Aylık arşivler: Ağustos 2013

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

Dostlar,

9 Eylül Üniversitesi tarih bölümünden Sayın Prof. Dr. Kemal Arı‘nın son derece öngörülü bir yazısı..

İslam Bilimden uzaklaştı, sefillik başladı, emperyalizme alet edildi..

Lütfen okur musunuz??

Teşekkürler Sayın Arı..

Sevgi ve saygı ile.
19.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

Herkes, Mısır olaylarına kilitlendi kaldı…

Mısır’da demokrasi varmış da, mış mış da, sonra gene mış mış mış…
Kimse işin özüne değinmek istemiyor.
Hepimizin katıldığı ortak nokta şu:

Mısır’da öldürülen binlerce kişinin acısını yüreklerimizde yaşıyor ve bunu gerçekleştirenleri şiddetle lanetliyoruz.

İnsan yaşamı kutsaldır; ve

    en temel hak, yaşama hakkıdır

. Askeri darbe zihniyeti ise hep, altını çizerek söylüyorum; emperyalizmin aleti olmaktan öte anlam taşımaz.
Konu bu değil zaten:
Konu, Mısır’ın bulunduğu kültür coğrafyasının;

    güya bilim olarak topluma yutturulan nakilcilik

ten sıyrılamaması, aklın önünü tıkamasıdır.

İmam Gazali ile birlikte artık aklın devre dışı kaldığını (A. Saltık : Gazali 13. yy’da İslam’da İÇTİHAT KAPISINI kapadı.. yeni açılımlar olanksızlaştı, dondu!), oysa aynı zaman diliminde Avrupa’da Rönesans’ın başladığını ve İslam dünyasındaki geriye gidişin tersine, aklın yükselişi, bilimin önemini kavrayış gibi süreçlerin yaşandığına vurgu yapmıştım.

Sonra ne oldu?

Aklın önü tıkanırsa; akılla yapılacak bilim yerine; hep eskiyi aktarma yöntemi bilim diye yutturulursa ne olur?

Açık söyleyelim; o toplum tarihin belli bir dönemine çakılır ve kalır… Akılsız bir insan, nasıl ki başkaları tarafından istissmar edilir; her yandan itilip kakılırsa; bu tür toplumlar da emperyalizmin aleti olmaktan öte yol alamaz. Özgürlükler gelişmez. Akıl işlemez. Hep itaat kültürü ve eskiye özlem duygusu ile toplum diktatör yönetimlerin istismarı altında kıvranır durur.

İşte İslam dünyasının sorunu budur…

Fehmi Koru, kendince entel dantel açıklamalarda bulunmuş.

Ancak bunların hiçbirine değinmemiş…

Pekala; İslam coğrafyası, bu temel yanlışı aşmak için çaba göstermiş, hatta buna cesaret edip yol alabilmiş mi?

Hayır…

12. asırdaki o söyleme çakılıp kalmıştır.

Hala akıl devre dışıdır; geçmişten aktarılan bilgilerle toplum düzenlenmeye çalışılır… Bu nedenle; Sudan, Sudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri; Katar ve pek çok öteki Arap ülkesinde kadının ve hatta sıradan insanların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Can alıcı soru şu:

Sorun İslam olabilir mi?

Kesinlikle hayır!

İslamiyet, akıl dinidir. Bilimi kutsar. Bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir.

Sorun şurada:

İslamiyet onca bilime, öğrenmeye, akla vurgu yaptığı halde, niçin İslam coğrafyası dünyanın en geri coğrafyalarından biridir?

Çünkü; sözünü ettiğim tarihten sonra, bilim diye algılanan şey; düşünceyi soyutlayıp, bilimi önemsemeyen; yalnızca geçmişteki birikimleri aktarmakla yetinen bir algıdır da ondan…

Çünkü aklın kapısı kapatılmıştır.

Bunu nereden biliyoruz?

Gündelik yaşamınıza bakın. Türkiye gibi, İslam coğrafyasının en ileri ülkesinde bile, bir konu hakkında bir yorum yapmak istediğiniz zaman; her an azarlanmanız söz konusu olabilir:

“Sen sus bakayım! Büyüklerden iyi mi bileceksin? Sus, senin bildiğini koca koca alimler bilmeyecek mi? Bak, şu tarihte bu kitap bunu yazmış; şu müçtehid, şu yorumu getirmiş. Sana mı kaldı bunlara kafa yormak? Sen otur, ibadetini yap; Allah’a sığın ve O’ndan yardım iste….”

Bunların içinde yeri ve ortamına göre doğrular da olabilir; bunu tartışacak değilim. Ancak, işte bu kültür, İmam-ı Gazali’nin içtihat kapısını kapatan kültürün günümüze izdüşümleridir. Toplumları güçleri karşısında esir ve zebun etmek isteyen katı diktatörlükler ve onların sömürgeci efendileri için, düşünmeyen, aklını kullanmayan; temel haklarını bile kullanmaktan uzak; ancak birilerinin işaretiyle hareket edeilen kalabalıklar, arayıp da bulamayacakları şeydir…

* Dolayısıyla, İslam’ın, yeniden gerçek İslamla buluşması; akıl ve bilimle kucaklaşması,
din diye dayatılan dogmalardan derhal uzaklaşması gerekiyor.

Bu buluşma sağlanabildiğinde, İslam dünyası yeniden yükseliş dönemine geçebilir.
Sorun İslamiyetin kendisi değil, onun temel değerlerini akıl almaz safsatalar olarak, topluma satma yarışında olan din bezirganlarıdır.

O halde çare?

Açıklaması kolay, ancak uygulaması son derece zor bir şey:

Aydınlanma
Yani İslam dünyasının bir aydınlanma dönemine girmesi

Aklı ve bilimi yeniden kutsama
Bireysel anlamda gerçekten özgürleşme… Özgür beyinler yaratma…
İtaatçi ve hep başkalarının irşadıyla hareket eden bireyler yerine; düşünen, araştıran, sorgulayan ve kendi bedeninin, ruhunun ve vicdanının özgür olması gerektiğini kanıksamış kuşaklar yetiştirmek…

Zor mu bunu yapmak?
Çok, çok zor; çok…
Ancak bu kesin olarak başarılmalıdır.

İslam coğrafyası ya bunu başaracak ya da emperyalizmin oyuncağı, diktatörlerin de yağlı lokması olmayı sürdürecek; daha nice kanlar yoksul ve günahsız kitlelerin bedenlerinden sızacaktır.

Buna izin verilemez…

———-
Bazılarının vicdanı işin içinde Araplar ya da Kürtler olunca harekete geçiyor!
Yıllardır

    Karabağ’da – Kerkük’te – Doğu Türkistan’da Türkler katledilirken neredeydiniz!

ATATÜRK İLKELERİ ve SUUDİ ARABİSTAN..

Dostlar,

Saygıdeğer arkadaşımız Duran Aydoğmuş önemli iletiler paylaşıyor.
Kendisine teşekkür ederek paylaşalım..

Özellikle power point yansılarını izlemek gerek :

AtaturkIlkeleriveSuudiArabistan (2)

Sevgi ve saygı ile.
19.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Çok ilginç bir uygulama, bizim soytarıların da korkulu rüyası. Suudi Arabistan’da Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün İslam Dinini sömürüden ve insanları aldatılmaktan korumak için söylemiş olduğu sözler, Suudi Arabistan’da İslam dinin kuralları olarak, ödünsüz uygulanmaktadır. Bizim soytarı tarikatçılarımız, hurafecilerimiz Suudi Arabistan’a Hacca bile, ölüm korkusu nedeniyle, gidememektedirler. Atatürk’ün dediklerine uymayanlar Suudi Arabistan’da idam edilmektedir. Mustafa Kemal’in “idamlık” sözlerini bir görelim:

“EFENDİLER VE EY MİLLET1BİLİNİZ Kİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ ŞEYHLER, DERVİŞLER,MÜRİTLER VE MECZUPLAR MEMLEKETİ OLAMAZ!”

“BİRTAKIM ŞEYHLERİN,DEDELERİN,SEYY,İTLERİN ,BABALARIN,EMİRLERİN ARKASINDAN SÜÜRÜKLENEN FALCILARA, BÜYÜCÜLERE, ÜFÜRÜKÇÜLERE, MUSKACILARA, TALİH VE HAYATLARINI EMANET EDEN İNSANLARDAN MÜREKKEP BİR KİTLEYE MEDENİ BİR MİLLET NAZARIYLE BAKILABİLİR Mİ?”

