Etiket arşivi: Türkiye nereye gidiyor?

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR??

ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ KONFERANSI…

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR??

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Değerli dostumuz Sn. Hasan Erçelebi‘ye (DSP Gn. Bşk. Yrd.) ve üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği’ne teşekkürlerimizle.. Sevgili Erçelebi ile “Türban Sorunu” konulu bir TV programına katılmıştık (Sağduyu Prog., Beyaz TV Ankara 11.11.10). Türbanı savunanlar Av. Mustafa Karaman ve Prof. Yasin Aktay idi. Sayın Erçelebi bir torba dolusu geleneksel Anadolu başörtüsü getirmişti stüdyoya ve bunların içinde AKP uydurması / dayatması “türban” yoktu.. Karşı taraf çoook ama çoook sinirlenmişti.. Yasin bey hızla yükseldi ve AKP Gn. Bşk. Yrd. bile oldu! Derken bir FETÖ damgası ile gözden düştü.. Avukat bey nerelerde bilemiyoruz.

Ama Türbanı kadınların başına değil Türkiye’nin başına bağladılar.. Çok yazık ettiler.. Çünkü Din gerçekten bu değil.. Apaçık siyasete alet ettiklerinin en çok kendileri farkında ama bu ölçüsüz Makyavelizmin ülkeye faturasının bilincinde olmadıklarından eminiz.. Fakat Türkiyemiz bu belayı da defedecek..

  • Gelecek zamanlarda Türkiye’de ve Dünyada böylesine bir dünya görüşüne yer yok!Sayın Erçelebi’ye yarınki konferansında başarılar dileriz..

    Sevgi ve saygı ile. 07 Aralık 2017, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

     

Metin Feyzioğlu: Bu sistemle apartman yönetemezsiniz!

Metin Feyzioğlu:
Bu sistemle apartman yönetemezsiniz!

Manisa’da düzenlenen panele katılan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, partili cumhurbaşkanlığı kastederek, “Bu siyasi partiler kanunuyla partili cumhurbaşkanı derseniz meclisin başkanı denetleme ihtimali olmaz. Hatta daha ilerisini söyleyeyim. Bu sistemle apartman yönetemezsiniz” dedi. Yargıtay’daki FETÖ operasyonlarına da değinen Feyzioğlu,
* FETÖ’nün devlete sızmadığını, devletin bir miktar FETÖ’ye sızmış olduğunun görüldüğünü
belirterek, darbenin siyasi ayağının ortaya çıkarılmasını istedi. (02.12.2016, SÖZCÜ)
Metin Feyzioğlu: Bu sistemle apartman yönetemezsiniz

Manisa’da Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından ‘Türkiye nereye gidiyor?’ isimli panel düzenlendi. Büyükşehir Belediyesi Kültür Merkezi Lale Salonu’ndaki panele konuşmacı olarak Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu katıldı. Feyzioğlu, panel öncesinde Meclise getirilmesi için imza toplanan yeni anayasa ve partili cumhurbaşkanlığı ile ilgili soruları yanıtladı.

Feyzioğlu, partili cumhurbaşkanlığını hakkında “Bu sistemle apartman bile yönetilmez” dedi. Bazı soruların netleştirilmediğini dile getiren Feyzioğlu, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlal edilip edilmeyeceği endişesi taşıdıklarını söyledi.

