Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Sansürünü de al ve git…

authorZAFER ARAPKİRLİ

En son örneğini, orman yangınları felaketinde gördük.

Geçen yıl da yaşadık, bu yıl da adeta “dakika bir, gol bir” niteliğinde, yaşamaya başladık.

Devleti elinde bulunduran irade diyor ki: “Yangınlar konusunda sadece resmi ağızlardan gelen açıklamalara yer vereceksiniz. Bizim dışımızda kim bu konuda açıklama yapar, bilgi yayar veya yetersizlikleri filan eleştirirse, bunu ‘dezenformasyon’ olarak damgalar ve tepesine ineriz.”

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, akıllara ziyan bir video yayınladı, 2 gün önce. Geçen bir yılda bu konuda yapılan çalışmaları anlatıyor. Videoyu izliyorsun; ağaçlar var, ormanlar var, insanlar var, ağaçlara su sıkan (tatbikat sırasında) itfaiyeciler var, sevimli pozlar veren kadın itfaiyeciler var, mutlu köylüler var. Tek bir şey eksik bu “Orman Yangınları” konulu propaganda videosunda: “Ateş… Alev…”

Soğuk bir espri gibi… Tek bir kıvılcım bile yok.
Yahu, bari tatbikat sırasında bir küçücük çalılığın nasıl söndürüldüğünü göster de biraz inandırıcı olsun. O bile yok. Yani, “Yangınsız, yangınla mücadele filmi.” Bunu istiyorlar.

Yarın, (misal) bir deprem olsa, tek bir enkaz görüntüsü olmadan haber yapacaksın.
Bir yerde sel felaketi olsa ya da o konuda haber yapsak, tek bir damla su göstermeyeceksin.
Ne göstereceğiz?

Olay yerinde açıklama yapan ve bu iş için dikilmiş, göğüslerinde isim kokartı (Sayın Bakan  Bilmemkim) bulunan “özel üniforma” içindeki sayın Bakanları ya da propaganda memurlarının konuşma videolarını.

Enflasyonu, işsizliği, dış borcu, hayat pahalılığını, sefaleti, açlığı filan anlatmayacaksın.

Dış politikadaki Dolar Riyal karşılığı cinayet dosyası yakma, katil aklama” rezaletlerine değinmeyeceksin.

Hastaneler, sağlık sistemi ve okullarla eğitim sistemi güllük gülistanlık gösterilecek.

Kadın cinayetlerinden söz etmeyeceksin. Hukuk katliamlarına hiç değinmeyecek, eleştirmeyeceksin. Pınar Gültekin cinayeti ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme ayıbı arasındaki bağlantıya asla girmeyeceksin.

Bunu istiyorlar.
Rejim, sadece kendi sesine ve kendi trollerinin muhaliflere saldırılarına özgürlük(!) istiyor.

  • Özgür habercilik ve yorumlara bir kara örtü örtmenin peşinde.

Yeni Sansür Yasası’ndan söz ediyorum. Rejimin kendi kendine sonsuz bir “dezenformasyon yayma yetkisi” talep ettiği tartışmalı yasadan.

Daha önce hem bu topraklarda hem de dünyanın dört bir köşesinde baskıcı rejimlerin belki de binlerce kez denediği ama her defasında demokrasinin ve düşünce özgürlüğü mücadelesinin kalkanına çarpıp parçalanan “istibdat kafası”ndan söz ediyorum.

Beyhude çabalar bunlar.  Ne yazılı ne görsel-işitsel ne de dijital (sanal internet) ortamda, hür düşünceyi, haberi, bağımsız yorumu bastırmaya kimin gücü yetebilir.

  • Sonuçta sansürcüler bu ayıpları ile baş başa tarihin çöplüğünde layık oldukları yeri bulurlar.

Gazeteciliğin, haberin, yorumun ve istibdata karşı düşüncenin, adeta oksijen gibi, su gibi mutlaka her tür duvarda delik açıp geçeceğini ve galebe çalacağını hatırlatalım.
Vazgeçin bu ortaçağ kafası ürünü sansür çabalarından.
**
Yangın ve faşist kafa

Çok eskiden de seslendirilmişti bu şayia.
Özetle: 1980’lerin başlarında Anadolu topraklarında yaygın bir şekilde görülen orman yangınlarının, Türkiye düşmanı teröristler tarafından kasten çıkarıldığı, bunun arkasında da “Hain komşu Yunan”ın bulunduğu anlaşılır. Bunun üzerine, aralarında Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun da bulunduğu “milliyetçi”lerden yardım istenir. Akabinde, Yunanistan topraklarında “mukabil” yangınlar gerçekleşmeye başlayınca, “Yunan, mesajı alır” bizdeki yangınlar da bir anda “kesiliverir”.

Bunları aktaran yandaşın teki, “Bugün de yine ilginç biçimde buna benzer yangınlar yaşıyoruz topraklarımızda” diyerek adeta “Haydi tarihi tekerrür ettirelim” mealinde harekete çağırıyor birilerini.

Aklı başında herhangi bir insanın, “İki komşu ülke arasında her alanda yapmamız gerektiği gibi sıkı bir işbirliği ve komşuluk ilişkileri geliştirelim. Bunu, mesela yangın söndürme kapasitelerimizi de ortaklaşa geliştirerek ‘Ege Havzasında ortak bir Yangınla Mücadele Ordusu’ olarak da hayata geçirelim. Kimde olursa, karşılıklı yardıma koşsun” demesi gerekirken, “Faşist Kafa”nın uğraştığı konuya bakar mısın?

Hiç utanmadan, girdiği “topa” bakar mısın?
Her konuda olduğu gibi, bunların da “antidotu” belli.

  • Acil demokrasi!!

Faşizmden, acil olarak arınma, temizlenme.
Bu gezegenin tarihindeki en büyük pislik ve felaketten söz ediyorum.

Toplu ve ağır bir “kırım”

authorZAFER ARAPKİRLİ

Kendi yarattığı sorunlara her geçen gün yenileri eklendikçe, doğal ve sonradan yarattığı düşmanları da neredeyse her geçen dakika daha da arttıkça, daha fazla öfke diline başvuruyor.

Artık, küfürün bini bir para. Önüne gelene atar, gelmeyene gider.

Bugün bir siyasi parti liderini aşağılama, yarın bir sivil toplum liderine hakaret, öteki gün bir meslek grubuna, öbür gün toplumun bir kesimine ağza alınmayacak bir küfür, bir sonraki gün bir yabancı ülke liderini “çizdim senin üzerini” diye efelenme…

Zaten yapayalnız kalmış ve çevresindeki “en sadık birkaç kişiden oluşan çeperin” bile muhtemelen, artık tir tir titrediği ve korkudan yanına bile yaklaşamadığı bir durumdan söz ediyoruz.

Gerçeklerden o kadar kopuk bir çizgiye düşmüş durumda ki, sürekli yalan üzerine yalan uydurmanın, olmayanı var gibi göstermeye çalışmanın, enflasyon -hayat pahalılığı- geçim sıkıntısı gibi halkın “gırtlağına dayanan” günlük olguları bile inkâr etmenin, tarihleri ve olayları çarpıtmanın, tayyarelerin üzerine ne yazılacağı gibi abuk sabuk konularda ulu orta konuşmanın doruğa ulaştığı bir “onulmaz-onarılamaz” hâl aldığına tanık oluyoruz.

