Yıllık arşivler: 2016

OHAL’le TSK’da yapılan radikal değişikliklerde TSK’nın kendi görüşü nedir?

OHAL’le TSK’da yapılan radikal değişikliklerde TSK’nın kendi görüşü nedir?

Nasuh MAHRUKİ

10 Kasım 2013’te, büyük Atatürk‘ün aramızdan ayrılışının 75. yılında, ATA’ma MEKTUP yazmıştım. Genelkurmay Komuta Kademesi’nin kendi subayını, kendi askerini kumpas olduğu ispatlanmış kumpastan bile koruyamamasını Atatürk‘e şikayet etmiştim. Şimdi de Türk Vatanının yenilmez savunucusu Türk Silahlı Kuvvetleri‘ne bir şeyler yazmak ihtiyacındayım…

O gün, suçsuz askerlerin kumpas davalarında sahte belgeler, dijital üretim kanıtlar, uydurma CD’ler, PKK’lıların gizli tanıklığı ve daha başka bir sürü kepazelikle ağır hapis cezalarıyla, müebbetle cezalandırılmalarına seyirci kalınmasaydı, bugün FETÖ darbeye kalkışacak kadar güçlenemez, TSK’nın bütün varlıkları, asıl sahibi ve kullanıcısı olanlara sorulmadan sağa sola dağıtılamaz, askeri okulları kapatılamaz, başka bir sürü kepazelik de yapılamazdı…

Görüyorum ki Türk Silahlı Kuvvetlerimiz ve Milli Güvenliğimiz, kumpas yetmezmiş gibi, şimdi de OHAL yetkileriyle çıkarılan KHK’lerle zafiyete uğratılıyor. Benim burada bir yurttaş olarak anlamadığım ve anlama ihtiyacında olduğum şeyler var.

  • TSK’ya yapılanlar Türkiye’nin Milli menfaatlerine aykırı şeyler. Bundan eminim çünkü
    Milli Güvenlik Akademisi’nde bunun eğitimini aldım. Bunlar çok yanlış ve çok tehlikeli.
  • Buna rağmen hiçbir engelle ve itirazla karşılanmadan, sorgusuz sualsiz, aynen uygulanıyor. Neden TSK’nın hiç sesi çıkmıyor bu olan bitende? Neden hiçbir şeye itiraz etmiyor?
    TSK’nın yetkilileri ve uzmanları çıkıp bu işin eğrisini, doğrusunu neden herkese anlatmıyor? Bizim için faydalarını, zararlarını, risklerini, tehditlerini milletle paylaşmıyor?
    *  *  *
    Toplumun bir kesiminde derin bir endişe var. Hükümet’in, stratejik önemi hakkında TSK kadar bilgisi olması imkansız konularda bu kadar hoyratça ve hesapsızca kararlar alabiliyor olması insanları endişelendiriyor.
  • Anayasa ve kuvvetler ayrılığı rafa kaldırılarak KHK’lerle ülke yönetilmez,
    Ordu hiç yönetilmez…

Daha yeni bir darbe girişimi atlatmışken, herkes yaralıyken, daha fazla sert değişiklik yaratıp insanları daha fazla strese sokmanın ne gereği varken, Kuvvet Komutanlıkları Milli Savunma Bakanı’na bağlandı. Bütün uzmanlar uyarıyor ki;

  • Ordu’nun emir komutasıyla oynamak büyük bir kaos doğurur.
    Genelkurmay’ın komuta yetkisini dağıtmak, Orduyu dağıtmak anlamına gelir.

– YAŞ’ın yapısı değişti.
– Harp Akademileri, askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları kapatıldı.
– Milli Savunma Üniversitesi kuruldu.
– Darbeye karışan birlikler insan gibi cezalandırılıp kapatıldı.
GATA ve askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredildi.
– OHAL yetkileriyle, yangından mal kaçırır gibi TSK’nın varlıklarında TSK’ya sorulmadan bunların yapılması normal midir? Doğru mudur? Bizim için iyi midir? Benim gibi milyonlarca insan merak ediyor başlıktaki sorumun cevabını…

Bir Genelkurmay Başkanı’nın kızının mahrem görüntülerinin TSK’ya karşı koz olarak kullanıldığı söyleniyor. Yaşadığımız pratikler bu iddiaların haklı olabileceğini düşündürüyor.

  • AKP döneminde, hiçbir engelle karşılaşmadan 17 Adamıza Yunanistan’ın el koyduğu
    iddia ediliyor, hem de çok yüksek sesle ve her yerde.

FETÖ’cü diyerek kamuda olduğu gibi TSK’da da her rütbeden binlerce subay ve astsubay uzaklaştırıldı, tutuklandı. TSK bu stratejik önemi açık konularda görüş bildirmeyip neden meydanı, çoğu zaten yandaş hale getirilmiş medyanın profesyonel yalancılarına bırakıyor?

Bu yandaşlar bu önemli konularda 7/24 milletin beynini iğfal ediyor saçma sapan şeylerle

Burada yapılması gereken, yaşadığımız bu trajediye yol açan eksikleri ve sorunları giderecek önlemleri almaktır. Bu trajedide etken olan hem sistemsel hem de insan kaynağı olarak kök sorunları bulmak, onları teker teker çözmek ve buradan yenilenerek, güçlenerek çıkmaya odaklanmakken, her yeri dağıtmak, kapatmak, birbirine karıştırmak sorunları çözülmezin ötesinde sorunları görünmez hale getirir. Ta ki feci bir kayıpla bizi kendimize getirene kadar…
*  *  *
TSK Komuta Kademesi acaba bu konularda konuşma hakları olmadığını mı düşünüyorlar? Tam tersi, asıl uzman oldukları bu konularda konuşmalıdırlar ve halkı bilgilendirmelidirler. Bütün işlerde ilk söz hakkı o işi yapanındır. TSK yaşadığı ve yaşayacağı her sıkıntıda içinden çıktığı milletini arkasına almalıdır. TSK millet, millet TSK’dır. TSK en önce milletine karşı sorumludur. TSK pasif pozisyonundan çıkmalı ve Türk Milleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milli menfaatleri için ne gerekiyorsa, ne doğruysa onu yapmalı, onu söylemelidir. Yapması ve söylemesi için engeller varsa bunları kamuoyuyla paylaşmalıdır.

TSK’nın çözemediğini millet çözer. Millet’ten büyük güç yoktur, her şeyin çözümü millettedir.

TSK’nın doğru davranırsa bu badireden avantaj elde ederek çıkabileceğini düşünüyorum. Sahteliklerle dolu 3 yıl önceki kumpas davalarında, bütün komutanların, bila istisna hukuka ve demokrasiye saygılı olacağız diye kendi personelini gözünü kırpmadan, olmayan hukukta bile harcaması, öte yandan Cemaatin darbe girişimine karşı ölümüne mücadele etmesi ve durdurması, TSK’nın demokrasi kültürüne verdiği değerin ve bu uğurda göze alabileceği sınırsız fedakarlıkların kanıtıdır ve çok önemlidir. Töreye ve yasaya saygı, komutana itaat Türk Ordusu’nun 2225 yıllık geleneğidir. Türkiye’yi bu coğrafyada güvenle yaşatan bu gelenektir. TSK bence asıl gerçek olan bu algıyı daha iyi yönetmeli, bunları daha iyi anlatmalı ve bu geleneği bozdurmamalıdır…

  1. TSK darbe yapmamıştır,
  2. TSK bu darbe girişiminin asıl mağdurudur.
  3. Darbeyi, içeri sızmalarında AKP hükümetlerinin kararnamelerinin tartışılmaz sorumluluğu olan asker kılığına girmiş cemaatçi teröristlerden asıl TSK yemiştir.
  4. Kendi silah arkadaşları tarafından, kendi içinden arkadan vurulmuştur.
  5. TSK bu süreci hazırlayan sebepleri, kolaylaştıran yasal düzenlemeleri, doğrudan ve dolaylı sorumluları açığa çıkarmalıdır… (SÖZCÜ, 5 Eylül 2016)

======================================

Dostlar,

Değerli aydınımız Sayın Nasuh Mahruki bu yazısında kaleme aldıkları, saptamaları ve sorularıyla, önerileriyle yerden göğe aklı değil mi??

Biz de paylaşıyor ve Ordumuza en içten dayanışma duyguları – düşüncelerimizi sunuyoruz.

15 Temmuz süreci ve OHAL Kararnameleri ile ilgili bu sitede yazdığımız birkaç makalenin künyesi sitemiz manşetinde.. Okunmasını dileriz..

