Etiket arşivi: Türk-İslam Sentezi

Laikliği savunma hattındaki manzarayı net görelim

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr

Haber Cumhuriyet Ankara Bürosu’ndan…

“Nur Cemaati bağlantılı Suffa Vakfı’nın müfredatına ‘Said Nursi’ kitaplarını koymasının ardından, aynı vakfın kız çocuklarına da Hayrunnisa Hanım Eğitim Merkezi’nde ‘özel eğitim’ verdiği belirlendi. Karma eğitimi hedef alan merkez, tanıtım bilgilendirmesinde kız çocuklarının ‘İslami bir ortamda eğitim alacağını, toplum ile iç içe olmayıp yatılı okuyacaklarını ve ayda bir ev izni kullanacakları’ bir eğitim göreceklerini belirtiyor.

Merkezin, tanıtım açıklamasında ‘Erkekler ve kızları bir arada tutmak, onların içinde bulunan olumsuz duyguların açığa çıkmasına neden olur’ ifadesi yer alıyor.”

Türkiye’deki siyasal kaosun (karmaşanın) ve günlük yaşamın sorunlarının içinde yitip  giden bu tür haberler, eğitimin hızla gericiliğe teslim edilişinin belgeleri.

GERİCİLİĞE KARŞI SİYASAL PARTİLER NE YAPIYOR?

CHP’nin laikliği savunmayı epeydir rafa kaldırdığı malum. Ancak toplumda büyük tepki çeken bir olay olursa, birisi beyanat (demeç) veriyor ve konu kapanıyor. Bu arada medrese sistemini hortlatan Diyanet Akademisi Yasası gibi tekliflere destek verip Tekke ve zaviyeleri kaldıran yasa kadük oldu” diyen milletvekilleri de çıkıyor.

İYİ Parti, görünüşte Cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenmiş gibi yapsa da Meral Akşener’in Necip Fazıl Kısakürek’i saygıyla andığı, Grup Başkanvekili Erhan Usta’nın İsmailağa Cemaati’nin kadın düşmanı şeyhi hakkında, “Ömrünü İslama adamış” diyerek övgüde bulunduğu bir parti.

Ali Babacan’ın DEVA Partisi ile Ahmet Davutoğlu’nun liderlik ettiği Gelecek Partisi, her ne kadar “demokrasi” vaat etseler de siyasal İslamcı yaklaşımlarını birçok kez ortaya koymuş, tarikatlar ve cemaatlerle dirsek teması içinde olan partiler. “İyi tarikatlar vardır” diyen Temel Karamollaoğlu’nun Saadet Partisi de laikliğe karşı söz ve tavırlarıyla onlarla aynı çizgide. Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal ise Said Nursi övgüleri medyaya yansımış bir politikacı.

Gerici ve Cumhuriyet düşmanı Şeyh Saitten “büyük bir Kürt âlimi” olarak söz eden, Cumhuriyet düşmanı ve Atatürk’“deccal” diyen Said Nursi’yi etkinliklerinde anan HDP’nin ve onun devamı olan Yeşil Sol’un laiklik konusundaki tutumu da ortada. İşlerine gelince “laiklik” deseler de pragmatik yaklaşımlarla etnik kimlik ve inançlara özgürlük çerçevesinde liberal siyaset çizgisi ile buluşuyorlar.

Millet İttifakı’nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni gibi Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kuruluş bildirisinde de laiklik mücadelesine hiç yer verilmemesi, bu ittifakların Türkiye’nin en önemli sorunu olan dinci gericiliğe karşı teslimiyetlerini ortaya koyuyor.