“ARTIK ,TÜRKİYE DİN VE ŞERİAT OYUNLARINA SAHNE OLMAKTAN ÇOK UZAKTIR!”

“30 Teşrinisâni 1324 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” Anayasalar 154/174. madde.

Sakallı Ahmet Hoca, Fethullah Gülen Efendi! Ve diğer Din Ulemaları! Neden dini vecibelerinizi ifa etmek için Mekke’ye giderek ol mübarek (!) fikirlerinizi orada serdetmiyorsunuz?

**********************

Kimden: ZEKIYE YUKSEL
Kime: duran Aydoğmuş
Gönderildiği Tarih: 18 Ağustos 2013 23:55 Pazar
Konu: RE: Ataturk Ilkeleri ve Suudi Arabistan.

Merhaba Duran Bey,

İki eki de okudum. Orada olmayanların nedeni Allaha şirk koşmaktan dolayıdır, laiklikle ilgisi yok, Kuran’la yönetilen bir ülke. Lütfen Atatürk Türkiyesiyle kıyaslamayın. Vahhabilikten başka hiçbir mezhebe yaşam hakkı tanımazlar. Bugün Mekke ve Medine tam bir ticaret merkezidir.

Zamanım olsaydı bu konuda uzun yazabilirdim.
Dünyanın
– en gerici en yobaz,
– insan haklarının en çok ihlal edildiği,
– kadına kamuda, sokakta yaşam hakkı tanımayan,
– Amerikan uşaklığını yapan,
– El Kaide(3 kez Allah Allah deyip kadınlara tecavüz eden ve kesen) çetelerini besleyen
şeriat ülkesi, uygulamaları da Kuran’a göredir.

Tek bir mezhebi tanıyan, dinle yönetilen bir ülke laik olabilir mi?
Laikliği özgürlüklerden ve demokrasiden ayrı düşünemeyiz. cami altlarına dükkan açamaya ne gerek var? Suudi Arabistan dünyanın en ünlü markalar cennetidir.
Dünyanın hiçbir ülkesinde orada var olan alış veriş merkezlerinin olabileceğini düşünmüyorum.

Orada imam hatip kız okullarının olmayışı da Kuran’ın adına bakışıyla ilgilidir.
Türkiye’de islam kurana göre uygulanmıyor. Her ülke kendine göre bir islam yaratmıştır.

Görüşmek dileğiyle, sevgi ve selamlar.

Zekiye

********************************

KAPLUMBAĞA İLE MÜRTECİ GERİ GİDİŞİ OLMAYAN İKİ YARATIKTIR.
TEHLİKEDE PUSAR SONRA DA İLERLER.
DOLMABAHÇE CAMİSİNE SIĞINAN ATATÜRKÇÜ GENÇLERE İFTİRA VE HAKARET YAĞDIRANLAR;
EL FETİH CAMİSİNE SIĞINAN ÇAĞDIŞI AMERİKAN AJANLARINDAN NE HABER.
İRTİCANIN BAŞI EZİLMEDEN NE DEMOKRASİ GELİR, NE DE İNSANLIK HUZUR BULUR.
SOYTARILIK POLİTİKACILIK HİÇ DEĞİLDİR.

Bu ileti kaç yıldır dolaşmakta….

Yetkililer, bizdeki bağnazları uyarıp “Dinde olmayan şeyleri yapıyorsunuz!” diyemez ,

Halkın dini gösterimlere ilgisi azalır kandırması zor olur diye.
Cahili kandırmak kolaydır.
Dinci ile dindarı ayırt edecek bilginin öğrenilmesi istenmez.

Seriat_Ulkesinde_Kadin_Olmak_Zekiye_Yuksel

Teğmen Mehmet Ali Çelebi’ye Selam Duruyoruz!

Dostlar,

Yiğit Teğmen Mehmet Ali Çelebi‘nin kaldığı evin elektriği kesilerek bir insanlık suçu daha işlendi.
Evde buzdolabındaki yiyecekler koktu..
Mehmet Ali Teğmenin akvaryum balıkları öldüler..
Oysa teslim olacağı günü bildirmiş, gecikmeden de teslim olmuştu.
(https://ahmetsaltik.net/2013/08/19/tegmen-celebi-nobete-vardiyaya-dondu/, 19.8.13)

Buna karşın bu insanlık dışı baskının anlamı nedir?

Bu acul ve vahşi buyruğu kim vermiştir?
Zamanla elbette bunlar öğrenilecektir ve an azından AİHM’de hesabı sorulacaktır.

***************

Bu dizelerin yazarının da başından benzer bir deneyim geçmiştir.
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı başkanı iken, Yrd. Doçent kadrosunda 3 yılı bitirmeden Ekim 1990’da doçentlik sınavını idarenin engelleme çabasına karşın başardığımız halde, Bölümde tek kurucu öğretim üyesi olmamıza karşın, 8 Nisan 1991’de görev süremiz gerekçesiz uzatılmayarak işimize son verilmişti. Dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı‘ya çektiğimiz özlü telgrafı “İşsiz Üniversite Tıp Doçenti” diye bitiriyorduk ama yanıt telgraf, “hakkımızda gösterdiğiniz iyi dilek – niyet için teşekkür ederiz..” içeriğiyle geliyordu!

Edirne İdare Mahkemesi’nde yürütmeyi durdurma istemli dava açmıştık.
Ama yargının kararı beklenmeden, yönetmelikteki 2 ay dolmadan, hemen lojmanı boşaltmamız isteniyordu.

İlahlar gazaba gelmişlerdi!?

Ailece huzurumuz kalmamıştı ve İstanbul’daki yakınlarımızda kalıyorduk. Bir akşam lojmana geldiğimizde, karanlıkta buzdolabını açmamızla birlikte dayanılmaz bir koku ile karşılaşmıştık..
Sanki içeride günlerce ceset kalmıştı!
Sular da kesilmişti elektriğe ek olarak.
Gece ve karanlıktı.. Temizlik olanağı da bulamamıştık..

Oracıkta yere diz çöktüğümüz ve Yüce Tanrı’ya can-ı gönülden “sebebe kalmasın, yanlarına koyma Allahım” diye dakikalarca yakardığımız bu gün gibi belleğimizde..

O rektör – dekan ve kadrosu ilk seçimde yitirdiler.. Rektör emekli oldu.. Kendi ağzından duyduk; “Eşekten düşmüş karpuza döndük..” dediğini. Dekanın eşi kansere yakalandı ve dekan eşinden daha çok acı çekti.. Genel sekreter başka bir üniversiteye daha alt bir görevle gitti.. Biz mahkemeyi kazandık, idare temyiz etti ama Danıştay 8. Daire de lehimize karar verdi (Avukatımız İdare Hukuku Profesörü Sayın Yahya Zabunoğlu‘na bir kez daha şükranlarımızı sunarız..). Yeni yönetim (Rektör Prof. Dr. Poyraz Ülger) haklarımızı tanıdı, doçentlik kadromuzu aldık, Ocak 1996’da da aynı üniversitede profesör olduk. O Anabilim Dalının kurucusu olarak 16 yıl yönettik ve 2004’te kendi isteğimizle Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’na geçtik.

Adaletsizlik ve zulüm sürgit kalıcı olamıyor..

Büyük sözdür;

“Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste..”

*****************

Zalimleri zulümlerinin bedelini elbet bir gün ödeyeceklerdir ve tarihin çöplüğüne atılacakladır.

Yiğitler, kahramanlar, onur anıtları ise insanlığa bu paha biçilmez değerleri, ödedikleri bedel üzerinden örnek olarak aşılayacaklardır.

* Teğmen Mehmet Ali Çelebi’ye biz de selam duruyoruz!

Polis yakaladığında adli emanete alınan cep telefonuna birkaç dakika içinde 139 terör örgütü üyesinin numarasını polisin yüklediğini Teğmen Mehmet Ali Çelebi mahkeme önünde kanıtlamıştı. Ama bu savunmasını yapabilmesi için 33 ay tutuklu kalması gerekmişti. Çelebi o duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere salıverilmişti. Göreve geçince Ankara yerine Güneydoğu’da terörle savaşımda görevlendirilmesini istemişti.

Mehet_Ali_Celebi_Hasdal'dan_cikti_operasyona_gitti

Diyelim Çelebi Teğmen bu komployu kanıtlayamadı..
Salt bu numaraların telefonunda varlığının anlamı olabilir mi?
Hiçbiri ile konuşması – iletişimi olmadığına göre bunun anlamı nedir?
Anlaşılan, komplonun Telekom aşaması da planlanmış olmalıdır.
Bir dizi olmayan – yapılmayan konuşma – mesajlaşma “varmış – yapılmış” gibi gösterilecektir!

