KUTU ÜZERİNE

Dr. Ceyhun BALCI

Soner Yalçın’ın son kitabı Kara Kutu şimdiden getirdiği sese bakılınca daha epeyce ses getireceğe benziyor. Kamuoyunda “etki” hekimlerde ise “tepki” yaratması kaçınılmaz bir kitap olduğunun altını çizmekte yarar var.

Bu denli oylumlu bir kitabı iki günde okumuş olmama kendim de şaşırdım. Kitabın sayfalarını çevirdikçe akıp gittiğini fark ettim. Olasılıkla kitabın kapsamıyla tanışık olmamdan kaynaklıydı bu çabukluk ve kolaylık.

Bir kitap ya da görüş özellikle son yılların Türkiye’sinde her geçen gün artan bir “ak-kara ikiliği” üzerinden irdelenir oldu. Bu yüzden de ak ya da kara olarak nitelenmek istemeyen pek çok kişi ve kurumun bir şeyleri tartışmaktan sakınıyor. Bu yanlışa düşmeden eleştirmeye çalışacağım Soner Yalçın’ın “Kara Kutu”sunu. Doğrusunu da eğrisini de görmeye, her ikisinin de hakkını vererek.

Soner Yalçın’ın “endüstriyel tıp” olarak adlandırdığı başlık sorgulanmayı hak eder. Elbette, temel doğruları ve kırmızı çizgileri zorlamadan..

MODERN TIP-GELENEKSEL – İŞLEVSEL TIP İKİLİĞİ

Hemen vurgulamakta yarar görüyorum.

  • Soner Yalçın “Kara Kutu”da Modern Tıp anlayışının yanlışlarından yola çıkarak Modern Tıp’ı bütünüyle zan altında bırakma hatasına düşmüştür. 

    En azından yarattığı izlenim bu doğrultudadır. Modern Tıp, eleştirelim ya da güzelleyelim günümüz insanına bir biçimde dokunmaktadır. Sağkalım oranlarının ve dolayısı ile de ortalama yaşam sürelerinin uzamakta oluşu yalın bir gerçektir. İnsana sunulan bu paha biçilmez kazanımın karşılıksız kalmamasına şaşırılmamalıdır. Hiç kuşkusuz bu vb. artılar modern tıbbı sorgulanmaktan, eleştirilmekten bağışık tutmaya yetmez. İnsanlık bir biçimde akılcı ve bilimsel bir tutum içinde olmayı seçecekse modern tıbbı da sorgulamalıdır, sorgulayacaktır!

ŞARLATANLIK : MODERN YA DA GELENEKSEL TIP ALANINA ÖZGÜ DEĞİLDİR

Yine son zamanlarda tıpta şarlatanlık olgusunun geleneksel/işlevsel tıpla özdeşleştirildiği görülmekte ve bu çabanın pek çoğumuzun algısında karşılık bulduğu görülmektedir. Oysa, modern tıp kisvesi de şarlatanlık ve sağlığı tecimselliğe (AS: ticariliğe) araç eden kötü niyete alet edilebilmektedir. Unutulmamalıdır ki; ilâç başta olmak üzere iyileştirici gereçler ile besin sektörünü kapsayan üretim, yeryüzünde petrol ve silahtan sonra gelen üçüncü kazanç alanıdır. Çok uluslu şirketlerin böylesi verimli ve kazançlı bir alandan ilgilerini esirgememeleri ölçüsünde doğal bir durum olamayacağına göre insan sağlığını tecimselliğe konu edenlerin modern ya da geleneksel tıp ayrımı yapmayacakları akıldan hiç çıkartılmamalıdır.

Yeterince denenmeden kullanıma sunulan ilâçlar nedeniyle yaşamını yitirenlerin yanı sıra geleneksel tıp ürünü sayılabilecek bitkisel kökenli sayısız ürünün de sağlığa zararlı olabildiği hiç olmazsa kişilere parasal zarar verdiği bilinen bir durumdur.

