Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 12 Ağustos 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ŞAHLANIŞ

“Başkanlık sistemine geçelim ekonomi şahlanacak” demişti.
Dolar, euro, altın şahlandı…

KÖPEK

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’a sosyal medyadan istifa çağrısında bulunan vatandaşlara karşı AKP Kahramanmaraş Milletvekili ve TBMM İçişleri Komisyonu Başkanı Celalettin Güvenç  “Köpekler havladı diye atlar ölmez #BeratAlbayrakYanındayız” paylaşımında bulundu.

Köpek sahibine sadıktır…

DÖN

Bahçeli, Meral Akşener’e MHP’ye (evine) dönme çağrısı yaptı.

AK döneklere özendi…

GAZETECİ

Bir ayda 60 gazeteci yargıç karşısına çıkmış.

Adamlar haber olmaktan haber yapamıyor…

SADAKAT

Pamukkale Üniversitesi Rektörü Hüseyin Bağ, eşi Derya Hanım’ı önce enstitü sekreteri yaptı. (Derya Hanım tepkiler üzerine istifa etti.) Şimdi de öğretim üyesi kadrosuna almak için adrese teslim ilan verdi. YÖK, rektörü görevden aldı.

Bu adamı rektör diye kim atamıştı?

Bir kez doğru atama yapın da dişimizi kıralım…

SALGIN

Trabzon Üniversitesi, Hüseyin Bağ’ı solladı. Büro elemanı için İHA pilotu olma koşullu ilan verdi. Adres belli.

Salgın yerli ve milli…

BULAŞICI

Ayasofya gösteri namazında Erbaş’la fotoğraf çektiren üç AKP’li vekilde Corona çıkmış.

Virüse yaklaşmayacaksın…

MOD

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın, Muharrem İnce’nin parti kurma olasılığıyla ilgili; “Cumhurbaşkanımız, ‘iyi olur, biraz CHP’nin içi karışır’ falan modunda değil. Yani öyle bir gündemi yok.

İstemem, yan cebime koy modu…

AZGIN

AKP İl Kadın Kolları Başkanlıkları, Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak‘ın kadınlara yönelik hakaret içeren köşe yazısı nedeniyle 81 ilde suç duyurusunda bulundu. Yapılan suç duyurusuna tepki gösteren Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Fatih Tezcan, İstanbul Sözleşmesi’ni destekleyenlere küfür etti.

Yobazın azgını…

BİZİM TV Programımız, 11 Ağustos 2020

Dostlar,

Değerli ve yetkin gazeteci Sn. Lale Ozan Arslan dün (11.08.2020) bizi, başarıyla yürüttüğü ve 70 bini aşkın abonesinin olduğu Bizim Tv de salgının başladığı 10 Mart 2020’den bu yana 3. kez konuk etti sağolsun.. Sorularını ustalıkla hazırlamıştı.. Temalar, yanıtlar ve çıkarımlar aşağıda..
  • Rusya’dan gelen aşı haberine sevinmeli miyiz?
  • Erdoğan’ın aşıda dünyada 3. yüz açıklaması ‘Etik, yasal ve meşru değil’
  • Erdoğan Türkiye’yi bir AŞ gibi yönetiyor
  • Türkiye’de salgın durumu, açıklanan veriler doğru mu?
  • Hastaneler tam kapasite dolu, hastalar evlere yollanıyor
  • Sağlık çalışanları feryat ediyor Ankara’da 50 bin vaka var
  • İktidar gerçek tabloyu neden açıklamıyor?
  • Türkiye’de 14 gün kapatma olmadan iyileşme olmaz
  • Sağlık Bakanlığı hastaneye yatma ölçütlerini nasıl değiştirdi?
  • Halk cehennemi yaşıyor
  • Okullar açılmalı mı?
  • ‘Bu salgın böyle giderse Türkiye’ye diz çöktürür,
    AKP’de altında kalır ve tarihin çöplüğüne atılır.

Yaklaşık 46 dk.. Biz burada (sitemizde) duyurmadan, youtube’daki sitesinde 20 binden çok kez izlendiğini öğreniyoruz sevinçle..
İzlenmesini, paylaşılmasını, gerçeklerin öğrenilmesini dileriz..

Öncelikle de AKP’nin ve celladına aşık Stockholm Sendromu‘na tutulmuş, AKP’ye hala destek veren tüm değerli yurttaşlarımızın..

Özellikle Konya ve Gaziantep’ten 2 hekim arkadaşımızın bize what’s up ile ulaşan 2’şer dakikalık ses kayıtları feryadı, çığlığı.. tüm gerçekleri çıplaklıkla ortaya koymakta.

R.T. Erdoğan, çevresindeki Çin seddi kuşatmayı yarmayı başarıp, tebdil-i kıyafet ile Ankara’da birkaç hastaneyi ziyaret ederse, belki de kendisine ULAŞTIRILMAYAN – SAKLANAN acı gerçeği görebilir!

Sevgi, saygı, kaygı ama UMUT ile. 12 Ağustos 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Ezan milli değildir

Örsan K. Öymen

10 Ağustos 2020, Cumhuriyet

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ezanın milli bir unsur olduğu iddiası, muhafazakâr siyasetin yıllardır yaptığı bir propagandadır. Oysa ezan milli, yani ulusal bir şey değildir. Çünkü milli, yani ulusal unsurlar, tüm milleti, tüm ulusu kapsayan şeyler olabilir. Belli bir sınıfın, zümrenin, dinin, mezhebin, etnik kimliğin kültürel özellikleri, milli unsurlar olamaz. Milli olmayan şeylerin milli ilan edilmesi, onların milletin tümüne zorla dayatılması anlamına gelir. Bunun adı faşizmdir.

Ezan, namaza çağrıdır. Namaz da İslam dininin Sünni mezhebindeki bir gelenektir. Bu dinden ve mezhepten olan vatandaşlar, arzu ederlerse, camide namaz kılarlar.

Türkiye’de İslam dininin Sünni mezhebinden olan, ancak camiyi, namazı ve ezanı Müslümanlığın öncelikli unsuru olarak görmeyen, İslamı, Allah’ın varlığının ve Muhammed’in onun elçisi olduğunun kabul edilmesiyle ve Kuran’daki ahlak anlayışıyla ilişkilendiren, onlarca milyon vatandaş bulunmaktadır. Türkiye’deki 80 bini aşkın caminin doluluk oranlarının düşük olmasının nedenlerinden biri de budur.

İslam dininin Alevi mezhebinden olanların ibadet alanı ise cemevleridir, cami değildir. Aleviler namaz kılmazlar, geleneklerinde ezan yoktur. Türkiye’de on milyonu aşkın Alevi vatandaş yaşamaktadır.

Bunun dışında, Türkiye’de dindar olmayan, kendisini ateist, agnostik ve deist olarak tanımlayan beş milyonu aşkın vatandaş bulunmaktadır. Türkiye’de ayrıca on binlerce Hıristiyan ve Musevi vatandaş vardır.
***
Ay yıldızlı bayrak milli bir simgedir. Çünkü dini, mezhebi, etnik kökeni, geleneği, dünya görüşü ne olursa olsun, Türk bayrağı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin bayrağıdır. Bayrak ile ezanı aynı kefeye koymak, millilik kavramını çarpıtmaktır.