Komplo bu denli genişlediğine göre buyruk da büyük yerden, tepelerden gelme olmalıdır?

* Kimdir bu yüksek (!) tepelerdeki alçaklar??

mehmet-ali-celebinin-cep-telefonu-rehberine-yuklenen-kayitlar-ile-ilgili-gelismeler-2501111200_m

Şimdi, bu 3 “polisin” bu iğrenç iftirayı salt kendilerinin attığı kabul edilebilir mi?

Sizce de bunlar devletin polisi midir!?)

Hangi amirler, en üstte kimden emir alarak bu alçak komployu düzenlemişlerdir?

Bu sefil çamur atma eyleminin adı Ceza Hukukumuzda görevi kötüye kullanma bile değil, “görevi ihmaldir” öyle mi?

Görevi kötüye kullanarak nitelikli sahtecilik ile iftira atma eylemi değildir öyle mi?

Hangi savcı, neden ve nereden emir alarak böylesi bir yoruma gidebilmiştir?
Bu savcı ve polislerin adları nelerdir?
Gerçekten Müslüman mıdırlar?
Nüfus kağıtlarında dini “İslam” olarak yazıyorsa, işledikleri suçun karşılığını biliyorlar mı?

En ağır biçimde kul hakkı yediklerini biz mi söyleyelim?

Kul hakkını Tanrı’nın bile bağışlayamadığını da ekleyelim mi?

Bu durumda bu kişiler cehennemlik olacaklarını biliyorlar mı?
Bilmiyorlarsa nasıl Müslümanlar?
Biliyorlarsa gerçekten Müslüman oldukları söylenebilir mi?

Tegmen_Mehmet_Ali_Celebi_bu_bizim_icin_madalyadir

Zoraki takiyye

    “Türkiye’de laikçilerle dar-ül harpte olma”

(!?) safsatasına bile sığmaz.

Bu terazi bu sıkleti kaldırmaz.

Türk halkı ya da dünyanın herhangi bir halkı bunca zulme – adaletsizliğe boyun eğmez.

“Adalet mülkün (ülkenin) temeli” ise, o temel bombalanmıştır.

* Ülke başımıza çökmektedir.

Bu tablonun özürsüz ve hızla düzeltilmesi gerekmektedir ve
Teğmen Mehmet Ali Çelebi gibi yiğitleri doğuran anaların milleti Türk ulusu, gereğini mutlaka yapacaktır.

Teğmen Mehmet Ali Çelebi, yüce gönüllülükle – çelebilikle “bir başka vatan nöbetine” gitmiştir, gözü açıktır.

Ya zalimler, zulüm sahipleri ve aşağılık maşaları?
Uyuyabilmekte midirler, gözleri niye açıktır?

Sevgi ve saygı ile.
19.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TEĞMEN ÇELEBİ NÖBETE – VARDİYAYA DÖNDÜ

Dostlar,

Yiğit bir komutandan, bir emekli Tümgeneral Sayın Naci Beştepe‘den, yiğitlik ve onur simgesi hatta anıtı Teğmen Mehmet Ali Çelebi’ye açık mektuptur aşağıdaki dizeler..

Tarih bu mektubu kaydına geçirmiştir.

Zalimleri zulümlerinin bedelini elbet bir gün ödeyeceklerdir ve tarihin çöplüğüne atılacakladır.

Yiğitler, kahramanlar, onur anıtları ise insanlığa bu paha biçilmez değerleri,
ödedikleri bedel üzerinden örnek olarak aşılayacaklardır.

* Teğmen Mehmet Ali Çelebi’ye biz de selam duruyoruz!

Tegmen_Mehmet_Ali_Celebi_bu_bizim_icin_madalyadir

Sevgi ve saygı ile.
19.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

TEĞMEN ÇELEBİ NÖBETE – VARDİYAYA DÖNDÜ

Naci_Bestepe_portresi

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

O’nu ERGENEKON uydurma isimli davadaki savunması ile tanıdık.
Teğmen değil deneyimli bir orgeneral gibi konuşuyordu.
Felsefe eğitimi almış bir filozoftu sanki.
Yaşının hakkını veren bir deli yürekti.
Cumhuriyetin temel değerlerini, Gençliğe Hitabe’yi, Bursa Nutku’nu, Büyük Nutuk’u suç unsuru olarak iddianameye koyanlara meydan okuyordu.
Koca koca komutanların yapamadığını yapıyordu.
Cumhuriyet’in değerlerini savunmak, irticayla mücadele etmek, bölücülükle savaşmak
bizim görevimizdir.” diyemeyenlere örnek oluyordu.
O örnek oldu ama örnek alması gerekenler alamadı.
ERGENEKON’dan sonra başlayan BALYOZ ve 28 ŞUBAT davalarında dahi sanık,tanık veya sorumlu olduğu halde hiçbir şey olmayan komutanlar, “Ben emir verdim… Bizim yasal görevimizdi..” diyemediler.
Aksine, ” Benim imzam yok… Ben emir vermedim… Benden habersiz astlarım yapmış…” gibi kendilerini de astlarını da kurtarmayan, sadece davayı açan ve yürütenlerin işine yarayan savunmalarda bulundular.

Teğmen Çelebi, iddianamede ileri sürülen suçlamaların hepsini çürüttü.
İddiayı çökertti.
Kendisine tuzak kuran polislerin hilesini kanıtladı.
Telefonuna terör örgütünün numaralarını yükleyen polisler hakkında suç duyurusunda bulundu.
Suçsuz yere 33 ay tutuklu
kalmışken O’na çamur attığı kanıtlananlar hakkında dava açılması için iki yıldan fazla süre geçti.
Suç duyurusu altı savcı değiştirdi.
Sonunda üç polisten biri hakkında dava açılabildi.
Suç, GÖREVİ KÖTÜYE KULLANMAK’tan GÖREVİ İHMAL’e dönüştürülerek.
Bu dönüşümde, ERGENEKON’u başlatmak için özel olarak bulunan savcı Zekeriya ÖZ‘ün parmağının olduğu yargı çevrelerinde dillendirildi.
Teğmen Çelebi’ye TERÖR ÖRGÜTÜ/ÇETE yöneticisi diyenlerin hali bu işte.

Teğmen Çelebi, CUMHURİYET ÇOCUĞU ve MUSTAFA KEMAL’İN ASKERİ olduğu için cezalandırıldı.
“AMAN” demediği için 16,5 yıl verildi.
Yargıçları, iddia makamını yargıladığı için ceza aldı.
Suçlu olduğu ve suçu kanıtlandığı için değil.
Kamuoyu böyle biliyor. Halkın vicdani kararı böyle.

Teğmen Çelebi suçlu değil halkın kahramanıdır.

Ceza verenler “VİCDANIMIZ RAHAT ” diyorlar ama vicdanlarının neyin-kimin hizmetinde olduğunu da açıklayabilseler.
Nasıl bir vicdan sahibi olduklarını anlayabilsek.

Teğmen Çelebi, 5 Ağustos’ta karar açıklandığında, Bayram ertesi teslim olacağını açıklamıştı.
O’nun sözü sözdür.
Ağzından çıkar.
O’nu hala tanıyamayanlar evini aramışlar, yakalamak için.
Yakalama kararı UYAP’a konduğu için Emniyet ve Merkez Komutanlığı personeli evine gitmişler.
Babası Muharrem ÇELEBİ’nin basına da yansıyan anlatımına göre 13 Ağustos Salı günü Ankara’daki evinin önünden telefon edip nerede olduğunu sormuşlar.
Teğmen Çelebi 14 Ağustos’ta Adliye’ye giderek, söz verdiği tarih ve saatte teslim oldu.

Baba Çelebi 15 Ağustos’ta evine gelince;

* elektrik şalterinin indirilmiş,
* buzdolabının çözülerek içindekilerin bozulmuş,
* akvaryumdaki balıkların da ölmüş olduğunu gördü.

Muharrem Bey şimdi bağırıyor, “BALIK KATİLLERİNİ ARIYORUM!”
Bu güzel ülkede hiç bir canlıya değer verilmemektedir.
Ülkeyi yönetenler ve onlara hizmet edenler için insanın değeri “BİAT DERECESİ” ile ölçülmektedir.
Çelebiler biat etmez.
Onun için değersizdirler, balıkları bile öldürülmelidir.