Sevgi ve saygı ile.
10 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Her şey 9 Eylül günü başladı

Her şey 9 Eylül günü başladı

portresi

 

Emin ÇÖLAŞAN
SÖZCÜ, 09 Eylül 2016

 

Sevgili okuyucularım, ne acıdır ki yakın tarihini bilmeyen ve öğrenmek istemeyen bir millet haline dönüştük.
Milletçe elde ettiğimiz bağımsızlık, bugünkü iktidar tarafından özellikle örtbas edilmek isteniyor.
Ulusal bayramlarımızın kutlanması bile artık yasak!..
Çünkü Türkiye’de ulusalcılığı değil ümmetçiliği yaygınlaştırma peşindeler.
Bugün 9 Eylül… İzmir’in kurtuluşu
Sadece bir kentimizin değil, ülkemizin kurtuluşu anlamına gelen bir gün.
* * *
1914-1918 arasında dört yıl boyunca Birinci Dünya Savaşını yaşadık. Müttefikimiz Almanya ile birlikte bu savaştan yenik çıktık ve teslim olduk. Irak, Suriye, Ürdün, Filistin elimizden çıktı.
30 Ekim 1918: Osmanlı, Mondros teslim anlaşmasını imzaladı. Silahları bıraktık…
Hemen ardından Osmanlı’nın başkenti İstanbul İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildi.
Düşman orduları Anadolu’nun dört bir yanına girdiler ama bu da hızlarını kesmiyordu.
15 Mayıs 1919: Gücünü İngiltere ve Fransa’dan alan Yunan ordusu İzmir’i işgal etti. İşgal giderek bütün Ege bölgesine yayıldı.
19 Mayıs 1919: Mustafa Kemal Paşa işgalden dört gün sora Samsun’a çıkıp milli mücadeleyi başlattı. 23 Nisan 1920: Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldı.
* * *
Yunan ordusuyla İnönü ve Sakarya’da kanlı savaşlar, meydan muharebeleri oldu.
Elinde hiçbir olanak olmayan yeni Türk devleti artık savaş alanlarında boy gösteriyordu.
Garp cephesi kuruldu. Ordu düzeni şöyleydi:
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Garp cephesi komutanı İsmet Paşa.
Emrinde iki ordu var. Birinin komutanı Yakup Şevki Paşa, ötekinin komutanı sakallı Nurettin Paşa. Ordumuzda sakallı olan tek general. (Sonraki yıllarda Atatürk‘e düşman oldu!)
* * *
Ankara hükümeti büyük bir gizlilik içinde büyük savaşa, büyük taarruza hazırlanıyor. İlk amaç düşman işgali altındaki Afyon’u kurtarıp oradan İzmir’e doğru atılmak.
Taarruz 26 Ağustos 1922 günü Kocatepe’den topçumuzun atışlarıyla başladı.
Yunan ordusu direniyordu ama bu direniş çok kısa sürdü. Ordumuz ilerlemeye başladı.
Üçüncü gün çok önemli bir gelişme oldu ve başta Trikupis olmak üzere düşman ordusunun bütün komutanları esir edildi.
Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa esir komutanlarla görüştü. “Savaşta olur böyle şeyler, üzülmeyin. Siz görevinizi yaptınız” dediler ve kılıçlarını almadılar.
30 Ağustos 1922: Yapılan son meydan muharebesini ordumuz kazandı.
Mustafa Kemal Paşa‘nın “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emri yerine getirilmeye başlanmıştı. Yunan ordusu İzmir’e doğru kaçıyor, arada kısa direnişler oluyor, ancak geçtiği her yeri yakıp yıkıyordu.
* * *
Hızla ilerleyen Türk askeri bir rekor kırıyordu. 30 Ağustos günü yürüyüş başlamıştı. Ele geçirdiğimiz Afyon’dan İzmir’e askerimiz sadece dokuz günde ve yürüyerek yetişti.
9 Eylül sabahı İzmir’e girildi. İlk birliğimiz Konak meydanındaki hükümet binasına bayrağımızı çekti, kentteki binlerce Yunan bayrağı indirildi. Komutanlarımız iki gün sonra geldiler. İzmir’deki yabancı konsoloslar ve limandaki düşman işgal gemilerinin komutanları hemen başkomutanın ziyaretine gelip barış şartlarını görüşmek istediler. Zaferi kazandığımızı, artık geriye dönüş olmayacağını, karşılarında Vahdettin gibi satılık bir padişah olmadığını en sonunda görmüşlerdi.
* * *
11 Eylül günü İzmir’in Ermeni mahallesinde korkunç bir yangın çıktı. Elde yeterli itfaiye örgütlenmesi yoktu ve İzmir cayır cayır yanıyordu. Bugünkü kordon ve fuar alanı tümüyle yandı. Kentin yarısı yok oldu. Yangını kimin çıkardığı hiçbir zaman anlaşılamadı.
* * *
Sakallı Nurettin Paşa İzmir askeri valiliğine atanmıştı. Yunan ordusu İzmir’i işgal ettiği zaman Yunan bayrağı ile kutsayıp takdis eden militan papaz, Rum’ların dini lideri, baş piskopos Hrisostomos’u yanına çağırdı, azarladı. Yaptıklarının hesabını vereceğini söyledi. Sonra onu askerler eşliğinde bir yere gönderdi. Yürüyerek ve kelepçeli gidiyordu. Ahali onu yolda linç etti.
* **
Mustafa Kemal Paşa yangından sonra karargahını İzmir’in önde gelen ailelerinden Uşşakizade
lerin Göztepe semtindeki evine taşıdı. Ailenin kızı Latife Hanım’la orada tanıştı. Yurt dışında okumuş, üç dil bilen aydın bir Türk kadını idi. Bir süre sonra evlendiler ama bu evlilik yürümedi.
* * *
9 Eylül 1922’de İzmir’in ele geçirilmesi aslında Türkiye’nin gerçek kurtuluş günüdür.
Vatanın düşman ordularından arınma sürecinin son noktasıdır. İşgalci güçler bir süre sonra vatan toprağından temizlendi.
* * *
Artık yeni bir devletin temelleri atılıyordu. Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı, kapitülasyonlar kaldırıldı. Silahla kazanılan bağımsızlığımız ve egemenliğimiz bütün dünya tarafından onaylanmış oldu. 29 Ekim 1923… Cumhuriyet ilan edildi ve işte bu günlere geldik. O günlerde hiç kimsenin aklına bazı şeyler gelmezdi… Örneğin birileri çıkıp İstiklal Harbi kahramanlarından “İki ayyaş” diye söz edecek!.. Ulusal bayramlar tu kaka ilan edilecek ve kutlamalar yasaklanacak!.. Türkiye’de birileri din devleti kurma hayallerine kapılacak!.. Ama oldu. Bu da elbet geçecek.

===========================================

Dostlar,

Cumhuriyetimizin yetiştirdiği aydınlık kişiliklerden biri de hiç kuşku yok çoook başarılı gazeteci – yazar Sayın Emin Çölaşan‘dır..

Pek çok yazısı gibi bunu da çok anlamlı ve değerli bulduk ve 9 Eylül 1922 tarihli görkemli zaferimizin 94. yılında kendisine teşekkür ederek paylaşmak istiyoruz..

Biz de ekleyelim ki, Büyük ATATÜRK‘ün öncülüğünde Türk Milleti olarak bu büyük utkumuz (zaferimiz), o dönemin dünya devi ve jandarması, günümüzün ABD’sinin rolündeki İngiltere’de Başbakan Lloyd George‘un istifa etmek zorunda kalması sonucunu da doğurmuştu..

Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa.. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş ve kuruluşunda temel harcını koyan 2 kahraman asker ve deblet adamı.. Saymakla bitmez ülkemize hizmetleri..  Bu 2 saygın tarihsel kişiliğe sonsuz bir vefa, saygı ve şükran duyması gereken, onların sayesinde Başbakanlık koltuğuna erişen R.T. Erdoğan’ın 2013’te kullandığı “2 ayyaş” nitelemesini hazmedemiyor ve bağışlayanıyoruz.. Aradan 3 yılı aşkın zaman geçti, hala özür dilemedi.. dilemeli oysa.. Kendisinin yerine biz utanıyoruz ve 2 ulusal kahramanımız Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’dan bu değerbilmezliğe, çok ağır saygı kusuruna gülüp geçmesini, O’nu mazur görmesini istirham ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Mustafa Kemal’in tek kurşun atmadan dehasıyla kazandığı zafer!.

Mustafa Kemal’in tek kurşun atmadan dehasıyla kazandığı zafer!..