Millilik ilkesinin temelinde vatandaşlık kavramı bulunur. Vatandaşlıktan bağımsız olarak millilik bir anlam taşımaz. Bir vatanın paydaşı olan her birey bir vatandaştır. Söz konusu vatanın omurgası da anayasadır. Cami, namaz, ezan, cemevi, kilise, sinagog değildir; din, mezhep, etnik kimlik değildir. Milli olmayı belli bir dine, mezhebe, etnik kimliğe indirgemek bölücülüktür, başkalarını dışlamaktır, başkalarına kendi kültürünü dayatmaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün millilik anlayışının temelinde de vatandaşlık bulunmaktadır.

– Milletin yerine ümmetin,
– laikliğin yerine teokrasinin,
– cumhuriyetin yerine monarşinin konmasıyla,

milli bir bilinç geliştirmek olanaklı değildir. Bunun aksini savunan herkes, farkında olarak veya olmayarak, Türkiye’nin bölünüp parçalanmasını isteyen emperyalizmin işbirlikçilerine dönüşür.
***
Ezan milli bir simge olmadığı gibi, ezanın günümüzdeki biçimi dini bir unsur da değildir. İslam dininin temelini oluşturan Kuran’da namaza çağrıyla ilgili ifadeler vardır, ancak namaza çağrının somut olarak nasıl yapılacağına dair tek bir ayet yoktur. Müzikal bir makam eşliğinde Allah’ın yüce olduğu ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğu ifade edilerek namaza çağrının yapılması, Kuran’dan bağımsız oluşan bir gelenektir.

Megafondan veya hoparlörden ezan sesinin verilmesi ise zaten bu geleneğin oluştuğu yüzyıllarda uygulanan bir şey değildi. Çünkü o yüzyıllarda elektrik, megafon, hoparlör henüz icat edilmemişti. Elektrik pili 19. yüzyılda, megafon ve hoparlör 20. yüzyılda icat edilmiştir. Kuran ise 7. yüzyıla ait bir metindir. Kısacası, megafondan veya hoparlörden ezan sesini yüksek sesle herkese duyurmak yaklaşık 100 yıllık bir alışkanlıktır. Bunun İslam dini ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Çıplak ve doğal sesle ezan okumak, yani namaza çağrıda bulunmak, bu geleneğin ortaya çıktığı yüzyılda anlaşılır bir durumdu. Aynı şey kilise çanları için de geçerlidir. Çünkü o dönemde mekanik saat henüz icat edilmemişti ve insanları ibadet için aynı anda bir araya toplamak için bu gerekliydi. Mekanik saat 14. yüzyılda icat edilmiştir.

İşin özeti; bayrak inerse vatan kalmaz, ama ezanın susması, vatanı da dini de ortadan kaldırmaz.
========================================
Dostlar, 

Biz de kezlerce yazdık, ricacı olduk..

Minarelerin 4 bir yanına konan güçlü hoparlörlerle 100-120 dBA’yı aşan ses şiddetiyle ezan okumanın dinle bağdaşır yanı da, Kur’anda kaynağı da yoktur..
Bu bir tahakküm ve güç gösterisidir Sünni İslamın..
Yaşlılara, hastalara, çocuk – bebeklere, uyku bozukluğu olanlara hatta hayvanlara eziyettir.
İslamiyet inat ve dayatma dini de değildir; hüküm zamanla değişir.
İyi ahlak ve insanları hoş tutma, gönül kırmama önde gelir.
Bu çağrıyı duymak isteyenler cep telefonlarına yükleyebilir ve başkalarının haklarına da saygı duyarak, onları rahatsız etmeden, dayatma yapmadan inançlarının gereklerini yerine getirebilirler..

  • Çoğunluk, başkalarına zulüm yapma hakkı vermez; Sünni İslama da..
  • Uygarlığın gerekleriyle çatışarak İslamiyeti geleceğe taşıma olanağı da yoktur.

Veriler ortadadır, insanlar ve özellikle gençler İslamdan hızla soğumakta ve kopmaktadır. İHL’ler bu yıl çok az tercih almıştır ve türlü zorlamalarla da sonuç alınamamıştır, alınamaz. İslam / Kuran, yoğunlukla akla gönderme yapar ve aklı kullanmayı öğütler.

Erdoğan ve Diyanet‘in giderek büyüyen ve artık katlanılmaz kerteye varan bu soruna, kul hakkı yemekten özellikle kaçınarak, insan haklarına saygılı makul bir çözüm üretmesini istemek en doğal hakkımızdır. En pratik yol, ses şiddetini 55 dBA ile sınırlamaktır. Bu bağlamda Yönetmelikler de vardır..

Sevgi ve saygı ile. 12 Ağustos 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Almanya ARTI TV Programımız – 10 Ağustos 2020

Dostlar,

Almanya’dan yayın yapan Artı TV ile salgına ilişkin değerlendirmelerimizin (10 Ağustos 2020) erişkesi (linki) aşağıda.. 12-13 dakikalık özlü bir irdeleme ile güncel durumu irdeledik

Özellikle sayılar…
Hastaneye yatırılma koşullarının Sağlık Bakanlığınca çok katılaştırılması :

– Solunum güçlüğü
– Nefes darlığı
– Yutamama / yutkunamama (beslenememe!)

Hekimin hastayı yatırmaya ilişkin tıbbi kanaati Bakanlıkça engellenerek genelgeye bağlanıyor.. Bu yasalara aykırı!

Yukarıdaki 3 bulgudan biri olmayanlar evlerinde yatacak ve filyasyon ekiplerinde hekim olmayan sağlık çalışanlarınca verilen ilacı alacak!!?? Bu da yasalara aykırı ve açık suç! Örn. 1219 s. yasa md. 25 apaçık çiğneniyor..
Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunduk; derhal durdurulmalı bu hukuk dışı uygulama..
****

  • Dolayısıyla tüm evler hastane,
  • Tüm Türkiye açıkhava hastanesi ve “doğallıkla” (!)
  • hastane yatakları dolmadı Sağlık Bakanlığına göre!!??..
    …….
    İzlenmesi, paylaşılması ve GEREĞİNİN YAPILMASI dileğiyle..

Böyle salgın yönetimi olmaz, olamaz!

Sevgi, saygı ve ENDİŞE ile. 11 Ağustos 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

EKONOMİ NEREYE GİDİYOR?

Cumhuriyet, 11.08.2020

Son bir aydır iç politika ile ilgili siyasal tartışmalar sürüp gidiyor. Ayasofya’nın ibadete açılması, İYİ Parti’nin Cumhur İttifakı’na davet edilmesi, CHP’li İnce’nin yeni parti kurma girişimleri, İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmek istenmesi gibi konular gündemi işgal ediyor.

Ancak asıl gündemin ekonomi olması gerekir. Geçen hafta tüm ekonomik göstergeler altüst oldu. Merkez Bankasındaki döviz rezervlerinin erimesiyle birlikte Türk ekonomisinde giderek artan sıkıntılı durum, dolar, Avro ve altındaki rekor artışları gerçekleştirdi. Bu artışların rakamsal anlamı şudur: Yılbaşından bu yana Türk Lirası %24 oranında değer kaybetmiş bulunuyor. Çok çarpıcı bir gerçek şudur:

2018 yılı başında (Ocak- Şubat 2018) Dolar 3.75 TL düzeyindeydi. İki yıl sonra Ocak 2020’de dolar 5.98 TL düzeyini gördü. Ocak ayından bu güne, 7 Ağustos 2020’de Dolar 7.37, Avro 8.71, Cumhuriyet Altını 3,234 TL ve 1 gram altın 485.40 TL düzeyine yükseldi. Bu ekonomik yapının faturası kuşkusuz doğrudan olarak yurttaşın sırtına yükleniyor.