Zafer Partisi ne durumda derseniz? Bugün “laikliği milli birliğin siyasal güvencesi” olarak gördüğünü söyleyen Ümit Özdağ’ın, 2006’da Vakit gazetesine verdiği bir röportajdaki görüşlerini açıklaması gerekir. Şöyle demiş orada:

  • “MHP’nin mevcut yönetimi uzun zamandan bu yana Türk-İslam anlayışını terk etmiş, laiklik konusunda CHP’nin laiklik yaklaşımına benzer bir duruş sergilemeye başlamıştır. Bunu tabanın benimsemesi söz konusu olamaz ve benimsememektedir. Zamanında Türkeş tarafından Ülkü Ocakları’nda İslam eğitimine çok önem verilirdi; şimdiki MHP yönetimi bunu yapmamaktadır.”

Türk-İslam sentezi, Cumhuriyet Devrimi’nin getirdiği laiklik anlayışının antitezidir; laiklik karşıtlığı üzerinden İslamcılığın pompalanmasının da aracıdır.

PES ETMEYECEĞİZ, DİRENECEĞİZ!

Türkiye İşçi Partisi, Erkan Baş’ın ağzından “laikliğin TİP için bir kırmızı çizgi” olduğunu ifade eden ve bu konudaki ciddiyetini ortaya koyan bir parti. Ancak Emek ve Özgürlük İttifakı ile kurdukları ittifak yüzünden bu durum sorgulanmaya açık bir hale geldi.

  • Tarikat ve cemaatlerle kol kola girenlerle demokrasi savunulamaz. 

Bugün laiklik mücadelesini temel politikalarından biri olarak benimseyen partiler arasında Sosyalist Güç Birliği’nde yer alan partiler; Halkın Kurtuluş Partisi, Memleket Partisi, Yenilik Partisi var ama hiçbirinin TBMM’de temsilcisi yok. Ama zaten TBMM’deki çalışmaların tümüyle iktidarın güdümünde ilerlediğini yıllardır yaşayarak gördük.

  • Demek ki laiklik mücadelesi, Meclis dışındaki siyasal partilerin ve
    demokratik toplum örgütlerinin çabasıyla verilecek.

Cumhuriyetin 100. yılında, onun temel ilkelerinden biri olan laikliği savunma hattındaki durum budur. 

Pes etmek, teslim olmak yok!


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

KARAMSARLIĞA PAYDOS !!! DEMOKRASİYE SAHİP ÇIKMAK SİYASAL, HUKUKSAL ve AHLAKSAL ZORUNLULUK OLMUŞTUR

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Eğer demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinde, özgürlük, adalet ve ekonomik refah (gönenç) içinde, hukukun üstünlüğü ve anayasa güvencesinde, kendi alt kimliğinle ve ötekileştirilmeden, sevgi, barış, huzur, kardeşlik duyguları, vatan, bayrak ve laik cumhuriyet sevgisi ile dolu olarak yaşamak ve yaşatmak istiyorsan:

  • KORKMA, UMUTSUZ OLMA VE DEMOKRATİK SİYASAL MÜCADELENDEN ASLA VAZGEÇME.
    2. TUR CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ İÇİN KENDİNE DÜŞENİ YAP. MUTLAKA SANDIĞA KOŞ VE MİLLET İTTİFAKINA OY VER.

Gerçek Atatürkçülerin, korkma, yılma, vazgeçme, sinme, siyasi mücadeleyi bırakma,  umutsuzluk, karamsarlık ve güvensizliğe düşme hakları yoktur.

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi‘ni bir daha dikkatlice, doğru anlayarak tekrar ve tekrar okuyun. Muhtaç olduğun cesaret ve kuvveti kendi özünde, benliğinde ve vicdanında mutlaka bulacaksın.

Hiçbir yarışçı, yitirmek için yarışa girmez.
Tersine, gücünü ve aklını son limitine (sınırına) kadar (dek) kullanıp o yarışı kazanmaya çalışır.

Demokratik siyasal yarışlar da öyledir…
***
Bir anımsatma                               :

Türk-İslam sentezi demek, laikliğe aykırı olarak, Dini ırk ve miliyetçlik sosu ile soslayıp devlet yönetimine taşımak demek.

  • Cumhur ittifakı paydaşları Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olan karşı devrim ittifakıdır.