Durum budur.
Teğmen Çelebi‘ye oyun oynayan polislerden ikisi hakkında takipsizlik kararı verilmiş,
birisinin de suçu hafifletilmiştir.
Teğmen Çelebi’nin balıkları bile öldürülmüştür.

33 ay tutukluluktan sonra tahliye edilen Çelebi, hiçbir yeni kanıt bulunmamasına karşın 16.5 yıl ile cezalandırılmıştır.

Aile yeniden üzüntüye boğulmuştur.
Sağlığı yeni yeni düzelmeye başlayan anne kaderine terk edilmiştir.
Baba iki arada bir derede bırakılmıştır.
Tertemiz bir sevgi ile M. Ali’nin gözünün içine bakan Kezbancık yalnızlığa itilmiştir.
Demir parmaklıkların arkasında arayacaktır sevdasını.

Teğmen Çelebi her şeye karşın onur ve gururla NÖBETE/VARDİYAYA dönmüştür.

O’nun için, VATAN HİZMETİNİN DEVAMIDIR.
Hakikatin galip geleceğine inancını yitirmemiştir.
Tek arzusu, ödediği bedelin Türk milleti için uyanış vesilesi olmasıdır.

Çelik bilekli, arslan yürekli teğmenim;
Milletin bağrında yerini çoktan aldın.
Tarih seni de, yanındakileri de karşındakileri de yazacaktır.
Hasdal, Hadımköy, Mamak, Sincan veya Silivri fark etmez, nerede olursan ol.
Sen bizimlesin. Gözümüzde, gönlümüzde, başımızın üstündesin.
Bayrağımızın ayında,yıldızındasın.
GENÇLİĞE HİTABE’nin, NUTUK’un her satırındasın.
ONURLU NÖBETİN – VARDİYAN KUTLU OLSUN!

Türker ERTÜRK : ERGENEKON..

ERGENEKON..

portresi_sade

Türker ERTÜRK

Silivri’ye halkın toplanmasını istememişlerdi.
Çünkü kararların büyük bir infiale ve önü alınamayacak bir halk hareketine döneceğinden korkuyorlardı.
Ergenekon denen operasyonel dava daha başlarken sonucu kurgulanmıştı.
Bu nedenle gayri hukukilik, masumiyet karinesi, delil, kanıt ve adalet kimsenin umurunda değildi.

O gün orada gözlemledim, bunlar halkın üzerine ateş bile açabilirler!

Ne yazık ki, bugün ülkemiz, kindar, dinci, faşist, acıma duygusu olmayan, Cumhuriyetimize ve Aydınlanmaya düşman olan,
yaşamı bir getirim paylaşımı olarak gören, demokrasiden zerre kadar nasibini almamış ve iktidarda kalmak için
her türlü melaneti yapabilecek insanlar tarafından yönetilmektedir.

“Oh olsun” demişlerdir

Sanıyorum gözlerinizden kaçmıyordur, komşumuz Suriye’de kutsal ay Ramazan’da bile bombalar patlıyor yüzlerce masum canlar yok oluyor ama bizden bir üzüntü mesajı bile gitmiyor. Biliyorsunuz daha önce Suriye’de bir terör saldırısı sonucunda bu ülkenin
bakan seviyesinde üst düzey dört temsilcisi havaya uçurulmuştu. Fakat ne Başbakan Erdoğan, ne de başka bir yöneticimiz terörden
çok çekmiş ülke olarak komşumuza bu nedenle de baş sağlığı dilemedi ve geride kalanlar için Allah sabır versin demedi.

Ne dersiniz belki de “ Oh olsun “ demişlerdir.

Bu ruh halinin Türk’ün ve ecdadımız diye övündükleri Osmanlı’nın savaşta düşmanına bile reva görmediği ruh hali ile benzeşir durumu var mıdır?

“Ergenekon davası Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır” diyen
Başbakan Danışmanı Yalçın Akdoğan

“Bu dava ile 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan’dan süzülüp gelen müdahale ruhundan hesap sorulmuştur. Bu Türk
demokrasisinin geleceği açısından önemli bir dönüm noktasıdır.” açıklamasında bulunmuştur.

Asker istedi diye darbe olmamıştır

Bu açıklamanın en büyük çelişkisi, demokrasiyi arzu edilen durakta inilecek tramvay olarak gören zihniyetin demokrasiye
referans yapmasıdır.

Geçmişte yapılan askeri darbelerin demokratik bir ülke olma yolunda ilerlemeye çalışan Türkiye’de acılar çektirdiği ve bu süreci olumsuz olarak etkilediği bir vakadır. Ama şu da bilinmelidir ki, bu ülkede asker istedi diye darbe olmamıştır.
Dış ve iç dinamikler Türkiye’yi belli hedeflere doğru yönlendirmek için darbelerin alt yapısı hazırlanmıştır.

Ayrıca demokrasi ve iktidarın darbe yolu ile değil normal yollarla el değiştirmesi uzun süreli bir birikimin ve kültürün işidir. Türkiye Cumhuriyeti aydınlanma ve demokrasi projesidir ama teslim aldığı miras bunun tam zıddıdır.

Tecavüz etmek bile var

Osmanlı tarihi neredeyse bir darbeler tarihidir.

Üvey ananın oğula, kardeşin kardeşe, oğulun babaya, babanın oğula darbesi vaka-i adiyedendir.

Darbelerden sonra Padişah ve Halife konumundaki insanı katletmek hatta tecavüz etmek bile vardır Osmanlı’da.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti çok masum kalır.

Peki, Yalçın Akdoğan’ın dediği gibi Ergenekon davası darbeler ile bir hesaplaşmadır denebilir mi?

Kesinlikle hayır!

Ergenekon, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurucu ilkelerinden, ideolojisinden, kırmızıçizgilerinden uzaklaştırmak ve rejim
değişikliği yapmak için planlanan darbe sürecine yönelik muhalif siyaseti baskı altına almak ve sindirmek gerekçesiyle
emperyalizm tarafından planlanmış ve işbirlikçisi AKP ve Cemaat vasıtası ile kotarılmıştır.

Balyoz ve Casusluk gibi davalar ise bu sürece itirazı olacak Türk Silahlı Kuvvetleri için sahneye konulmuştur.

Bugün ülkemiz, darbecilerle hukuken mücadele ediyoruz diyen gerçekte kendileri darbeci olan emperyalist işbirlikçilerle karşı karşıyadır ve gerçek darbe süreci devam etmektedir.

Bu darbenin askeri darbeler gibi kısa sürede tamamlanmamasının ve uzun sürmesinin nedeni, demokratik görünümlü ve ana operasyonel silahının hukuk olmasıdır.

AKP ve Cemaat ikilisi

Bu darbenin arkasında esas güç emperyalizmdir. Nedeni ise ülkemize ve bölgemize yönelik çıkarları ve planlarıdır.
Bu dış dinamiği görmeden olayın sorumluluğunu AKP ve Cemaat ikilisine indirgemek saflık veya en hafif deyimi ile
büyük analiz hatası olur.

O zaman bu kötüye gidiş nasıl durdurulur?

Bunun için iki çözüm var.

Birincisi emperyalizmle anlaşmak “Aynı projeleri ben de yaparım, merak etme” demek.
Adlarını şimdilik vermeyeyim ama bu seçeneğe oynayanlar var.

ABD’nin onayı var

İkincisi ise, Ekim’den sonra yükselecek halk hareketini de arkasına alan geniş cepheli bir siyasi hareketle
AKP’ye sandıkta hasar aldırmak ve süreç içinde iktidara gelmek.

Ben bu seçeneğin geçer akçe olduğunu değerlendirmekteyim.
Aksi emperyalist projenin ekmeğine yağ sürer!

Halen yaşadığımız bölünme ve iç savaş sürecini durdurmak için;

Mısır’da yaşananlar Türkiye için farklı koşulları, tarihi geçmişi ve deneyimleri nedeniyle iyi bir örnek olamaz.
Ayrıca Mursi’nin devrilmesinde bir şekilde de olsa ABD’nin onayı olduğunu kıymetlendirmek lazım.

Hiç değilse bugün size daha iyi şeyler yazabilseydim.
Ama olmadı!
Bulunduğumuz coğrafyada yaşamanın maliyeti ne yazık ki, çok yüksek.

İyi bayramlar diler saygılar sunarım.

