Etiket arşivi: Türkiye İşçi Partisi TİP

Şekibe abla uğurlandı..

Şekibe abla uğurlandı..

68 kuşağının “Şekibe ablası” Şekibe Çelenk 99 yaşında yaşama veda etti.

Yavuz ALATAN
SÖZCÜ,

Şekibe abla uğurlandı

Deniz Gezmiş’in avukatı Halit Çelenk‘in eşi Şekibe Çelenk son yolculuğuna uğurlandı. 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katılarak, yerel seçimlerde TİP’in radyo propagandasındaki ilk kadın konuşmacı olan Şekibe Çelenk, 99 yaşında yaşama veda etti. Çelenk eşi Halit Çelenk’in yanına, Karşıyaka mezarlığına defnedildi.

FOTO: SÖZCÜ

Türkiye’deki 1968 gençlik kuşağının öncü adlarından Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın avukatı olan Halit Çelenk ve eşi Şekibe Çelenk dönemin öne çıkan isimleri arasındaydı. 6 Mayıs 1972’de idam edilmeden önce Deniz Gezmiş, Şekibe Çelenk’e selam göndererek, “Şekibe ablaya selam söyleyin, arkadaşlara çok emeği geçti” demişti. Cenaze törenine CHP eski milletvekili Mustafa Balbay da katıldı.

=========================================
Dostlar,

Merhum Avukatlar Halit ve Şekibe Çelenk çifti ile tanışma olanağımız oldu 2007’de
Kuşkusuz, Deniz’lerin savunmalarında olağanüstü çabalarını biliyorduk, okumuş ve izlemiştik.
10 Mart 2007 günü, merhum Çelenk’lerin kitap imza günü vardı..
Muzaffer İlhan Erdost’un yayınevinde idik.. Kardeşi Veteriner  Hekim İlhan Erdost’u Hakkari’de işkenceye kurban veren ve O’nun adını da alan yüreği derinden yaralı Muzaffer Erdost‘un..

Halit beyin yerine kitaplarını kızı Ferda Özyurda imzalıyordu.. Ferda hoca, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalında halen oda komşumuz Prof. Dr. Ferda Çelenk Özyurda.. Aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi.. Ferda’nın kızının adı Deniz..

Halit beyi 2011’de yitirdik. Şekibe hanım biraz daha asıldı yaşama.. taa ki 22 Şubat 2020’ye dek.

Çoook güzel insanlardı..

Boz kanatlı atlara binip bizleri yoksun ve öksüz bırakıp gittiler..

 

Yaşamları boyunca yapıp – ettikleri, insancıl felsefeleri, devrimci eylemleri, değerleri, kararlı savaşımları yolumuzu ışıtmayı sürdürecek.

Sevgili meslektaşlarım Ferda’ya, eşi Ümit’e, tüm aileye ve ülkemize başsağlığı diliyoruz..

Dr. Ahmet Saltık, 24.02.2020

ÇETİN ALTAN ve DEĞİŞİM

 

ÇETİN ALTAN ve DEĞİŞİM     

portresi

 

 

 

 

Prof. Coşkun Özdemir
coskunoz@superonline.com, 23.10.2015
https://profcoskunozdemir.wordpress.com/2015/10/23/cetin-altan/ 

Türkiye büyük bii savunan, o yıllarda emekçinin topluma ağırlığını koyduğuna inanan ve inandıran bir aydın, bir yazar. Ama bu ülke bu toplum, bu iktidarlar Sola – Soldaki gelişmelere  uzun süre tahammül edemezdi. Meclis’te Nazım Hikmet Türkiye’nin en büyük şairidir.” dediği için nr yazarını yitirdi. 50’li – 60’lı yılların büyük Aydınlanmacısı, militan solcusu, sosyalisti, emekçi dostu.

Mecliste “Nazım Hikmet Türkiye’nin büyük şairidir” dediği için neredeyse O’nu linç edeceklerdi.. Çetin Altan‘ın büyük övgü ile andığı ve çok sayıda ülke aydınının umut bağladığı 27 Mayıs’tan sonra gelen askeri darbeler Solu bastırmayı ve cezalandırmayı hiç ihmal etmemiştir. 60’lardan başlayarak Ülke büyük savrulmalar içinde kalmış, 12 Mart’ın yarattığı ağır havayı 70’li yılların kaosu, onun ardından 12 Eylül faşizmi izlemiştir. Çetin Altan çok sayıdaki, Solcu ile birlikte hapiste kalmış ve yine çok sayıdaki Solcu gibi yaşadığı bu olayların etkisi altında kalan Altan, tartışılmaz üstün yeteneklerini farklı bir üslupta kullandığı bir döneme adım atmıştır. Bence, Türkiye’de O’nun yaşam öyküsünden çıkarılacak çok dersler vardır.