2

Yıl 1922…
Mustafa Kemal ve askerlerinin 30 Ağustos Zaferi ile perişan ettiği Yunan Ordusu’nu adeta süpürerek 9 Eylül’de İzmir’e girmesi, müthiş bir Yunansever ve Türk düşmanı olan İngiltere Başbakanı Lloyd George’u çılgına çevirmişti… Türklere hâlâ ağır bir ders verme sevdasında olan Lloyd George, Sevr Antlaşması’na göre Boğazlar çevresinde oluşturulan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri tarafından savunulan “Tarafsız Bölge”nin uluslararası koruma altında olduğunu ileri sürerek Türk Ordusu’nun bölge sınırlarına girmesini savaş sebebi saydığını ilan etmişti.
Oysa, İzmir’in geri alınmasından sonra Mustafa Kemal’in öncelikli hedefi, batıda Misak-ı Milli hudutlarına ulaşmak için Doğu Trakya’nın da Yunan işgalinden kurtarılmasıydı.Ancak oraya giden yol Boğazlardan yani “Tarafsız Bölge”den geçiyordu. Bu durumda, bir İngiliz-Türk çatışması kaçınılmaz görünüyordu. Lloyd George’a muhalif bakanların da yer aldığı İngiliz kabinesi, iki nedenle telaş ve paniğe kapılmıştı. Birincisi; I. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere, bölgeden muharip güçlerinin büyük kısmını çekmiş, İstanbul’da ve Çanakkale çevresinde düşük düzeyde kuvvetler bırakmıştı. Bu nedenle savaşa hazır değildi. İkincisi, kısa süre önce yaşadığı Dünya Savaşı’nın açtığı derin yaraları hâlâ sarmaya çalışan İngiliz halkı tekrar savaşmak istemiyordu.
* * *
Osmanlı Hükümeti, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettikten sonra barışı getireceği umuduyla Mondros Mütarekesi’ni imzalamış ancak mütarekenin barış getirmediğini ve galip devletlerin Osmanlı topraklarını işgale devam ettiklerini görmüştü. 13 Kasım 1918’de galip devletlerin 61 parçalık donanması Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul önünde demirlemiş ve işgal kuvvetlerini karaya çıkartmıştı. Türk halkının varını yoğunu ortaya koyarak ve bir nesli feda ederek savunduğu Çanakkale’nin düşman donanması tarafından rahatça geçilip işgal edilmesi, Türk halkını derin bir üzüntüye boğmuş, kalbini kanatmıştı. Ne var ki, Osmanlı Hükümeti’nin 20 Ağustos 1920’de imzaladığı Sevr Antlaşması, Türk halkı için daha onur kırıcı sonuçlar doğurmuş ve İngiltere ile müttefiklerinin Boğazlar ve İstanbul üzerindeki hakimiyetini pekiştirmişti. (AS : Sevr Antlaşması’nın tarihi 20 değil 10 Ağustos 1920 olacak..)
* * *
İngiltere İmparatorluğu’nun Çanakkale’de ağır yenilgiye uğramasını hazmedemeyen Lloyd George, İstanbul’u ve Boğazları geri ve barbar bir ırk olarak gördüğü Türklere bırakmamakta kararlıydı. Bu amaçla Mustafa Kemal’le savaşı şöyle savunuyordu:“Gelibolu Yarımadası’nın Türklerin eline geçmesine asla izin vermeyiz. Orası dünyamızın en önemli stratejik noktasıdır. Boğazların Türkler tarafından kapatılması, savaşı iki yıl uzatmıştır. Türklerin Gelibolu Yarımadası’na sahip olmaları akıl almayacak bir şeydir ve bunu önlemek için savaşmalıyız.”
Winston Churchill de, Lloyd George’u şu ifadelerle destekliyordu: “Asya’yı Avrupa’dan ayıran derin su çizgisi önemli bir çizgidir ve bunu tüm gücümüzle emniyete almamız gerekmektedir. Türkler Gelibolu Yarımadası ile İstanbul’u alırlarsa, zaferimizin tüm meyvelerini kaybetmiş oluruz!..”
* * *
İngiliz Hükümeti savaş kararı almıştı ama İngiliz halkı savaşmak istemediğine göre, savaşacak asker bulmak lazımdı. Bu maksatla 15 Eylül’de tüm İngiliz dominyonlarına Lloyd George imzalı telgraflar gönderildi. Ertesi gün, gazetelerde yayınlanan hükümet bildirisinde, “Müslüman Türkiye’nin İngiltere ile müttefiklerini büyük bir yenilgiye uğrattığı kabul edildiği takdirde, Müslüman dünyasının bundan esinlenerek sömürge yönetimini üstünden atmak için cesaret bularak ayaklanacağı”vurgulanıyordu.
Tam bu sırada, Fransızlar ve İtalyanlar Tarafsız Bölge’nin ön cephesindeki askerlerini çekerek İngiltere’yi yalnız bıraktılar. Arkadan, dominyonlar asker gönderme eğiliminde olmadıklarını açıkladılar. Hindistan, Kanada ve Avustralya Londra’nın talebini reddediyor, Güney Afrika cevap dahi vermiyordu. Sadece, Yeni Zelanda ve Newfoundland olumlu cevap verdiler.
* * *
Dışişleri Bakanı Lord Curzon 23 Eylül’de Paris’te, Fransa Dışişleri Bakanı Poincare ve İtalya Dışişleri Bakanı Sforza ile görüştü ama onları savaşa ikna edemedi. Ünlü tarihçi David Fromkin, “Barışa Son Veren Barış” adlı eserinde, bu durumda düş kırıklığına uğrayan Lord Curzon’un yan odaya geçip, çaresizlikten ağladığını yazar!..
Ancak giderek artan olumsuzluklar Lloyd George’u etkilemedi. Nitekim, hükümet 23 Eylül’de, Çanakkale’ye ilave savaş gemileri ve hava kuvveti ile Aldershot, Malta, Mısır ve Cebelitarık garnizonlarından kara kuvveti gönderme kararı aldı. Bu esnada Türk ordusu “Tarafsız Bölge”yi kuşatacak şekilde ilerliyordu. Yunan Ordusu’nu ezip geçen Türk askerlerinin ve komutanlarının morali zirvedeydi. Yakın çevresinden Mustafa Kemal’e “Selanik’i de geri alalım” yolunda telkinler yapılıyordu.
* * *
27 Eylül’de İngiliz Hükümeti, İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington’a, “Tarafsız Bölge”nin boşaltılmasının Britanya İmparatorluğu’nu utanç verici duruma düşüreceği ve bu nedenle Mustafa Kemal’e orayı çevrelemekten vazgeçmediği takdirde, ordusuna ateş açılacağı ültimatomunun verilmesi talimatını gönderdi.Ancak, General Harrington, serinkanlı bir muhakemeyle ültimatomu Türk tarafına iletmedi. Zira karşısında savaş deneyimi kazanmış 40 bin kişilik bir ordu vardı. İzmit civarındaki Türk Ordusu’nun mevcudu da 50 bindi…
* * *
Bu sırada cephede garip bir olay yaşanıyordu. Türk birlikleri İngiliz savunma hatlarına doğru resmi geçit düzeninde “rap…rap…rap…” sesleriyle ilerliyordu. Başkomutan Mustafa Kemal’in talimatı uyarınca, ilk ateş edenin kendileri olmayacağını belirtmek için askerler tüfeklerini omuzlarına dipçikleri yukarı, namluları aşağı gelecek şekilde asmışlardı. Bu görüntü İngilizler için ürkütücü ve sinir bozucuydu. Dalga dalga ilerleyen binlerce Türk askeri, bir süre sonra dikenli teller arkasından şaşkın bakışlarla kendilerini izleyen İngiliz askerleriyle yüz yüze geldi. Artık General Harrington’un Mustafa Kemal’le bir uzlaşma zemini aramaktan başka çaresi kalmamıştı…
* * *
Mustafa Kemal her zamanki gerçekçiliğiyle serinkanlı hareket ederek, meselenin siyaset yoluyla çözümlenmesine karar verdi. Doğu Trakya’nın Meriç’e kadar Türkiye’ye bırakılması şartıyla, Mudanya’da mütareke görüşmelerine başlanmasını kabul etti. 11 Ekim’de noktalanan görüşmelere göre, Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşa son veriliyor, Yunanistan Doğu Trakya’yı Türkiye’ye bırakıyor, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda dar bir kıyı şeridi “Tarafsız Mıntıka” olarak kabul ediliyor ve önemli konular toplanacak barış konferansına bırakılıyordu.
Böylece İngiltere’nin Batı Anadolu’yu Yunanistan’a verme politikası iflas etti. Bu politikanın mimarı Başbakan Lloyd George da, Türklere karşı sınırsız düşmanlığının ve hatasının bedelini, istifaya mecbur kalarak ve siyaset sahnesinden silinerek ödedi.
* * *
Tarihe 1922 Çanakkale Krizi (The Chanak Affair) olarak geçen bu süreç, Atatürk’ün, asker ve devlet adamlığı vasıflarını ortaya koyarken, aynı zamanda gerçekçi olma, riski iyi hesaplama, duygularına kapılmama ve ölçülü hareket etme niteliklerini -üstelik tek kurşun atmadan- bir kere daha gözler önüne serdi.
İzmir’in kurtuluşunun 94. yıldönümünde, Cumhuriyetimizin kurucusu, ulusal bağımsızlığımızın ve Türklük şuurunun mimarı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anmayı görev biliyor, onun aziz hatırası önünde minnet ve şükran duygularıyla eğiliyorum.
Ne mutlu, Türküm diyene!..
* * *
Sevgili okurlarım,
Okurken insanın tüylerini ürperten, gözlerini yaşartan araştırmanın sahibi bilge diplomat, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’a teşekkür ediyor, İzmir’i kurtaran 9 Eylül Zaferi’ni bir kez daha kutluyorum.