Bu yüksek kur, sofraya gelecek olan her ürünün zamlanmasına, faizlerin ve kredi maliyetlerinin artmasına neden olacaktır. Bu durum karşısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta ekonominin kriz içinde değil, olumlu bir tırmanışta olduğunu söyledi. AKP’nin sözcüleri, ekonomiyle ilgili eleştirileri, “kriz senaryosu” olarak niteledi ve “Bu senaryo boşa çıkacak, Türkiye yükselmeye devam edecek” dediler.

AKP’nin, içinde bulunduğumuz bu ekonomik gerçeği, “kriz senaryosu” olarak nitelemesine karşı, Cumhuriyet gazetesi konuyu “senaryo değil kâbus” olarak 1. sayfadan ve tam manşetle değerlendirdi. Cumhuriyet gazetesi ekonomik değerlendirmesinde, asgari ücretin eridiğini, yurttaşın evine götürdüğü ekmeğin küçüldüğünü, istihdamın yavaşladığını, özellikle dış borç ödemelerinin zorlaştığını, üretim maliyetlerinin arttığını, büyümenin ve istihdamın yavaşladığını ve enflasyonun yükselerek hayat pahalılığının daha da artacağını açık bir biçimde ortaya koydu.

Gazetemizin deneyimli ve birikimli ekonomi yazarları “bu gidişle, daha sert ekonomik dalgalar gelebilir” yorumunu yaptılar.

Nedenler Çok

Ekonomik durumun bu tehlikeli düzeye gelişinde AKP’nin temel ekonomik politikaları etkili olmuştur. Örneğin Türkiye, son 2 yıldır Dolar kurunu sabit tutmak için ne yazık ki döviz rezervlerini hovardaca harcamıştır. Bir ülkede döviz sıkıntısı varsa, enflasyon dizginlenemiyorsa, tasarruflar kısıtlıysa, Merkez Bankası çok dikkatli hareket etmek zorundadır. Son bir yıldır, Merkez Bankası’nın bilimsel temellere dayanmayan faiz politikası, açıkçası duvara çarpmıştır.

Tam bugünlerde Uluslararası Para Fonu (IMF), “Dünya Ölçeğinde Covid-19 ve Küresel Dengesizlikler Raporu”nu açıkladı. (6.8.2020) IMF’nin raporunda, Türkiye konusunda çarpıcı noktalar var. Kısa bir özet verelim :

1- Türkiye’nin brüt döviz rezervlerinde erime vardır. Ocak-mayıs dönemindeki 5 aylık süreçte Türkiye’nin döviz rezervleri 22 milyar $ azalmıştır.
2- Merkez Bankası rezervlerinin düşük olması Türkiye’yi ekonomik alanda savunmasız bırakmaktadır.
3- Hızlı kredi büyümesi denetim altına alınmalıdır.
4- Merkez Bankası para politikalarında titiz davranarak güvenilirliğini güçlendirmelidir.

Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) sevmeyebilirsiniz… Kapitalist dünyanın bir denetleme ve yaptırım aracı olduğu da doğrudur. İtirazlar bu temel gerçeği değiştirmez. Ancak bugünün ekonomi dünyasında IMF’nin, uluslararası bir konumu olduğu gerçeğini dikkate almak zorundayız. İç siyaset her türlü şamatayı, gereksiz körükleme ve gerçeklere uymayan demagojileri kaldırır. Ancak özellikle ekonomi alanı bilimsel gerçeklere uymayan bu körüklemelerden olumlu yönde etkilenmez. Tersine olumsuz etkilenir. Ekonomi dünyasının gerçeklerini demagoji yaparak örtemezsiniz.

Erdoğan’ın ekonomi modeli özetle şöyledir: Yüksek enflasyon, yüksek işsizlik, yüksek israf, yüksek cari açık, yüksek döviz rezervleri açığı…

Artık Erdoğan’ın bu ekonomik modelinin sonuna gelinmiştir.

Ekonomide, Türkiye’nin yükselmeye devam eden güç olduğu iddiasını bırakıp, gerçeklere ciddi olarak eğilmenin zamanı geldi ve geçmektedir.

 

 

 

100. yılı… Laneti Sevr’e okuyun!

Mustafa Balbay
mustafabalbay35@gmail.com
11 Ağustos 2020, Cumhuriyet
Bu köşenin eski-meyen okurları, Silivri günleri de dahil olmak üzere 2010’lu yılların başından beri sıklıkla şu vurgumuzu anımsayacaktır:

100. yıllar! Nelerin 100. yılı? Türkiye Cumhuriyeti tarihine ilişkin onlarca, yüzlerce olayın, olgunun 100. yılı…10 yıldır altını çizdiğimiz şu:

Geçmişimizi ne kadar derin ve gerçekçi bilirsek geleceğimizi de o kadar sağlam ve akılcı kurarız. Cumhuriyetin temellerini oluşturan her şeyin 100. yılını büyük bir bilinçlenme fırsatı olarak değerlendirmeliyiz…

Devamında da şu vurguyu yaptık: 2023’ten başlayarak Cumhuriyetimiz 1. yüzyılı tamamlamış, 2. yüzyıl başlamış olacak. 2. yüzyılı biçimlendirme sorumluluğunu şimdiden üstlenmeli, bu alanda hedefler üretmeliyiz!

Bu çağrımızın CHP’nin 25-26 Temmuz’da yapılan 37. olağan kurultayında belgeye dönüşmesi, Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına Çağrı metni olarak kayda geçmesi çok önemli bir adım. Şimdi sıra bunun içini doldurmakta ve çağrıyı topluma mal etmekte… Peşrevi kısa tutalım; güncel 100. yıl konusunu sütuna yatıralım.
***
10 Ağustos 2020, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet olarak bitişini ilan eden, Atatürk’ün deyimiyle Türklere yönelik en büyük suikast planı olan Sevr’in 100. yılı.

1. Dünya Savaşı’nın kazanan tarafı olan, başını İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’nın çektiği, aralarında Yunanistan, Polonya’nın da olduğu İtilaf Devletleri tarafından hazırlanan Sevr’e göre padişahın saltanatı simgesel olarak kalacak, Osmanlı İmparatorluğu fiilen bitecekti. 433 maddelik antlaşmanın ana hatları şöyleydi:

– İstanbul ve Boğazlar Uluslarası yönetimde olacak.
– Antep-Hatay bölgesi Fransızlarda kalacak.
– İtalyanlar, Antalya ve çevresini alacak.
– İzmir ve Ege’nin bir bölümü Yunanistan’da kalacak.
– Türklere bırakılan Orta Anadolu’nun vergi, güvenlik ve benzer egemenlik hakları özel bir komisyon tarafından koordine edilecek. Bu bölgedeki yeraltı kaynaklarının işletimi de bu komisyonda olacak.