O’nu baştan beri izleyenler arasındayım.

cetin_altan

Benim kuşağım, Sola, Sosyalizme bel bağlamış, gönül vermiş olanlar O’nu büyük bir hayranlıkla okumuş ve alkışlamışlardır. Demokrat Parti zorbalığına karşı yaptığı muhalefet, Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekili olarak verdiği mücadele, köşe yazıları siyasal ve düşünce tarihimizin unutulmaz sayfaları arasında yer alır. Ama bu topluma önde gelen katkısı, toplumsal bilinci uyandırması, milli gelir, milli gelir dağılımı, hak ederek kazanma, çağdaşlık, gelişme, ilerleme, emek – sermaye ilişkisi, sınıfsal bakış açısı ve Türk toplumunun yabancısı olduğu kavramları o çarpıcı üslubu ve nefis Türkçesi ile ve tutarlı bir şekilde gündeme getirmesi olmuştur.

27 Mayıs’ın ardından yazdıkları ile toplumdaki sağlıksızlığın, bozukluk ve eşitsizliklerin analizini yapmaya ve nedenlerini ortaya koymaya çalışıyordu.

“Hiçbir zaman bu memlekette meseleler açıkça konuşulmadı. Buna neden menfaat yarışçılarının işlerini bozacak prensiplere hınzırca cephe almaları ve avantacıların aleyhine olan düşüncelerin katakulliye getirilip memleket aleyhindeymiş gibi gösterilmesidir. Köy Enstitülerinin komünist yuvası olduğu iddiası da bu aşağılık oyunların sonucudur. Komünizm tehlikesi okuyan köylüden değil, cahil köylüyü dolandıran ve servet yapan zümreden gelir. Ben bizdeki oportünistler ve kapkaççılar kadar görgüsüz, bencil, fikir düşmanı ve hain bir zümrenin medeni geçinen hiçbir memlekette var olabileceğini zannetmiyorum. Herkes açıktan geçinmek, topluma verdiğinden daha çoğunu toplumdan almak istiyor. Böyle bir demokrasi yeni ihtilal tohumları ekmekten başka hiçbir işe yaramaz. Şimdi neden şeriatçılar “din elden gidiyor” vaveylasını evirip çevirip usul usul yaymaya çalışıyor? Anadolu’da müthiş safça görünen ve müthiş ucuz bir oyun oynanıyor.

İki ayrı dünya arasında ilk köprüyü kurmaya kalkan tek devlet adamı yine Atatürk olmuştur. Türk Rönesansı O’nunla başlamış ve güçlendikçe de büyük tepkilerle boyuna yerle bir edilmek istenmiştir.”

İşte bu büyük yazardan bugüne de ışık tutan alıntılar.

Çetin Altan’ın bu yazıları, elinden kültür ve sanat ödülünü aldığı Recep Tayyip Erdoğan ile AKP’ye ve Atatürk karşıtı oğullarına armağan edilmeli diye düşünmüşümdür.

Çetin Altan ve yakın dostluk ettiği İlhan Selçuk devrimcilerin  gözünde o yılların idolleridir. İlhan Selçuk hapse girdi işkence gördü ama O’nun Devrimci çizgisinde hiçbir sapma olmadı. Ne  yazık, bu iki büyük yazar ilerleyen yıllarda  ayrı düştüler. Ne kadar hazindir, Çetin Altan İlhan Selçuk’u uzun süren hastane günlerinde aramadığı gibi, ölümünden sonra da tek satır yazmadı. Oysa sevgili İlhan, Cumhuriyet‘te O’nun aleyhinde yazılar yayınlanmasını  stememiştir.

Evet, Çetin Altan hapishane deneyiminden sonra yavaş yavaş bir değişime uğramış, siyasetten çekilmiş ve o büyük birikimi ve dil ustalığı ile deneme tipi yazılar yazmaya ve fanteziler oluşturmaya başlamış bunu sürdürmüştür. Verdiği soylu mücadelenin ardından belki de uğradığı büyük düş kırıklığını, umutsuzluğunu ustalıklı bir şekilde gizlediğini düşünebiliriz. O artık davayı, sınıfsal bakış açısını terk etmiş, emekçiyi – sömürüyü unutmuştur.