Feyzioğlu, “Partili Cumhurbaşkanı partili yönetim kadrosunda olacak mı, yoksa sadece parti üyesi mi olacak Bu bir soru işaretidir. Cumhurbaşkanı tarafının ve iktidar partisinin ‘tabi ki genel başkan olmalıdır’ şeklinde bir yaklaşımı var. Bu noktada kuvvetler ayrılığını düşünmemiz lazım. Biz Barolar Birliği olarak hukuk penceresinden baktığımızda, hangi hükümet sistemini getirirsek getirelim, kuvvetler ayrılığının çok güçlü bir şekilde olması lazım. Şimdi yargının nasıl bağımsız, hesap verebilir olduğunu anayasa taslağında görmeden konuştuğumuz her şey boş. Yasamanın cumhurbaşkanını, hükümeti nasıl denetleyebileceğini görmeden konuştuğumuz her şey boş. Ancak açık seçik bir şey var. Bu siyasi partiler kanunuyla partili cumhurbaşkanı derseniz meclisin başkanı denetleme ihtimali olmaz. Hatta daha ilerisini söyleyeyim. Bu sistemle apartman yönetemezsiniz. Siz apartman yöneticisi ile deneticiyi aynı kişi yapıyor musunuz Ya da apartman yöneticisi seçip, yöneticiye de deneticiyi sen seç.. dediğinizi duydunuz mu? Bugün siyasi partiler kanunu neye izin veriyor? Milletvekili adaylarının tamamını parti genel başkanını da içinde bulunduğu MYK’nın seçmesine izin veriyor. Önseçimi yüzde yüz ve zorunlu kılan bir siyasi partiler kanunumuz var mı, yok. Partili cumhurbaşkanı, parti genel başkanı da olursa yasama organını kendisi belirleyecek” dedi.

=========================================
Dostlar,

Hep yazıyor, söylüyoruz :

  • Başkanlık rejimi; Türkiye’de dinci faşizmin ve parçalanmanın kapısının anahtarıdır!

Herkes bu çıplak ve vahim tehlikeyi bir an olsun aklından çıkarmadan konumunu belirlemek zorundadır..

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Türker Ertürk: SAVUNMAMDIR

portresi_adiyla

 

 

Türker Ertürk: SAVUNMAMDIR

2010 yılında Tuğamiral rütbesindeyken istifa ederek mesleğimden ayrıldım.
Ayrılmamın nedeni, bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından da sıkça söylenen
ama zamanında “savcısıyım ve arkasındayım” dediği kumpas operasyonlarıydı.

Kumpas, en başta Deniz Kuvvetlerini ve onun subay kaynağını oluşturan Deniz Harp Okulu’nu hedef alan, esas itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırmaya, bir bölümünü içeri atarak ve tasfiye ederek geri kalanını sindirmek maksadıyla yapılan operasyonlar manzumesiydi (AS: demetiydi, bütünüydü).

İşte bu operasyonlar sırasında 2008-2010 arasında Deniz Harp Okulu Komutanı olarak kumpasın merkezinde görev yaptım.

İstifa ettiğim 2010’dan beri gazetecilik yapmaktayım. Aydınlık Gazetesi ile İngiltere, Fransa, Amerika, İsveç, Danimarka, Almanya ve Türkiye’de yayın yapan 20’yi aşkın gazete ve
internet sitesinde yazılarım yayınlanmaktadır. Bu süre içinde çok sayıda yerli ve yabancı
çeşitli TV ve radyo programlarına katıldım.

Ayrıca yine bu süre içinde 55 bin kilometre yol yaparak Türkiye’de ve Türklerin yoğun yaşadığı yabancı ülkelerde, siyaset, güvenlik, denizcilik, strateji, jeopolitik, “sözde Ermeni soykırımı”, Atatürk ve Türk Devrimleri konularında 270 konferans ve panele konuşmacı olarak katıldım. 271’inci konferansımı 5 Mayıs 2015 Salı günü İzmit’te Türk Ocağı’nda “Türkiye Nereye Gidiyor?” konusunda vereceğim.

Gazeteciliğimin yanında aktif olarak 2010’dan beri siyasetle uğraşmaktayım.
31.05.2014’te Tekirdağ’da konuşma yaptığım esnada CHP üyesiydim.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, sıradan bir yurttaş ve seçmen olmanın yanında
aktif bir gazeteci ve siyasetçiyim.

Kumpas ile yaratılan ihanete, haksızlığa, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yapılan düşmanlığa, gayri hukuki (AS: hukuk dışı) bir biçimde zindanlara atılan askerlere sahip çıkmak ve toplumsal farkındalık sağlayabilmek için her hafta cumartesi günleri saat 13 00’de
ülke genelinde yapılan “Sessiz Çığlık” eylemlerinin yıldönümünde konuşma yapmak için
davet üzerine Tekirdağ’a gelmiştim.