Eğitim sistemimiz akıl, bilim ve özgürlük yerine, ezberciliğe dayanan, a’dan z’ye dogmatikleştirilmiştir.

Öğrenciler papağan gibidir. Düşüneni cezalandıran, yalnızca dogmatik söylenenleri tekrarlayan  (yineleyen) robot bireyler makbul…

Bir anımsatma daha                             :

Türkiye’deki eğitim sistemi, Atatürkçülüğün, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletini yerleştirmek ve pekiştirmek için devrimciliğin ideolojik aygıtı olmaktan çıktı.

Tamamıyla (tümüyle) karşı devrimlilerin dogmatik ideoloji aygıtına dönüştü…

Bunun son ve en etkin mimarları da Cumhur İttifakı‘nın bileşenleridir.

12 EYLÜL 1980 FAŞİST DARBESİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
12 Eylül 2021

Bundan tam 41 yıl önce yapılmış olan 12 Eylül 1980 faşist darbesi yapıldığı zaman evli, üç çocuk babası, doktoralı, doçentlik tezi hazırlamakta olan 36 yaşında bir akademisyendim. Bu darbenin yarattığı baskı ve zulümleri iliklerime dek duyumsayarak, siyasal açıdan da en ağır suçlarla suçlanarak ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanarak yaşadım. Benim yaşamak zorunda kaldığım bu baskı ve zulümler yüzbinlerce aydınımızın yazgısı oldu. Bu aydınların sağcı-solcu denilmeden, bir bölümü korkunç işkencelerden geçti ve boş yere hapis yattı. Bazıları idam edildi ya da gözaltında kayboldu. Bir kısmı işinden ve aşından yoksun bırakılarak açlığa tutsak edildi. Yaklaşık 70.000 dolayında aydın ve sanatçımız ise, canını kurtarmak için, başta Almanya olmak üzere Batı ülkelerine kaçmak zorunda kaldı…

Peki 12 Eylül 1980 faşist darbesine nasıl gelindi?

Konuyu, biri dışarda ve biri de içeride olmak üzere iki ana nedene ayırmak gerekir.

A – Dış Nedenler

İkinci Dünya Paylaşım Savaşından sonra, istisnalar (ayrıklar) dışında, dünya Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile o zamanki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında bir rejim ve güç savaşı alanına döndü. ABD, her ne pahasına olursa olsun, SSCB’ni geriletmek kapitalist – emperyalist serbest piyasa sistemini koruyup genişletmek, yeni mevzi ve müttefikler kazanmak istiyordu. SSCB ise o dönemin kendi rejimi olan pre-komünist – sosyalist, üretim mallarında özel mülkiyeti yasaklayan, Marksist, kurgusal Merkezi Planlı ekonomik sistemini ve siyasal rejimini yaymak ve ideolojisini dünyaya kabul ettirmek niyetindeydi…

Bu iki birbirine zıt, farklı kutuplardaki devletler arasında başlayan “Soğuk Savaş” stratejileri başka ülkeleri de etkilemeye başladı. Her iki tarafın temel silahları ise yeraltı, örtülü ajanlık faaliyetler, askeri, siyasal, ekonomik, kültürel, sanatsal… alanlardaki çok geniş yelpazeli propaganda (beyin yıkama) faaliyetleriydi. Her iki tarafın temel amacı da aynıydı; Başka ülkelerdeki kamuoyunu kendi lehine çevirmek ve siyasa iktidarı kendi yanına çekmek… dünyaya egemen olmak.