Böyle bir Devrimcinin “Ben zenginleri severim, benim memurum işini bilir, demiryolları komünistliktir” diyen köşe dönme felsefesinin yaratıcısı ÖZAL’a destek vermesi bence dünyanın en büyük paradokslarından biri sayılmalıdır. Tayyip Erdoğan’ın elinden Ertuğrul Günay’ın beraberliğinde aldığı kültür – sanat ödülü de öyle.

En şaşırtıcı ve inanılmaz olan,

Atatürk bir ümmet toplumundan bir ulus yaratmış olan devlet adamıdır. Cumhuriyetçilik bir kişiye ait bir devlete köle olmaktan kurtulmak demektir. Cumhuriyetlerde devletin ayrıca bir sahibi yoktur. Devletin sahibi vatandaşların hepsidir. Böylesine bir aşamayı yapmış bir insandır Atatürk. Osmanlı köleliği ile övünerek, padişahları bile tanımadan O’nu abartmaya kalkanlar Cumhuriyeti de Atatürkü de
hiç anlamamış olanlardır.

Bu  satırların sahibinin, bana, birlikte olduğumuz bir sofrada ”Atatürk otuz bin kişiyi öldürtmekten başka ne yapmıştır?” demiş olmasına kolay inanılmaz. İnanmamak belki daha doğru. Siz okuyucular öyle yapın derim, inanmayın. Bu işin içinde bir patoloji var. Belki O’nu o sofrada dinleyen benimle birlikte 7 kişinin kulaklarındadır bu patoloji. İşitsel bir halüsinasyondur bu. Çünkü yukarıda Atatürk’le ilgili satırların sahibi ile bana sofrada söylenenleri  aynı insan söylemiş olamaz. Amansız Kemalizm karşıtı Ahmet – Mehmet Altan kardeşler için bir şey söylemeyeceğim. Onlarla ilgili zaten düşlediğim hiç bir şey olmadı.

Son kitabımda (Urfa’dan Harvard’a) Çetin Altan’ı anarken şöyle demiştim :

“Kimbilir belki o güzel akıcı Türkçesi ile şöyle dobra dobra gerçek bir yaşam öyküsü ile birlikte yaşamının açık yürekli bir muhasebesini yapıp geriye bırakmak isteyecektir..
diye düşünüyorum.

Türk toplumuna bu toplumdaki değişim dinamiklerini, toplumcu mücadele verenlerin
nasıl oradan oraya savrulduklarını ve acılar çektiklerini Türk Solu’nun nasıl darmadağın edildiğini en iyi anlatacak
insanlardan biridir Çetin Altan. 65 yıllık iktidarların sicilini çıkaracak, onu bütün açıklığı ile meydana koyacak düşünür ve yazarlara çok ihtiyaç var.”

Bitirirken şunu söyleyeceğim :

Ben 86 yaşındaki bir Cumhuriyetçi, bir Aydınlanmacı olarak çok sayıda düş kırıklığı yaşadım, İktidarlarla olaylarla, dostluk ettiğim insanlarla ilgili. Ama kişilerle ilgili bana en büyük acı veren düş kırıklığım Çetin Altan olmuştur. O gerçekleri gümbür gümbür inançla haykıran Devrimciden yoksun kalmış olmaktır.

O’nu, o Devrimci, Aydınlanmacı kişiliği ile anacağız ve özleyeceğiz. TV ekranlarında O’nun hakkında konuşan dostların da böyle yaptıklarına tanık oldum. O’ndaki değişimden söz etmediler. Kişiliklerin yanı sıra değişimlere yol açan ülke, toplum koşullarını zaten  her vesile ile konuşup tartışıyoruz. Işıklar içinde yatsın.

======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Coşkun Özdemir, bizim İstanbul Tıp Fakültesi’nden Nöroloji hocamızıdır. Sonraki yıllarda ise kimi ortak çalışmalarda aynı masanın çevresinde olma onurunu yaşamışızdır. Urfa’dan çıkarak, Dünyanın en ünlü ilk birkaç üniversitesi arasında yer alan Harvard’a dek uzanan başarılı özyaşam öyküsü, son derece başarılı hekimlik – parlak öğretim üyeliği yıllarına ek, alçakgönüllü bir kişilikle bezenmiştir. İlerleyen yaşına karşın (halen 86’da!) toplumsal ve mesleksel savaşımını bırakmamıştır. Bir Silivri ziyaretimizde birlikte oluşumuzu unutamayız. Yazılarını bir web sitesinde toplamış olması çok sevindiricidir. Bu hazineden yararlanılmasını öneririz.. (https://profcoskunozdemir.wordpress.com)