İnsan yazarken bile ürperiyor! Emperyalistler emellerini 1.  Dünya Savaşı sonrası 30 Ekim 1918’de Osmanlı’ya dayattıkları Mondros Mütarekesi ile ortaya koymuşlardı. Sonrasında kendi aralarında paylaşım mücadelesi verdiler. Aslan payını kim alacaktı? Aralarındaki tek “sorun” buydu! Antlaşma metni Osmanlı heyetleriyle müzakere edilmedi. Yalnızca “tebliğ” edildi ve hemen uygulanmaya başladı. Antlaşma öncesi Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesinin nedeni de buydu; daha metinler ortaya çıkmadan niyetleri ortaya koymak.

Buna karşılık İstanbul yönetimi de “bu antlaşmanın geri dönme olasılığı yok” görüşünden hareketle Sevr’de elden çıkan topraklardaki memurlara maaşlarını göndermemeye başladı. İşte bu koşullarda Mustafa Kemal’in yönetimindeki Ankara, Sevr’in imzalanmasından 9 gün sonra İstanbul’a şu mesajı gönderdi:

  • “Bu antlaşmanın altında imzası olanları vatan haini ilan ediyoruz.”

Emperyalizmin başkentlerine de şunu iletti:

Sevr’i tanımıyoruz. Muhatabınız artık Ankara’dır!”

Batı ise maddeleri uygulamaya başlamıştı bile! Yunanistan İzmir’de biraz yerleşince, “Sevr’i tanımam, daha fazlasını istiyorum” diyordu.
***
Mustafa Kemal
işte bu döngüyü tam tersine çevirdi. Sevr’i önce savaş meydanında paçavraya çevirdi, sonra diplomasi masasında parçalarını toplayıp çöpe attı.  Ansiklopedilerde Sevr’in yürürlükten kaldırılış tarihi şudur: 24 Temmuz 1923!

Yani Lozan’ın imzalandığı gün.

Bir asır sonra, “Sevr zaten imzalanmamıştı, Lozan da başarı değildi” demek, gaflet, dalalet ve hatta ihanet demektir! Tarihteki kötü olayların 100. yılını anımsamak, unutmamak, unutturmamak en az iyi olaylar kadar önemlidir. Gerçeği yeni kuşaklara anlatmazsak yerini emperyalistlerin dahi cesaret edemeyeceği yalanlarla dolduracaklar.

En şiddetli tartışmaların, vazgeçmek istemedikleri “kapitülasyonlar” bölümünde yaşandığı Lozan’ı unutmamalıyız… Türklere verilen Orta Anadolu’daki topraklarda bile bağımsızlığı kısıtlayan Sevr’i hiç ama hiç unutmamalıyız. Emperyalizm, hiçbir zaman amaç değiştirmez, sadece araç değiştirir. Bu sözü de kulağımıza küpe yapmalıyız.

Eğer bir lanet okunacaksa o, Sevr’in 100. yılıdır!

Putin duyurdu: Koronavirüse karşı geliştirilen ilk aşı tescil edildi

Rusya Devlet Başkanı Putin; Rusya Sağlık Bakanlığı, Gamaley Epidemiyoloji ve Mikrobiyoloji Enstitüsü tarafından geliştirilen koronavirüs aşının tescil edildiğini açıkladı. Putin, “Kızlarımdan biri aşıyı yaptırdı” dedi.

https://www.birgun.net/haber/putin-duyurdu-koronaviruse-karsi-gelistirilen-ilk-asi-tescil-edildi-311533 11.08.2020

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, koronavirüse karşı geliştirilen ilk aşının tescil edildiğini açıkladı. Putin’in açıklamasına göre, Rusya Sağlık Bakanlığı, Gamaley Epidemiyoloji ve Mikrobiyoloji Enstitüsü tarafından geliştirilen koronavirüs aşısını tescil etti. Rusya böylece koronavirüs aşısını tescil eden ilk ülke oldu.

Sputnik Türkiye‘nin aktardığı habere göre, hükümet yetkilileriyle bir toplantıda Putin, “Bildiğim kadarıyla, bu sabah dünyada bir ilk olarak yeni tip koronavirüse karşı geliştirilen aşı tescillendi” dedi.

“AŞI GEREKLİ TÜM DENEMELERDEN GEÇTİ”

Rusya Sağlık Bakanı Mihail Muraşko’dan kendisini aşı ile ilgili bilgilendirmesini isteyen Putin, “Yine de aşının oldukça etkili olduğunu, kararlı bir bağışıklık oluşturduğunu biliyorum. Tekrarlıyorum: Aşı gerekli tüm denemelerden geçti” dedi.

Koronavirüse karşı geliştirilen ilk aşı üzerinde çalışanlara teşekkür eden Putin, bunun dünya için çok önemli bir adım olduğunu vurguladı.

“KIZIM AŞIYI YAPTIRDI”

Aşının kalıcı antikor ve hücresel bağışıklık oluşturduğunu belirten Putin, “Bunu çok iyi biliyorum, zira kızlarımdan biri aşıyı yaptırdı. Kendisinin bu bağlamda deneyde yer aldığını düşünüyorum.” diye konuştu.
==============================

Dostlar,

Sevindirici bir gelişmedir kuşkusuz.
Rusya’nın bu aşıyı geliştirip üretebilmesi için gerekli sağlık insangücüne ve teknik donanıma sahip olduğunu biliyoruz.. Başta BSL4 düzeyinde viroloji AR-GE laboratuvarı ve yetkin Virolog – Epidemiyolog – Halk Sağlığı uzmanı sağlık takımı (ekibi).

Ancak ülkenin Sağlık Bakanlığınca aşının onanıp ruhsatlandırılması yetmez.
Mutlaka, DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) ya da yetkilendirdiği (akredite ettiği) uluslararası kaynak (referans) laboratuvarlarca da sonuçların test edilip onanması gerekir.

3 temel adım bu süreçte irdelenecektir :

GLP (Good Laboratory Practice) : İyi Laboratuvar Uygulamaları
GMP (Good Manufacturing Practice) : İyi Üretim Uygulamaları)
GCP (Good Clinical Practice) : İyi Klinik Uygulamalar..

Bu ana koşulların / standartların alt adımları da var elbette. Ruhsat almadan önce 3. aşamaya (faza) gelinmiş olması, yani birkaç on bin gönüllü insan üzerinde aşının denenmiş olması gerek. Ek olarak 2 büyük sınav söz konusu :

1. Etkinlik : Yeterince koruyucu olacak; süre ve koruma düzeyi bakımından
2. Güvenilirlik : İstenmeyen / yan etki ve komplikasyonlar son derece sınırlı olacak maliyet / yarar irdelemelerinde (analizlerinde).

Söz konusu aşının 2’li bir bağışık yanıt oluşturduğunu anlıyoruz :

a. Hücresel bağışıklık ki görece daha uzun süre kalıcıdır (T hücreleri)
b. Hümoral bağışıklık; antikor üretimi.. (IgG ve IgM)

Aşının bu yeteneklerini yayınlanacak bilimsel makalelerde göreceğiz dileriz. Öte yandan, “kalıcı” bağışıklık sağlandığını söylemek şu aşamada çok zor hatta olanaksız çünkü salgın daha 7-8 aylık “bebek” yaşında.  Bu sonuca varabilmek için zaman çok kısa. Ancak bağışık yanıtın olsa olsa birkaç hafta, dahası 1-2 ay koruyucu düzeyde sürdüğünü söyleyebilirsiniz, hepsi o denli!
****
Aşı örnekleri uluslararası yetkili kaynak (referans) laboratuvarlarda DSÖ gözetiminde test edilip onaylanmadan ölçüsüz bir iyimserlik yanlıştır. Doğru olan ise bilimsel özenliliktir (ihtiyatlılık; scientific precautionary principle).