TIPTA ÖZDENETİM VE ÖZELEŞTİRİ EKSİKLİĞİ

Soner Yalçın’ın son kitabı üzerinden tartışmaların şimdiden başladığını gözlemliyorum yakın çevremde. Özeleştiri ve özdenetim alışkanlığının neredeyse söz konusu olmadığı ülkemizde tıp alanının da bu kötü alışkanlıktan pay aldığı görmezden gelinemeyecek denli açıktır. Soner Yalçın kitabının bir yerinde Tabip Odalarını gündelik siyasetle çok fazla ilgili olmakla suçlamış. Ne yazık ki doğrudur bu saptama. Bu kurumların kendi üyelerinin destek ve güvenini bile sağlamaktan uzak oluşlarına eklenen gündelik siyasette ön çıkma heveslerinin ne hekimlere ne de topluma yarar sağlaması olası görünmektedir.

Bir bölüm meslektaş, gereken sorgulamayı yapmıştı birkaç yıl önce. Sürdürülmediği ve etkisi ortadan kalktığı için tıp alanını sorgulamak öncelikle yapması gerekenlerin dışındaki kişilere düştü

Son yıllarda öne çıkartılan Tıbbın alternatifi olmaz!” söylemi hiç kuşkusuz modern tıp anlayışını yüceltmeyi, bir ölçüde hakkını vermeyi amaçlamaktadır. Özellikle, gericiliğin güç kazandığı günümüz Türkiyesi’nde geleneksel kisveli tıp şarlatanlığın tırmanışı göz önüne alındığında bu sözü de yabana atmamak gerekir. Ancak, bu haklı gerekçe, şarlatanlığın modern tıp kılığında yaşamımıza girmeyeceğinin güvencesi olmaktan da uzaktır.

Özdenetim ve özeleştiri kültüründen uzaklaşmanın yalnız gericiliğe değil, ilerici görünen kesimlere de bulaşmış bir hastalık olduğunu üzülerek izlemekteyiz. Tıp dünyasının geleneksel/işlevsel tıp adı altında ortaya konan şarlatanlıklara gösterdiği ilgiyi modern tıp kalkanının ardına saklanmış sözde bilimsel ve epeyce tecimsel yaklaşımlardan da esirgememesi gerekir.

AŞI YAPTIRMADAN ÖNCE DÜŞÜNMELİ Mİ?

Her ne kadar Soner Yalçın’ın aşılar ve modern tıp karşıtlığı izlenimi veren görüşleri sorunluysa da; kitabının pek çok yerinde değindiği kimi zaman cinayete varan sonuçlara yol açan kartel güdümlü modern tıptaki sorunlar da tartışılmayı fazlasıyla hak etmektedir. Hiç kuşkusuz aşıların üretim biçimi ve içerikleri tartışma konusu edilebilir. Ancak, bu vb. hiçbir kusur ya da aksaklık özellikle çocukluk çağı aşılarını yaptırmadan önce düşünme gerekçesi olamaz, olmamalıdır. Şair, yazar ve çocuk hekimi Ceyhun Atuf Kansu’nun “Kızamuk Ağıdı” şiiri bu bağlamdaki ikilemin yaratabileceği acıklı sonuçları algılamayı kolaylaştıracaktır.

Grip aşısı gibi bir dizi aşının yapılıp yapılmaması konusu ise elbette tartışmaya açıktır.

İronik bir durumdu. Bir savcı, çocuklarını aşılatmamak için işi yargıya götürmüştü. Yargı da savcının haklı olduğuna karar verdi. Burada iş yasama ve yürütmeye düşmekteydi. Gereken yapılmadığı için o zamandan bu yana (AS: Kasım 2015!) çocuklarını aşılatmak istemeyen ailelerin sayısı çığ gibi büyüdü. Çocuğunu aşılatmamak sıradan bir karar olamaz. Bir halk sağlığı sorunu doğurur. Aşı karşıtı ve bilim dışı söylem ve eylemlere güç verir. (AS: Sağlık Bakanlığı 2018 verilerine göre aşılama oranlarında önemli düşme yok!?)