Uğur DÜNDAR
SÖZCÜ, 09.09.2016

===========================================

Dostlar,

Cumhuriyetimizin yetiştirdiği aydınlık kişiliklerden biri de hiç kuşku yok çoook başarılı gazeteci – yazari bol ödüllü… Sayın Uğur Dündar..

Pek çok yazısı gibi bunu da çok anlamlı ve değerli bulduk ve 9 Eylül 1922 tarihli görkemli zaferimizin 94. yılında kendisine teşekkür ederek paylaşmak istiyoruz..

Bir minik maddi hata düzeltmesi yaptık metin içinde..

Bir de ekleyelim ki, Büyük ATATÜRK‘ün öncülüğünde Türk Milleti olarak bu büyük utkumuz (zaferimiz), o dönemin dünya devi ve jandarması, günümüzün ABD’sinin rolündeki İngiltere’de Başbakan Lloyd George‘un istifa etmek zorunda kalması sonucunu da doğurmuştu..

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

İstanbul Barosu : ANAYASA’nın TEMEL HÜKÜMLERİNE DOKUNULAMAZ

istanbul_barosu_logosu

ANAYASA’nın TEMEL HÜKÜMLERİNE DOKUNULAMAZ

(AS: Bizim kapsamlı irdelelememiz yazının altındadır..)

Bilindiği üzere son günlerde, Anayasamızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkelerini ve buna ilişkin maddelerini tartışmaya açma girişimi ortaya çıkmıştır. Bu girişimin, esasen Anayasayı ve Anayasal uygunluğu denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesinin hukukçu olmayan başkanından gelmesi de ayrıca dikkat çekici ve düşündürücüdür.

Hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar vardır ki, değiştirilemez bu maddeler;
– devletin şekline,
– Cumhuriyetin niteliklerine,
– devletin bütünlüğü,
– resmi dili,
– bayrağı ve
– marşına ilişkindir.

Bu üç temel madde ile Türkiye Devletinin
Cumhuriyet olduğu,
demokratik,
laik ve
sosyal bir
hukuk devleti olduğu,
tekil (üniter) bir devlet olduğu,
dilinin (AS: Resmi) Türkçe olduğu belirlenmiştir.
(AS : İnsan haklarına saygılı olma 1. özellik olarak sayılmaktadır..)

Görüldüğü gibi bu temel ilkeler, Devletin rejimi, yapısı, nitelikleri, üniter yapısı ile ilgilidir. Bunlar, 1923 yılında kurulan modern ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti‘nin temelini ve kuruluş felsefesini oluşturmaktadır. Hiçbir gerekliliği ve nedeni olmadığı halde, üstelik Anayasamızın 4. maddesine göre bu maddelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemezken bunları tartışmaya açmanın, masumane ve samimi bir davranış olmadığı aşikârdır. Ülkemizde son yıllarda başta laiklik ve devletin üniter yapısı olmak üzere, bu kurucu temel ilkelere karşı yoğunlaşan açık saldırılar da dikkate alındığında, bunun belirli bir amaca yönelik planlı bir davranış olduğu da açıkça görülmektedir. Gene bu girişimin, ülkemizin 25 parçaya ayrılması yönündeki taleplerden ve düşüncelerden, Anayasa Mahkemesinin bu temel niteliklerle ilgili önemli kararlarından ve Yüce Mahkemeye karşı yapılan ağır, haksız ve planlı saldırılardan, Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü tartışma adı altında değersiz gösterme gayretlerinden sonra veya eş zamanlı olarak ortaya çıkması da ayrıca düşündürücüdür.

Bu ilkeleri tartışmaya açmak, Türkiye?nin rejimini, laik ve üniter yapısını, bayrağını, dilini tartışmaya açmaktır. Bu ise ülkemizi 85 yıl (AS: T.C. 2016’da 93 yaşında!) öncesine, yani 1923 yılı öncesine döndürme, Lozan Antlaşması’nı ortadan kaldırma çabalarından başka bir anlam ifade edemez. Her demokratik devletin kendisini, bu anlamda kendisini var eden temel ilkeleri ve felsefesini koruma hakkı mevcuttur. Anayasamızın 4. maddesi de bu korumayı sağlamaktadır. Ancak Türk Ulusu da bu ilkelerin koruyucusu ve kollayıcısıdır.

İstanbul Barosu bu ilkeleri koruma bakımından taraftır. Biz İstanbul Barosu ve hukukçular olarak, başta laiklik ve tekil devlet yapısı olmak üzere bu temel ilkelere, bunları koruyan anayasal hükümlere daima sahip çıkacağımızı, her durum ve koşulda bu ilkeleri koruyacağımızı ve kollayacağımızı, buna karşı yapılan hukuk dışı saldırılara sessiz kalmayacağımızı saygı ile Kamuoyuna duyururuz.

İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

========================================

Dostlar,

Adı “mini” de olsa, AKP tarafından gündeme taşınan ve muhalefetin de sınırlı – koşullu destek verdiği bir “anayasa değişikliği” paketi önümüzde..

Her an AKP’nin artık iyi bildiğimiz ayak oyunları ile içine beklenmedik madde ve saklı – gizli değişikliklerin yapılabileceğine ilişkin endişe ve kaygılarımız pek haklı olarak belirtelim. Örnekler öyle çok ki.. En yakını ve doğrudan ilgili olanı 12 Eylül 2010’da halkoylamasına “blok olarak” sunulan 26 maddelik Anayasa değişikliği paketi.. Örneğin günümüzün HSYK’sı ve yargının AKP tarafından ele geçirilmesi, FETÖ ile pazarlıklar ve FETÖ ile iktidarın paylaşımında sorun çıkınca da can düşmanı (gerçekte çıkar = siyasal iktidar kavgası!) olan AKP – FETÖ dalaşı bu değişikliklerle yakından ilgilidir. 26 madde halka blok olarak sunulmuş, “ya hep ya hiç” dayatması yapılmıştır. Halkın iradesine saygı ve demokratlık bu mudur?

Ya o dönemin kiralık – satılık kalem ve sözcülerine, sanatçılarına (!?) ne demeli?? Eğitimi ve nesnel haber alma kaynakları çook sınırlı Halkın beynini yıkamak için “yetmez ama evet” ayakoyunları!?

Pek çok Torba yasa içinde tuzak maddelerin gizlenmesi.. Örn. 667 sayılı 2.11.2011 tarihli YGK (Yasa Gücünde Kararname, KHK) içine Türk Tabipleri Birliğini kökten anlamsızlaştıracak bir madde konması… (Daha sonra Anayasa Mahkemesince iptal edildi bereket!) Bu elbette bir etik – moral sorun aynı zamanda ama AKP için her yol mübah, vız geliyor, böylesi değerleri ve kaygıları yok ne yazık ki!

  • Tüm yollar, artık deşifre olan 2023 hedeflerine = Anadolu Federe İslam Devleti’ne.. çıkıyor.. Ama yağma yok, bunu asla başaramayacaklar..

Dolayısıyla, bizce zamanı ve gereği hiç OLMAMAKLA birlikte, “mini” de dense Anayasa değişikliğine gitmenin zamanı ve gereği yokken “AKP ile aynı çuvala girmenin” anlaşılır yanı yoktur. Gelenin geçenin “kandırdığı” (!?) AKP, gerçekte kendisi bu bağlamda çoook mahirdir. Muhalefetin ağzı açık kalabilir.. İstanbul Barosu’nun 8 yıl kadar önce yayımladığı uyarıcı metni bu yüzden bir kez daha kaygı ile paylaşmak istedik.. Kaldı ki, AKP – RTE ne anayasa ne babayasa ne AİHS takmadan, 667-675 sayılı 9 OHAL Kararnamesi ile Türkiye’yi buldozer gibi düzlemekte..