On yıllardır hukuksuzluğu ve adaletsizliği sürekli körüklemesini, insanları din, mezhep, ideoloji, cinsel yönelim üzerinden sürekli ötekileştirmesini, bunu da bir marifetmiş gibi savunmasını, zaten saymıyorum bile.

Tipik semptomlar tabii. Tarihte, benzerlerinde hep gördüğümüz ve tedavisi mümkün olmayan.

Ama bütün bunların da ötesinde, belki de toplum olarak maalesef “es geçiyor gibi göründüğümüz” çok daha kötü bir etkisi var yaptıklarının…

Geleceğini karartıyor, geleceğini fiilen ve fiziken, madden zehirliyor, geleceğini tahrip ediyor bu toplumun. Hem de onarılması çok güç bir biçimde.

Bunun öyle “geliriz, sistemi değiştiririz, güçlendirilmiş bilmem ne yaparız” çözümleri ile bile kolayca onarılması mümkün değil.

Değerli Halk Sağlığı uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık’ın vurguladığı bir gerçeğe dikkat çekmek istiyorum:

  • “Yoksulluk mirası ve yoksulluğa bağlı kötü beslenmenin getirdiği sağlıksız bir toplum. Sağlıksız yeni nesiller. Sağlıksız bir gelecek…”

Belki de günlük demeçler, kavgalar, kaçınılmaz olarak odaklandığımız sayılar, fiyatlar, geçim kavgası gibi olgulardan kafamızı kaldırıp tam odaklanamadığımız bir gerçek bu.

Açlığın 6 bin TL, yoksulluğun 19 bin TL sınırı ile ifade edildiği bir ortamda, Prof. Saltık, Daha ana rahminde iken karnı doymayan on milyonlarca bebeğin gelecekte oluşturacağı zayıf bünyeli ve belki de yetersiz beslenmeye bağlı IQ’su düşük bir toplum gerçeğine parmak basıyor.

  • “Büyük bir risk ve eşitsizliğin, büyük bir dezavantajın, hayatta kalma şansının düşüklüğü, yaşarlarsa yakalarını bırakmayacak sağlık sorunları, düşük nitelikli ve kırılgan yaşamlar..” diyor Prof. Ahmet Saltık.

Ve ekliyor: (Kötü beslenmeye bağlı olarak)

  • “Zaten 90’lardan 87’ye düşmüş ortalama IQ’ya sahip bir toplumun 21’inci yüzyılda
    her alanda ayakta kalabilmesi mümkün mü?”

Her şeyi bir yana bırakın, bu memlekete, bu kötülüğü ve bu ihaneti yapanlardan hesap sorulmaz mı? Asla affedilmeyecek bir suçtan söz ediyorum.

Dinen günahını, vebalini filan bilemem. O işlere kafam ermez.

“Ağır bir suç” diyorum. İnsanlık suçu.

  • Toplu bir katliamdan-kırımdan söz ediyorum.

Katliam daha nasıl olur?
***

COVID-19

Kendi kendilerine bir “sahte başarı öyküsü” yazabilmek için, her konuda olduğu gibi topluma yine utanmazca yalan söylemek adına Korona belasından kurtulduk diye kandırıyorlar insanları.

Kademeli olarak “Vaka ve ölüm sayılarını” düşürecek bir “TÜİK usulü propaganda” ile bütün korunma önlemlerini iptal edip, herkesin savunmasız kalmasını sağladılar. Oysaki, etrafınıza baktığınızda, her gün bir yakınınızın ve tanıdığınızın Covid-19 pozitif çıktığını duyuyorsunuz.

Bu satırların yazarı da, özellikle yaş ve kronik sağlık sorunları açısından risk grubunda olmasından kaynaklanır bir şekilde, belki de aşırı tedbirli davranmasına rağmen, mel’un virüs tarafından teslim alındı.

5 aşı olmama ve toplutaşımada ve kalabalıklarda (açık havada bile) maskeden asla vazgeçmememe rağmen yakalandım. KRT TV ve Yön Radyo’daki Medya Terapi programıma bir süre ara vermeme de neden oldu tabii.

Arayan soran merak eden ve dost elini uzatan herkese, okurlara, izleyicilere, özellikle de değerli Aile Hekimimiz fedakâr sağlık emekçisi, güzel insan Sayın Dr. Çiler Öncel’e, T.C. Sağlık Bakanlığı’ndan arayıp telefonla da olsa ilgi gösterip ilaç-vitamin öneren değerli hekimlerimize, kişisel dostluk kapasitesi ile ilgilerini esirgemeyen değerli hocalarımıza teşekkürü bir borç bilirim.

Aman!
Geçti sanmayın.
Virüs, ortalıkta elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor.
Sevgili okurlar. Ne maskeden ne mesafeden ne de hijyenden vazgeçin. Kendinizi iyi koruyun.
Sağlıkla kalın.

Sömürü, saygısızlık, sopa

Ekonomik buhranı, adeta bu konuda bir yemin etmişcesine daha da koyulaştıran ve kontrolü tamamen elinden kaçırmış görünen rejim, öylesine “ne yaptığını bilmez” bir ruh hali içine düştü ki, ekonominin dümenindeki “pırıltılı – ışıltılı” şahıs, “Tercihimizi bir avuç azınlıktan yana, ezilen-sömürülen-yoksullaştırılan çoğunluğun aleyhine kullandık” diyecek kadar terbiyesizleşebiliyor.

Kapitalist sistemin nasıl çalıştığı ve devletin baskıcı gücünü kullanarak, hakim sınıflar üzerinden sömürüyü nasıl hayata geçirdiklerini adeta “paşa paşa” itiraf anlamına gelen bu sözler, çaresizliğin en sade biçimde itirafıydı. Bir yandan da asla “utanmadıklarının” somut bir tezahürüydü, tabii.

Geniş halk kitlelerini yoksullaştırıp, bir lokma ekmeğe muhtaç edip, ulusal para birimini “pula” çevirip, belki de kendileri gittikten sonra bile ekonomiyi uzun süre rayına sokulamayacak hale getirdikleri yetmiyormuş gibi, bir yandan da halka tepeden bakmayı “hakaret ve küfür” boyutuna taşımaktan da çekinmiyorlar. Hani o İngilizce’nin bu durumlara cuk diye oturan “Adding insult to injury” (yaraladığı birine, bir de hakaret etmek) deyimi vardır ya… İşte, tam da onu yapıyorlar.

Bu ülke insanlarının vergileri ile maaş alan, üstelik “namus ve şeref üzerine hizmet yemini” etmiş bir şahıs, üstelik sık sık “Ben sizin efendiniz değil, hizmetkârınızım” diyen bir şahıs, kendisini ve icraatını beğenmediği için protesto etmiş milyonlarca kadına ve erkeğe “Çürükler!.. Sürtükler!..” diye bağırabiliyor. Tekrarlamaktan utanmadıkları yalanlara (Kabataş yalanı, camide içki yalanı, teröristler yakıp yıktı yalanı) bir yenisini daha ekleyerek, “Camilerimizi yaktılar” yalanına başvurmaktan da çekinmiyor. Hattâ, hemen akabinde yandaşları, “Gezi’de ağaçları da yaktılar” yalanı ile şakşakçılık ve yardakçılık ederek “tüy” dikiyor.

Hak arayan herkese, anayasal hakkını kullanarak itirazını dile getirmeye çalışan herkese, faşist rejimlerin tipik refleksi olarak şiddet kullanmaktan, her gördükleri yerde “devletin sopasını” kullanmaktan da asla çekinmiyorlar. Anayasa’nın 34’üncü maddesi ve 2911 sayılı yasadan kaynaklanan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı “her görüldüğü yerde kafası ezilmeli” mantığı ile engelleniyor.