Rusya’yı, başlangıç da olsa bu doğrulanması gereken, doğrulanmasını dilediğimiz başarılarından dolayı bilim emekçilerini ve onları destekleyen Rus devletini kutluyoruz..

İnsanlığın pek çok açıdan böylesine başarı öyküsü ve gerçekleşen büyük adımlara öyle çok gereksinimi var ki..
***
Öte yandan R.T. Erdoğan‘ın, DSÖ verileriyle aşı geliştirme yolunda dünyada 3. ülkeyiz bağlamında sözleri çok acı vericidir. Bu içerik gerçek dışıdır, gerçekleşmesi olanağı da yoktur yukarıda belirtilen nedenlerle. Ancak neden R.T. Erdoğan böylesine pervasızca yanıltılmaktadır çevresince?? Narsistik kişilik danışmanlara yeter etik gerekçe, hukuksal güvence, meşru kalkan olabilir mi??
Bu uğurda bir ülke, bir halk feda edilebilir mi?? Nereye dek?!!

Kaldı ki Erdoğan’ın böylesi bir kısır döngüyü algılayıp (?), dikkate alıp doğrudan bilgi edinme kaynaklarını açık tutma yükümü yok mudur? Bu olgu ürküntü vericidir ülkemizin bekası bakımından.

DSÖ kaynaklarında, bu sitede yayınladığımız, TV konuşmalarımızda son haftada dile getirdiğimiz üzere, 165 noktada aşı geliştirme çabası sürdüğü, 5 ülkede 3. aşamaya (faza) gelindiği geçen hafta açıklanmıştı. DSÖ kaynaklarında, 165 noktada aşı geliştirme çabası sürdüğü, 5 ülkede 3. aşamaya (faza) gelindiği geçen hafta açıklanmıştı.

İngiltere, Astra-Zeneca ile yürütülen aşı çalışmasıyla ilgili 20 Temmuz’da yayınlanan makalede 2. faz sonuçlarının umut verici olduğu ve istenen bağışıklığı sağladığı duyuruldu.

CanSino: Çin merkezli bir başka aşı çalışması olan Cansino da viral vektör türünde aşı geliştiriyor. Çin ordusunda 3. Faz denemelerine başlanan aşının da daha önceki fazlardaki etkisi The Lancet dergisinde incelenmişti.

Sinovac: Eski bir yöntem olan ‘inaktif virüs’ tekniğine göre hazırlanan bu aşıda, enfekte etme özelliğini yitirmiş olan virüs insana verilerek, vücudun hastalığa bağışıklık kazanması hedefleniyor. Haziran’da 1. ve 2. fazda kritik bir yan etki gözlemlenmediğini açıklayan şirket, 3. faz çalışmasını Brezilya’da sürdüreceğini duyurdu. Bu yöntemin dezavantajı, üretiminin uzun ve maliyetli olması. Zayıflatılmış ya da öldürülmüş virüs ile üretilen aşılarda bu virüslerin çoğaltılması için milyarlarca yumurta gerekli.

Sinopharm: Çin merkezli bir başka aşı çalışmasında da ‘inaktif virüs’ yöntemi kullanıyor. Şirket 3. faz çalışmalarını Abu Dabi’de yürütüyor.

Moderna: ABD’de geliştirilen bu aşı, daha önceki aşılardan farklı olarak virüsün kendisinin değil, genetik materyalinin (RNA) vücuda şırınga edilerek bağışıklık oluşturmayı amaçlıyor. Üretimde büyük avantajlar sağlayacak bu yöntemin başarılı olursa, aşı teknolojisinde çığır açabileceği öngörülüyor. Moderna da 3. faz çalışmalarına geçtiğini duyurdu.

Görüldüğü gibi Türkiye ilk 3’te yok!

BSL4 düzeyinde Viroloji laboratuvarı yok! Refik Saydam Ulusal Referans Laboratuvarındaki BSL3 donanımlı.
****
Türkiye’nin mazlum – alınteri ulusal kaynakları 18 yıl boyunca talan edilmeyip, net 2 Tr$ servet yurtdışına aktarılmayıp, 0,5 Tr$ salt betona gömülmese idi; AKP iktidarı ve Türkiye bugün tıkanmazdı.. Geçelim BSL4 düzeyinde viroloji AR-GE laboratuvarı için yaklaşık 1+ milyar $ yatırım yapmayı; korona salgınını bastırarak sönümlendirmek için köktenci önlem olan 14 gün tam kapatmayı (lockdown) bile finanse edecek yaklaşık 50 milyar $ kaynağı Tek Adam iktidarı, ne acıdır ki bulamamaktadır!..

Salgın, yine ekonomik kulvardaki isyan ettiren çaresizliklerin ürünü popülist seçimlerle, irrasyonel açılım – saçılımlarla sürmekte ve kahrolası bedel; masum binlerce insanımızın önelenebilecek iken ÖNLENEMEYEN biçimde kurban edilmesiyle ödenmekte!

Sevgi, saygı,kaygı ve UMUT ile. 11 Ağustos 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Yolun sonu mu?

Açık ekonomi koşullarında yerli parayı koruyabilmek için elindeki tek silah olan faiz aracını kullanmayınca, mevcut ekonomik sistemin işleyiş mantığı uyarınca, TL’nin önünde sonunda değer yitirmesine seyirci kalmak kaçınılmazdı. Yerli paranın savunmasız kaldığı böyle ortamlarda ortalık doğal olarak spekülatörlere de sonuna kadar açılırdı. Tıpkı 1994 krizinde olduğu gibi. Bakmayın bizimkilerin “Libya”, “Ayasofya” hamlelerimize dış güçler TL’ye saldırarak yanıt veriyorlar diye topu taca atma taktiklerine; içinde debelendikleri ekonomik sistemin bazı kurallarını es geçmenin ve nihayetinde zor yoldan öğrenmenin sonuçlarını yaşamaktalar.

Piyasa” dedikleri görünmez şey, şimdiden yapacağını yaptı. Piyasada faizler (gösterge tahvillerin yani en çok işlem gören 2 yıllık tahvillerin ortalama faizi) %9’lar bandından %13’ler bandına yükseliverdi, ki %40’tan fazla bir artış anlamına gelir. Başka hesapla, enflasyonun altındaki bir düzeyden üstündeki bir düzeye çıkıverdi; önü de açıktır. TCMB gerçi politika faizlerini yükseltmedi bu aralıkta; ama sabit tutarak sipere çekildikten sonra dolaylı yöntemlerle fonlama maliyetlerini artırmaya başladı. Saray yola getirildiğinde politika faizleri de ayarlanacaktır. Peki hangi düzeye çıkması beklenebilir?