Konuşmam sırasında o tarihte Başbakan olan Erdoğan’a hakaret etmedim. Konuşmamda
hakaret kastım asla olmamıştır. Yalnızca ülkenin mevcut durumu hakkında siyasal bir değerlendirmede bulundum.

Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na hakaret etmedim. Her şeyden önce eğitimim, öğretimim ve devlet terbiyem buna müsait değil. 14 yaşından beri devlet terbiyesi ile büyüdüm.
Bir sınıf büyüğüme “Efendim” derim. Devlet hiyerarşisinde onu geçsem ve üstünde olsam bile! Bir devlet büyüğünü idari ve yönetimsel tasarrufları nedeniyle en acımasız biçimde eleştiririm ama hakaret asla etmem. Nerede nasıl davranılması ve konuşulması gerektiğini iyi bilirim. Deneyimim ve sicilim bunun kanıtıdır. Ülkemi, hem yurt dışında hem yurt içinde her düzeyde temsil ettim.

31.05.2014’te Tekirdağ’da “Sessiz Çığlık” eyleminde yaptığım konuşmada bir siyasetçi olarak
o zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ı eleştirdim ve “Faşist ve Diktatör” olarak niteledim.

O gün Gezi Olaylarının da yıldönümüydü. İstanbul’dan Tekirdağ’a giderken gördüğüm manzara tam anlamıyla antidemokratikti ve polis devleti görüntüsü içindeydi. Her noktada polisler ve ellerinde uzun namlulu silahlar vardı. Vapur, metro ve tramvay seferleri iptal edilmiş, kentte adeta sıkıyönetim ilan edilmiş gibiydi. Her taraf polis kaynıyordu! Bu görünüm
demokratik ülkelerde rastlanabilecek bir manzara değildi!

Bu durumdaki güzergahlardan geçerek Tekirdağ’a geldim ve konuşmamı yaptım.
Erdoğan herhangi birisi değildi, o siyasetçiydi! Eleştirilere açık ve dayanıklı olmalıydı. Konuşmam sırasında kullandığım “Faşist ve Diktatör” ifadeleri bir siyasetçi ve gazeteci olarak yaptığım değerlendirmelerimdi.

Sözlükler, Faşist kelimesini “Salt kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanan ve öbür insanların düşüncesine saygı göstermeyen hatta insanları da kendi gibi düşünmeye zorlayana denir.” olarak açıklamaktadır. Ben bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın
idari tasarruflarını eleştirdim ve niteledim.

Erdoğan yaptığı konuşmalarda sık sık yargıyı faaliyetleri için sorun olarak görüyor “yargı bize engel olmazsa” daha iyi hizmet yapacağını söylüyor. Ayrıca Demokrasinin olmaz ise olmazı olan Güçler Ayrımını kıyasıya eleştiriyor. Hangi demokratik ülkenin bir siyasisi veya üst düzey yöneticisi yargıyı icraatlarına (AS: icraat zaten icra’nın çoğulu..) engel olarak görebilir ve Güçler Ayrımına itiraz edebilir?

Erdoğan, Başkan olmak ve tüm yetkileri kendinde toplamak istiyor.
Ama dünyadaki örnekleri gibi değil, bize özgü olsun istiyor. Demokratik ülkelerde, örneğin ABD’de Başkanlık sisteminin kontrol ve denetleme mekanizmaları vardır. Bunların
en önemlisi keskin Güçler Ayrımı, çift meclis ve yüksek yargıdır. Fakat Erdoğan bunlar olmadan Başkanlık sistemi istiyor. Bunun adı dünyanın her tarafında siz kabul etseniz de etmeseniz de Diktatörlüktür. Ben bu görüşleri ve eylemleri nedeniyle “Diktatör” dedim. Hakaret kastım asla olmamıştır.