SAĞLIKTA NİTELİK Mİ NİCELİK Mİ?

Son olarak, Soner Yalçın’ın bir başka eksiğine değinmekte yarar görüyorum.

Günümüzde modern tıp dünyada olduğu gibi ülkemizde de tüketime ve çokluğa dayanan bir özelliğe sahiptir. Savurganlık ve aşırı harcama bu özelliğin doğal sonucudur. Tıp ortamına dayatılan performansa dayalı hizmet üretimi bir yandan savurganlığı özendirme işlevi görürken öbür yandan da oluşturduğu iş yükü ile hekimi daha az insancıl olmaya zorlamakta ve bu yolla da hekim-hasta ilişkisini aşındırmaktadır. Hastaya ayrılan süre azaldıkça hekimin daha çok teknoloji kullanması, daha çok yardımcı tanı yöntemlerine başvurması kaçınılmazlaşmaktadır.  Tıp öğretiminin “hastalık yok, hasta var” sözlerinde anlam kazanan temel ilkesi de tarihe karışmış olmaktadır. Bu bağlamda Soner Yalçın’ın insanın tek tipleştirilmesi eleştirisi de haklılık kazanmaktadır.

Soner Yalçın’ın “Kara Kutu”suna son bir bölüm eklenmeliydi. Performansa dayalı hizmet üretimine ve sağlık ortamına egemen kılınan yasal düzenlemelere (AS: Bir bütün olarak, kökü dışarıda SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM dayatmasına) değinmek olmazsa olmaz gerekliliktir. Bu olmadan sağlık ortamında yaşanan olumsuzlukların anlaşılması ve çözüm arayışına girişilmesi olanaklı değildir.

Son söz : Kutuplaşmaya ve karşıtlaşmaya koşullanmış toplumumuzun tüm kesimlerinin hiç olmazsa bu kez önyargıdan arınmış bir davranış ve tutum sergilemesi dileğiyle…

Not : Bu yazı Medikritik sanal ortam sağlık haberciliği dergisinde de yayımlandı.

http://www.medikritik.com/kose-yazilari/soner-yalcinin-kara-kutusundan-neler-cikti/

 

 

KARA DELİK

KARA DELİK

Suay Karaman

AKP Genel Başkanı’nın ABD gezisi sona erdi ama sonuç nedir, neler oldu, neler yaşanacak henüz bir şey belli değil. Zamanla bunları göreceğiz. Belleklerde bir danışmanın, ABD yetkililerine “sakın deliğe süpürmeyin, kullanın” dediği bulunmaktadır.

2019 yılının Ocak ayında ABD Başkanı’nın sosyal medyadan paylaştığı “Kürtleri vururlarsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz” sözüne gereken tepki verilmemişti. ABD Başkanı’nın dünyanın en köklü devletlerinden biri olan Türkiye’ye karşı savurduğu bu tehdit, her yönüyle kabul edilecek gibi değildi. Ama sineye çekildi, basit sözlerle geçiştirildi. Tıpkı askerlerimizin başına çuval geçirilmesinde olduğu gibi…

Dışişleri Bakanı “stratejik müttefikler sosyal medya üzerinden konuşmazlar” diyerek, ABD başkanına sitem etmekle yetindi. AKP Genel Başkanı da “üzüldüğünü” söyledi. ABD başkanı bir müttefikini mahvetmekten söz ediyor, siyasal iktidarın yetkilileri “stratejik ortaklık” rüyaları görüyor ve üzülüyor. ABD başkanının tehditleri için ana muhalefet partisi sözcüsü “bu tehditler bize sökmez” açıklaması yaptı. Ana muhalefet partisinin genel başkanı da “kimse sokak kabadayısı diliyle Türkiye’yi tehdit edemez” dedi. Boş sözlerle toplumu aldatanlara sormak gerekir: “tehdit edemez” demenin ne anlamı var, adam zaten tehdit etmiş. ABD’nin bu tehdidine karşı etkili olarak ne yapılması gerekirdi, çözüm önerilerini söylemeden, kaçak güreşerek toplumu uyutmaktadırlar.