Sol Gazete‘ye yazdığımdan daha fazla ekonomi üzerine görüş açıklıyorum. Geçen cuma günü telefon demeciyle bana ekonomideki hal ve gidiş sorulduğunda şöyle demiştim:

“Eğer neoliberal sistemin mantığıyla hareket edilirse, iktidar faizleri yükseltmek zorunda kalacak. Nereye yükseltecek? Enflasyon haddinin üzerine yükseltecek. Şu an %8’lerden hemen %12’lerin üzerine çıkması gerekecek. Ama bu yalnızca kurun yatışması açısından zaman kazandırır;  %15’leri, belki 18 ve 20’leri görmesi gerekecek ki kuru yatıştırsın. Böyle bir faiz hamlesi biraz da iktidarın paniğe kapıldığı izlenimi vereceği için hem dövizi frenleyici etkisi olur hem de yeniden döviz talebini artırıcı yan etkisi olabilir. (…) Kurun bu kadar yükselmesi enflasyonu olumsuz etkileyecektir. İthalat ve büyüyen dış borç faturası da halka yansıyor olacak. Dolayısıyla yeni bir yoksullaşmanın kapısı ardına kadar açılacaktır. Faizlerin yükselmesi de yatırımlara önemli ölçüde sekte vuracak; işsizliği bir kez daha sıçratacaktır. (…) Sistem dışı çözüm asıl kalıcı çözümdür. Sermaye hareketlerinin kontrol edilmesi, dolarizasyona gidişin mutlaka durdurulması gerekiyor. Ama bugün gerek iktidar gerekse konvansiyonel muhalefet için sanki başka bir araç yok.” (Evrensel, 8 Ağustos 2020).
***
Aslında AKP iktidarı kimi yan yollardan kısmi sermaye denetimleri yapmaya zorunlu kalmıyor değil; ama bunlar 1989’da girilen denetimsiz sermaye hareketleri rejimini değiştirecek nitelikte değil.

Palyatif önlemler aranmaya da devam ediliyor. Ama hep el yordamıyla, sınama yanılma yöntemleriyle. Örneğin Nisan 2020’de özel bankaların kaynaklarını daha çok krediye, daha çok menkul kıymetlere (büyük bölümü devlet iç borçlanma senetlerine), daha çok swap işlemlerine (yani TCMB ile döviz-TL takası yapmaya) ayırmasını sağlamak üzere “aktif rasyosu” diye bir sistem icat ediyorsunuz. Buna göre payında bu sayılan aktif unsurların yer aldığı denklemin paydasına bankanın pasifini yani esas olarak mevduatı yazarsanız ve 100 ile çarparsanız bir rasyo (oran) elde edersiniz. İşte bu oranın dört haftalık ortalamasının konvansiyonel bankalarda asgari 100, katılım bankalarında ise 80 olmasını kurala bağlayıp buna uymayanlara ceza keserseniz, özel bankaları da kamu bankalarına benzetme adımını atmış olursunuz.

Amaç nedir? Bankalar mevduatlarının en azından tümünü (hatta sağladıkları dış borçları da buna eklerseniz fazlasını) kredilere, menkul kıymetlere ve swap işlemlerine tahsis ederek
a) ekonomiyi kredilerle hareketlendirmeli;
b) devlete borç verme kanallarını açık tutmalı;
c) TCMB ile döviz swapları yaparak (topladıkları DTH’lar üzerinden döviz verip karşılığında TL alarak)

hem Merkez Bankası’nın nakit döviz ihtiyacını karşılamalı hem de TL kredi kaynaklarını büyütmelidirler. (DTH yani döviz tevdiat hesaplarının TL mevduatları aştığı bir dolarizasyon cenderesinde, sisteme boyun eğmiş çaresiz bir iktidarın çırpınışlarıdır bunlar).

BDDK 15 Mayıs ve 9 Temmuz duyurularında “aktif rasyosu” kuralına uymayanlara 326 milyon TL’lik; Ağustos başında ise HSBC’ye 180 milyon, Albaraka’ya 20,6 milyonluk cezalar kesildiği açıklamalarını yapmıştı. Çok güzel ama, Türkiye’deki özel bankalardaki yabancı sermaye payının yüksekliğini dikkate almazsanız, bindiğiniz dalı kesme olasılığınız oldukça yüksektir. Nitekim gelen tepkiler üzerine olmalı, kurların patladığı bir evrede, dün açıklanan yeni BDDK kararına göre konvansiyonel bankalarda aktif rasyosu 95’e, katılım bankalarında 75’e indirilmiş durumda. Üstelik, menkul kıymetler tanımı genişletilerek bankaların biraz rahatlatılması da sağlanmış görünüyor. Bakalım devamı nasıl gelecek.

Ama 58,9 milyar dolarlık iç ve dış, döviz ve altın swap işlemleriyle (bunun 44,9 milyar dolarlık bölümü yurtiçi bankalarladır) TCMB brüt döviz varlıklarını artırırken ve tam da bu nedenle, TCMB’nin swap hariç net dış varlıklarının (döviz ve altın rezervlerinin) Mart ayından itibaren eksi bakiye vermeye başlamasına ve Haziran 2020’de -36,3 milyar dolara kadar gerilemesine yol açarken, yolun sonuna gelindiğinin işaretleri ve Ağustos ayındaki döviz şokunun hazırlayıcı öğeleri de oluşmaya başlayacaktır. Şişirilmiş kredi hacminin ve iç talebin, er ya da geç ithalatı kışkırtacağı bunun da döviz talebini arttıracağı, TCMB’nin döviz rezervleri gerilerken bunun döviz kurlarına baskı yapacağı bilinen (bilinmesi gereken) bir gerçekti. Ama bu oyun sonuna kadar oynandı; çünkü bu iktidarın dağarcığında ânı kurtarmaktan ötesi yoktu.

***

Şimdilerde IMF’nin 2000 sonrasındaki istikrar ve yapısal uyum programının 2003-2008 (ve kısmen 2010-2012) arasındaki uygun iç ve dış koşullarda “başarılıymış” gibi sonuçlar vermesini kendi eserleriymiş gibi sahiplenen eski AKP’li siyaset esnafı, tekrar bu sözde “altın çağ”a dönmenin şartlarını sıralamakta. Babacan’ın DEVA partisinin önceki gün açıkladığı 10 maddelik “deva reçetesi”, IMF’yi aratmayacak bir neoliberal sıkılık öneriyor. Sadece iki başlığı vermek yeterlidir: Enflasyon hedeflemesinin ve serbest sermaye hareketlerinin etkin bir biçimde kullanılması; “mali kural” denilen ve bizim “ekonomik anayasa” olarak adlandırabileceğimiz modele geçilmesi yani kamucu politikaların peşinen reddedilmesi… Bu arada, bugünkü konumuzu ilgilendirmesi bakımından, bankaları ucuz ve kolay kredi vermeye zorlamaktan vazgeçilmesi ve bu doğrultuda aktif rasyosu uygulamasına son verilmesinin de ayrı bir madde olarak düzenlendiğini ekleyelim. Ama bu son madde veya makul gözüken kimi maddeleri esas alamayız; yukarıda verdiğimiz iki başlık, reçetenin özüdür.

Peki anamuhalefet partisinin Babacan reçetesinden çok farklı bir ekonomik programı olacak mıdır? Sanmıyoruz ve esas sorun da zaten buradadır.

Gıda krizi, pandemi, gıda egemenliği

ÖZGE GÜNEŞ

Gıda krizi, gıda sisteminin işleyişinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Gıda sistemi, tohumdan sofraya kadar olan süreçlerin tümünün dayandığı politik, ideolojik örgütlenme modeli olarak tarif edilebilir. Mevcut gıda sistemi tohumu çoğaltmadan tutun, ondan elde edilen ürünün pazara ulaşmasına kadar olan tüm süreçlerin, gıdayı yaşam için gerekli temel bir ihtiyaç olmaktan çıkaracak biçimde işleyişine dayanıyor. Tüm süreçler için belirli standartlar tanımlayarak ve bunları endüstrileştirerek gıdayı, ondan kar elde etme anlamında bir verimliliğe indirgiyor.