Dünyanın saygın dergilerinden, The Economist, demokrasi endeksinde belli kriterler
(AS: ölçütler) üzerinden yapılan değerlendirmede “Türkiye’nin hızla otoriter rejime doğru
yol aldığı” sonucuna ulaşmış ve Türkiye’yi endekste Kenya ve Uganda’dan sonra 98’inci sıraya yerleştirmiş. Dergi yazısında “Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi,
Türkiye’nin demokratik kurumları için yeni bir tehdit ortaya koydu.” diyor.
The Economist’i suçlayabilir ve beğenmeyebilirsiniz ama bu örnekler çok!

2013’te ABD’de Georgetown Üniversitesi’nde konferans veren Emine Erdoğan’a “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı kitap hediye edildi. Bunun bir anlamı var!
Türkiye’deki otoriterliğe ve diktatörlüğe doğru gidişe bir uyarı niteliğinde.
Kitabın yazarı İranlı Profesör Fathali Moghaddam ile yapılan mülakat bunu doğruluyor.
Erdoğan “taraf olmayan bertaraf olur” diyor, “Demokrasi bizi istediğimiz istasyona getirecek bir trendir.” diyor. Bu söylemlerin demokratik geleneklere uygun olmadığını düşünüyorum.

Başbakan Erdoğan 25 Haziran 2013’te AKP Grup toplantısında;

– “Parti Genel Merkezindeki Milli Şef’in fotoğrafına, Dersim katliamının mimarı
Milli Şeflerine baksınlar. İşte orada faşist diktatörü görürler.” diyor.

Sanırım burada Erdoğan İstiklal Savaşı kahramanı, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı ve
2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü
’ye hakaret etmek istemiyor, siyasi eleştiri yapıyor.

23 Kasım 2013 Antalya-Demre konuşmasında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Erdoğan’a “Diktatör” diyor ve “Yasaklar her tarafı sardı. Yasaklarla, demokrasiyle gelen şahsiyet,
diktatör olma yolunda kıvrılıyor.” diyerek devam ediyor.

Erdoğan bu kez, 15 Temmuz 2014’te Ana Muhalefet Partisi (CHP) Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na “Senden daha güzel diktatör olmaz” diyerek siyasal eleştiri yapıyor.
Sanırım yine hakaret kastı yok.

Tekirdağ’da yaptığım konuşmada gazeteci ve siyasetçi kimliğimle eleştiri hakkını kullandım.
Bu benim anayasal hakkım olan ifade özgürlüğümdür. Ayrıca siyasetçi ve gazeteci olarak eleştirdiğim Erdoğan da siyasetçi olarak bu eleştirilere katlanmak zorundadır.
O, sıradan bir yurttaş değildir.

  • Yargıtay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında, siyasetçilerin öbür bireylerden
    farklı olarak çok sert eleştirilere bile katlanmak zorunda olduğunu söylemektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 08.07.1986 9815/82 Lingens – Avusturya Kararında;

“Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir kişiye yönelik eleştirilere göre daha geniştir. Bir siyasetçi özel kişiden farklı olarak her sözünü ve eylemini, bilerek ve kaçınılmaz biçimde gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar.
Ve bu nedenle, daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır.”
diyor.

AİHM 13.11.2003 39394/98Scharsch – Avusturya Kararında ise;

Nazi terimini kullanmak, bu terime yapıştırılan özel damga nedeniyle otomatik olarak
hakaret suçundan mahkum edilmeyi haklı kılmadığını düşündürmektedir. Bir kişinin siyasal etkinliklerini ahlaksal yönden değerlendirilmesinde uygulanan standartlar ile
ceza yasasına göre bir suçun varlığını kanıtlanması için gerekli standartlar farklıdır.” diyor.

İç hukuka gelince;

İzmir 7. Sulh Ceza Mahkemesi twitter hesabından “Diktatörler istifa etmez devrilirler”, “Avrupa’nın yeni Hitler’i Tayyip” diye yazan Yurt Gazetesi Muhabiri Ahmet Çınar’ı
beraat ettirmiştir. Mahkeme, bu davada sanık, Diktatör, demiş olsa bile bu sözün
suç teşkil etmediği yolunda hüküm vermiştir.

Bir yöneticiye “kötü yönettiğini” ve “tiran” olduğunu söylemek yargılama konusu olamaz, eleştiridir.