(Not : Bu yazı sitemizde 9.8.18 günü de yayımlanmıştır.
https://ahmetsaltik.net/2013/08/09/turker-erturk-ergenekon/, A. Saltık)

Mısır’daki son gelişmelerin düşündürdükleri

Mısır’daki son gelişmelerin düşündürdükleri

onur_oymen

Onur ÖYMEN

Son günlerde Mısır’da yaşananlar dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde en ön sırada yer alıyor.

Müslüman Kardeşlerin 6 haftadan beri devam eden gösterilerini sona erdirmek için harekete geçme kararı alan Hükümet aşırı güç kullandı ve yüzlerce kişinin ölümüne neden olan bir müdahalede bulundu. Bunu hiçbir şekilde kabul etmek, mazur görmek mümkün değildir. Birçok ülke de bunu şiddetle kınadı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Baraday’ın diyalog yoluyla çözüm aramak yerine aşırı güç kullanılmasını protesto ederek istifasını vermesi de bu açıdan çok anlamlıdır.

Sorun nereden kaynaklanıyor? Hüsnü Mubarek‘in devrilmesinden sonra yönetimi üstlenen General Tantavi’nin kumandasındaki askerler önce yasaklı olan Müslüman Kardeşler örgütünü, dine dayalı siyasi partilerin kurulmasını yasaklayan 1977 tarihli Siyasi Partiler Yasasını gözardı ederek meşrulaştırdı ve bir siyasi parti kurmalarına izin verdi. Sonra askerlerin düzenledikleri, kurallarını koydukları ve birçok adayı veto ettikleri seçimlerde Müslüman Kardeşlerin lideri Mursi oyların % 51,8’ini alarak Cumhurbaşkanı seçildi. (A. Saltık : Bu seçime katılım % 50 dolayında olduğundan, Mursi gerçekte toplam oyların 1/4’ü ile seçildi)

Mursi’nin yönetim biçimi, özellikle muhalefeti dışlayarak Müslüman Kardeşlerin benimsediği doğrultuda bir anayasa yapma girişimi, ülkeyi şeriat rejimine götürmeyi amaçlayan kararları, yargının yetkilerini kısıtlaması ve ekonomideki kötü gidiş halkın büyük kısmının tepkisini çekti. Meydanları dolduran milyonlarca Mısır’lı Mursi’nin istifasını istedi. O istifa etmemekte direnince Mursi’nin işbaşına getirmiş olduğu Genelkurmay Başkanı General Sisi’nin komutasınaki askerler yönetime el koydu. Geçici bir sivil yönetim oluşturuldu ve 9 ay ila 1 yıl içinde yeni bir anayasa ve Parlamento seçimi yapılarak sivil yönetime geçme vaadinde bulunuldu. Müslüman Kardeşler buna şiddetle karşı çıktılar, yönetimi gayrı meşru saydıklarını söyleyip meydanları işgal ederek Mursi’nin Cumhurbaşkanlığına geri dönmesini talep ettiler. Gelişmeler özetle böyle.

Peki Müslüman Kardeşler niçin yasaklanmıştı? 1928’de kurulan ve birçok Arap ülkesinde teşkilatlanarak 2 milyondan fazla üyeye sahip olan bu örgüt “Halk ve devlet için tek referans kaynağı Kuran’dır” görüşünü savunuyordu. Geçmişte çeşitli yasa dışı eylemlerde bulunmuştu. Başbakan Mahmut Nukraşi Paşa’yı öldürmekten, Cemal Abdülnasır’a karşı suikast girişimde bulunmaktan suçlanıyordu. 1954’de yasaklanmıştı. Özellikle 1995-1996 yıllarında, binlerce Müslüman Kardeşler üyesi, Hükümeti devirmeye çalışan bir terör örgütü mensubu oldukları iddiasıyla yargılanıp mahkum edilmişti.

Müslüman Kardeşler’in 2007 yılında yayınladıkları programda kadınların ve Hıristiyanların hiçbir şekilde devlet başkanı olamayacakları belirtiliyor, yasaların kurulacak bir “İslami Ulema Konseyi”nin onayıyla kabul edileceği ifade ediliyordu. Yani Müslüman Kardeşler örgütünü geçmişi ve siyasi düşünceleri açısından gerçek bir demokratik siyasi oluşum gibi görmek mümkün değildir.

Müslüman Kardeşler 1982 yılında Suriye’de Hükümete karşı bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanmanın kanlı biçimde bastırılması sırasındaki çatışmalarda en az 20.000 sivil ve 1000 Suriye askeri hayatını kaybetti.

Filistin’de Müslüman Kardeşlerin uzantısı olarak kurulan Hamas örgütü İsrail’e karşı birçok şiddet eyleminde bulundu, intihar saldırıları düzenledi. Hamas, 2006 yılında Filistin’de yapılan seçimleri kazandı. Filistin Kurtuluş Örgütüyle çatışmaya girdi ve Gazze bölgesinin yönetimini ele geçirdi. Hamas hala ABD, Avrupa Birliği, Kanada ver Japonya’nın terör örgütleri listesinde yer alıyor. Yani seçimleri kazanmış olması bu örgütü o ülke ve kuruluşların gözünde meşrulaştırmaya yetmedi.

Mısır’daki son gelişmeleri bütün bu geçmiş olayları dikkate almadan değerlendirmek zordur. Son olaylar sırasında 40’dan fazla polisin, biri kız çocuğu olmak üzere bazı sivil Hıristiyanların öldürülmesini, bazı Hükümet binalarının, 9 Kilisenin ve Hıristiyanlara ait 20 kuruluşun saldırıya uğrayıp kundaklanmasını da göz ardı etmemek lazımdır.

Türkiye uzun yıllardan beri şiddeti, kimin tarafından yapılırsa yapılsın, kime yönelik olursa olsun kınama politikasını benimsemişti. Bu nedenle son olaylarda Hükümetin ölçüsüz şiddet kullanmasını kınarken Müslüman Kardeşler yanlılarının yaptıkları saldırıları görmezden gelmesi doğru olmamıştır. Aynı şekilde Hükümetin her türlü askeri müdahaleye karşı olduğunu açıklarken Mubarek’ten sonra yönetimi devralan askeri yönetimle yakın ilişki kurduğunu, Başbakanın Kahire’ye giderek General Tantavi’yi ziyaret ettiğini, askerlerin kurduğu hükümetle stratejik işbirliği ve ekonomik yardım antlaşmaları imzaladığını da unutmamak lazımdır.

Meselenin siyasi boyutuna gelince, öyle anlaşılıyor ki, Müslüman Kardeşler, önceki askeri yönetimin hoşgörüsüyle elde ettikleri iktidarı ellerinden bırakmamak için her şeyi göze almış durumdadırlar. Şimdiye kadar, başta Cumhurbaşkanı Yardımcısı Baraday’in istifa etmeden önce yaptığı girişimler olmak üzere, bütün uzlaşma çabaları sonuçsuz kalmıştır.

Yalnız Mısır’da değil, başka bölge ükelerinde de aşırı islamcı grupların iktidarı ele geçirip otoriter bir şeriat devleti kurma girişimleri de kanlı sonuçlar vermiştir. 1991 yılında Cezayir’de yapılan seçimlerin ilk turunda islamcı FIS partisinin başarı kazanmasından sonra askerlerin yaptığı müdahale ve daha sonra yaşanan dehşet verici eylemler sonucunda bazı kaynaklara göre 200,000 kişi hayatını kaybetmiştir.

Arap Baharı‘nın işte bu çatışmaları, olumsuzlukları, baskıcı yönetimleri sona erdirip gerçek bir demokrasi getirmesi beklenirken maalesef hem Suriye’de hem Tunus’ta, hem de Mısır’da meydana gelen gelişmeler bir “Arap Kışı”na doğru gidildiğini gösteriyor.

Böyle bir ortamda diğer ülkeler açısından en yapılmaması gereken şey yangına körükle gitmek, çatışmaların sürdürülmesini isteyenleri yüreklendirmektir. Onun için dünya ülkelerinin çoğu şiddet kullanılmasını kınarken bütün taraflara itidal tavsiye etmekte, bir an önce demokrasiye geçilmesini önermektedirler.

Mısır’daki aşırı güç kullanımını Türkiye’nin de kınaması doğaldır.
AncakTürkiye’deki iktidar maalesef en katı söylemlerde bulunmuş ve oradaki mücadelenin taraflarından biri olan Müslüman Kardeşleri açıkça desteklediği intibaını uyandırmıştır.
Bu tavır bölgede Müslüman Kardeşlere tepki gösteren bazı Arap ülkeleriyle de ilişkilerimizi olumsuz etkileyebilir.
Türkiye-Mısır iklişkileri şimdiden büyük bir darbe almıştır.
Türkiye’nin tavrı Birleşmiş Milletlerde de Arap ülkelerinin çoğundan da destek bulmamıştır.