Coşkun hoca, biz de dahil, bir rol modeli, idoldür binlerce İstanbul Tıp mezunu hekim için!.. Ulusal Kanal’da katıldığımız programların hemen ardından kutlama telefonu edenlerin başında O gelir tüm değerbilirliği ve inceliğiyle. Emeklilik sonrasnda son derece nitelikli emeğini – yılların birikimini Kas Hastalarına adamış, KAS-DER‘i (Kas Hastalıkları Derneği) kurarak Yeşilköy’de belediyeden kiralanan mütevazi binada bu ağır hastalara karşılıksız hekimlik hizmeti vermektedir. (İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu binanın kira sözleşmesinin sonuna doğru her yıl boşaltma için Çin işkencesini sürdürüyor. Ama koca koca binaların İstanbul’da AKP’li belediyelere satın alınarak, Bay RTE’nin oğlu Bilal oğlanın vakfı TÜRGEV’e özgülendiğini (tahsis edildiğini) okuyoruz basında!?.. )

O (Coşkun hoca), gerçekten, Nobel ödüllü yüzakımız Saygın Prof. Dr. Aziz Sancar gibi -ki O’nun da hocası olmuştur!- geldiği yeri Cumhuriyet‘e, onun kurumlarına ve eğitim sistemine borçlu olduğunu bir an bile aklından çıkarmamıştır. Dolayısıyla, Çetin Altan hakkında yazdıkları da hiç kuşku yok, virgülüne dek doğrudur.. Bizim klavyemiz bir türlü Çetin Altan hakkında birşeyler yazmaya yönelmiyor nedense.. O’nun hakkında yazan Coşkun hocayı yazdık üstelik..

İz bırakan bir olguyu paylaşmak isteriz ki; 1970’ler ortasında İstanbul Tıbbiyesi öğrencisi iken Çetin Altan’ın “BEN MİLLETVEKİLİ İKEN” adlı kitabını okumuştuk. Erken 20’li yaşlarda idik ve çok etkilenmiştik. 27 Mayıs Devrimcileri “Göreli (Nispi) Temsil ve Ulusal Artık (Milli Bakiye)” seçim sistemi getirmişler, 1 oy bile telef olmaksızın temsilde adaleti sağlamışlardı. Bu sayede TİP (Türkiye İşçi Partisi) 1965 genel seçimlerinde 15 milletvekilliği kazanarak TBMM’ ye girmişti. Çetin Altan da TİP milletvekili idi ve o Meclis, 1968’e dek son derece renkli olmuştu. Altan, TBMM konuşmalarına yer veriyor, orada yedikleri dayaklaradan, gördükleri baskılardan usta kalemiyle (1978 Türk Dil Kurumu ödülü sahibidir) söz ediyordu. Gözünün birinde önemli görme yetisi azalması olmuştu Demirel’in AP’li vekillerinin saldırısı ile.. Dokunulmazlığı kaldırılmıştı (sonra geri verildi..).

…. Başkaca yazmak istemiyoruz Çetin Altan hakkında.. Tüm olumlu devrimci – aydınlanmacı katkılarını şükranla karşılıyoruz.. Tosuncuklarına gelince.. onmaz Atatürk düşmanlığı tutum ve davranışları midemizi bulandırıyor.. Hele küçüğünün “..bir kadın memesine vatanı satarım..” sözleri.. Çetin Altan “dönmese” idi, 2 oğlu böyle mi yetişirdi acaba??

Sevgi ve saygı ile.
25 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Tüm türkülerim kaptan yoldaş – oğlum Baran için

Dostlar,

Yakın akrabamız saz sanatçısı – ozan – türkücü – savaşımcı eğilmeyen aydın
Sevgili Rahmi Saltuk’tan kısaca söz edelim hoşgörünüzle..

Çoook bedek ödeyen ama ödün vermeyeni bükğlmeyen devrimci sanatçı..

İzmir’de 9 Ekim 2013 günü Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda dinleyicileri ile buluşacak. Geçtiğimiz yıl 21 yaşındaki oğlu Baran’ı çoook acı biçimde yitirdi.. Yeni yeni kendine geliyor..

Teşekkürler Sevgili Rahmi, sesine ve sözüne sağlık..
Her şey gönlünce olsun..
Lütfen acını bal eyle ve sanat yaşamını üreterek sürdür..
Sesini de, sazını da cemalini de çook özledik..