B – İç Nedenler

Türkiye de bu 2 süper güç arasındaki küresel yıkıcı rekabet ve gelişmelerden oldukça geniş boyutlarda etkilendi. Büyük ve giderilmesi olanaksız acılar ve katlanılması devasa boyutlarda olan ekonomik, sosyal, kültürel, ailesel ve bireysel sorunlar yaşadı. İhtilalden önce siyasiler, sendikalar, üniversiteler, basın, sivil toplum örgütleri, halk sağcı ve solcu olarak iki ana kampa ayrıldı. Karşılıklı olarak kurtarılmış(!) bölgeler, şehirler, mahalleler ve kurtarılmış(!) kamu kurumları oluştu. Yine karşılıklı düşmanlaşma, vuruşma ve öldürmeler yaygınlaştı. Halkın can ve mal güvenliği yok oldu. Günlük olarak ortalama cinayet sayısı 25-30 kişiye ulaştı. Siyasiler cephelere ayrıldı ve kendilerince taraf oldular.

Türkiye’deki rejim NATO ve Avrupa Birliği bağlantıları nedeniyle Batı ve ABD yanlısıydı. ABD açısından Türkiye, SSCB’ne karşı yaşamsal önemde stratejik bir ülkeydi. Batı kampındaki ülkelerin yaşamsal güvencesi olarak, mutlaka ABD ve Batı yanlısı kalması gerekiyordu. Bu nedenle SSCB ne karşı komünizm karşıtlığı beyin yıkama faaliyetleri çok önemliydi.

Komünistler dine karşıydı, öyleyse dinciliğin en geniş boyutlarda desteklenmesi gerekiyordu. Komünistler ırkçılık ve milliyetçiliğe karşıydı, öyleyse ırkçılık ve milliyetçilik de körüklenmeliydi. Komünizm aile yapısına karşıydı(!) ve serbest cinselliği savunuyordu (!) Bu durum aile ve ahlak yapımızın yıkımı (!) demekti. Hatta halk arasındaki düşmanlığı körükleyebilmek için, bu dinci ve milliyetçi 2 ideoloji birleştirilerek “Türk- İslam Sentezi” oluşturuldu. Dinci ve milliyetçi partiler desteklenerek anti-komünist cephe genişletildi. Bu arada Atatürkçü aydınlar da sol kesime dahil edildi ve SSCB yanlısı olarak yaftalandı… Herkes aşırı uçlara savruldu. Artık dış destekli fitneler yeterince mayalanmış ve kıvam kazanmıştı.

Sonuçta ihtilal vaktinin geldiği kanısına varılarak 12 Eylül 1980 günü Kenan Evren başkanlığındaki ABD destekli askeri cunta anayasal düzeni askıya alarak yönetime el koydu. Ancak 13 Eylül 1980 günü yani ihtilalden bir gün sonra, ülkedeki her türlü terörist ve karşılıklı vuruşma faaliyetleri bıçak gibi kesildi. Onun yerine uzun soluklu sayılacak bir basķı, zülüm, işkence ve kıyım furyası başladı….

Peki sonra neler mi oldu?

-Anayasal düzen askıya alındı. Cunta bildirileri anayasal hükümler yerine geçti
– Tüm siyasal partiler kapatıldı, parti başkanları tutuklandı.
– Tüm sendikalar, dernekler, her türlü sivil toplum örgütleri kapatıldı. Çoğu sendika lideri tutuklandı. Sendika mallarına el kondu.
– Üniversitelerde ihbarlar ve sürek avı başlatıldı. Yüzlerce akademisyenin görevine son verildi. Bir bölümü tutuklandı ve yargılandı.
– Türkiye’nin karma ekonomik sistemi, yerini serbest pazar ekonomisine bıraktı..
– Siyasal sistemdeki laiklik rotası aşındırıldı. Yeni anayasaya zorunlu din dersleri kondu.
– Anayasadaki sosyal devlet politikası kağıt üzerinde kaldı…
-………

Kıssadan hisse                              :

Bu kısa ancak acı 12 Eylül 1980 ihtilal geçmişimizi belli yaşta olanlara anımsatmak, yeni kuşaklara ise bilgi vermek ve üzerinde düşünmelerini sağlamak için yazdım. Siyasal, ekonomik, dinsel, etnik, kültürel (ekinsel), sanatsal ve bölgesel her türlü ayrışma, bölünme, yarılma ve düşmanlaştırmalara varan politikalar devlete ve ulusal birliğimize zarar ve hatta ihanet olarak algılanmalıdır. Yurttaşların eşitliğine, hukukun üstünlüğüne, çoğulcu ve doğru içselleştirilmiş parlamenter demokrasiye, tüm bunların güvencesi olarak da yine gerçek rotasından saptırılmayan laiklik ilkesine sımsıkı sarılmak, ortak aklı, ortak çıkarları ve ortak sorunları, kamu yararına, akılcı ve bilimsel yöntemlerle çözmek gerekiyor.