Bence çözüm, bütün bölge ülkelerinin gerçek bir demokrasiye kavuşmalarından geçiyor. Adı demokratik olan ama kendileri demokratik olmayan rejimler kalıcı bir barış ve istikrar ortamı yaratamaz.

*Halkı Müslüman olan ülkelerde laiklik olmadan gerçek bir demokrasiye geçilemez

    .

    Büyük devletlerin şimdiye kadar, bölgedeki kendi çıkarlarını düşünerek gerçek bir demokrasinin yeşermesine mani olucu politikalar izlemeleri ve otoriter, baskıcı rejimlerle işbirliği yapmayı tercih etmeleri de Orta Doğu’nun demokrasiye, barışa ve huzura kavuşmasını engellemiştir.

    Cumhuriyetin ilanından sonra laikliği benmimseyerek gerçek bir demokrasi yoluna giren Türkiye, bütün bölge ülkelerine güzel bir örnek olabilirdi. Ama ne yazık ki, son zamanlarda laiklik karşıtı eğilimerin güçlenmesi, bazı gösterilerde açıkça demokrase karşı çıkan Hilafeti savunan pankartlar taşıyan grupların ortaya çıkması ve hoşgörüyle karşılanması, bölgede aşırı islamcı partileri savunan politikaların benimsenmesi Türkiye’nin böyle bir yapıcı rol oynamasını güçleştirmektedir.

    Türkiye’nin demokrasi ve laiklik alanlarındaki eksikliklerini giderip gerçek bir demokrasiye kavuşması yalnız kendi halkımız için değil bütün bölge halkları için büyük bir kazanç olacak ve bölgede barış ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunacaktır.

    Unutulmamalıdır ki, dünya tarihinde demokrasiler arasında bugüne kadar savaş olmamıştır.

    Saygılar, sevgiler.

“HEPİNİZİN KAPISINA DAYANACAKLAR”

Dostlar,

E. Tuğamiral, Deniz Harpokulu Komutanı Sayın Türker Ertürk, son dönemlerin en yürekli ve gerçekçi yazarı ve konuşmacısı.

“HEPİNİZİN KAPISINA DAYANACAKLAR” temalı konuşmasının kaydı çok önemli bir belgesel.

Aşağıdaki erişkeden mutlaka izlenmeli, paylaşılmalı..

Polis şiddetinin nasıl ölçüsüz bir düzeye, zulüm ve vahşete ulaştığının çıplak görüntüleri ile..

Kendi milletine neredeyse düşman hukuku uygulayan / uygulatan bir faşist anlayış günümüzde iktidar..

“KAHROLSUN DEMOKRASİ – YAŞASIN HİAFET” diye sokaklara dökülen kitleler, Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen ve değiştirilmesinin önerilmesi bile Anayasa’nın 4. maddesi ile yasaklanan 6 temel niteliğine apaçık karşı çıkan yandaş – güdümlü kitlelere kolluk (Polis) hiç dokunmuyor.. Seyrediyor.. Bu söylem ve davranış, Anayasa’nın 174. maddesinde güvenceye alınan Devrim Yasalarına da açıkça meydan okuma niteliğinde..

Anaysal suç..

Toplantı – gösteri yürüyüşü ve görüş açıklama özgürlüğü ile ilgisi yok..

Düpedüz laik – demokraitk Cumhuriyete başkaldırma..

AKP’nin polisi – valisi seyirci.. Hatta bu yasa dışı eylemin yapılabilmesi için “güvenlik” (!) sağlamakta.

Bunlar bir iktidarın kolay kolay altından kalkamayacağı “tarihsel nitelikte suç”lardır.

Rejime karşı başkaldırıya çanak tutmak, kolaylaştırmaktır ve parti kapatmaya dek gidebilir, TCK’da da ğır yaptırımları vardır.

Kuşkusuz en ağırı siyasal yaptırımdır.

* Türk halkı asla aptal ve kayıtsız değildir.

“HİLESİZ” yapılacak, yineleyelim “HİLESİZ” yapılacak ilk seçimde AKP alt üst olacak ve dağılacak

    , siyasal parti çöplüğünde yerini alacaktır.

    Biz bir kez daha yurttaşlık görevimizi yapalım ve tarihe not düşelim :

    İstanbul’da geçtiğimiz günlerde yapılan bu “KAHROSLUN DEMOKRASİ – YAŞASIN HİLAFET”

pankartının da taşındığı eylem anayasal suçtur.

Memenemen ayaklanmasından farkı yoktur.
Kanlı cinayetlere de ramak kalmıştır anlaşılan.

Hükümet derhal bu kişiler hakkında yasal işlem yapmalıdır.
Cumhuriyet’in savcıları resen soruşturma başlatmnalıdır.

Muhalefet TBMM’ye taşımalıdır bu ağır sorunu..

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da herhalde gerekli notu ve belgeleri AKP’nin dosyasına düşecektir.

Çoook merak ediyoruz.. Bu dosya AKP’nin kapatılması için binlerce belge ile dolup taşmıyor mu hala??

************

Sayın E. Amiral Ertürk’ün çok kritik konuşmasını izlemek için lütfen tıklayınız ve paylaşınız..

Sevgi ve saygı ile.
18.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Türker Ertürk: YARATICI YIKIM

YARATICI YIKIM

portresi_sade

Türker Ertürk

Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu denen projede sınırları çizilen coğrafyanın her geçen gün daha fazla istikrarsızlaştığı tespiti sanırım bugün için geçmişe göre daha fazla kabul gören bir olgudur.

Bölgede emperyalist projenin gerçekleştirilebilmesi için bölgenin önce istikrarsızlaştırılması, etnik, dinsel ve mezhepsel olarak ayrıştırılması ve çatışma ortamına itilmesi şarttı. Yenisini yapabilmek için eskisinin yürümediğini göstermek ve yıkmak gereklidir. Batı’da buna Yaratıcı Yıkım (Creative destruction) diyorlar. Aynen kentsel dönüşüm projeleri gibi. Önce yıkmak gerekir, yaratabilmek için!

Bunlar gizli bir şey değil

ABD, Büyük Ortadoğu coğrafyasının ağırlıkla 1. Paylaşım Savaşı (1914-18) sonucunda belirlenen statükosundan memnun değildi. Bölgeyi baştan aşağıya dizayn etmek ve siyasi haritayı yeniden çizmek istiyordu. Bunlar gizli şeyler de değildi. ABD, en yetkili ağızlarından bunu yapmak istediğini söylüyordu da!

Mısır’da, Afganistan’da, Yemen’de Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta ve Libya’da olanlar bu yıkımın parçalarıdır. Yıkımı bölgenin tamamına egemen kılmak için çalışmalar bütün hızıyla devam etmektedir.

Erdoğan bu projenin taşeronu

Bilenlerimiz ve görebilenlerimiz, bilmeyenlere ve göremeyenlere Türkiye’nin de bu kentsel dönüşüm projesi içinde olduğunu bugün iktidarda bulunan Erdoğan liderliğinde AKP’nin bir şekilde bu projenin taşeronluğunu yaptığını bıkmadan ve usanmadan anlatmalıdır.

Bugün geldiğimiz noktada Türkiye, tarihinde şimdiye kadar görmediği kadar büyük bir tehlike altındadır.

Ülkemiz çok büyük bir hızla bölünme, parçalanma ve iç savaş rotasında yol almaktadır.
Şartlar ülkemiz için 1919’dan bile daha kötü durumdadır.

İşgal o gün açıktı bugün örtülü!

    Ülkemiz için şartların Kurtuluş Savaşı öncesine göre daha kötü durumda olmasının birçok nedeni var.

    Birincisi; o gün ülkemiz açık işgal altındaydı, bugün işgal örtülüdür.

    15 Mayıs 1915’de Yunan’ın İzmir’e çıkması ile başlayan işgal olmasaydı,
    yaşamsal tehdidin varlığını halka göstermek, inandırmak ve buna karşı savaşı başlatmak
    mümkün olmayabilirdi.
    Sevr projesinin mimarı konumundaki İngilizler, Yunanı Anadolu’ya çıkarmakla büyük hata yaptıklarını kabul etmektedirler.