Sevgi ve saygı ile.
06.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

Tüm türkülerim kaptan yoldaş, oğlum Baran için

Rahmi_Saltuk

Rahmi SALTUK

Uzun bir aradan sonra sahnelere dönüyor Rahmi Saltuk. Şimdilik tek konserle. 9 Ekim günü İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda dinleyicileri ile buluşacağı için heyecanlı. Konserin formatı da adı gibi ilginç.
“Türküler ve Anılar” adını verdiği konserde
her türkü ile ilgili yaşanmış anılarını aktaracak.

 

GAMZE AKDEMİR

  • “Tanrı Baba”, 
  • “Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin”, 
  • “Acıyı Bal Eyledik”, 
  • “Terk Etmedi Sevdan Beni”, 
  • “Haydi Gülümse”…

Usta halk ozanı Rahmi Saltuk’un seslendirdiği, dillere düşmüş bestelerden
sadece birkaçı. Canlı bir konserde kendisinden dinlemeyeli epey bir zaman oldu.
Bu bekleyişe 9 Ekim’de, saat 21.00’de İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda vereceği konserle son verecek Saltuk. Her zaman olduğu gibi özgürlük ve demokrasi şöleni havasında geçmesi beklenen konseri “Türküler ve Anılar” başlığını taşıyor.

Rahmi Saltuk ile yeni konserini, müziğe adanmış yaşamını, seri sansürlendiği yılları, siyasetle mesafesini, sosyalizmi ve yürekten desteklediği Gezi’yi konuştuk.

– Rahmi Saltuk müziği bıraktı sananlar var, sayısı az da değil. 

– Maalesef. Kesinlikle müziği bırakmadım. Kendi isteğimle ara vermiş değilim.
Şimdi sağ, sol, herkesin bir etki alanı var. Küçültmek istemiyorum ama herkesin bir çöplüğü var açıkçası. O çöplükte horozlar var. Yani diyor ki Rahmi Saltuk, gelsin benim askerim olsun. Kimsenin askeri olmadım, olmam. Öyle gönül vermiyorum bir harekete. Ben hayatımı müziğe adadım; severek, isteyerek. Hukuk okudum ama avukatlık yapmadım. Tüm sıkıntılarına rağmen müziğin yanına bir şey koymadım. Müzik çok ciddi bir iştir. Yanına bir şey koydun mu o iş sulanmaya başlıyor. Şimdi televizyonda yoksun, basında arada bir Cumhuriyet’te haberin çıkıyor, sahnelerde de öyle çok olmayınca
yani bugünün Türkiye’sinde popüler olmayınca, bıraktın sanılıyor haliyle.

– 70 ve 80’lerde ise durum böyle değildi. 

– Popüler olmayı istemeden popüler olmuştum. 1983’te Şan Tiyatrosu’nda Egemen Bostancı ile konserlere başladığımda kuyruklar oluşurdu. Solo veriyordum konserlerimi. Anadolu’da solo konserler benle başladı. Bırakın illeri, ilçe ilçe bini aşkın konser verdim. Aynı yıl 5-6 Şubat’ta Ankara’nın ünlü, 1700 kişilik Arı Sineması’nda iki gün çıktım sahneye, ortalık yıkıldı. Biletler bir hafta önceden bitti. İzmir, Bodrum, Mersin’de biletler yine yok sattı. Mustafa Oğuz 9-10 Nisan’a Arı Sineması’nda tekrarını programladı konserin. Konserlerimde türkünün öncesinde “şimdi sıra büyük ozanımız Nâzım Hikmet’te, şimdi Ahmed Arif’te, Hasan Hüseyin’de” diye anonslarda
bulununca coşku daha da arttı, alkış kıyametti. Fakat bedelini ödettiler!

– Sansür! 

– Sansür… Önce üstü örtülü sonra açık açık. 83’te, ikinci Ankara konserinin üzerinden
üç beş gün geçmişken, Şan’dan aradılar Egemen Bostancı seninle görüşmek istiyor diye. Gittim, “Oğlum tehdit ettiler. Ya Rahmi Saltuk konserlerine son verirsin ya da salonu elinden alırız diyorlar” dedi. O anonsları geçmesem sakıncalı olmayacaktım. Zülfü yâre dokunmamış olacaktım çünkü. “Egemen abi, kızmam, darılmam, sen ticaretini yapıyorsun ben de türkülerimi böyle söylüyorum. Hadi sen salonuna kavuş
ben de seninle bu durumda ne yapalım ki çalışamayacağım” dedim.

Yasaklar hiç peşimi bırakmadı, nefes aldırmadı. 

– “Kimsenin askeri” olmamakla birlikte siyasetten göbeğinizi bütünüyle kesmediniz.