Sadece geçen 3 gündür;

İstanbul Okmeydanı Fetihtepe’de kentsel dönüşüm gerekçesi ile evlerinden atılıp elektriği – suyu – gazı kesilen yoksullar,

İstanbul Çekmeköy’de zaten 3-5 metrekare bırakılmış yeşil parklarına sahip çıkmak isteyen mahalle halkı,

Arkadaşlarının işten atılmasını protesto eden Enerji-Sa emekçileri,

TÜİK’in önüne giderek “halkın kandırılmasına alet olmayın” diye seslenmek isteyen Birleşik Kamu-İş sendikası mensupları,

Diyarbakır’da gazetecilere toplu gözaltını kınayan basın emekçileri copla, gazla, gözyaşartıcı bomba ile, dayakla, küfür ve hakaretle karşılık buluyor.

Bütün bu demokrasi ayıplarını, insanlık cinayetlerini görüntüleyip kamuoyuna aktarmak isteyen basın emekçileri itilip kakılıyor, tekme tokat yerlerde sürükleniyor. Medyanın haber alma ve kamuoyuna verme hakkı ihlal ediliyor.

Hani, bizim nesil yurtsever ve sosyalistlerinin 1970’lerde sıkça kullandığı bir slogan vardı:

  • “Zam, Zulüm, İşkence, İşte Faşizm!..”

Bugünlerde, adeta bunun 2022 versiyonu üretiliyor:

  • “Sömürü, Saygısızlık, Sopa, İşte Faşizm!..”

Ağzını açana, hak arayana, itiraz edene, zulme karşı çıkana, devlet tüm gücü ile “kafa ezme” harekatına başvuruyor. Basın kuruluşlarına BİK (Basın İlan Kurumu) ambargosu, RTÜK (Radyo Televizyon Üst Kurulu) sansürü ve cezaları, sosyal medyaya getirilmek istenen yasaklar, mesela TELE1’e borç bahanesi ile lisans iptali tehdidi de bunların “mütemmim cüzü” olarak devrede.

Bunların hepsini alt alta toplayınca, “gidici zihniyeti”nin iyice sırıttığına tanık olmaktayız.

Tarihi azıcık okuyup araştırsalar, bunların nafile çabalar olduğunu görecekler de…

Buna tenezzül edecek halleri bile yok artık.

Nafile!

Yenilecek ve gideceksiniz.

O yüzden sandığı geciktiriyor, sandığı halktan kaçırıyorsunuz.

O sandık, er ya da geç gelecek.

Mukadder sonunuzdan kaçış olmadığını, o gün anlayacaksınız.
***
Ertuğrul Karakaya (1955-1977)

Çarşamba günü, bir yiğit yoldaşımızı, kısacık ömrünü faşizme karşı mücadeleye adayıp toprağa düşen bir devrimciyi andık. Darüşşafaka yıllarından sevgili arkadaşım, ODTÜ’de 1977 “Rektör Hasan Tan’a karşı direnişin” bayraktarı Ertuğrul Karakaya kardeşimiz, aynı bugünleri yansıtan koşullarda mücadele sırasında hayatını kaybetti.

Ufacık cüssenin içinde kocaman ve devrime adanmış bir yürek çarpıyordu.

Onu sırtından vuran devlet gücü, ambulansın gelişini bile engellemeye, cenazesine bile engel olmaya kalkmıştı. Ertuğrul’a ve anti faşist mücadele ile devrim yolunda gözünü kırpmayan tüm yoldaşlarımıza selam olsun.

Faşizmin alametifarikası

Tarih boyunca, bizleri hiç yanıltmadılar.

Hep insanlığın, hep iyinin, güzelin, temizin, onurlunun, haysiyetlinin, direnenin, cesurun ve tabii hep haklının ve mağdurun karşısında saf tuttular.

Hep ahlâksızdılar.

Halka, emekçiye, alın teri ile çalışana ve hakkını arayana karşı durdular, hep tepeden baktılar.

Ve hep hakaret ettiler.

Normalde de kibirli, küstah ve ahlâksız olduklarından, zora düştüklerinde bunu daha da üst ve daha çirkin boyutlara taşıyarak küfre başvurmaktan çekinmediler.

Kafalar hep çirkinliğe ve edepsizliğe programlı olduğundan olsa gerek, cinsel içerikli küfürler bunların favorisiydi hep. Hemen “bel altına vurmaya” eğilimli olduklarını her defasında kanıtladılar.

Özellikle kadınları hedef almak, en vazgeçemedikleri bir şeydi.

Anneler, bacılar, hatta kız çocukları, eşikteki beşikteki bunlar için farketmedi hiç.

Alayına sallamaktan“, asla geri durmadılar.

Faşizm bir ideoloji olarak, faşist yöneticiler de tarihi doğal pratikleri gereği hep halkın karşısında yenilgiye uğradıklarından, zaten yenilgiye mahkûmiyetin ve yenilmişliğin öfkesi ile daha da saldırgan ve daha da ağzı bozuk olma eğilimindeydi.

Ezberledik artık.

Bugün de dünyanın dört bir yanında aynı şeyin, kim bilir kaçıncı kez bir tekrarına tanık oluyoruz.

Baskı, zulüm, kan, adaletsizlik ve her türlü hile ile iktidarları ele geçirenler, tüm ülkelerde halkların yaşamını cehenneme çevirmekten geri kalmadıkları gibi, bugün de hem küresel çapta hem de tek tek ülkelerde “gidiş hazırlıkları“nın bir parçası olarak daha da zalim davranarak şaşırtmıyorlar bizi.

Kendilerine itiraz eden herkesin üzerinde, “hakim oldukları yargı aygıtının sopasını” sallıyorlar mütemadiyen.

En ufak bir itirazı, en ufak bir eleştiriyi, sitemi hattâ yan gözle bakma girişimini, en ağır şekilde cezalandırmak için bu aygıtı harekete geçiriyorlar.

Özellikle yaygın medyayı kullanarak gerçeğin gizlenmesi, yalanların ekranlara ve sayfalara boca edilmesi, vazgeçilmez bir uygulama olarak, her dakika hayata geçiriliyor.

Kamunun fonlarını kullanarak ve ayıplı yöntemlerle çöktükleri TV ve radyo kanallarından saçtıkları yalan zehri yetmiyormuş gibi, bu yalanlara angaje olmayanlara da resmi denetim aygıtları ile, sık sık “Gözünün üzerinde kaşın var cezaları” yağdırıyorlar.

Programlara, hatta tek tek sunuculara bile yasak getirmenin, bugüne kadar akıllara bile gelmeyen yeni ve “daha da ayıplı” yöntemlerini geliştirmekle meşguller.

Sosyal medyada, gözünü kırpana, ağzını açana dava açarak, insanları adeta bu ortamlardan “kovalamaya” çalıştıkları yetmiyormuş gibi, yeni ve daha baskıcı bir yasal rejim getirerek, nefes bile aldırmamanın hazırlığını yapıyorlar.

Bütün bunların tek bir nedeni var tabii.

Çünkü artık deniz de bitti, göl de, gölet de…

Su birikintisi bile kalmadı, faşizmin kürek çekebileceği.

Her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırdılar.