  • Ayrıştırıcı, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı yaklaşımlardan uzak durmak gereklidir.

Askeri, sivil, dinsel… her türlü darbelere karşı olmak, birlikte, dostça, sevgi barış, huzur ve adalet içinde kalmak en doğru yoldur.

  • Umudumuz gerçek aydınlarımızın ve halkımızın sağduyulu ve aydınlanmış bilincidir.

Demokrasilerde çareler ve umutlar tükenmez. Yeter ki demokrasi tükenmesin.

Türkiye 15 Temmuz’la hesaplaşamadı

Mehmet Ali GüllerMehmet Ali Güller

 

(AS: Bizim “10 Maddede 15 Temmuz Kumpası” irdelememiz yazının altındadır.)

ABD destekli FETÖ’cü 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin üzerinden beş yıl geçti. Darbe girişimini “Allah’ın lütfu” gören iktidar, bu sürecin ilk bölümünde ülkeyi OHAL yetkileriyle yönetti. Sonrasında iktidar, 15 Temmuz’un konjonktüründen yararlanarak Türkiye’de hükümet sistemini değiştirdi. Parlamenter sistem yıkıldı, yerine “Türk tipi başkanlık sistemi” getirildi. Böylece 2016-2018 yılları arasında uygulanan OHAL yönetimi, güncellenerek tek adam rejimine dönüştürüldü. Ancak bu bile Erdoğan’a yetmiyor!

Erdoğan’ın üç hamlesi

Yetmiyor, çünkü 2023 seçimi ya da olası bir erken seçimde Erdoğan’ın iktidarını sürdüremeyeceğine dair işaretler gittikçe çoğalıyor; ekonomik ve siyasi işaretler, rejimin ortalığa saçılan mafyokratik ilişkileri, hatta gençlerin ve kadınların sosyokültürel itirazları…

Erdoğan bu nedenle “tek adam rejimi”nin üzerine, yeniden OHAL yetkileri eklemek istiyor. İşte TBMM’ye torba yasayla gelen OHAL kullanma yetkisi talebi bu nedenledir.

1) Erdoğan’ın iktidarını sürdürebilmek adına attığı adımlar, sadece sopalı seçim süreci için OHAL yetkisi istemekten ibaret değil.

2) Afganistan’da Mehmetçiğe görev verilmeye çalışılması, Erdoğan’ın iktidarını koruyabilmek için ihtiyacı olan Batı’dan “olası” siyasi ve ekonomik desteğin bedelidir.

3) 10 Temmuz günü Diyarbakır’da “Samimiyetle başlattığımız süreci provoke ettiler. Evet, çözüm sürecini biz başlattık ama sonlandıran biz olmadık” diyen Erdoğan, Kürt oyları için yeni bir hamle peşinde. Kuşkusuz “bitirmedik” dedikleri açılımı, kaldığı yerden başlatma şansları yok. Ancak Saray, bir süredir, HDP’nin oylarının bir bölümünü alabilecek bazı modeller üzerinde çalışıyor.

15 Temmuz, 1946’da başladı

  • AKP iktidarı, eski ortağı FETÖ’nün darbe girişimiyle “belli ölçülerde” hesaplaştı ama Türkiye hâlâ birincisi ABD’nin 15 Temmuz’daki rolüyle, ikincisi de AKP-FETÖ ortaklığıyla hesaplaşamadı. 