TBMM, OHAL altında inletilen bir ülkede adeta sürgün tatilindedir..

28 kişilik = gerçekte TEK ADAMLIK bir oligarşi – monarşi neredeyse “mutlak” düzeyde Türkiye’yi tutsak almıştır.. 1876’da bile despot Padişah 2. Abdülhamit döneminde Meclis-i Mebusan kurulmuştu ve varolma yaşamı veriyordu..

Sonuç                                       :

1. “Mini” de dense AKP ile Anayasa değişikliğine Muhalefet partileri yanaşmamalıdır.
2. Anayasa’nın ilk 4 maddesi T.C.’nin varlık nedeni – tabusudur; asla DOKUNULAMAZ!

Büyük ATATÜRK‘ün  komutasında kazanılan 9 Eylül 1922 Büyük Zaferi’mizin 94. yılını bir kez daha coşkuyla kutlar ve o öncülere, kahramanlara sonsuz minnet ve şükranlarımızı sunarken; hala Cumhuriyetimizin temel değerlerini tartışıyor olmak, savunmak zorunda kalmak ve hele hele bu meşru savunma eylemini ülkemizin iktidarını her nasılsa ele geçirmiş günümüz siyasal kadrolarına / tarikatlar koalisyonuna karşı yapmak zorunda kalmak çok ağır geliyor bize..

Ne yazık ki karşıdevrim diyalektiği başka yol bırakmadı ve 1 kez daha başaracağız!

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Dr. Dinçer Demirkent : Ben gördüm; yapılanların hepsini gördüm!

Ben gördüm; yapılanların hepsini gördüm!

Dr. Dinçer Demirkent*

Belki Muhyiddin Abdal gibi değil ama ‘insan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim.’

Arkadaşlarımızı, meslektaşlarımızı işlerinden attınız. Öğrencilerinden kopardınız. Bunun hiçbir gerekçesi olamayacağını adım gibi biliyorum. Onların çalışmaları devam edecek, onlar haklılar ve bunu biliyorlar. Onlar öğrencilerine, derslerine dönecekler.

Bu mail yüzünden başıma bir şey mi gelir? Hakikati gördüm, yalan söyleyecek ve susacak değilim. Gördüklerimi unutmayacağım. Gördüklerim tanıklığımdır, bundan sonra göreceklerime hangi zaviyeden (AS : açıdan) bakacağımı ancak onlar belirleyebilir.

* Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim elemanı olan Demirkent’in kaleme aldığı bu metin; ilk olarak Ankara Üniversitesi e-posta listesine gönderilmiştir.

===========================================

Dostlar,

Ankara Üniversitesi Sşyasal Bilgiler Fakütesi‘nden (bizim de mezun olduğumuz) bu genç akademisyen arkadaşımızın, Dr. Dinçer Demirkent‘in içtenlikle ve yüreklilikle haykırışına kulak ve ses vermek gerek.

Yaşanan tüm haksızlıkları – adalet dışı iş ve eylemleri hızla ortadan kaldırmak gerek.
667-675.. 20 Temmuz 2016’dan bu yana 50 güne sığdırılan 9 adet OHAL Kararnamesi ile ülkemiz ve özellikle Ordumuz hallaç pamuğu gibi atıldı, yerle bir edildi, darmadağın edildi..

OHAL rejiminde ülke inlerken TBMM sürgünde (pardon, tatilde miydi!?) ! Olacak iş değil!

  • “28 kişilik bir oligark gurup” koskoca ülkenin yapısını iğneden ipliğe değiştirmekte.
    Anayasayı ve hukuku hiçe sayarak..Daha şimdiden, bu 9 OHAL Kararnamesi‘nin yararından çok zarar ürettiği görülmekte. Toplumsal vicdan ve adalet duygusu derin ve yaygın biçimde zedelenmiş durumda. Bu tablo bir toplumun huzur ve dayanışmasına, iç barışına… sanıldığından çok daha büyük yıkım doğurur.
  • “28 kişilik bir oligark gurup” ivedilikle frene basmak zorunda! 

    TBMM hemen toplanmak ve OHAL Kararnamelerini görüşerek asli – devredilemez -vazgeçilemez – ertelenemez yasama yetkisini kullanarak yaratılan yakıcı – yıkıcı sorunları hızla çözmeli..Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru ile önüne getirilen OHAL Kararnameleri hakkında hukuka uygun kararını gecikmeden vermeli.

AKP – RTE, derhal bir onarım – restorasyon – özür OHAL Kararnamesi ile yapılan vahim adaletsizlikleri, hataları hemen onarma – giderme yoluna girmelidir..

Ülke barut fıçısına döndürülmüştür.. Bundan kimseye hayır gelmez..
En başta AKP’ye ve özellikle de “28 oligark” a !
Daha doğrusu “28 oligark” gibi gözüken “Tek Adam” a! Altında kalır, ezilirsiniz..

Kendinizi yok etmeyin, hatadan dönmek büyük irfandır..  Türkiye’nin buna çok gereksinimi var.
FETÖ ve tüm Cumhuriyet düşmanı tarikatlar ve terör örgütleriyle elbette mücadele edin..

Ama önce evinizin içinden = AKP’den başlayın temizliğe de yürüyüşünüzü-niyetinizi görelim..

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Güngör URAS : BİYOENERJİ

BİYOENERJİ

portresi

 

Prof. Dr. Güngör URAS
Milliyet, 07.09.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’de elektrik üretmek için kurulu güç 76.550 megavat. Üretilen elektrik 260 milyar kilovat saat. Üretilen elektrikte, yenilenebilir enerji türlerinden rüzgâr enerjisinin payı % 4.3, jeo-ermal enerjinin payı %1.3. Güneş ve biyoenerjiden üretilen elektriğin payı henüz % yarımlar dolayında.

Güneşten sonra biyoenerji yatırımlarına da ilgi arttı. Son olarak Sütaş, Karacabey ve Aksaray’da biyoenerji tesislerinden elektrik üretmeye başladı. İki tesisin toplam kurulu gücü 11 megavat. İki tesis yılda 88 milyon kilovat saat elektrik üretecek.

  • Biyoenerji tesisleri havyan atıklarını ve özellikle hayvan dışkılarını elektriğe dönüştürüyor.

Bir büyükbaş hayvan günde 60 kg dolayında dışkı veriyor.

Enerji üretiliyor…
Hayvan dışkıları önce havuzlarda toplanıyor. Sonra, taşıma araçlarıyla enerji üretim tesislerine ulaştırılıyor. Dışkılar enerji üretim tesislerindeki özel depolarda 39°C ısı altında 40 gün çürütülüyor. Çürüyen dışkılar metan ve karbondioksit gazı çıkarıyor. Bu gazlar, benzin ve mazot motoru nasıl çalıştırırsa benzer şekilde enerji tesislerinin motorlarını çalıştırıyor. Çalışan motorlar elektrik üretiyor.
Elektrik üretirken motorları soğutmak için kullanılan sular ısınınca 90°C sıcaklıktaki bu su, enerji tesisinin çevresinde bulunan üretim tesislerinde değerlendiriliyor.

Gübresi de kıymetli

Bitmedi. Elektrik elde edilirken yakılan gaz bacadan çıkarken değerlendiriliyor. Bu gazdan yüksek sıcaklıkta buhar elde ediliyor. Bu buhar da üretim tesislerinde değerlendiriliyor.
Gene bitmedi, gazıyla elektrik jeneratörlerini döndüren hayvan dışkıları, gazı bittikten sonra özel işlemlerden geçirilerek gübreye dönüştürülüyor. Gazı alınmış dışkının beşte biri katı gübre, kalanı sıvı gübre haline getiriliyor. Katı gübre organik ve çok değerli. Sıvı gübre belli süre dinlendirildikten sonra arazi ıslahında, organik katkı maddesi olarak değerlendiriliyor.
Biyoenerjiden elektrik elde edilen tesislerin 1 megavat kurulu gücü 1 – 3 milyon dolar yatırım gerektiriyor. Biyoenerji tesislerinden üretilen elektrik, ana sisteme verildiğinde devlet kilovatına 13.3 sent gibi teşvikli bir tarife uyguluyor.

======================================

Evet dostlar,

Türkiye gerçek gündemine dönebilse.. izin verilse..
Oysa devasa sorunlar var çözüm bekleyen..
Bir “Kurban” bayramı daha geliyor.. Ne yazık ki “kurban” dan biz salt hayvan boğazlamayı anlıyoruz ve bu “bayram” da da 3-4 milyona varan sayıda hayvancağızı Tanrı’ya “kurban” ettiğimizi sanarak boğazlayacağız…

kurban_bayrami_ekim2013bogaz_kangolu

Oysa “kurban” sözcüğü gerçek anlamda Tanrıya yakın olmak ve O’nun rızasını kazanmak üzere var ve yeterli ise malvarlığından bir bağışta bulunmak demek yoksullara, hayır kurumlarına, gereksinimli insanlara..