Eğer sıkıntı ve endişeden dolayı azıcık da olsa gözüne uyku girebilen kaldıysa, onlara da peş peşe gelen zamlar ve hayat pahalılık nedeniyle, uykuyu zehir ettiler.

Çocuklar, anne – babalarından “Alamayız kızım/oğlum. Paramız yok” lafını işitmekten bıktı.

Açlık ve yoksulluk sınırları ile ilgili veriler adeta benzin istasyonundaki pompanın dijital sayacının dönüş hızında “fıldır fıldır dönerek, yürekleri dağlamayı” sürdürüyor.

Bütün bu başarısızlıkları unutturmak için, yine o yoksulluğa mahkûm ettikleri ailelerin, o sıvasız evlerin, o çamurlu sokakların, o yatağa her gece yarı – aç girilen hanelerin evlatlarını, sınır ötesinde ölüme göndermenin hazırlıklarına girişiyorlar.

Diyalogla, müzakere ile, komşuluk hukukuna uygun bir anlayışla çözülebilecek sorunları, tankla, topla tüfekle, füzeyle, yani “aynı içeride de yaptıkları gibi” gibi cebir ve şiddet kullanarak çözmeye çalışıyorlar.

Buna paralel olarak, yeni kanlı maceraların yaratacağı şoven ve milliyetçi dalgayı köpürtmek – kabartmak için tamtamları çalmaya başladılar bile.

Savaşa karşı çıkanları “Hain ve işbirlikçi” ilan etmelerine, “Düşmanın sözcüsü” damgasını vurmalarına ramak kaldı. Kim bilir kaçıncı kez, yine, yeniden.

Ama sonları kaçınılmaz. Halkların hissiyatı da, cevabı da belli.

Başlarına gelecek olan da.

Sandık, kimi zaman şaşsa da, sonunda “kendi kendini düzelten bir terazi” olarak bu nobranlığı, bu zulmü ve bu kibri tartıp, yenecek.

  • Tüm demokrasi güçlerinin kol kola girip
  • bu yenilgiyi, bu insanlık dışı ideolojiye ve temsilcilerine tattırmalarına az kaldı.

Kaçmak ya da kaçmama

authorZAFER ARAPKİRLİ

Son aylarda, peş peşe yaptığı çıkışlarla artık iyice “proaktif” bir görüntü veren ana muhalefet partisi ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 2 haftadır hem “SADAT ziyareti” hem de “Kaçış Planı” iddiası ile iktidarı iyice köşeye sıkıştırmış görünüyor.

Kılıçdaroğlu’nun, 3 gündür gündemin birinci sırasına oturan

  • “Vakıfları aracılığıyla dışarı para akıtıyorlar.
  • Seçim sonrasında (öncesinde? Z.A.) kaçabilirler” 

içerikli açıklaması, kelimenin tam anlamıyla “bomba etkisi” yaratmış görünüyor.

Başta, iktidar sözcüleri olmak üzere tüm yandaş ve beslemelerin sözde savunmalarında tek bir ortak nokta dikkat çekiyor: Yanıt yok, hakaret var.

Zehir zemberek hakaretlerle bezeli sözde savunmalarda, CHP Genel Başkanı’nın, yurtdışına akıtılan vakıf fonları ile ilgili açıkladığı ABD kaynaklı belgeler doğrulanırken, “Ne olmuş yani? Bunların hepsi yasal belgeler ve veriler. Bir suç yok ortada” uyanıklığına başvurulurken, “Kaçış Planı” lâfına odaklanılarak bir “iftira” olayına dönüştürülmek isteniyor.

Peki, “Kaçış, kaçma planı, kaçak zihniyet ve kaçışa mütemayil ruh hali”, bir fanteziyi mi yoksa bir gerçeği mi yansıtmakta?

Tam tersine, “kaçma şüphesi ile ilgili” bir somut ihtimali destekleyecek her türlü kanıt, son 20 yıldır gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçmiyor mu?

Yıllardır, hangi yolsuzluk ya da pislik söylentisi ortaya atılsa, bunun açıklığa kavuşturulması ve yargı yoluyla araştırılmasına yönelik, yüzlerce belki de binlerce soru, soruşturma, araştırma önergesinden kaçmadılar mı? Ellerindeki parlamento çoğunluğunu ve yargı aygıtı üzerindeki iktidar tahakkümünü kullanarak, sistematik bir “kaçma eylemi” içinde değiller mi?

2013 senesinin 17 ve 25 Aralık tarihlerinde, o zaman hâlâ “yol arkadaşlığının son demlerini” yaşadıkları FETÖ’cü çetenin ortalığa saçtığı dosyalar, bantlar, tapeler, dinleme, izleme kayıtlarının geçersiz, değersiz, gerçek dışı sayılması için yargı denetiminden kaçırmadılar mı?

Ne yani? Onca pislik, onca ahlâksızlık, onca yolsuzluk, rüşvet, önüne yatmalar, telefon konuşmalarındaki milyar dolarlara baliğ, sıfırlama ve hırsızlık iddiaları, “sırf FETÖ’cüler tarafından gündeme getirildi diye” yok mu sayılacak? Neden, bu belgelerin “en azından otantik olup olmadığına dair” bilirkişi ya da tarafsız-bağımsız yargı denetiminden “kaçtınız” ve hâlâ da “kaçıyorsunuz”?

FETÖ’cü eski ortakları enterne etmek, onları polis ve yargı aygıtından temizlemek, ardından da 2016’daki darbe girişimini bahane ederek yargı ve emniyet aygıtına tamamıyla kendi yandaşlarınızı (ortası yok mu bunun? Ya FETÖ ya siz mi olacaksınız?) doldurmak suretiyle, bu tür “sorgulamaların” ya da “ifşaatın” önüne tamamen geçmek, çok ciddi bir “kaçış” anlamına gelmez mi?

Sonra, Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp da (mealen) “Biz bunların kaçacaklarına inanıyoruz. Üstelik sınırlı bir kadro olarak kaçacaklarından dolayı, bürokrasinin bir kesimini de uyarmak istiyoruz. Çünkü sizi yanlarına almayacaklar. Dolayısıyla, bunlarla işbirliği yapmayın. Devletin yanında yer alın. İktidar aparatçiklerinin değil” yollu açıklamasını “iftira ve yalan” diye niteliyorsun.

Her türlü kaçışın altına imza atmış bulunan ve bütün bunlardan daha da önemlisi, seçimi (iktidarı) yitirmeleri halinde “yitirecek çok şeyleri olduğu (bkz. İstanbul – İBB) ortada” olan bir iktidar aygıtının “elit kadrolarının” kaçabileceklerini tahmin etmek ya da böylesi bir olasılığı (isterseniz spekülasyonu deyin) üzerinde konuşmak, çok mu gerçeklerden kopuk bir şeydir?

Tarihi iyi okuyun.

Baskıcı rejimlerin temsilcileri, üstelik de bir yandan şahsi-ailevi her türlü ikbal ve zenginleşme faaliyetine boğazına kadar batmış rejimlerin tepe kadroları, geçmişte hep bunu yapmadılar mı?

Üstelik Kılıçdaroğlu’nun da isabetle (mealen) vurguladığı üzere “Katar vb. demokrasisi arızalı ülkelere değil, hukukun olduğu ABD vb. ülkelere kaçarak, orada hukuka sığınarak iadeyi önleyebilme olanağını kullanmak” istemeleri çok muhtemel değil mi?