Böylece gıda üretiminin, çiftçi bilgisinden uzaklaşmasına ve gıdanın yönetim ve denetiminin şirketlere emanet edilmesine neden oluyor. Sonuçta gıdayı, şirketler lehine olacak biçimde küresel serbest piyasaya teslim ediyor. Bu da gıdayı üreten aktörleri, toplumsal yapıyı ve kültürü değiştiriyor. Çiftçi, köylü tecrübesine dayanan üretim modeli terk ediliyor. Üreticiler şirketler karşısında güçsüzleştiriliyor. Üreticiyi doğrudan küresel serbest piyasanın adaletsiz, acımasız koşullarıyla baş başa bırakıyor.

Bunun bir tarım politikası olarak benimsenmesi, şirketlerin toprak, su gibi her türlü doğal kaynağı gasp etmesinin önünü açıyor. Buna kırsalı hedef alan kentleşme, maden, enerji, inşaat ve turizm yatırımları gibi toprak özelleştirmeleri de eklenince ortaya ciddi bir ekolojik yıkım çıkıyor. Bu tarım politikasının bir diğer sonucu da, çiftçilerin üretimden kopması olarak kendini gösteriyor. Ayrıca gıda dağıtımının, aracıların ve market zincirlerinin hâkimiyeti altına girmesiyle kentlerde yaşayanlar için nitelikli gıdaya erişim gittikçe zorlaşıyor. Bunların hepsi gıda krizinin bugünkü karşılıklarının özetleri olarak ele alınabilir.

Karantina sürecinde ise gıda krizi kendini, gıda üretiminin tüm dünyada neredeyse durmasıyla gösterdi. Sağlıklı kalabilmek için belki de hiç olmadığı kadar çabaladığımız bir dönemde sağlıklı gıdaya ulaşmakta zorluk çektik. Hükümetlerin bu tür bir krizle baş etmeye yönelik bir kapasitesi olmadığını gösterdi. Çiftçi örgütlerinin, acil önlemleri alma çağrılarına, tarımsal üretimi planlama taleplerine karşılık verilmedi. Örneğin ülkemizde çiftçinin patatesini, soğanını pazara ulaştıramadığını gördük.

Küçük çiftçiler seyahat yasakları, yaş sınırı gibi nedenlerle topraklarına erişemedi veya sağlıklı pazar yerlerinin olmaması gibi nedenlerle ürünlerini tüketicilere sunamadı. Büyük, zincir marketler gıda tedarikini ve fiyatlarını daha rahat kontrol eder hale geldiler. Üretimdeki durma hali, stoklama ve fiyat artışı gibi spekülatif sonuçlar doğurdu. Gıdaya erişimi daha da güçleştirdi. Özellikle de büyük şehirlerde ciddi sıkıntılar yaşandı. 65 yaş üzeri vatandaşların gıdaya erişimini dayanışma ağları sağladı.

Tüm bunların bir sonucu olarak denebilir ki;

  • pandemi süreci, gıda sisteminin kriz yaratan şirket egemen işleyişinin
    toplum için ciddi bir tehdit oluşturduğunu ve gıda egemenliğinin aciliyetini bize gösteriyor.
  • Piyasa yanlısı politikalardan ve doğal kaynaklar ile tarım alanlarını gasp edip enerji, maden vb. yatırımlara açmaktan vazgeçilmesi gerektiğini,
  • çiftçilerin şirketlerden bağımsız agro-ekolojik üretim yapmalarının önünün açılması gerektiğini
  • ve gıda tedarikini aracılardan kurtarmak gerektiğini gösteriyor.

    Sonuçta bugün gıda politikalarının, toplumun temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek, piyasa dışı, nitelikli ve devamlılığı sağlanabilir şekilde düzenlenmesi ciddi bir aciliyet olarak karşımızda duruyor.

Covid-19 ile ilgili testlerin güvenilirliği : Yazı tura atsanız daha iyi

Covid-19 ile ilgili testlerin güvenilirliği konusunda sağlıkçılarda ciddi endişeler var:

Yazı tura atsanız daha iyi!

Koronavirüs pandemisinin başlangıcından bu yana Sağlık Bakanlığı’nın test stratejisi tartışılıyor. Sağlık Bakanlığı’nın yerli kit üreten 12 firma olmasına karşın tek bir firmayla anlaşması, kitlerin alım sürecinde yolsuzluk yapıldığı iddiası ve yurtdışındaki yetkili laboratuvarlarda PCR testlerinin doğruluğunun %40’larda kaldığının iddia edilmesi krize neden oldu.

Sibel Bahçetepe10 Ağustos 2020, Cumhuriyet
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/covid-19-ile-ilgili-testlerin-guvenilirligi-konusunda-saglikcilarda-ciddi-endiseler-var-yazi-tura-atsaniz-daha-iyi-1757290

Test kiti tartışması nedeniyle Bakanlığa bağlı kurumlarda görev yapan 4 bürokrat istifa ederken bir bürokrat görevden alındı. Bilim insanları, Bakanlığın tartışmalara son vermek için testlerin duyarlılığını, pozitif ve negatif kestirim gücünü net olarak açıklaması gerektiğini belirtti.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Saltık, tartışmaları değerlendirirken;

  • Kit konusu özellikle bulanık tutuluyor. Bir duyum geliyor ‘%40 duyarlıklı testi bıraktık, ilgili daire başkanını görevden aldık, Bakanlıkta soruşturmalar sürüyor’ deniyor. Başka duyum alıyoruz; ‘O testi artık kullanmıyoruz, %93’lerde duyarlığı olan başka bir testi kullanıyoruz’ deniyor. Sahada çalışan değişik dallarda ve kurumlardaki meslektaşları-mızdan farklı, hatta çelişen bilgiler alıyoruz, kimse durumu net olarak bilmiyor. Gerçeği öğrenmek için kamu otoritesinin, Sağlık Bakanlığı’nın gecikmeden açıklama yapması gerekir.” dedi.

30 BİN HASTA DAHA

“Bildiğimiz kadarıyla ihaleye giren 2 firmadan birinin önerdiği testin duyarlığı %90’ın üzerinde ancak yandaş olan ve %40 duyarlığı olan testi sunan firmaya ihale verilmiş, duyumlar üzerinden bunu paylaşıyoruz” diyen Saltık, salgınla mücadelenin böyle yapılamayacağını anlattı. Testin duyarlığının ne düzeyde olduğundan emin olunması gerektiğini anımsatan Saltık, şöyle devam etti:

  • “%40 duyarlığı (hastaları yakalama gücü) olan bir testi kullanmak yerine, yazı – tura atsanız doğru tanı koyma şansınız daha yüksek, %50 oranında olur; oysa bu test %60 yanıltıyor! Salgının ortasında, 88 milyon insanın yaşadığı bir ülkede hazin bir ironi. ‘Test negatif’ diyerek evlerine gönderdiniz, kayıtlara geçmediniz, eğer şimdi kayda giren 240 bin olguyu 100 gerçek hastanın %40’ı kabul ederseniz, bunun üzerine 360 bin hasta daha eklemeniz gerekir o ‘yeteneksiz test’ yüzünden atladığınız. 600 bin hasta resmen ilan edilmiş olması gerekirdi Türkiye’de…”