(Kurban bayramı, Ekim 2013, Boğaz kan akıyor…)

Örneğin “ensar” olduğumuzu savladığımız 3 milyona varan Suriye – Irak göçmeninin gereksinimlerine yönelsek.. Bir adım daha atarak, günübirlik tüketim desteği değil de, bu kitleye özyeterlik kazandıracak nitelikte destekleri düşünüp uygulasak? “Kurban”ın alası olmaz mı??

Yine muazzam miktarda israf, çevre kirlenmesi, hayvanlara yürek sızlatan eziyetler, kendini yaralayan “acemi kasap” ve 9 gün boyunca “kan yollarında” (karayolları!) günde ortalama 15’in altına inmeyen sayıda insanımızı trafik cinayetlerine “kurban” vereceğiz..

Düşünelim          : Tanrı, kendisinin rızası için bir hayvan boğazlandığında mı yoksa, örneğin bir Suriyeli – Iraklı – Türk.. masum bir genç kız, çocuk yaşta fuhuş batağına düşmekten kurtarılır – eğitilir – iş sahibi olursa mı daha çok hoşnut olur??

İşte asıl “kurban” bu örnekte verdiğimizdir. “Kurban” sözcüğü yüzyıllar içinde ne yazık ki günümüzdeki yanlış anlamını yüklendi. Bu hatanın düzeltilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı öncü olmalı değil mi??

3-4 milyona varan sayıda hayvancağızı Tanrı’ya “kurban” ettiğimizi sanarak boğazlarken, Biyoenerji üretim kapasitemizi de daraltmış olmayacak mıyız ayrıca??

Bu toplum ne zaman “Reason d’etat” (Devlet aklı) ile yönetilir duruma gelebilecek ??

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TURKEY HAS RIGHT TO DEFEND ITSELF

 

TURKEY HAS RIGHT
TO DEFEND ITSELF

Değerli okur,

Bu yazı uluslararası okunurluğu ve saygınlığı (!) olan The LANCET adlı tıp dergisi
yayın yönetmenliğine iletilmiştir. Nedeni, aşağıdaki bağlantı okunarak anlaşılabilir.

http://www.dagarcikturkiye.com/lanset-kocbasi-mi-tip-dergisi-mi-yd-1810.html

Dear editor,
I have a few words on “Health-care crisis in Turkey : urgent actions needed”
As I know, Lancet is a prestigious medical journal. But, this time Lancet has been stretched
its limits. Although, the paper seems touching humanitarian topic, article has not been able to discriminate terrorism from human rights problem.
Have you ever heard the name Jean Charles de Menezes who was shot by snipers immediately following London bombings in July 2006? The reason for this shooting could anybody call up British government cease-fire against terrorist groups/attacks? It would be illogical.
Neither British nor Turkish government can not make peace with terror groups unless they
gave up terror.
In souteastern region of Turkey members of terror organisations under the name of PKK or YPG are in action against our constitutional system.
In Great Britain or at an another European country could it be possible to organize armed struggle against state rules? What would be the reaction against such revolt in your country?
In Turkey, PKK terror has been resulted in over 40 thousand death comprising mostly civilians, since 1984.
So, also in Turkey, government couldn’t let such a terrorist action. In other words,
Turkish government and security forces are simply trying to prevent terrorist actions
not only in southeastern region but also in the whole Turkish territory.
As mentioned, in the article, hospital hasn’t been transformed to fortress.
Security forces had no other choice in order to protect Cizre hospital.
In Great Britain or in an another European country it is possible to shoot someone in order to ensure security! Is it forbidden, to preserve integrity of country in Turkey?
Cant’t we have a security problem?
Is such a paradox acceptable?

Ceyhun BALCI, M.D. Orthopaedic Surgeon
General Secretary of İzmir Medical Chamber
İzmir, Turkey

===================================

Dostlar,

Sevgili meslektaşımız Dr. Ceyhun Balcı‘ya, İzmir Tabip Odası‘na bu yerinde girişimleri için teşekkür ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
08 Eylül 2016, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Rafet BALLI : Kafası karışıklar için birkaç not

Kafası karışıklar için birkaç not

Rafet BALLI
AYDINLIK
, 06.09.2016

(AS : Bizim katkılarımız yazının altındadır.)

Tarih nasıl da hızlandı. 2015’e şaşırmıştık. 2016 koşmaya başladı.
15 Temmuz (2016) sonrası daha da heyecan verici. Türkiye ve bölge sanki final turuna giriyor.
Kafalar karışık. Normal. Çünkü: Söz, hayata yetişmekte zorlanıyor.
Kimilerinin duruşu sade. Anlama çabasında. Yüzünü hayata çevirince, görmeye başlıyor.
“İç cephe”de kimileri de gönüllü bilmez. Çözmekle değil, düğümlemekle meşgûl.
Çünkü: Bölgenin dinamiklerine güvenmiyorlar.
***
24 Temmuz 2015: Türkiye, PKK’nın hendeklerine müdahale etti. 
Kuzey Irak’taki mevzileri sürekli bombaladı. Sonuç da aldı: PKK hendekte kaybetti.
Önemlisi: Bölge halkı hendeğe destek vermedi. Örgütten uzak durdu. 1984’ten beri bir ilkti bu.
Birilerinin söylemi hazırdı. İddiaları: “ABD, Türkiye’ye PYD’yi kabul ettirdi.
Bu yüzden Suriye’ye müdahale edemiyor.”
***
24 Kasım 2015: Türkiye, Rus uçağını düşürdü.
Birileri neredeyse mutlu. Sahaya bakınca gördükleri: “Amerika’ya tam teslim olan Türkiye.”
Görmedikleri: Direnmenin nesnel zemini ve dinamikleri.
***
24 Haziran 2016: Türkiye Rusya’dan özür diledi. Uçak için.
Birileri: “Evet ama kesinlikle yetmez.” Küçümsediler: Siyasi değil ticari: Turist için, ihracat için.
ABD gerçekçiydi. Baktı. Türkiye Batı’dan uzaklaşıyordu: “Darbe” sebebi saydı.
***
9 Ağustos 2016: Petersburg’da Erdoğan-Putin zirvesi. Konu: Koridora mani olmak.
Amaç: Suriye’nin toprak bütünlüğü.
Birileri: “Erdoğan taktik yapıyor. Avrasya falan hikaye. Ayakta kalmak için ABD’yle pazarlık yapacak.” Oysa: İki ülke, bir “Suriye yol haritası” kabul etmişti.
Başta Amerikan koridoru, ortak bölgesel tehditlere karşı.
Temel ilke: Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasıydı.
***
24 Ağustos 2016: Türkiye, Cerablus’tan Suriye’ye girdi. ABD koridoruna doğrudan müdahale etti. Birileri: “Türkiye niye ÖSO ile ittifak yaptı? ÖSO katil sürüsüdür.”
“Madem koridoru kesmek istiyor. Niye Esad’ı kuzeye çağırmıyor?”
Lütfedip sahaya bir baksalar şunu göreceklerdi :
Bir: Aslında Cerablus’da ciddi bir ÖSO gücü yoktu.
Evet: Halep ve İdlib’te ÖSO kalıntıları çoktu. Fakat, ABD onlara izin vermemişti.
Yani: Pentagon aslında harekata karşıydı.
***
Ayrıca: Karmaşık bir bölgesel savaş yaşıyoruz. Cepheler iç içe geçmiş durumda.
Irak’a bakalım. İran ve Bağdat, ABD ile zaman zaman aynı cephede hizalanıyor.
Çünkü: Herkes bir bahane, bir maket kullanıyor.
İki: Cerablus harekatı bölgesel mutabakata dayanıyordu. Türkiye-Rusya ve İran arasında. Suriye’nin onayının da alandığı anlaşılıyordu.
Dün Putin ne dedi: “Türkiye’nin Suriye’deki operasyonu bizim için beklenmedik değildi.” (5.9.2016).
Üç: Bölge ülkeleri için harekat doğru ve gerekli. Fakat tamamlanmalı: Şam hükümetiyle birlikte yürütülmeli. Yani bölge güçleri diyor ki: Eksik yapıyorsun, fakat devam et.
***
İç cephede birileri ise sızlanıyor: Esad olmazsa, dur. Sürecin zaten oraya gittiğinin farkında değiller. Son örnek G 20 zirvesinden. Malum: Erdoğan Çin’de. Dün oradan seslendi:

  • “Rusya ile özellikle Halep bölgesinde bir işbirliği gerçekleştiriyoruz.
    Amacımız Kurban bayramı öncesinde ateşkesi sağlamak” (5.9.2016).
    (Not: Açıklama Erdoğan cenahıyla temaslarımla uyumlu.