– 15 yaşında sosyalizme sempati duymaya başladım. Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulduğunda lise öğrencisi olarak sempati duyuyordum, 65’te de üye oldum.
Ama sonunda özellikle Yalçın Küçük yüzünden duruş değişince sıtkım sıyrılmaya başladı. Üst yönetimle de çok iç içe bir kişi olarak O’na her yerde karşı çıktım.
Sonra Filistin’le dayanışma geceleri yapılacaktı, 78’di sanırım. İstanbul’dakine katılamadım, bu da bir “kırılma” noktası oldu. Ankara’da sınavım vardı, hukuk fakültesini bitiriyorum. Bir grup genç geldi, ODTÜ’de de yapacağız diyerek davet ettiler. Bu arada yıllar sonra içlerinde MÜYAP Başkanı Bülent Forta’nın olduğunu da öğrendim.
90 ortalarında karşılaştık, hapisten çıkmış, “Abi, sen bize söz verdin ama gelmedin” dedi. Oysa söz verdim doğru ama gelmedim değil, gelemedim çünkü parti karşı çıktı
ve neredeyse başıma bir komiser diktiler yani. Bu önyargı da yıllar içinde sürekli
önüme çıkmıştır. İşte o bizim bilmem hangi etkinliğimize gelmemişti filan diye.
Biraz araştırsalar böyle olmadığını anlayacaklar. Sonunda bir daha hiçbir partiye
üye olmayacağıma dair kendime bir söz verdim ve partiden istifa ettim.

HADEP’in kuruluşuna beni ısrarla istediler mesela, gitseydim milletvekiliydim.

Ben sosyalist bir sanatçıyımİ;amacım sosyalist mücadeledir
.

Öyle devrimciyim, solcuyum demekle olmaz, yetmez. Evet, kimsenin askeri değilim. Şimdi yüzde yüz destek verdiğim, Türkiye’nin önüne müthiş bir ufuk açtığına inandığım Gezi Direnişi’ni böyle kullanmaya çalışanlar da var. Ben bunu yapmam.
Gezi’nin rüzgârına yamanmadım, yamanmam. Hiçbir olayın sırtına binmedim, binmem. Tüm türkülerimi geçen yıl yitirdiğim, “kaptan yoldaş oğlum Baran” için söylüyorum, söyleyeceğim.

– İzmir’deki konseriniz… Yeni bir format söz konusu değil mi?

– Evet, 9 Ekim’de saat 21.00’de Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda olacak.
Biletler Biletix’te satışta, gişe de açıldı. Format da şöyle; isminden de anlaşılacağı gibi “Türküler ve Anılar” şeklinde olacak. Özü, ağırlığı elbette türkü olmak üzere kısa anılar da paylaşacağım o türküye dair. 20 civarında türkü söylemeyi planlıyorum. Anılara da örnek verirsem; diyelim ki, “15’lere Ağıt”ı söylüyorum, bunu Deniz Gezmiş’e işgal günü şurada söylemiştim diyerek anlatacağım. “Gökte Yıldız 160” mesela, o türküye dair Behice Boran’la bir anım var onu paylaşacağım. Sonra “Altın Hızma Mülayim”,
o türküyü, meşhur, sosyalist blok daha dağılmamışken, 1973’teki Dünya Gençlik Festivali’nde Berlin’de bir İranlı klarnet sanatçısından aldım, bunun öyküsünü anlatacağım mesela. Özellikle gençlerle buluşma konusunda çok heyecanlıyım.
Genç kuşak seni tanımaz diyorlar, desinler. Gençlere güveniyorum.
Onlar bilir, beni de biliyorlardır.
(Cumhuriyet, PAZAR eki, 6.10.13)

27 Mayıs 1961 İhtilali / Devrimi 51 Yaşında!


27 Mayıs 1961 İhtilali / Devrimi 51 Yaşında!

  • “Ulusun geleceğine yalnız ve ancak ulus egemen olacaktır. Ulusu temsil eden ulusal irade ulus adına sınırlı ve belirli bir zaman için manevi kişiliğini de belirten Millet Meclisi de en sonunda ulusça yenilenmekle karşı karşıyadır. Özde olan ulustur. Egemenlik onun olduğu gibi, yönetim hakkı da onundur.”
    (1923, Eskişehir – İzmit konuşması)

         Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Dostlar
,

27 Mayıs Devrimi‘nin ülkemize en büyük armağanı, öncelikle insanlarımızın
Vatan / Millet cephesi diye acımasızca yapay düşman kamplara ayrılmasının durdurulmasıdır. Radyolardan saatler boyunca DP’nin kurduğu bu “Cephe”ye katılan yurttaşların adları sayılmıştır.