Tekirdağ konuşmamda 24 Nisan’ı çok yakında idrak etmiş olmamız ve gelecek 24 Nisan’da da 100’üncü yıldönümünü idrak edecek olmamız nedeniyle sözde Ermeni soykırımı konusuna girilmiş, bu suçlamanın emperyalist bir yalan olduğu ifade edilmiştir.

Konuşmam sırasında “bizim atalarımız böyle bir şerefsizlik yapmadı, onların atalarını bilemem” derken, sözde Ermeni soykırımı konusunda Türkiye’nin Osmanlı dönemi dahil atalarımızın böyle bir suçu işlemediğini ve atalarımızın savunulması gerektiği ifade edilmek istenmiş ve
bu konuda yeterli çaba gösterilmediği vurgulanmıştır. Bu ifadede Erdoğan’a atfen bir söylemde bulunmadığım gibi, özel hiçbir kişi hedeflenmemiş, bu sözde soykırım iftirasını destekleyenler kastedilmiştir. Burada da siyaseten bir eleştiri yapılmış, hakaret edilmemiştir.

18’inci yüzyılda bir Alman köylüsü, Alman İmparatoru Büyük Frederik’e meydan okuyor, arazisini vermiyor, “Gitsin sarayını başka yere yapsın..” diyor ve korkmuyor.
Çünkü Alman yargısına güveniyor ve “Berlin’de hakimler var” diyor.
Ben de her şeye karşın “Türkiye’de hukuk var, yargıçlar var” diyorum, demek istiyorum.

Günümüze ulaşan ve hukuk tarihinde kara leke niteliğindeki kayıtlara göre, Eski Yunan’dan
bu güne dek düşünenler, düşüncelerini açıklayanlar ve ülkeyi yönetenleri eleştiren aydınlar,
her dönemde suçlanmış, yargılanmış, çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Hatta Sokrates,
Atina Şehrinin tanrılarına inanmadığı ve onları eleştirdiği için yargılanmış ve baldıran zehri ile yaşamına son verilmiştir.

Tabii ki, Sokrates değilim! Ama ben de bugün ülkemizi yönetenlerin başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iyi yönetmediğini ve Türkiye’yi felakete doğru sürüklediklerini
“testi kırılmadan” söylemeye çalışanlardan yalnızca biriyim ve O’nu en acımasız biçimde eleştiriyorum. Çünkü bu ülkeme ve evlatlarıma karşı sorumluluğumdur.

Ancak günümüzdeki yöneticiler Sokrates dönemi yöneticileri gibi, tahammülden, hoşgörüden yoksun ve farklı düşüncelere açık olmasalar da, çok şükür, ne yasalar Sokrates dönemi yasalarıdır, ne de yargıçlar Sokrates dönemi yargıçlarıdır.

Bu nedenle mahkemenize ve adalete olan güvenimi belirterek, gerek AHİM müktesebatını dikkate alarak, gerekse Türk mahkemelerinin benzer sözleri kullanan, gazetecilerle ilgili davalardaki bağlayıcı içtihatları örnek alarak, Siyasetçi ve Gazeteci olmam itibarıyla
sözlerimi hakaret maksatlı olmayıp, düşünce ve eleştiri özgürlüğü çerçevesinde söylediğimi
göz önünde bulundurmanızı ve bu şekilde değerlendirilmesini yüce takdirlerinize sunuyor ve beraatımı talep ediyorum.

Saygılar sunarım.

Türker Ertürk
30 Nisan 2015

===================================

Dostlar,

Sayın Ertürk’e e-ileti olarak aşağıdakileri yazdık :

*****
Türker amiralm,
SAVUNMANIZ nefis…
Geçmiş olsun ve kutlarım enfes savunmanızı..
Dilerim Yargıtay bozar…
Bu yolla yol alamazlar.. 
Ne güzel buyurdunuz dava çıkışında :
“MUSTAFA KEMAL’in askerleri susmaz, susturulamaz..”