En son sohbetlerimizin birinde vurgulamıştım: Bu kadar Suriye’nin toprak bütünlüğü diyorsunuz. Fakat hâlâ Halep’teki militanlara sevkiyat yapılmasına izin veriyorsunuz.
Bırakın, Suriye kendi şehrini kontrol etsin. Muhatabımın cevabı peşindi:
“Yanılıyorsunuz. Halep’tekilerle bizim ilgimiz kalmadı. Bizden bir şey gitmiyor artık.”
İnşallah öyledir demiştim.)
***
Belli olan bir şey daha. Anlaşılıyor ki: Türkiye, Suriye’de ABD’yle hesaplaşmayı erteliyor.
Mesela: Menbiç’e yürümeyi durdurdu. Batıya yöneldi. Çobanbey ve Azez hattından El Bab’ı hedeflemiş görünüyor. Birileri yine gerçeğe sırtını dönmüş durumda.
İddiaları: “Türkiye, Menbiç’in PYD’de kalmasına göz yumacak.”
Oysa görünen açık değil mi: ABD ne yaptı: Bölmüyorum diyerek Suriye’yi parsellemeye kalktı.
Türkiye ise açıkça ilan etti: Güneyimde terör koridoru istemiyorum.
Bir konuda taktik yapıyor: Hangi hedefe ne zaman yürüyeceğini açıklamıyor.
Buna da izin verin artık.
***
Son bir fotoğraf. Çin’deki G 20 zirvesinden. Liderler aile fotoğrafı çektirmiş.
Protokol sıralamasına doğal olarak ev sahibi yapmış. Ön sıraya bakıyoruz:
Ortada Çin Devlet Başkanı. Sağında Almanya Başbakanı Angela Merkel. Solunda ise
Tayyip Erdoğan. Onların hemen yanında ise Rusya ve ABD başkanları duruyor.
İki tespit:
Bir: Sıralama lidere göre değil ülkeye göre yapılır.
İki: Çin bir tercih ortaya koydu. İki büyük ülkeyi bir sıra geriye çekti.
Onların yerine Almanya ve Türkiye’yi yerleştirdi.
Almanya tercihinin nedenini biliyoruz. Çin’in Avrupa’daki birinci ortağı.
***
Türkiye niye öne çıkarıldı? Aklımıza iki husus geliyor.
Bir: 15 Temmuz’da Amerikancı darbeyi boşa çıkarması.
İki: Suriye krizinde bölge ülkeleriyle birlikte Amerika’ya karşı mevzilenmesi.
Yani: Çin, Türkiye’nin Avrasya yolculuğunu selamlamış oldu.
Sonuç: Günler, yeni hamlelere gebe.

==========================================

Dostlar,

Doğrusu biz Sn. Rafet Ballı ölçüsünde “net” değiliz. O’na kalırsa belki “kafası karışık” ız.
Ancak Sn. Ballı’nın nasıl bu denli rahat bağlantılar kurduğunu ve iyimser yorumlar yaptığını anlamamız çok zor. Sn. Ballı’nın öngörülerinin gerçekleşmesini dileriz ancak Ortadoğu’daki siyasal – askeri – diplomatik – ekonomik – psikolojik – sosyokültürel – etik ve dinsel denklemler çok bilinmeyenli ve oldukça karmaşık. Son derece gelişmiş yazılımlarla çok büyük
veri takımları (setleri) sisteme yüklenerek birtakım çıkarımlar, kestirimler yapılabiliyor.
Ayrıca değişen koşulların yeni verileriyle benzetim (simülasyon) çıktılarının da
sıklıkla güncellenmesi gerek. Bu nitelikte öngörü çalışmasını yapabilen ülkeler belli ve
sayıca çok sınırlı ..

Sayın Ballı, değindiğimiz süreçlerden, sanal benzetim (simülasyon) laboratuvarları ve tekniklerinden, ileri uzmanlardan…  ne ölçüde haberli acaba??

Bilim ve teknoloji üret(e)meyen bir ülkede şimdikinden başka ne beklenebilir??

*****

Yunus der ki Ey hoca!
İstersen var bin hacca
Hepisinden iyice…

14 yıldır toplumu her geçen gün daha da dincileştiren bir iktidar ile bu bataktan çıkmak olası mı?? İsterse %99,9 nüfus günde 5 değil 45 vakit namaz kılsın; beyhude değildir de nedir??

Kaçak saraydaki zikirler neyin dışavurumudur?
Korku bacayı sarmıştır..
Ama bu da beyhudedir..

Sevgi ve saygı ile.
07 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

6-7 Eylül’den Dink Cinayeti’ne

6-7 Eylül’den Dink Cinayeti’ne

Fatih YAŞLI
BİRGÜN Gazetesi, 07.09.16
http://www.birgun.net/haber-detay/6-7-eylul-den-dink-cinayeti-ne-127290.html 

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Nasıl ki resmi tarih için “bütünüyle yalandan ibarettir” denemezse, gayri resmi tarih de her zaman gerçeğin tüm çıplaklığıyla yansıtıldığı bir ayna olarak görülemez; tıpkı resmi tarih gibi o da gerçekliği eğer, büker, çarpıtır, kendi “dünya görüşü”ne uygun bir hale getirir ve öyle sunar.

Resmi tarih, 6-7 Eylül olaylarını “Selanik’te Atatürk’ün evine bombalı saldırı düzenlenmesine milletin verdiği doğal refleks” olarak anlatır ve bu gerçeğin bütünüyle çarpıtılması demektir. Ancak liberal ya da muhafazakâr tarih yazımı da başka bir çarpıtmaya başvurarak şöyle der: “6-7 Eylül, İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan devlet geleneğinin ve vesayet rejiminin bir yansımasıdır.” (AS: Yıl 1955, Demokrat Parti tek başına iktidarda, Adnan Menderes Başbakan..)

Oysa olan biteni “bir siyasi geleneğin tezahürü” ya da aynı anlama gelmek üzere “devletin değişmez özü” üzerinden açıklayan bu yaklaşım açıkça “metafizik” bir nitelik taşımaktadır; çünkü olayları maddi bağlamlarından, gerçekleştirdikleri dönemin sınıfsal ilişkilerinden ve emperyalist dünya sistemi içindeki güç mücadelelerinden bağımsız olarak değerlendirmektedir. Bu ise az önce söylediğimiz üzere gerçekliğin eğilip bükülmesinden ve çarpıtılmasından başka bir şey değildir.

Peki o halde 6-7 Eylül nedir, 6-7 Eylül’de ne olmuştur?

Öncelikle şunun bilinmesi gerekmektedir, Türk dış politikasının 1950’lere kadar “Kıbrıs sorunu” diye bir gündemi hiç olmamıştır, Kıbrıs diye bir başlık yoktur. Ancak ne zaman ki Ada’da İngiliz emperyalizminin egemenliğine karşı Rumların merkezinde durduğu ve Kıbrıslı solcuların, komünistlerin de desteklediği bir ulusal direniş filizlenmeye başlar, Türkiye yönetici sınıfı da emperyalizmle işbirliği içinde meseleye dâhil olur ve ortaya bir “milli dava” çıkar.

Kıbrıs’ın Türkler ve Rumlar arasında bölünmesi talebini dile getiren “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganı bu dönemi sembolize etmesi bakımından önemlidir ve aslında doğrudan İngiltere’nin Ada’ya dair planlarını yansıtır. Çünkü Ada’da Türklerle Rumlar arasındaki ihtilaflar büyüdükçe İngiliz egemenliğinin devamı kolaylaşacak, Ada halkının “self-determinasyon” talebi Birleşmiş Milletler gündemine gelemeyecektir.

6-7 Eylül bu perspektifle hayata geçirilir, İngiliz ve Türk istihbaratının işbirliğiyle, Atatürk’ün Selanik’teki evine yönelik düzmece bir saldırı tertiplenir ve sonrasında yine bu işbirliğinin ürünü olan “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” (KTC) aracılığıyla İstanbul’da halk sokağa dökülerek Rumlara yönelik iki gün süren bir yağmaya girişilir. Geriye dönüp bakıldığında plan başarılı olmuştur denilebilir; çünkü o zamandan bu zamana Ada’daki iki halk arasındaki ihtilaf da, İngilizlerin imtiyazlı konumu da devam etmektedir.