Ayrıca ekonomik olarak DP iktidarının bir enkaz bıraktığı da belgelidir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 14 Mayıs 1950 seçimini DP’nin kazanması üzerine Cumhurbaşkanlığı’nı DP Milletvekili M. Celal Bayar’a devrederken bıraktığı yaklaşık ikiyüz ton altın, Hazine eliyle teslim alınmıştır. Menderes, kötü ekonomi yönetimi ile ülkemizi tarihinin en ağır ve en yüz kızartıcı akçal (mali) bunalımına sürüklemiştir.

Temmuz 1958’de dış borç taksitini ödeyemeyince, beş yüz milyon doları aşan yeni “destek” (borç!) için Hazine’deki altın rezervleri Londra Merkez Bankası’na götürülerek rehin verilmiştir. Bu altın kolilerini, Türk Hava Kuvvetleri subayları, yüklerinin ne olduğunu bilmeden taşımışlardır. Halen yaşamda olan 90 yaşlarına yakın Em. Hv. Plt. Kr. Alb. Hüseyin Avni Güler’in anlatımlarının ses kayıtları arşivimizdedir.

Bunlara ek, IMF, DP’nin 500 milyon dolara yaklaşan borçlarının konsolidasyonu
(bir süre ötelenerek yeniden yapılandırılması, taksitlendirilmesi) için çok yüksek oranlı devalüasyon dayatmıştır. 2.80 TL olan 1 $, 9.025 TL’ye yükseltilerek paramız % 322 oranında değersizleştirilmiştir. DP İktidarı bu politikaları ile her mahallede
1 yandaş milyoner yaratma saçmalığı içinde olmuş, akıl dışı sömürgen ekonomi politikaları ile ülkemizi iflasa sürükleyerek ulusal onurumuzu ayaklar altına düşürmüştür. Mali faturayı gene yoksul halk kitleleri daha da yoksullaşarak ödemiştir. Gelir dağılımı iyice adaletsizleşmiştir.

27 Mayıs Devrimi’nin insanımıza en güzel armağanı ise 1961 Anayasasıdır.

Bu Anayasa, dünya genelinde en ilerici ve demokrat anayasalardan biridir.

Ülkemiz hızlı bir özgürleşme sürecine bu anayasal iklimle girmiştir.
Nitekim 12 Mart 1971 darbesinin gerekçelerinden biri, Muhtıra’ya imza koyan
dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç‘a göre,

  • “..bu anayasanın ülkemize bol gediği..
    sosyal ve politik uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı..” yönündedir. 

Bu anayasa Türk siyasal sistemine çok ciddi kurumlar ve araçlar kazandırmıştır :

– Anayasa Mahkemesi,
– Cumhuriyet Senatosu (Çift Meclis),
– Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),
– Yüksek Hakimler Kurulu,
– Kredi ve Yurtlar Kurumu,
– Devlet Personel Dairesi,
– Basın İlan Kurumu,
– Türk Standartları Enstitüsü (TSE),
– Milli Güvenlik Kurulu (MGK),
– Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)..

gibi yeni kurumlar ülkeye kazandırılmıştır.

Bunların dışında;

– sosyal devlet,
– sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı,
– yargı bağımsızlığı,
– sosyal güvenlik hakkı,
– üniversite özerkliği
(1750 sayılı yasa ile 1945’lerin 4936 sayılı yasası daha da ileri taşınarak),
– radyo ve televizyon bağımsızlığı,
– basın-fikir işçileri yasası,
– idarenin tüm işlemlerine yargı denetimi yolunun açılması,
– seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri yasası,
– seçimlerde yargıç güvencesi,
– ilköğretim ve eğitim yasası,
– ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için fen liselerinin açılması,
sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi,
– gelir vergisi yasası,
ulusal artık (milli bakiye) seçim sistemi..

gibi birçok yasa çıkartılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.

Bu adil temsile dayalı seçim sistemi sayesindedir ki Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekili ile TBMM’de temsil edilme olanağı bulmuştur (1965). Daha sonra bu seçim sistemi ile büyük partiler lehine oynanarak temsilde adalet ilkesi çiğnenmiştir. İzleyen seçimlerde TİP, yakın sayıda oy almasına karşılık ancak 3 üyeyi TBMM’ye taşıyabilmiştir (1968).