Yanınızdayım ve bana ne düşerse yapmaya hazırım…
Savunmanız web sitemizde..
LÜTFEN bakar mısınız???
Yorum bölümüne yorumunuzu beklerim..
*****

E. Amiral Türker Ertürk, bir yiğit insandır. Harman yürekli ve ölçüsüz özverilidir.
Deniz Harp Okulu Komutanlığı gibi geleceği çok parlak bir görevi, protesto ile bırakmış
ve genç yaşta, en verimli çağlarında emekli olmuştur.
Durmamış, köşesine çekilmemiş, ülkesinin geleceği için etkin savaşımı seçmiştir.
Çok iyi bir eğitim aldığından, çok iyi İngilizce bildiğinden… değerli birikimlerini siyaset kulvarında ve gazetecilikte Ulusumuzun hizmetine cömertce ve yüreklice sunmuştur..
270 konferans dile kolaydır.

Bu dizelerin yazarı olarak Biz, “halden anlarız”..
1996 başından bu yana bizim yurt içi – dışı AYDINLANMA KONFERANSLARIMZIN sayısı 1500’e varmak üzeredir. Bu rakam, Dünya çevresinde birkaç kez tur atmaya bedel onbinlerce km yol yapmak demektir. Çoğunda da yol vb. giderler size kalmıştır.

Çağrı yapan yer, zorunlu giderlerinizi öderse ne ala, değilse sineye çekersiniz.
Ailenizden, hobilerinizden, dinlenme ve uykunuzdan yaptığınız özveriler bir başka boyuttur.

Berlin ADD’nin bizi konferansa, TV konuşmalarına davet ettiği (ilk çağrı), ADD Genel Başkan Yardımcısı olduğumuz dönemde, 31 Ocak 2005’te, ADD Yönetim Kurulu Üyelerinden bir dostumuz Berlin Hilton’da görev yaptığından, Derneğe akçal yük olmayacak bir jestle bize orada yer ayırtmıştı. Nefis bir oda ve “French type bed” ile insanı derin ve uzun bir uykuya – dinlenmeye çağırıyordu adeta.. Ancak bizim çalışmamız, çalışmamız ve ertesi gün (31.02.2005) vereceğimiz çooook önemsediğimiz (her konuşmamız gibi) salon

Türkiye’yi Kuşatan Güncel Tehditler ve Atatürkçü Çıkış Yolları

 

ve TV programına

Türkiye’de ve Almanya’da ADD’nin Gündemi: AB, Irak, Kıbrıs, AKP.. Berlin TD 1 televizyonu

daha da  daha da hazırlanmamız gerekiyordu. Her 2 konu da çok önemliydi.
Sorumlu bulunduğumuz makam (ADD Genel Başkan Yardımcılığı),
taşıdığımız ağır akademik unvan ve de

en önemlisi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün AYDINLIK yolunun bir neferi olarak elimizden gelenin en iyisini yapmalıydık.. Gurbetçi kardeşler dişlerinden – tırnaklarından kesiyor
ve Türrkiyemiz için gurbet ellerde büyük özveriler gösteriyorlardı…
ADD Berlin Şubesi Başkanı Sayın Nalan Arkad hanımefendi,
inanılmaz derecede zarif ve koşturmada idi.

Akşam yemek sonrası oturmuştuk çalışmaya çok soğuk bir Berlin sabahında gün üzerimize ışımıştı..  100+ yansı hazırlamıştık. Konuşmalarımızı hep görsel yapmaya çalışıyorduk
konuşmalarımızı daha kalıcı olsun diye ve arşivliyorduk

O güzelim yatağa ve kuştüyü yastığına başımızı bir an bile koyamamıştık.
Sabah resepsiyonda odanın akıllı kartını iade ederken Alman görevliye,
“Yatağı yenilemeniz gerekmiyor..” dediğimde şaşkınlıkla “Neden??!” diye sormuştu..

“Hiç yatmadım ki!” dediğimizde şaşkınlığı daha da büyümüş ve açıklama rica etmişti..
Kısa bir açıklamadan sonra ise elimizi coşkuyla sıkarak

“You’re in a great patriotism!”

sözlerini kullanmıştı sağolsun.. (Siz büyük bir yurtseverlik gösteriyorsunuz…) 

*****

Yargı mutlaka yansız – bağımsız bir
ADALET DAĞITICI – SAĞLAYICI olmak zorundadır.