    Bugün emperyalizm geçmişin hatalarından ders almıştır.
    Bağımsızlığımızı tamamen kaybetmemize ve örtülü işgal altında olmamıza rağmen her tarafta bayraklarımızı dalgalanırken görmektesiniz. Şehirlerimizde işgal devletlerinin devriye gezen subayları yoktur. Yani işgalin görünürlüğü, sıradan ve ortalama insan için inandırıcılığı
    mevcut değildir.

    İşgal artık yerli işbirlikçileri vasıtası ile yapılmaktadır

    Emperyalizm kendi projesini hayata geçirecek olan işgalleri artık halkın içinden çıkmış,
    görünümü ile onlar gibi olan yerli işbirlikçileri vasıtasıyla yapmaktadır.

    Diğer bir neden, o gün emperyalizmi temsil eden ülkeler arasında çelişki ve çıkar çatışması fazlaydı. Bugün çelişkiler az ve emperyalist sisteme egemen olan ABD gibi bir ülke var.

    Bir tahayyül edin; 1917 Bolşevik Devrimi olmasaydı, Sovyetler Birliği kurularak karşımızdaki şer cephesi bölünmüş olmasaydı, kuzeyimizi ve doğumuzu emniyete alamasaydık ve onlardan yardım sağlayamasaydık Kurtuluş Savaşı başarılabilir miydi?

    Travmalı kesimler emperyalizmle işbirliği yapıyor

    Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında düşmanla işbirliği yapan hainler vardı, bugün de var.
    Ama bugün o hainlere ilave olarak Cumhuriyetin Aydınlanma Devrimleriyle travmalı hale gelen kesimlerin çocukları emperyalizmle işbirliği yapar konumdalar. Avrupa’nın yüzyıllar içinde oluşturduğu Aydınlanmayı kısa süre içinde gerçekleştirmeye çalışmanın ne yazık ki,
    bazı istenmeyen yan tesirleri de oluyor.

    Ayrıca bugün bu kötü gidişe dur diyecek, antiemperyalist mücadelede bölünmüşlüğe son verecek ve geniş kesimleri peşinden sürükleyecek Anafartalar kahramanımız yok.
    Çok açık söylüyorum Atatürk olmasaydı o mücadele başarılamazdı!

    Tehdidin niteliği ve çapı farklı

    Mevcut durumu tüm çıplaklığı ile nesnel olarak analiz etmeden yapılacak değerlendirmeler hep yanlış oluyor. Bugün ülkemizin bekası açısından karşılaştığı durum Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zamanki durumuna göre daha karmaşık, koşulları, şartları, tehdidin niteliği ve çapı çok farklıdır.

    Ülkemizi bu durumdan salimen çıkarabilecek savaşımda Atatürk’ün verdiği mücadeleden faydalanabileceklerimiz vardır. Ama o günkü mücadeleyi motomot aynen bir şablon gibi uygulamak mümkün değildir.

    Bu konuya haftaya Salı günü kaldığımız yerden devam edeceğiz

    Saygılar sunarım.

SEVR OSMANLI DEVLETİNE SEVR NASIL KABUL ETTİRİLDİ?

Dostlar,

“SEVR OSMANLI DEVLETİNE SEVR NASIL KABUL ETTİRİLDİ?”

başlıklı özlü bir çalışmayı paylaşmak istiyoruz.

Sayın Dr. Galip Baysan’a emeği ve paylaşımı için teşekkür ederek..

Sevres_Treaty_map_10.08.1920

Sevgi ve saygı ile.
18.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

“SEVR OSMANLI DEVLETİNE SEVR NASIL KABUL ETTİRİLDİ?”

Dr. M. Galip Baysan
mgalipbaysan@yahoo.com.tr, 18.5.13

Son 5 bölümlük yazı serimizde Sevr Antlaşması’nın içini, dışını inceledik, özellikle son bölümde büyük dostumuz! Lloyd George’un muhteşem atraksiyonunu izledik. Bu baskıların sonunda İstanbul’un Sultan ve Hükümetinin, ülkeleri için hazırlanan bu idam fermanını, (günümüzün siyasi olaylarını andırıcasına) nasıl kabul ettiklerine ve halka nasıl kabul ettirdiklerine bir göz atalım. İstanbul Hükümeti sözde halkın onayını alıyormuş görüntüsü vermek için değişik görevlileri içine alan bir Şura toplamaya karar verdi ve bu toplantıya Saltanat Şurası adı verildi.

İstanbul’da Saltanat Şurası toplanırken İtilaf Devletleri Yunan Ordusunu Trakya’da ileri sürdüler. Padişah’ın da katıldığı Saltanat şurası toplantısında İstanbul’un ünlü devlet adamları, aydınları, ulemaları bir araya geldiler. Sunulan barış teklifini, “Tamamen yok olmaktansa, zayıf da olsa bir varlık olarak yaşamak daha iyidir.” gerekçesi ile sadece bir kişi (Topçu generali Rıza Bey) haricinde herkes oybirliği ile kabul etti.(1) Aslında bu oylama dahi tek başına, Osmanlı Yönetimi ve Türk Tarihi için yüzkarası olarak kabul edilecek bir olay olup, mutlak monarşinin keyfi ve kişisel zihniyetini açığa çıkaran önemli bir örnektir. Osmanlı Devletinin sonunu getiren bu oylama işini Padişah’ın damadı İsmail Hakkı (Okday)’ın kaleminden izleyelim:

“Memleketin kalburüstü gelen vezir, paşa, eski nazır, ayan ve eşrafı adına İstanbul’da bulunan kim varsa davet edilmişlerdi. Sadrazam Damad Ferid Paşa ilk sözü alıp kürsüye çıktı. Siyasi durumu dramatik bir şekilde izahla söze başladı ve galip devletler tarafından hazırlanmış olan Sevres Sulh Antlaşması’nın olduğu gibi ve herhangi bir tadile ( değişikliğe) uğratılmaksızın Murahhas Heyetimize sunulmuş olduğunu anlattı. Bu muahede taslağı ya aynen kabul edilecek yahut da reddedilecekti. Binaenaleyh toplantıda bulunanlardan istenen şey, ya bir evet yahut bir hayır’dan ibaretti. Herhangi bir maddenin tadili bahis mevzuu olamazdı. Çünkü galip devletler bu noktada karar birliğine varmışlardı.

Nihayet muahedeyi kabul edenler ayağa kalksınlar denildi. Damad Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Kayınpederim Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah 6. Mehmet Vahdettin ayağa kalkınca da hazır olanlar saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki: bu ayağa kalkış muahedenin kabulü manasına mı geldiği, yoksa Padişah’ı selamlamak için mi olduğu anlaşılmadan oylama bir oldu biti ile tamamlandı.”(2) İşte Osmanlı Devleti’nin sonunu getiren belge böyle oylanmış ve 10 Ağustos’ta Korgeneral Hadi ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Beyler tarafından Paris’te imzalanmıştır.”(3)

Tarihin bu döneminde bütün dikkatler Ankara’da kurulan yeni Türk Milli Meclis’i üzerinde yoğunlaştığından Osmanlı Devletinin bu acı dönemi biraz ihmale uğramış gibidir. Konumuzla ilgisi açısından bu acı son üzerinde ısrarla durmamızın nedeni ise, günümüzde dahi bazı kaynakların kasıtlı olarak Osmanlı Devletinin o günlerde tükendiğini görmek istememeleri, bütün tarihsel gerçeklere rağmen, batışın nedeni olarak Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının gösterilmek istenmesidir. Oysa Osmanlı Hanedanının sonunu görüldüğü gibi güvendikleri işgal güçleri, devlet adamları ile işgal güçlerine karşı uygulanan kişiliksiz, pasif politikalar hazırlamıştır.