  • ABD’nin istemleri ile Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarının bağdaştırılabilir tarafı yoktur.
  • Yıllardır ABD güdümünde izlenen politikalar ile ülkemiz emperyalizmin oyuncağı durumuna getirilmiştir.

13 Kasım 2019 tarihindeki ABD ziyaretinden çok büyük beklentisi olanların umutları boşa çıktı. AKP Genel Başkanı Washington’da Türkiye’nin pozisyonunu ABD kamuoyuna açıklama fırsatı buldu ama ABD Başkanı hiçbir konuda geri adım atmadı. Kısaca bu geziyi sorun çözmek için değil yumuşamaya katkıda bulunmak için atılan bir adım olarak değerlendirmek gerekir. Zaten AKP Genel Başkanı da partisinin 19 Kasım 2019 tarihindeki grup toplantısında “istediklerimizi tam alamadık” sözleriyle durumu ortaya serdi.

ABD’deki zirvede Türkiye endişe ve tepkilerini dile getirdi, ABD ise varolan tutumunu değiştirmedi. Müttefiklikle birlikte, PKK-PYD terörüyle ilişkisini de yadsımadığı gibi, YPG’yi terör örgütü olarak görmediğini de söyledi. S-400, F-35, sözde Ermeni soykırımı savlarında ve Suriyeli sığınmacılar konusunda gerçekçi bir çözüm ortaya konulmadı. Fethullah Gülen’in iadesi konusunda da herhangi bir gelişme olmadı. Terör örgütünün Suriye kolu YPG lideri Mazlum Kobani’nin ABD’ye davet edilmesi ile ilgili soruya ABD Başkanı; “sizin Cumhurbaşkanınızla da çalışıyoruz” diyerek her zamanki küstah yanıtlarına bir yenisini ekledi.

Gözden kaçırılmaması gereken önemli bir konu var: TBMM’de bütçe görüşmeleri yapılırken, Dışişleri Bakanlığı’nın bütçe raporunda terör örgütleri olarak PKK ile FETÖ yer almakta ancak PYD ile YPG bulunmamaktadır. Bu durumda, saklanmaya çalışılan kimi gizli ilişkilerin olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir.

9 Ekim 2019’da ABD Başkanı’nın gönderdiği, diplomatik dilden yoksun ve aşağılayıcı mektubun, ABD Başkanı’na geri takdim edilmesi, mektubun varlığını ortadan kaldırmadı. Zaten ABD Başkanı da “mektubumu geri aldım” demedi. ABD Başkanının ülkemizi ve yönetimi aşağılayan mektubunun gereği yapılacak mı diye saf saf bekleyenler, aynı küstahlığın sürdüğünü gördüler mi acaba?

  • ABD Temsilciler Meclisinde ülkemiz ve Tayyip Erdoğan’ın ailesi aleyhine kararlar alındı.
  • Ancak ABD’nin Tayyip Erdoğan ve ailesine mal varlığı ile gelir kaynaklarının değerine ilişkin herhangi bir yaptırımda bulunacak mı diye bekleyenlere de şunu söylemek gerekir:
  • Deliğe süpürmez, kullanırlar. Bu durumu kullanarak, istedikleri gibi yönlendirirler.

Bunlar hakkında nasıl bir gelişme olacağı henüz bilinmiyor ama bilinen bir şey var ki; ülkemizde

  • gündem değiştirilerek, Erdoğan ailesinin ‘mal varlığı ile gelir kaynakları’ gölgelenmektedir.

Ülkemizin tüm sorunları, yerini CHP‘ye yapılan yeni operasyona bırakmıştır ve gündem şimdilik değiştirilmiş gözükmektedir.