Demek ki mesele basitçe “İttihatçı geleneğin azınlıklara düşmanlığı” ya da “Kemalistlerin homojen bir ulus yaratmak için Rumları Türkiye’den kovması” değildir. 6-7 Eylül, emperyalizmden, emperyalizmle ilişkilerden ve Soğuk Savaş’ın ruhundan, yani anti-komünizmden azade bir şekilde okunamaz, aksi bir okuma bize gerçeğin ancak küçük bir kısmını verir ve geri kalanını ise tahrif eder, çarpıtır.

6-7 Eylül’ün üzerinden elli yılı aşkın bir zaman geçti (AS: 61. yıl!), 6-7 Eylül bu ülkenin azınlıklarına dair utanç tarihimizin bir parçası olmaya devam ediyor; benzer bir şekilde, bundan dokuz yıl önce gerçekleşen Hrant Dink cinayeti de alnımızdaki bir kara leke olarak yerini koruyor. Elimizdeki tek teselli ise 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası ortalığa saçılan belgeler sayesinde cinayetin iç yüzünün ve arkasındaki güçlerin açığa çıkması.

Dink cinayetinin de tıpkı 6-7 Eylül gibi bir siyasal dizayn operasyonu olduğunu ve birden fazla failin işbirliğiyle gerçekleştiğini artık çok daha net bir şekilde görebiliyoruz. Dink cinayetini yeni rejim inşasından ve bu inşa için yürürlüğe konulan emperyalizm destekli tasfiye operasyonlarından, yani Ergenekon ve Balyoz’dan ayrı bir şekilde anlamak mümkün görünmüyor, Dink’in katledilmesini mutlaka ve mutlaka yeni rejim inşası bağlamına oturtmak gerekiyor.

Trajik olan ise tıpkı 6-7 Eylül gibi Dink cinayetinin de liberal çarpıtmadan nasibini almış olması. Cinayetteki emperyalizm destekli Cemaat parmağını ve cinayetin yeni rejimin toplumsal mühendislik projesinin bir parçası olarak işlendiğini bilinçli bir şekilde gizleyen bu akıl, suçu “İttihatçı devlet geleneği”ne ya da “Kemalist vesayet rejimi”ne atmakta en ufak bir tereddüt göstermemiş, sonrasındaki süreci de “devlet bağırsaklarını temizliyor” diye desteklemişti, gelinen nokta ise burası oldu.

O halde yazıyı şöyle bitirelim: İlla ki 6-7 Eylül’den Dink cinayetine uzanan bir gelenekten söz edeceksek, asıl olarak emperyalizmle Türkiye yönetici sınıfı ve Türk sağı arasındaki ilişkiye bakmamız gerekiyor. Bu gelenek halen sürüyor, memleketi de beladan belaya sürüklemeye devam ediyor.

======================================

Evet Dostlar,

BİRGÜN Gazetesi yazarlarından Sn. Fatih Yaşlı‘nın sosyalist bakış açısıyla 6-7 Eylül 1955 acıklı (trajik) olaylarını değerlendirmesini paylaştık. Mederes hükümetini ayrıca bir gündem oyununa da gereksinimi vardı. DP tabanını pekiştirme (konsolide etme) gereeği şiddetle algılanıyordu. Nitekim sonraki yıllarda bu yapay politik gerilim VATAN Cephesi biçiminde somutlanarak Ulus DP’den yana adı geçen bu Cephe’ye kaydolanlar ve “ötekiler” olmak üzere ikiye ayrıldı. Radyolardan günlerce anılan Cephe‘ye üye olan yandaşların adları okundu. DP ve Başbakan Menderes bu gerilimden yararlanarak iç ve dış politikadaki özellikle ekonomik sorunları, ödenemez duruma gelen dış borçları halk yığınlarından saklamaya çalıştı. Ancak Türkiye tarihinin en ağır ekonomik bunalımı yaşandı ve

  • Türkiye Temmuz 1958’de uluslararası moratoryum isteyerek borçlarını ödeyemeyeceğini (=iflasını!) ilan etmek zorunda kaldı.

IMF gönderildi ve 1 $ = 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarılarak (çoklu kur) %300’ü aşan devalüasyon yaptırılarak 359 milyon $ dış borç (IMF kredisi diyorlar..) verildi (ayrıca 256 milyon $ borç ertlendi) ve daha alınacak daha çooook süt var hesabıyla “inek” kesilmedi! (4 Ağustos 1958 Kararları)

Sayın yazar Fatih Yaşlı bu kritik boyutu gözden kaçırmış. Yaşama ve sorunlara bir ideolojik gözlükle bakılınca ciddi yanlışlara düşülebiliyor. Büyük ATATÜRK bu nedenlerle olsa gerek, yaşamda en gerçek yol göstericinin akıl ve bilim -ya da BİLİMSEL AKILCILIK– olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Ayrıca Kıbrıs Türkleri “self determinasyon” haklarını kullanıp KKTC’yi kurdular.. 30 yılı geçti (15 Kasım 1983).. Kaç ülke tanıdı?

Ayrıca İngiltere’nin Agratur ve Dikelya’daki üsleri uluslararsı anlaşmalarla güvenceye alınmıştır. Bu üsleri oradan kaldırmanın hukuksal yolu yoktur. Askeri gücü ola varsa buyursun kaldırsın.. Adadadaki 2 halkın çatışmasının – çatıştırılmasının İngiliz üslerine etkisi yok..

Daha çok yazmayalım, Fatih beye ayıp olacak.. Ama gazetede köşe yazmak bize çok ciddi bir iş olarak görünüyor.. Her durumda yönetimlerin saydam ve hesap sorulabilir olması ve bu tür mide bulandırıcı dalaverelere giriş(e)memesi dileğimizdir.

Bu arada, Hrant Dink cinayeti dahil karanlıkta bırakılan tüm cinayetler elbette aydınlatılmalı ve hesabı sorulmalıdır ki caydırıcı olabilsin sonrası için.. Bu amaçla ilk olarak içerdeki gladyoyu – kontrgerillayı tasfiye etmek zorunlu. 4 Nsan 1952’de NATO‘ya girdiğimizden / sokulduğumuzdan bu yana hiçbir iktidar bu yakıcı ve süregelen sorunun üzerine gidemedi..

Sevgi ve saygı ile.
07 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş PKK’ya “terör örgütü” demedi

HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş
PKK’ya “terör örgütü” demedi

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Almanya’nın Süddeutsche Gazetesi’ne verdiği mülakatta PKK’yı terör örgütü olarak tanımlamadıklarını söyledi.

HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş PKK’ya “terör örgütü” demedi

Demirtaş, bölücü terör örgütü PKK ile ilgili yaptığı açıklamada,

  • PKK’yı terör örgütü olarak tanımlamıyoruz.
  • PKK şiddetini kabul etmiyoruz.
  • Ayrıca kesinlikle PKK’nın siyasi kolu değiliz ama PKK’yı devletin ya da hükümetin tanımladığı şekilde tanımlamak zorunda da değiliz.
  • Kürt halkı 100 yıldır devlet terörü altında yaşıyor.
  • PKK, bu devlet terörüne tepki olarak ortaya çıkmış bir şiddet örgütüdür.
  • Taraflar arasında güven kalmadı.
  • Uluslararası arabulucu olmalı. BM, AB veya tek bir ülke olabilir.” ifadelerini kullandı. (http://www.mynet.com/haber/politika/hdp-es-genel-baskani-demirtas-pkkya-teror-orgutu-demedi-2616434-1, 03.09.2016)

=============================================

Dostlar,

Malumun ilanı değil mi bir kez daha??
TBMM’deki süreçlerden HDP’nin dışlanmasını zaman zaman içimize sindiremediğimiz,
bu partinin de katılması gerektiğini düşündüğümüz, burukluk yaşadığımız oluyor.
Ancak bu birliktelik görüldüğü gibi HDP tarafından sabote ediliyor fütursuzca..
Bu “hayırlı” bir siyasal tutum değildir.
Hem etnik milliyetçilik temelli siyasal parti kurarak çağdışı bir davranış sergileyeceksiniz
hem de bu yetmezmiş gibi vahşet düzeyinde kalleşçe şiddet kullanan emperyalizmin maşası bölücü terör örgütü PKK’ya “terör örgütü” demekten kaçınacaksınız.. Bu politika çok riskli ve sakıncalıdır ülkemiz için de HDP için de PKK için de..

* Anayasa md. 68 /4 : Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.

  • Anayasa md. 69/5 : Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.

Türkiye diplomatik masalarda pergel – cetvelle ve entrikalarla değil kan ve irfanla kurulmuştur ve 3,5 eşkiyaya ve taşeronlarına “eyvallah” edecek değildir herhalde..
PPK ve güdücü efendilerinin bu tarihsel gerçekliği (realiteyi) görmesinde büyük yarar vardır.

Sevgi ve saygı ile.
06 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com