İşgalciler Türk Devletini bitirmek için herkesin isteklerine kulak vermiş fakat bütün ümidini işgalcilerin merhametlerine bağlamış olan Osmanlı Sultan ve yöneticilerine hiçbir destek vermemişlerdir. Hatta savaş döneminden sonra da İngiltere’ye bağlılığını devam ettirmek isteyen “Osmanlı Ailesi mensupları”, bu hatalarının cevabını İngiliz hükümetinden ağır bir şekilde alacaklar, büyük maddi ve manevi sıkıntılara düşeceklerdir. Bu nedenle denilebilir ki Osmanlı ailesinin düşmanı Mustafa Kemal ve arkadaşları değil, ancak dostluğunu aradığı yabancı güçler olmuştur. İngiltere’nin ibret alınacak tutumunu Fransız yazar Berthe G. Gaulis şöyle özetlemektedir:

“İngiltere’nin hatası her yerde aynıdır. Bu Türkiye’de her yerdekinden daha açık görülür. 1920 Temmuzundaki büyük ölçülü Yunan taarruzuna kadar, Türk milliyetçileri, devamlı olarak İngiltere ile çalışmaya bakmışlar, hatta Anadolu’nun işgalinden sonra bile, onu inandırmaya çalışmışlar, fakat her defasında onun, Türkiye’yi yok etme yolundaki arzusuna çarpmışlar, bu da, kendilerine, daha iyi bir savunma sağlama yolunu seçme zaruretini doğurmuştur. Böylece hareket planlarını geliştirerek, kendilerine yeni kaynaklar bulacaklardır.”(4)

“Temmuz 1920’de o bir dizi başarısızlıkların etkisi altında, ayrıca Hindistan’daki Müslümanların devamlı şikâyetinden endişe duyan(5) İngiltere, bu işin sonunu getirmek ister ve Yunanlıları Anadolu üzerine sevk eder. Vaat edilen armağanlar çok büyüktür; İstanbul, bütünü ile Trakya, İzmir, Batı Anadolu yani Küçük Asya’nın en zengin toprakları, Hellada’nın yani Yunan rüyaları içinde en ölçüsüz olanların bile gerçekleşmesi. Yunan ordusu, bolluk içinde harp malzemesi ile devamlı donatılacak, İngiliz altını hep konuşacak, İngiliz subayları operasyonlar yöneteceklerdir.”(6)

Sevr antlaşması, son hayalleri de dağıtmıştır. Bu kez ihtiyar Türkiye bile anlamıştı ki, İngiltere O’nu avlamış, ona Britanya mandası altında, aşağı yukarı eski imparatorluk kadar geniş bir Türkiye’nin, bir iyilikseverlik sonucu elde kalacağını açıkça söylemese bile ima etmişti.”(7)

Orduya karşı saldırılar 22 Haziran tarihinde başlayan Yunan ilerlemesi sonucunda (günümüzdeki saldırılara benzer şekilde) inanılmaz boyutlara ulaştı. Bu haksız tecavüz karşısında, İstanbul hükümetinin bir bakanı ile yapılan bir röportaj ihanetin boyutlarını açıklamak için yeterlidir: Damat Ferit Hükümetinin Adliye Nazırı’nın bir yabancı gazeteci ile yaptığı konuşma şöyledir:

“Soru : Hükümet Yunan Ordusu tarafından yapılan hareketi protesto etmek niyetinde midir?

Nazırın cevabı: Hükümetimiz Mustafa Kemal taraftarlarını resmen mahkûm etmiş ve hilafet ve vatan haini olduklarını ilan etmiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere layık oldukları cezayı vermektir. O halde kendi programımıza dâhil olan bir hareketi niye protesto edelim.

Soru : Bu hareket mühim güçlüklerle karşılaşacak mıdır?

Cevap : Hayır, bunun sebebi şudur ki, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan ve sırf yağma hırsıyla hareket eden bir takım şahıslardan mürekkep, teşkilatsız, inzibatsız ve mümaresiz bir ordudur.

Soru : Fikrinizce hareket uzun sürecek midir?

Cevap : Asker değilim fakat intibaım şu merkezde ki; General Paraskevopulos’un ordusu şimdi süratle ve şiddetle harekete devam eyleyecek olursa, birkaç hafta da Ankara sınırları önünde bulunacaktır.”(8)

Türk askeri üstün düşman kuvvetleri karşısında çekilirken özellikle Bursa yöresinde mürteciler de harekete geçirilecektir. “Milli kuvvetlerin dağılması ve Yunan ordusunun ilerlemesi tabii olarak mürteci ruhun mukavemet ve müdafaa taraftarlarına (ordu mensupları ve onları destekleyen sivillere) karşı olan hiddetini kamçıladı. Çekilen askerimize ve bilhassa subaylara karşı bazı kasaba ve köylerde çok kötü muameleler yapıldı. Bunlara yiyecek, hatta su verilmedi ve içlerinden bazıları öldürüldü. Bazı subaylar, köylülerin tecavüzlerinden korunmak için üzerlerindeki askeri elbiseleri atıp, köylü kıyafetine girmekle kendilerini kurtardılar.”(9) (Yani mürtecilerin asker karşıtlığı yeni bir şey değildir ve askerler bunu çok iyi bilmektedirler. Aslında, Cumhuriyet dönemi askeri müdahalelerinin dikkatle incelenmesi sonunda ana nedenlerinin ülkenin irticai güçlerin eline geçmesini önlemek olduğu açıkça görülecektir.)

Bu durum karşısında Bursa’da yapılacak bir savunmadan komutanlar ve hatta TBMM Başkanı Mustafa Kemal umutlu değildir. Bu nedenle TBMM Hükümetince bir bildiriyle halkın uyarılması kararlaştırıldı. Batı Cephesi komutanı Bursa halkının bu olumsuz tutumunu iyi bir değerlendirmeden geçirerek verdiği savunma emri şöyledir: “… Erleri Bursalı olan 56’ncı tümen muharebesiz çekilse bile, bütün personelin tümeni bırakarak Bursa bölgesinde kalması, bu sırada çekilenleri gören Milli kuvvetlerin de dağılması göz önünde tutulmalıdır.” Bu emir üzerine Albay Bekir Sami de Bursa batısındaki savunmayı benimsemiş ve geride, seçilen savunma mevziinde hazırlık yapılması emrini vermiştir.(10)

Yunan saldırısı üzerine 24/25 Haziran 1920’de Garp Cephesi Kumandanlığı kurularak bu göreve seferde Ordu Komutanı yetkisi ve sorumluluğu ile Ali Fuat Paşa atanmış ve cephe bir düzene sokulmuştur.(11)

Mustafa Kemal Paşa, düşünce ve amaç birliğinin önemini şu sözlerle belirtmektedir:

“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir fakat bu hal hiçbir vakit memleketi mahvedemez. Mümkün olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir. Bu hakikati bizden iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar.”(12)

Dış güçlerin baskısı ile son Osmanlı Padişahı ve hükümetince kabul edilen Sevr Antlaşması Ankara’da Meclisçe reddedilip lanetlendi

    kten sonra, faaliyetler ülke içinde milli birliğin sağlanması ve muntazam ordunun oluşturulması istikametinde yoğunlaştırıldı.

    DİPNOTLAR:

    (1) Komutan, Devrimci, Devlet Adamı Yönleriyle Atatürk, s.299
    (Genkur, İstanbul-1973)
    (2) İsmail Hakkı Okday: Yanya’dan Ankara’ya, s.414-5 (İstanbul-1975)
    (3) Atatürk, Komutan, Devrimci, s.299
    (4) Berthe G. Gaulis, Çankaya Akşamları, s.59 (Türkçesi Firuzan Tekil, İstanbul-1983)
    (5) Hindistan’ın durumu için bkz. R.K. Sinha, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi, s.112-124, 131-144 (Milliyet Yayınları); Bkz. Atatürk Yolu, s.20 (Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-1987)
    (6) Çankaya Akşamları, s.52
    (7) Aynı eser, s.54-55
    (8) İhsan Güneş, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.149-150 ( Genkur. Ankara-1987)
    (9) Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.198(TTK Ankara-1983)
    (10) Şükrü Erkal, İkinci Asker Tarih Semineri, s.165
    (11) ATASE Başkanlığı Yayınları, Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Vesika No. 1189; İhsan Güneş, İkinci Harp Tarihi Semineri, s. 145-6
    (12) Suat İlhan, Harp Yönetimi ve Atatürk, s.29 (TTK, Ankara-1987)

RECEP LAROUSSE

RECEP LAROUSSE

Dostlar,

CHP’den MÜKEMMEL BİR ÇALIŞMA…

RTE HEMEN HER KONUDA 12 YIL BOYUNCA NELER SÖYLENMİŞ,
SONUNDA HANGİ TUTARSIZLIKLA NASIL BİR NOKTAYA GELİNMİŞ…
TÜM KAYITLAR…

RECEP LAROUSSE (Meydan Larousse ansiklopedisinden esinlenerek)

BU ÇALIŞMAYI LÜTFEN YAYALIM

Kapsamlı bir pdf dosyası (209 sayfa) olarak okumak için lütfen tıklayınız..

RTE_Larousse

Recep_Larousse

Sevgi ve saygı ile.
18.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net