‘NET BİLGİ VERİLMEDİ’

Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nden (KLİMİK) Prof. Dr. Özlem Kurt Azap ise PCR testlerine ilişkin özetle şu bilgileri paylaştı: “Test kiti ile ilgili sıkıntılar birçok tartışmaya konu edildi. Dünyada en iyi koşullarda testin duyarlılığının %50-60’larda olduğunu biliyoruz. Şimdi %40 açıklamasından sonra Bakanlıktan bir başka açıklama yapıldı. Dendi ki testin duyarlılığı % 91. Bu kafa karışıklığına yol açıyor. %91 diye açıklanan oran, dış kalite kontrol sonuçları dediğimiz şey. Dış kalite elbette ki önemli. Ama testin duyarlılığı için dış kalite kontrol sonuçlarını paylaşmak testin gerçek duyarlılığını söylemek anlamına gelmiyor. Bir tarafta %40 diye bir oran var, diğer tarafta %91 diye bir oran var. Buradaki doğru bilgiyi Sağlık Bakanlığı yetkililerinin açıklaması gerekiyor.”

BİLİMSEL VERİLER KAMUOYUYLA PAYLAŞILMALI

Testlerin güvenilir olup olmadığına ilişkin Sağlık Bakanlığı’nın yanıtlaması istemiyle geçen günlerde Meclis gündemine soru önergesi veren CHP Ankara Milletvekili Dr. Murat Emir, Sağlık Bakanlığı’ndan konuya ilişkin bir açıklamanın henüz gelmediğini söyledi. CHP’li Emir, testlerin geçerliliği ile ilgili çalışmaların bilimsel sonuçlarının kamuoyu ile paylaşılmasının önemine dikkat çekerek şöyle konuştu: “Aslında Bakanlığın buradaki bilgilerin tümünü gizli tutması, bilgi kirliliğini de beraberinde getiriyor, Bakanlığın inandırıcılığını da ortadan kaldırıyor. Oradaki testlerin şu an için geçerliliğinin ne düzeyde olduğunu tam olarak öğrenebilmiş değiliz. Uzunca bir süre bir firmada ısrar edildi, Uluslararası Sağlık Hizmetleri AŞ (USHAŞ) üzerinden alınırken sonrasında Devlet Malzeme Ofisi üzerinden alındı. İhaleye bildiğim kadarıyla 1’den çok firma katıldı. Özellikle USHAŞ’ın alımları sırasında yalnızca 1 firmada ısrar edilmiş olması akıllarda soru işaretlerine neden oldu. Bakanlık halen sessizliğini koruyor.”

TÜRKİYE’DE NEGATİF KKTC’DE POZİTİF

MHP Milletvekili Mustafa Baki Ersoy’un, KKTC ziyaretinde yaptırdığı Covid-19 testi pozitif çıktı. Baki’nin Kıbrıs’a gitmeden önce Kayseri’de test yaptırdığı ve testin negatif çıktığı öne sürüldü. Günboyu gazetesi yazarı Fatih Ergin, “Ersoy’un bir ilçeden aldığı negatif test sonucu sahte. Bu rezaletin üstüne gidecek misiniz sayın Koca?” dedi.
==================================
Dostlar,
Cumhuriyet muhabiri S. Bahçetepe ile telefonla görüşmede sözlerimizin yayınlanmayan bölümü aşağıda :

PCR testleri yeterince güvenilir mi?
Prof. Ahmet Saltık: Sahada çalışan değişik dallarda, değişik kurumlardaki hekimlerden farklı bilgiler alıyoruz, kimse durumu net bilmiyor. Gerçeği öğrenmek için Bakanlığın açıklama yapması gerekir. Koronavirüs pandemisinin başlangıcından bu yana Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın test stratejisi ve PCR testinin güvenilirliği tartışılıyor. Ülkemizde yerli kit üreten firmalar olmasına karşın, salgının daha başından Bakanlığın tek bir firma ile anlaşması ve ardından geçen günlerde testin duyarlığının (koronavirüs taşıyıcılarını yakalama yeteneği) %40’larda kaldığının yurt dışında yetkili laboratuvarlarda belirlenmesi, bilim insanlarının tepkisine neden oldu. Bakanlığı saydam olmaya çağıran bilim insanları “Covid-19 ile ilgili testlerin güvenilirliği konusunda kamuoyunda sağlıkçılarda ciddi çekinceler var. Bakanlığı’nın hangi testi kullandığı ve duyarlılığını, özgüllüğünü, pozitif ve negatif kestirim gücünü net olarak açıklaması gerek” dediler.

‘Kimse net bilmiyor’

Prof. Dr. Ahmet Saltık, bir yerli firmanın test kitinin şu sırada kullanıldığını ancak asıl sorunun net bilgi anlamında yaşandığını belirterek “Ne olup bittiğini öğrenmek hakkımız. ‘Yazı – tura atsanız tanı koyma şansınız daha yüksek’ (!)

Böyle bir testi yapmamak daha az yanıltıcı. Bağışlanacak hata değildir. “Test negatif” diyerek eve gönderdiniz, kayıtlara geçmediniz, şimdi kayda giren 240 bin olguyu 100 gerçek hastanın % 40’ı kabul ederseniz, üzerine 360 bin hasta eklemeniz gerekir o ‘yeteneksiz test’ yüzünden atladığınız. 600 bin hasta resmen ilan edilmiş olması gerekirdi. Test gerekirken Sağlık Bakanlığı’nın anlamsız kısıtları yüzünden yapıl(a)mayan durumlar da ayrıca akılda tutulmalı.”

Gerçek olgular daha fazla

Testlerin güvenilirliği sorunu yanı sıra, test yapabilme koşullarının da değiştirildiğini bunlarla ilgili sorunlar da olduğunu anımsatan Prof. Saltık; “Sağlık Bakanı uzman hekim, testlerin geçerlik -güvenilirliklerinin önceden saptanması, bu incelemelerin gerekirse yinelenmesi, testlerin en yüksek güvenilirlikle çalıştığından emin olması gerektiğini iyi bilir; burada Bakan da sorumludur. Danışmanlık yapan bilimsel danışma kurulu da eğer zamanında, etkili uyarmadıysa sorumludur” dedi… PCR pozitif gelenlerin birkaç katı kadar, test negatif ama klinik olarak Kovid-19 sağaltımı (tedavisi) gören hastalar da hastanelerde. Hastaneler dolu. Bu hastalara viral pnömoni, bronşit, solunum yolu enfeksiyonu, grip.. gibi tanılar yazılıyor. Türkiye güllük gülistanlık görünüyor. Ağır hasta olmayanlar eve yollanarak hastane yataklarının dolması engellenmeye çalışılıyor. Yatırılan hastaların %10’undan çoğu ağır hasta, zatürre, yoğun bakım gereksinimli oluyor. Bu oran Dünya ortalamasının 10 katından büyük.. Ama ölüm oranları gene de dünya ortalamasının yaklaşık 1/3’ü! Türkiye mucizeler, harikalar yaratıyor. Salgın denetim altında(!) AKP bir başarı öyküsü daha yazıyor; masum insanlar önlenebilecek ilen ölürken.. Çok acı, çoookkk ” diye konuştu.