  • 1961 Anayasası, hukuk dışına çıkan bir iktidara karşı Türk halkının
    meşru direnme hakkını kullanarak hükümeti görevden aldığını vurgulayarak başlamaktadır.

İlk 2 maddesini 1924 Anayasasından aynen almıştır. Cumhuriyetimizin 6 temel niteliğini 3. maddesinde saymaktadır. Bunlardan ilki “İnsan haklarına DAYALI” olmaktır.
Öbür 5 nitem (sıfat) 82 Anayasasında aynen yinelenmiş, ilk özellikte ise “dayalı” yerine “saygılı” sözcüğü almıştır.

Ulusal Kahraman Yüce Atatürk‘ün en yakın dava ve silah arkadaşı, önceki Cumhurbaşkanı, çok partili yaşama geçerek iktidarını altın tepsi içinde DP’ye sunan İsmet İnönü‘ye yapılan fiziksel saldırılarda DP’nin açık tahrikleri, çanak tutuşu ile
Aziz İnönü‘nün ölümden dönmesi, kafasının taşla kırılması (Kayseri, İstanbul Topkapı ve Uşak saldırıları) adı “Demokrat” olan bir partiye yaraşır mı? İnönü’nün,
TBMM’deki CHP grubu için savcı-yargıç yetkisiyle donatılmış 15 DP Milletvekilinden
Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kapatmaya yeltenmesi nasıl açıklanabilir?
İşte bardağı taşıran Nisan 1960’taki bu aymazlık üzerine aziz İnönü;

– Artık sizi ben bile kurtaramam.. uyarısını yapmış fakat ne yazık ki
gene bir işe yaramamıştır..

1932’den beri Türkçe okunan Ezan’ın, iktidar oluşu (14 Mayıs 1950) izleyen
Haziran 1950’de yeniden Arapça’ya döndürülmesi de DP iktidarının karnesinde yazılı ne yazık ki…

İstanbul Üniversitesi’nde, DP’nin açıkça despotlaşan tutumunu protesto eden gençlerden Turan Emeksiz‘in polis kurşunu ile öldürülmesi,
İstanbul Üniversitesi Rektörü, engin hukuk bilgini Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın yerlerde sürüklenmesinin bağışlanacak yanı var mıdır?

Nihayet, Menderes hükümeti, 6-7 Eylül 1955 olaylarında Rum kökenli yurttaşlarımıza yönelik vahşetin de sorumlusudur ve biz tüm bunlardan,
hâlâ çok utanmaktayız.

Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı
Fatin Rüştü Zorlu’nun her şeye karşın idam edilmemesi yerinde olurdu.

MBK’da (Milli Birlik Komitesi) idamı engelleyecek çoğunluk, ne yazık ki 3 oyla kaçırılmıştır. Yassıada Mahkemesi’nin başkanının belirttiği, yargılamanın
idamla sonlanmasının istendiği itirafı ve adil yargılama yapılmayışı,
infazın kendisi ve biçimi bakımından da acı duyuyor, hala utanıyoruz.

Keşke Alb .Talat Aydemir, Bnb. Fethi Gürcan da asılmasalardı.. (1962-3)

Keşke, 12 Mart 1972 darbecileri marifetiyle TBMM’de “3’e 3 intikam!” naraları ile
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Aslan da 1 tek kişinin canına kıymamış fidanlarımız olarak yaşamlarının baharında darağacına yollanmasalardı!

Ve de keşke 12 Eylül yönetimi 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyüterek
idam cezasını infaz etmese idi..

Uğur Mumcu konuya ilişkin bir yazısını şöyle bağlıyor:

 “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız.
Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

Görüldüğü gibi tarih hiçbir şeyi unutmamaktadır. Her şey kaydedilmektedir.
Onu çarpıtarak tek yanlı mağdur edebiyatı ile bir yerlere varma olanağı yoktur. İnsanların ülke yönetiminde kişisel hırslarını mutlaka dizginlemesi ve
emeğin hukukunun (egemenlerin değil!) üstünlüğüne mutlak bağlı kalmaları beklenir.

Başta “Cemal Aga” nam Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olmak üzere;
27 Mayıs 1961 Devrimi’ni ve kazanımlarını Ulusumuza armağan eden
Türk Ordusu’nun genç Harbiyelilerini şükranla selamlıyoruz.

Büyük ATATÜRK gene yolumuzu aydınlatıyor :

* “Özgür olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır.
Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.”

12 Eylül 1980 yönetiminin kutlanmasını kaldırdığı

HÜRRİYET ve ANAYASA BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Sevgi ve saygı ile.
27.5.12, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net