Netice itibariyle ABD, İngiltere vb. rejimlerde “Siyasi maksatlı iade taleplerinin reddedilmesi” ilkesi arkasına gizlenerek bu işlerin gerçekleştiği pek çok örnek yok mu?

Şimdi yapılması gereken şey şu                  :

İktidarın, bu tahmin ve iddiaları çürütebilmek için kamuoyunu ikna edici açıklamalar ve yanıtlarla ortaya çıkması, bağırıp çağırmayı ve küfrü-hakareti-yargı sopasını bırakıp demokratik bir hesap verme pratiğine başvurması.

Muhalefetin de, yarın iktidarı ele geçirmeyi başarırsa, bu zehir zemberek iddialarının (kaçmasalar bile) arkasında durarak gereken hesapları kamuoyu adına sormak üzere bugünden hazırlanması.

Devr-i sabıksa, devri sabık arkadaş.

Bu laftan o kadar ürkmeyin.

Suç işleyenden, çalandan çırpandan, hortumlayandan, pipetleyenden, “kul hakkı-yetim hakkı” yiyenden, sırf bu tabirin (devri-sabık) sevimsizliğinin arkasına saklanarak hesap sorulmayacak mı?

Sorulmalı.

Satranç ve barbut

authorZAFER ARAPKİRLİ

İki ayrı kimliği, iki ayrı kişilik tanımını, iki ayrı ruh halini, iki ayrı beyinsel formasyonu, iki ayrı kültürü, kısacası iki aynı dünyayı, hatta galaksiyi temsil eden oyunlardan söz ediyoruz. Biri salonu – odayı, diğeri “bitirimhane”yi temsil ediyor.

Satranç zekayı kullanarak, yani beyin denen organla oynanır.

Barbut (yabancı dillerde barbooth, barboute, barbudi kökenlerinden geliyor) oyunu ise bilek gücü ile oynanır.

Satranç’ta bir birikim, bir kültür, bir düşünce sistematiği, bir beyinsel disiplin ve hesaplama kabiliyeti vardır.

Barbut oyununda ise “Haydi oğlum kemik!..” naraları ile iyi bir “bilek sallaması”na güvenilir. Bilek gücü ve zar şansı yani…

Satranç’ta, “zar tutma” benzeri hilelere yer yoktur. Neticede taşların belli bir kural dahilinde dizili olduğu ve belli kurallara bağlanmış hareket yeteneği vardır. Bir “terbiye”, bir “elegance” söz konusudur yani.

Barbut’ta ise tam tersine bir kuralsızlık ve “vulgarlık” egemendir. Zaten arada bir bağıra çağıra, küfrede küfrede oynanması, işin doğasındandır.

Satranç oyununun sonunda kavga çıktığı pek görülmemiştir. El sıkışarak başlar, el sıkışarak biter. Mesela tavladaki gibi, “yenilenin koltuk altına sıkıştırılmaz” satranç tahtası.

Barbut oyunu seanslarının çoğunda kafa göz yarma, bıçaklama, hatta ateşli silahların konuşması vakâyi adîyedendir.

Bu iki oyunun (haydi biraz cömert davranayım: Sporun) karşılaştırmasını yapmak, aklıma nereden geldi?
***
Son günlerde, hem iç politikada hem de dış politikada atılan adımları, önüme düşen haber metinlerinden ve görüntülerden izlerken, ister istemez bu tür karşılaştırmalar yapmak geldi içimden. Diplomasi gündeminin en sıcak mevzuu durumundaki “İsveç–Finlandiya–NATO–Veto” başlığı mesela…

İç politikadaki “Reis” (Mahalle erkek grubu önderi–Maço bir grup lideri) kimliği ve tavrının, dış politikada pek uygun düşmeyeceğini hesaplayamadığı anlaşılan Cumhurbaşkanı ile “Ona uyum sağlayayım da hem gözüne girerim hem de kamuoyunun kulağına hoş gelir” diyen Hariciye Vekili’nin üslûplarından söz ediyorum.

Satranç–Barbut karşılaştırmasını o yüzden yaptım.

Bir ülkenin, üstelik NATO gibi küresel bir teşkilatın en eski üyelerinden birinin “ağırlık koymaya –sözünü dinletmeye” yönelik ciddi ve vakur tutum almasına kimsenin diyeceği yok da… Bu tavrı alırken Züccaciyeci dükkanına dalan fil tavrı uluslararası çapta bize nasıl puanlar kazandırıyor, nasıl kaybettiriyor? Bunun hesabını yapmaktan biraz uzak bir çizgiyi kastediyorum.
***
Hem parlamentolarının hem de kabinelerinin önemli bir ekseriyetini kadınların oluşturduğu bir kültürün temsilcilerine “Yemişim lan sizin feminizminizi!” mealinde çıkışlar yapmanın “sakilliğini” ve seviyesizliğini anlatmaya çalışıyorum.

Kaş yapayım derken göz çıkarmanın, “Bu furyada ABD’den 2, 3 tayyare alır mıyız?..” uyanıklığına başvururken, daha üç gün öncesine kadar “Bu F-35’leri birlikte üretmedik mi kardeşim? Hem parasını da ödedik. Nasıl el koyarsınız?” derken, bugün “Acaba F-35 satarlar mı bize?” diye kendi malımıza bir daha para ödeyip satın alma çizgisine düşmenin komikliğine dikkat çekmek istiyorum.

Bugüne kadar “NATO genişlesin, biz de daha güçlü bir ittifakın parçası oluruz böylece” derken, bugün “Cesedimizi çiğnemeden asla!..” demenin sefilliğini anlatmaya çalışıyorum.

Daha üç beş vakit önce PKK ve El Nusra dahil her türlü eli kanlı terör teşkilatı ile “al takke ver külâh” iş tutarken, bugün elâlemi “Terör–terörist sevici” diye küfrederek aşağılamaya dönük tavrı eleştiriyorum.

Satranç’ı değil de Barbut’u andıran bir üslubun sizi götüreceği yer, hayırlı bir yer değildir. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Sadece kendiniz olsanız, haydi neyse. Ülkelerin–devletlerin–milletlerin itibarına düşen leke, kayıtlardan öyle kolay kolay silinmiyor.

Dün, 19 Mayıs vesilesi ile bir kez daha hayırla yâd ettiğimiz, bu ülkenin, bu Cumhuriyet’in kurucuları sizleri görse, utançla nasıl öfkelenirlerdi kim bilir? Çünkü…

“İki ayyaş” diye utanmazca aşağılamaya çalıştığınız “O ikili”nin Lozan ve Montreux masalarında oynadıkları “tarihi satranç müsabakalarından” (zaferlerinden) zerre kadar ders almadığınızı, tam tersine hasetlikten çatladığınızı her gün, her saat kanıtlıyorsunuz.

‘Eller yukarı!..’

author

 

Türkiye’yi yöneten demokrasi düşmanı kadroların ve yandaşlarının, giderayak içine girdikleri ruh hali ve “arkaya dönüp dönüp” salladıkları tehdit ancak iki sözcükle böyle özetlenebilir.

Zaten siyasi kökenleri ve ideolojik kimliklerinden kaynaklanan bir biçimde sürekli olarak tüm demokratik değerlere, başta düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere her türlü özgürlüğe “ölümüne düşman” olduğunu bildiğimiz bu kafa, iktidarı yitireceklerini anladıkça, daha da hırçınlaşmanın işaretlerini veriyor.