Bunun tartışılır yanı, lamı – cimi yoktur.
Yarın Tayyip bey dahil, herkese gerekli olabilecektir.
Dileriz, temyiz aşamasında Yargıtay’ın ilgili Ceza Dairesinde sağduyu – hukukun üstünlüğü, AİHM’nin ifade özgürlüğüne ilişkin yerleşik – istikrarlı içtihatları dikkate alınır ve Tekirdağ’daki yerel mahkemenin hukuk tanımadan verdiği ve zorunlu olarak ertelediği
1 yıla yaklaşan hapis cezası kaldırılır.
Bu tür uygulamalar ülkemize yakışmamaktadır;
toplumsal vicdanı derinden yaralamakta, iç barışı dinamitlemektedir.
Her halde Yargının görevi bu olmasa gerektir!
Türkiye 1. sınıf bir HUKUK DEVLETİ olmak zorundadır.
YARGITAY’ı kritik bir görev, çok ağır bir tarihsel sorumluluk bekliyor.

“Ankara’da yargıçlar var” dedirtmeli, bu feneri – meşaleyi – umudu söndürmemelidirler.

******

Sevgili Türker Paşam,
Durmak yok, yola devam… Bu da geçer…

Sevgi ve saygı ile.
04 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Bu yazının pdf biçimi için lütfen tıklar mısınız??

TURKER_ERTURK’UN_SAVUNMASI_UZERINE

TOPLUMUN DİRENME HAKKI


TOPLUMUN DİRENME HAKKI

Portresi

 

Prof. Dr. BOZKURT GÜVENÇ
Cumhuriyet
, 25.2.15

 

Bir tarafta ciddi bir hukuk sorunu olarak karşımızda duran “İç Güvenlik Paketi”,
öbür yanda Özgecan Aslan Cinayeti. Toplum, “Direnme Hakkı”nı kabul ediyor ama toplumun nasıl direneceği belli değil. Medya çelişik söylemler peşinde…
Peki, tüm bu gündemle beraber Türkiye nereye gidiyor?

Özgecan Aslan cinayeti ülke gündemine yerleşti ama ciddi bir hukuk sorunu olarak Meclis’te görüşülen İç Güvenlik Yasası Tasarısı’nı gündemden düşüremedi. Bir yanda CHP lideri Kılıçdaroğlu uyarıyor, “Bu tasarı Meclis’ten geçerse, toplumun ‘direnme hakkı’ doğar”;
öte yanda, Başkan Erdoğan yanıtlıyor, “Tasarı geçmezse gelecek seçimleri silahlı güçlerin gölgesinde yaparız.” Yani, tasarının tamamı geçse de geçmese de, koşulları ve biçemi
12 Eylül müdahalesini anımsatan bir seçim senaryosu bekliyor toplumu:

“Dediğimi yapmazsanız sıkıyönetim sürer gider. Karar sizin!”

Bir uzlaşma belirtisi yok görünürde. “Direnme hakkı” genellikle kabul ve teslim ediliyor da, toplumun nasıl direneceği belli değil. Egemenliğin sahibi yurttaşlar tartışmaları izliyor ama
ne yapacağını, “direnme hakkı”nın nereye varacağını tam kestiremiyor. Durumu tartışan medya uzmanları da bölünmüş durumda. Tasarı geçse de geçmese de toplum,
kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya gelecek.

Sokaktaki toplantı ve gösteri yürüyüşleri siyasal sınır ve süreçleri çoktan aştı.
Türkiye nereye?..
Belki belli; ama “direnme hakkı”nın ülkeyi nerelere sürükleyeceği belirsiz.
Seçim öncesinde, ertelenen çözüm süreci ve hükümet sözcülerinin çelişik açıklamaları belirsizliğin yol açtığı sorunları besliyor, kaygıları pekiştiriyor: Türkiye nereye?..

