“Türkçe’nin mükemmelliği” başlıklı son derfece ilginç bir ileti bize ulaştı.
Son derece öğretici ve düşünüdürücü.. Tartışılması gerek..
Matematikçilerin, Dilbilimcilerin katkılarını almak isteriz.
Sn. Prof. Dr. Ali Ercan sıkı bir nükleer fizikçidir, dolayısıyla o ölçüde de matematik bilir ve kullanır. Sayın Ercan’ın özellikle Semantik bilgisi ve ilgisi de var..
Dil Derneği’nden dostları da tartıkşmaya çağırıyoruz..
Sevgi ve saygı ile.
17.3.13, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
=========================================
Türkçe’nin mükemmelliği ve Matematik Temeli
(İletiyi yollayan : 2013/2/17 Yılmaz ARSLAN y.arslan57@gmail.com)
Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı. Türkçe’yi en vrsıl (zengin)
kullananlardan Yaşar Kemal‘in romanları 3.500 kelimeyi geçmez” görüşü çok
yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe’nin Fransızca’ya oranla daha az
sözcük içerdiği doğrudur. İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da
daha az sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe’nin daha
yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! Çünkü
- Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir!
Daha çok sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur.
Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında,
aralarında minik anlam farkları olanbir çok sözcüğün Türkçe karşılığında
çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi
görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller
kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları
bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. Türkçe’de
anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları
belirler. Tam bu noktada, Türkçe’nin, referans olmak üzere yalnızca gerektiği
kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne
sürülebilir.
İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar.
Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur.
Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.
Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:
3+5=
12+5=
38+5=
yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5” yazdığı
halde!
Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak”
ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe’nin az araç ile çok
iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0’dan 9’a kadar 10 tane rakam,
artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani
topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer
özellikler gösterir. *Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse
matematiğin kılık değiştirmiş halidir. *Türkçe’deki herhangi bir fiilin
çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması,
henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin
nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının
ne olduğunun biliyor olması demektir. Bu tıpkı birinci dereceden 2
bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6”,
“y=23” olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl
çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.
Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul
ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil
“boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle
olduklarının bellenmesidir.
Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları
öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses
uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi
gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat
edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir.
Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki
ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en
kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve
1’leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok]
anlamında kullanılmışlardır.
Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:
ev……..ler…….evler
1.0…….0.1……1.1
Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak).
Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1’dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiçbir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu bile söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir yanıt olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.
Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade
kırmızı
0.1.0
kıp kırmızı
1.1.0
kırmızı msı
0.1.1
kıp kırmızı msı
1.1.1
Türkçe’deki sıfatların anlamını güçlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem güçlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı +msı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin
kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.
Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:
011 = ben
010 = sen
000 = o
111 = biz
110 = siz
100 = onlar
00 = geniş zaman
11 = şimdiki zaman
10 = gelecek zaman
01 = geçmiş zaman
Kök kişi matematik ifade
yeterlilik……………….
1.1.0.01.0.0.011
olumsuz………………. Oku (y)a ma z mış sın………………….=
1.1.100.0.1.010
zaman……………… Gel me (y)ecek ti……………………=
1.0.1.10.1.0.000
zaman……………….Git me di k…………………… =
1.0.1.01.0.0.111
hikaye……………….Şaşır abil ecek ti niz …………………=
1.1.0.10.1.0.110
rivayet……………….Bil (i)yor lar………………… =
1.0.0.11.0.0.100
Kişi
tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.
Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) sıralaması da rastgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.
“dün ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.
Cümle
matematik değer
0001
matematik değer
0011
matematik değer
0111
matematik değer
1111
1 dün Ahmet camı kırdı.
2 dün camı Ahmet kırdı.
3 Ahmet dün camı kırdı.
4 Ahmet camı dün kırdı.
5 camı dün Ahmet kırdı.
6 camı ahmet dün kırdı.
Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:
1. Cümle: dün ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.
2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).
3. Cümle: Ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün
kitap okumuştu).
4. Cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).
5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.
6. Cümle: camı ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.
Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) yalnızca yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.
Her cümlede 0011, 0001’den daha çok 0111 bu ikisinden daha çok 1111 ise hepsinden daha çok önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında öbür anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen
kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin öbüründen farkını derhal anlarlar.
Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne yanı ele alınsa bu ilişki ile yüz yüze gelinir. Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan iletileri (mesajları) nasıl anlarlar?
Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı iletiyi kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı biçimde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı, yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bugüne dek kesinlikle başkalarınca da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır.*
Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir. *
Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir.
Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır.
Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler.
Türklerin büyük paradoksu işte buradadır.
Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.
Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk kuşak, gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda görkemli (muhteşem) bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiçbir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye
ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.
Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci kuşak gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği ölçüde hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanı sıra okulda
öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili etmeninde aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.
Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı “sick, ill, patient” örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.
Sezgiselliğe koşullanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme, yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir alatımla “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.
Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda biçimlenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan iletilerdeki (mesajlardaki) kodlar ne denli “herkesçe bir örnek” algılanabilir?
Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden Batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.
Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir kuşaktan öbürüne büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna dek kullanmadaki becerisi vardır.
Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini
duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi,
Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.
İletiler (Mesajlar) yalnızca algılanabildikleri ölçüde etkili olurlar. İletileri üretenlerin kendi konularına ne denli egemen oldukları, iletinin bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen iletileri nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.
*Ahmet Okar
—
*Uğur Sürmeli
Dürr Systems
05492700354