En taze örneği, dün öğleden sonra CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na verilen cezanın tamamen siyasi bir kararla onaylanmasıydı. Bu kararla iktidar açıkça “mengeneleri” iyice sıkmaya hazırlandığını ilan etmiş ve “kavgayı” kızıştıracağını da belli etmiştir.

Gezi davasında 25 Nisan’da Çağlayan’da adeta “yaylım ateşi” niteliğinde yağdırılan cezaları hatırlayın. Hukuk tarihine bir kara leke olarak geçecek olan o “siyasi yargılamada” kullanılan ve iki kez beraata rağmen “yeniden kıymetlendirme” adı altında tozlu raflardan indirilerek “namluya sürülen” içi bomboş iddianame ile verilen bu cezalar, önemli bir işaret değil mi?

Sık sık gördüğümüz ama bu kez artık iyice “zirve yapan” RTÜK cezalarına bakın.

Gezi kararları açıklandığı gün, Çağlayan’da CHP’li Özgür Özel ve TİP’li Ahmet Şık’ın açıklamalarını canlı yayınlayan KRT TV, Halk TV, TELE1, Flash TV kanallarına verilen para cezaları, akıl alır gibi değil.

Aynı davada bir hâkiminin eşinin “FETÖ zanlısı” olduğuna dair haberi paylaşan gazeteci İsmail Saymaz’ın sorguya çağrılması haberi de aynı “canhıraş tehditler” dizisinin bir parçası sayılabilir.

Tam da bu haberler, önümüze tek tek birer “demokrasi ve hukuk ayıbı” olarak düşerken, Eskişehir’de bir grup gerici yobazın toplanarak “Gençler bizim istediğimiz gibi yaşamıyor. O halde etkinliklerini iptal edin” diye festival yasaklatmak için valiliğe başvuruları ve valinin de bu “asisti gole çevirerek” yasak kararı vermesi de vahim bir örnek.

Memleket fahiş zamlarla inim inim inlerken dolar ve buna bağlı olarak dış borç “fahiş” seviyelere ulaşmışken, gelir dağılımındaki adaletsizlik “fuhşun” da ötesinde ayıplı bir hal almışken, bu yobazlardan teki Eskişehir’de yapılacak festivalin “Çadırlara yansıyabilecek Fuhşi duyguları (kafa hep fuhuşta – muhuşta) önlemek için» engellenmesi gerektiğini savunabiliyor.

Nesin Vakfı’na, “bağış toplama” gerekçesi ile yine “komşu yobazların baskısı ile” verilen hesaplarına el koyma cezası verilmesi.

Bu ülkenin huzur, asayiş ve güvenliğinden sorumlu olması gereken İçişleri Bakanı olmak üzere, iktidar yandaşı çevrelerden sosyal medyada sallanan parmaklar da aynı “Eller yukarı!.. Kımıldamayın yakarım” zihniyetinin bir tezahürü sayılmaz mı?

Zaten hep ısıtıp ısıtıp “sofraya” koydukları o meş’um 15 Temmuz’da yarım bıraktığımız şeyi (neyse o?) tamamlarız haa!..” tehdidi, daha yüksek sesle dile getiriliyor.

Nasıl yani?

Boğaz Köprüsü’nde yine gırtlak mı keseceksiniz? Yine köprüden aşağı adam mı atacaksınız?” diyesi geliyor insanın.

FETÖ’cü demokrasi ve Cumhuriyet düşmanı alçaklarla yıllarca kol kola yürüyüp de o gece (hâlâ izaha muhtaç) yaşanan olayların bir tekrarı mı “planlanıyor” yoksa diyesi geliyor insanın.

Hayatın her alanında, yazılı ve görsel medyada, siyasette, sosyal medyada, okulda, sokakta, çarşıda – pazarda her ağzını açanın tepesine “balyozla” inme tehdidi içeren bu ruh hali, “canhıraş” bir gidiş telâşının dışavurumu değilse nedir?

Siyasi ve ekonomik anlamda “kaybedecek çok şeyi olduğu anlaşılan” bir kesimin, 20 yıllık dinci-faşist baskı rejimini sürdürebilmek için son çırpınışlarına örnek değil midir bütün bunlar?

Zaten ekonomik buhranın her geçen saat (gün de değil, saat) derinleştiği bir ortamda, vatandaşların öfkesini ve duruma isyanını bastırmaya dönük bir iklim, gözle görülür biçimde üstelik de “koyulaştırılarak” dayatılmak isteniyor.

Ancak unutuyorlar ki, bu toprakların insanı bu tür zorbalıkları da bu tür iklimleri de deneyimleyerek, geçmiş kavgalarda pişerek ve sınanarak gelmiştir.

Nerede zulüm varsa, orada direniş olacağını biraz tarih okumuş olsalar bileceklerdi.

Korkunun ecele faydası yoktur.

  • Ellerimizi yukarı kaldırmıyoruz.

Çünkü kaldırdık mı biteceğimizi biliyoruz.

Hani, şu meşhur polis şefinin Etiler’de Boğaziçili öğrencileri itip kakarken söylediği bir laf vardı:

Aşağı bak!.. Toplu gezmek yok!..”

Aşağı bakmayı ve tek tek gezmeyi reddediyoruz.

Toplu gezeceğiz” yani “topluca direneceğiz” bu tehditlere karşı. Tüm demokrasi yanlısı ve yurtsever–devrimci güçler olarak.

Kol kola.

Tarih bize hiçbir şey öğretmediyse bunu öğretti.

Zulüm nereden gelirse gelsin, hoş geldi sefa geldi.

Deniz Olunmalı…

authorZAFER ARAPKİRLİ

Şiirin küresel ustası Nâzım Hikmet’in, kuşkusuz kendisini tanımadan yazdığı dizelerde ne de güzel anlatılmıştır, “Deniz Olmak”

“Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?
Ne o, ne, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…”

Bu ülke topraklarında yaşayan herkese ve hattâ ezilen – sömürülen – bağımsızlık – devrim – kurtuluş mücadelesi veren tüm coğrafyalara örnek olan simge isim Deniz Gezmiş yoldaşımızın mücadelesini görse, duysa, tanık olsa, belki de ona ithaf ederdi şiirini.

Belki de şöyle derdi: “Yüreğiyle, vicdanıyla, devrim aşkıyla, cesaretiyle
Deniz olunmalı, oğlum.”

Kısacık ama onurlu yaşamları ve mücadeleleri ile bir döneme damga vuran yiğitlerimizi, faşist diktatörlüğün darağacında katlettiği üç fidanımızı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı saygı ile andığımız bu günde, onları kendilerinden sonraki ve hatta bizden sonraki kuşaklara tarif etmek için bundan daHa güzel 2 kelime kullanılamazdı:

“Deniz olunmalı…”

Antiemperyalist meşaleyi yakan Mustafa Kemal Atatürk’ün bu toprakları düşman çizmesinden kurtarmak için verdiği mücadelenin üzerine Marksist – Leninist öğretiyi rehber alarak “Sosyalist Devrim”i eklemeyi bir “tamamlayıcı ödev” belleyen o genç ve yiğit insanlar kuşağının anıları önünde, eğilmemek mümkün mü?

Mahir Çayan’ların, Hüseyin Cevahir’lerin, Ulaş Bardakçı’ların, İbrahim Kaypakkaya’ ların “Ucunda kurşuna dizilmek, işkence tezgahlarında doğranmak, darağaçlarında sallanmak bulunan bir kavgayı, sıradan bir gencin yaşamına tercih etme yüceliği” karşısında parmak ısırmamak büyük bir haksızlık olmaz mı?