Medyada çelişik söylemler

Medyadaki söylemler çelişiyor. İç Güvenlik Yasa Tasarısı, hukuk devletinin sonu olur,
görüşü yanında, MİT’e ve polise verilecek yeni yetkiler zaten uygulanıyor, diyenler var.
Tasarıyı bırakıp uygulamalara bakınca, hükümetin ve yargının haber, grev ve boykot yasakları uygulanamıyor.

Yeni olan, polis ve jandarma yetkileri değil, Silahlı Kuvvetler’in seçim ortamına düşüreceği gölge uyarısı! Yabancı gözlemciler, ordu ile polisin olası çatışmasından söz ederken;
medyada, kışlasına çekilmiş ordu sözcülerinin komuta yetkisinin dağıtılmasıyla ilgili kaygılarına yer veriliyor.

Milli iradeyi temsil eden ya da ettiğine inanan Başkan Erdoğan’ın, “Tek başıma kalsam da mücadeleye devam edeceğim” sözleri, iktidar ortaklığının sona erdiğini düşündürüyor.
Rüşvet ve yolsuzlukla suçlanan bakanların Yüce Divan’a gönderilmesi şimdilik önlendi
ya bedeli ağır oldu.

Muhalefet liderleriyle sözcüleri, iktidarı kıyasıya eleştirirken, Meclis’teki vicdanlı vekillerle gerçek müminleri ayırıp sakınmaya özen gösteriyor.

Durum ciddi ama umutsuz değil!
Sağduyunun er geç egemen olacağı izlenimi sanki güçleniyor.

Milyonları sokaklara dökmeden ya da teslim bayrağını çekmeden biraz daha beklemekte yarar var. “Sabrın sonu selamet” olabilir.

Sorun kadının yaşama hakkı

Özgecan cinayeti, yıllardır tartışılan ama çözülemeyen kadın hakları ve özgürlüğü sorununu gündeme taşıdı. Sorun eşitlik değil, kadının yaşama ve yurttaşlık hakkıdır.
Cumhuriyet devriminin temeli olan laiklik ilkesinin gerekçesi ve hedefi, din ile devletin ayrılmasından ya da devletin bütün din ve mezhepleri eşit tutmasından önce,
kadının “insanlığı”dır. Müslüman kadın insan haklarına sahip midir?
Yüzyıl önce, Meclisi Mebusanda, oylanan bu yasa kadınlara da uygulanacak mı sorusuna,
Reis Bey, “Ne münasebet, sadece insanlara” buyurmuştur. Daha yakın geçmişte
Devlet İstatistik Enstitüsü kurulurken (1927), “Kadınların sayılıp sayılmayacağı”sorulmuştur.

Devletin Diyanet İşleri Başkanlığı, “şeytan kadın” vaazlarına müdahale etmiyor, edemiyor.

Şeytan taşlayan toplumda, “kadın cinayetlerini, çok da abartmayın” yorumları yapılıyor.
Bir “Türk Mesnevisi” olan Kutat Kubilig’de: “Ne mutlu o kızlara ki doğmamışlardır; kadını eve kapatın, kapısını da kilitli tutun” deniyordu. Doğmuş kadınlara da
hayat hakkı yoktu. Otursunlar oturdukları yerlerde, ortalıkta pek görünmesinler.

Kadına yönelik şiddet nasıl dizginlenebilir?

Sanatçı Juan Goytisolo şöyle yazmış:

“Osmanlı kadını görünmezliği ile vardır.” Bugün biz görünenleri örtüp bir yerlere kapatmaya çabalıyor, direnenleri öldürüyoruz. Kadına yönelik şiddetin temelinde egemen erkeklerin öfkesi yatıyorsa bu şiddet ve öfke, yasalarla değil, ancak demokratik ve laik eğitimle dizginlenebilir. Ardından toplumca ağladığımız Özgecan’ımız, benim yaşlanan kuşağıma, demokrasi öncesi 40’lı yıllarda dilimizden düşmeyen “Leyla bir özge candır” bestesini hatırlatıyor.

Sevgili Türkiyemiz nereden nereye geldi!

Hayali cihan değil, utanç veriyor.