Kendilerinden sonraki kuşağa, benim de mensubu olduğum 78 kuşağına yol gösterici bu ışıl ışıl yanan mücadele geleneğine bakıp da, Can Yücel Usta’nın şu dizelerini hatırlamamak ağır bir ihmal sayılmaz mı?

“En uzun koşuysa elbet Türkiye’de devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu.
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin.
En önce o göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.”

Anaların babaların asla tercih etmeyecekleri, ama Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in örneklerinde olduğu gibi, dünya döndükçe de kuşkusuz “gurur duyacakları” ölümlerdir Üç Fidan’ın sonsuzluğa yürüyüşleri.

  • Cellatların ve onların sahiplerinin suratlarına kavganın tüm ateşini üfleyerek…

1972’nin bir puslu Mayıs sabahında darağacında boşuna sallanmadıklarını bilseler, belki daha da yüksek sesle haykırarak koşarlardı ölüme.

“Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye
Yaşasın Marksizm – Leninizmin yüce ideolojisi
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi
Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın işçiler, köylüler”
diye seslenişi, 1980 faşist darbesine giden yolda ve sonrasında kim bilir kaç bin devrimcinin yolunu aydınlatmış, kim bilir daha da sonrasında verilen tüm hak ve özgürlük mücadelelerinde, ülkenin dört bir yanında ışıldayan 2013’ün Şanlı Gezi Direnişi’ne bile Taksim Meydanı’ndan tutulan bir projektör olmuştur.

Aslında onların mücadelesi, bugün bile devam eden “Emperyalist 6’ncı Filo’ya secde edenler ile 6’ncı Filo’yu denize dönmek üzere Dolmabahçe’ye koşar adım gidenler”in kavgasıdır.

Aslında onların mücadelesi, bugün sürmekte olan “Emek sömürüsünü kendine hak görenler ile emeğin ve alın terinin hakkını kuruşuna kadar almak için sınıf bilincini ayağa kaldırmaya çalışanların” kavgasıdır.

Aslında onların mücadelesi, “Bu ülkenin taşına toprağına, ağacına, suyuna, deresine denizine sahip çıkanlar ile talan etmeye çalışanların” kavgasıdır.

Ve “Denizler”, o kavganın ilham kaynağı, o kavganın “Bayrak isimleri” olduğu için yüreklerimize kazınmış kahramanlardır.

Evet, Bertolt Brecht «Galileo»da şu diyaloğu yazmıştı haklı olarak:

“- Kahramanı olmayan bir toplum ne kadar talihsizdir.
– Hayır Andrea. Asıl talihsiz olan, kahramanlara ihtiyacı olan bir toplumdur…”

Geri dönüp 1947 – 1972 arasındaki 25 yıla bir “Abidevi” öykü sığdıran Deniz Gezmiş’e ve yoldaşlarına baktığımızda.

“Talihli bir toplum” saymak istiyorum kendimizi.

Anıları, sonsuza dek yaşayacak.

6 Mayıs 1972’de katledildiler, ama azimleri ve mücadeleleri bugün bile taptaze.

Kısacası, oğlum: Deniz olunmalı…

Demokrasi, kavga, muhasebe…

authorZAFER ARAPKİRLİ 

Çarşamba günü bir grup yoldaşımızla birlikte, İstanbul’un kasvetli bir eski mezarlığında 1978 yılında faşist katillerce yaşamına son verilen bir yoldaşımızı, ölüm yıldönümünde kabri başında andık.

70’lerin sonunda 12 Eylül’e koşar adım giden süreçte, demokrasi mücadelesi veren yurtsever ve devrimci gençlerin bir bir katledildiği kan ve acı dolu günlerin kurbanlarından biriydi Celal Duru. 21 yaşında, yanında bir başka yiğit, vatansever yoldaşımız canım kardeşim Emin Kutan’la birlikte vicdansız faşist katiller tarafından kaçırılmış, işkence edildikten sonra başlarına kurşun sıkılarak Fatih Ormanı’nda bırakılmışlardı.

Mezar başında ve sonrasında yaptığımız sohbette, o yılların ve günümüzün bir muhasebesini de yaptık yoldaşlarımızla. Elbette, “hiçbir canın boşuna yitirilmediği, hiçbir damla kanın boşuna dökülmediği, demokrasi mücadelesinde atılmış hiçbir adımın, üst üste koyulmuş hiçbir tuğlanın boşa dizilmediği” vurgusunu yaptık. Aradan geçen 44 yıl boyunca, hepimizin saçları bembeyaz olmuş, çoluğa-çocuğa, toruna-torbaya karışmıştık. Hayatın girdaplı yollarında, kimimiz çeşitli sürelerle faşizmin kara zindanlarında yaşlanıp bugünlere kadar gelmiştik.

Hem yaşadığımız toprakların hem de tüm dünyanın, baskı ve sömürüden arınmış olduğu özgür ve demokratik bir dünya idealine ulaşmak için azmin ve kararlılığın ve devrime inancın gerekliliğini elbette hatırladık ve hatırlattık hep. Ancak, en az bu kararlılık ve inanç kadar, yani “kavgadan dönmemek” kadar önemli bir başka gerekliliği de birbirimize hatırlattık.

O da ezilen ve hem ekonomik hem siyasal hem de sosyal baskılar altında inim inim inleyen kitleleri bilinçlendirerek mobilize edebilme şartı. Bu şart, bugün her zamankinden daha can alıcı ve kendisini bariz biçimde dayatan bir hayati gerçek.

12 Eylül öncesinde; meydanlara, amfilere, caddelere ve sokaklara zaman zaman sığmayan coşkulu emekçi kalabalıklarını, işçi sınıfının görece yaygın sendikal örgütlenmiş halini anımsadığımızda, bugünle kıyaslayıp bir hayli hayıflanıyor insan.

Baskıyı, işkenceyi, toplumsal uyuşturmayı, gençliğin ve emekçi kitlelerin depolitizasyonunu kendine ülkü edinmiş ve bu zulmü adeta bir “bayrak yarışı” gibi birbirine devreden faşist yönetimler, bugün her anlamda demokrasi talep eden kitlelere karşı “galebe çalmış” bir görüntü sergiliyor. O bayrak yarışında maalesef önde görünüyorlar.

İşte, 2013’ün yaz aylarına girilirken bu ülke topraklarının dört bir yanına dalga dalga yayılan o şanlı direniş ve başkaldırının önemi, tam da bu manzara karşısında bir kez daha öne çıkıyor. O şanlı direnişin, yani “Gezi”nin 9’ncu yıldönümü yaklaşırken, İstanbul Adliyesi’nde pazartesi günü verilen ağır mahkûmiyet kararları, “muktedirin” önemli ve tarihi bir mesajı olarak algılanmalıdır. Şunu demiştir faşizm (bir kez daha):

  • “Bir daha bu tür toplu ve yaygın, görece de olsa örgütlü bir başkaldırıya asla girişilmesin.
  • İbret olacak öyle cezalar verilsin ki, ezilen kitleler değil sokağa çıkmak, camdan dışarı bakıp seslenmeye bile cesaret edemesin.”

Niyet ve asıl amaç budur. Osman Kavala’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet (ki, idama denktir) Mücella Yapıcı, Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Emekçi’ye verilen 18’er yıllık mahkûmiyet cezaları, dosyadaki ve yargılama sürecindeki 1001 hukuksuzluk, usulsüzlük ve vicdansızlık bir yana bırakılsa dahi, aslında yüksek sesli siyasi bir uyarı mesajı ve bir kavga çağrısıdır.”

İşte, bugünden itibaren Türkiye’de demokrasinin tesisi, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve ezilen kitlelerin özgürleştirilmesi gibi temel taleplere sahip çıkmak isteyen herkesin algılaması gereken şey de budur. Gezi’de olduğu gibi, ama bu kez daha örgütlü, daha fedakârca ve daha yüksek sesle faşizmin her türüne karşı ayaklanabilmenin gerekliliği. Anayasal haklarımızı sonuna kadar kullanarak, muktedirin suratına

  • “Sizleri istemiyoruz.
  • Biz nefes almak istiyoruz.
  • Hürriyet istiyoruz.
  • Zincir ve pranga istemiyoruz” diye haykırabilmek.

Ülkenin bugün içinden geçmekte olduğu ağırın da ötesinde ölümcül ekonomik buhran, demokratik hak arayışlarına; fabrikada, tarlada, okulda, atölyede, işyerinde hayatın her alanında indirilen coplar, vurulan kelepçeler, tam da bu kavgaya çağrı niteliği taşımıyor mu?

Öyleyse, “başta bu ülkenin sol-sosyalist güçleri olmak üzere, kitlelere bu bilincin ve bu kavganın gerekliliğini kavratmak için tüm işimizi gücümüzü bırakıp mobilize olmanın zamanı” bugün değilse ne zamandır?

Yaklaşmakta olan seçim öncesinde, kitlesel anlamda ne kadar yüksek ses çıkarabilirsek, zaferin o kadar yakın olacağını anlatmaya gerek var mıdır?

Derin çöküş

authorZAFER ARAPKİRLİ

Bir spor müsabakasını, bir futbol maçını düşünün. Rakip takıma peş peşe golleri attığınızda, mesela durum 3-0’a, 4-0’a geldiğinde, hatta şampiyonluğa yürüdüğünüzde, keyifler zirvededir. Herkes kenetlenir. En üst düzey kulüp yöneticisinden kulüp binasının çaycısına, malzeme çantalarını taşıyan sıradan bir çalışana kadar herkes kucaklaşır ve şarkılara, türkülere, eğlencelere eşlik eder.

Tribünlerden, o tüm takımların bayıldığı ünlü şarkı duyulur, en yüksek sesle:

“Bu Gece Bardaaaa… Gönlüm Hovardaaaa… Çalsın Sazlar, Oynasın Kızlaaaar!”

Arada, maç-yarış (mücadele) sürecinde yaşanmış tüm görüş ayrılıkları, tüm iç çekişme ve kavgalar unutulur ve herkes “can ciğer kuzu sarması” pozisyonuna geçiverir. Anın tadı çıkarılır.

Ama bunun bir de tersini düşünün.

Yani, işler ters gittiğinde nasıl bir manzara yaşandığını gözünüzün önüne getirin.

Maçın son saniyelerinde beklenmedik biçimde yenen (belki de şampiyonluğun kaçırıldığı) bir golün ardından yaşananları hayal edin. Kaleci direkleri tekmelerken defanstaki arkadaşlarına saydırmaya başlar. Rakibin o Allah’ın cezası golcüsünün “nasıl elini kolunu sallayarak gelip o şutu attığından” herkes birbirini sorumlu tutar.

Yönetimden başlayarak takım içine hatta soyunma odası koridorlarına kadar, herkes birbirinden çıkarmaya çalışır öfkesini. Belki de 3 vakit önce birbirini göklere çıkaran insanlar, can düşmanı kesilir. Kavga edecek yer arar. Ve derin bir çöküş başlar saflarda.

Tribünler “Yönetim istifa!..” sesleri ile yankılanmaktadır. Taraftar grupları bile birbirine girer. Hepsi, “Sizin yüzünüzden zaten” moduna giriverirler bir anda.

Bugün iktidar partisinin saflarında giderek daha kesif biçimde duyulmaya başlanan kokular ve daha da yükselmesi muhtemel kavga sesleri, tam da bu dediğime örnektir. Zaten 2019’ın mart ve haziran aylarında peş peşe gelen ağır yerel seçim yenilgileri, yukarıda yaptığım benzetmeler misali “yenen goller” değil miydi?

O gün başlayan çöküşün de etkisi ile zaten ülkeyi her anlamda başarısızlıklarla bir enkaz yığını haline dönüştürmekte olan iktidar kadroları, ortaya çıkan manzaranın da etkisi ile birbirlerini suçlamaya çoktan başlamışlardı bile. Tek tek insanların da, parti içinde öteden beri birbirleri aleyhine kazan kaynatmaya başlamış grup ve grupçukların da, birbirlerine karşı bıçaklarını bileylemeye başladıklarına dair haberler geliyor artık.

Dün, gazetemiz BirGün’ün birinci sayfasında yer alan “Vekalet Savaşları” başlıklı haberde aktarılanlar, mesela koskoca TBMM Başkanı’nın bile trollerle atışmasına varan ruh hali de bunun önemli göstergelerinden biri. Gemi su aldıkça, hem kendi örgütleri hem de devlet sistemi derin bir yozlaşma sonucu çatırdadıkça, ülkenin günlük meseleleri artık içinden çıkılamaz bir hal aldıkça, yoksulluk ve sefalet (dün Kemal Kılıçdaroğlu’nun hatırlattığı üzere) 3.5 milyon insanın sadece elektrik faturalarını bile ödeyemez hale geldiği bir sefalet manzarası kökleştikçe, derin yoksulluk daha da derinleştikçe, bunu daha da büyük boyutlarda göreceğiz.

“Çatırdıyor çatırdamakta olan” diye tasvir edebileceğimiz bu iktidar yozlaşması ve çöküşü, daha da büyüyerek sürerse hiç şaşırmayacağız. Çünkü artık altında ezildikleri bir sorunlar silsilesi ile giderek daha da saçma sapan demeçlerle halkın yüzüne bakamayacak, içine çıkamayacak hale geldikleri bir vakıa. U dönüşlerinin haddi hesabı yok artık. Giderek saçmalayan bir yönetici kliği, onların yandaş ve yalakaları, troller ordusu ve medyadaki beslemeleri, ibretlik tablolar sergilemeye başladılar.

Bütün bu tablo, aslında acınası ve ders alınası bir tarihi ders olarak önümüzde zuhur ederken, geniş halk kitlelerine ve onlara önderlik etmesi gereken vatansever, demokrasi yanlısı siyasetçilerin de görevi daha büyük önem kazanıyor.

Önümüzdeki seçimi akılcı strateji ve taktiklerle kazanıp, mevcut “Yıkım Ekibi”ni iktidardan (bir daha hiçbir kisve altında dönmemek üzere) yollamak.

Sola ve demokrasiden yana tüm insanlara düşen bu görevin gereği kollar şimdiden sıvanmalı ve aramızdaki yapay ayrıntılar bir yana koyularak, tabii ki temel ilkelerden ödün vermeden mümkün olan en geniş güç birliği ile bu halk düşmanı, demokrasi düşmanı iktidara sandıkta “Final yenilgisi” tattırılmalıdır.

Zaten 23 Haziran 2019 hezimetini hâlâ sindiremediği anlaşılanların “sırtlarını – ense tıraşlarını görmek” ve son şarkı olarak “Güle güle sana. yolun açık olmasın” şarkısını besteleyip söylemek için herkes üzerine düşeni yapmalıdır.