Bu iki konu, aslında birbirinin bütünleyenidir ve Türkiye’nin önündeki temel sorundur. Çünkü bu hesaplaşma, Türkiye’nin 1946 yılından itibaren başlayan dönüşümüyle topyekûn hesaplaşmaktır. Türkiye’nin Atlantik kampına dahil edilmesiyle ortaya şu temel sorunlar/sonuçlar çıktı:

– Sola ve komünizme karşı mücadele için dincilik desteklendi (İmam hatiplerin, tarikat ve cemaatlerin önü açıldı. FETÖ’cülüğün başladığı yer Komünizmle Mücadele Dernekleridir).

– Antiemperyalist Türk milliyetçiliği, NATO Türkçülüğüne dönüştü.

Kemalist devrime karşıdarbe yapıldıAtatürk sembollerde kaldı ama devrimci programı adım adım tasfiye edildi.

– Amerikancı darbelerle emperyalizmin “Yeşil Kuşak” stratejisine uygun Türk-İslam sentezi inşa edildi. Devlet, bu ideolojiye göre yukarıdan aşağıya kurumları ve toplumu dönüştürdü.

– Türkiye, ABD’nin neoliberal serbest piyasa ekonomisine eklemlendi.

Özetle                          :

  • 15 Temmuz süreci, 1946’daki dönüşümle başladı.
  • ABD Gladyosu’nun operasyon eli FETÖ; Menderes döneminde tohumlandı,
  • Demirel iktidarlarında doğdu ve yürüdü,
  • 12 Eylül sürecinde koştu ve
  • Erdoğan’la ortaklığında “iktidar ve devlet” oldu!

Türkiye, AKP-FETÖ ortaklığıyla hesaplaşacak

“Yakın yarına” bakılınca, kuşkusuz önümüzde sıkıntılı hamle ve gelişmeler duruyor ancak “geniş yarına” bakınca, önümüz aydınlık:

1) Erdoğan’ın aldığı önlemler, iktidarı kaybetmesini önleyemeyecek. 
2) Türkiye, er geç AKP-FETÖ ortaklığıyla ve ABD’nin 15 Temmuz’daki rolüyle hesaplaşacak.
3) Türkiye, yeni bir dünya kurulurken, oradaki yerini alacak. Komşularla düşmanlığın yerine, kolektif güvenlik anlayışı ile geliştirilen barış kuşakları oluşturulacak.
4) Türkiye, siyasal bağımsızlığının esas teminatı olan ekonomik bağımsızlığı için, borcu borçla çevirme döngüsünden çıkacak ve üreten bir ekonomi modeli uygulayacak.
===================================
Dostlar,

10 Maddede 15 Temmuz Kumpası

1. AKP = RTE iktidarı, ABD destekli – kurgusu FETÖ darbe girişimini
önceden haber al – mış – tır! MİT öğleden önce öğrenmiş ve bilgi vermiştir.
2. Karşı önlemlerini alan AKP = RTE iktidarı, resti görmüştür.
3. ABD destekli – kurgusu FETÖ darbe girişiminin “ŞAH MAT” hedefi o gece püskürtülmüştür.
4. Bu kanlı “başarıda” AKP = RTE iktidarının aldığı önlemelere ek, saldırıyı kavrayan Kemalist – Yurtsever güçlerin direnmesi başat belirleyici olmuştur.
5. AKP = RTE iktidarının silahlandırdığı para-militer güçler o gece doğrudan Erdoğan tarafından sokağa çağrılmıştır ki bu darbelerde genel kural olan “halkın evde kalması” istemlerinin tam tersi olup hazırlığa dayalıdır.
6. 250+ insanın ölmesi ve çok daha fazla yaralının sorumlusu doğrudan AKP = RTE iktidarıdır. Şehit ve gazilerin istismarı utanç vericidir.
7. AKP = RTE iktidarı yaşamının kumarını oynamış ve bedeli olarak da Türkiye’ye 2+ yıl OHAL’i dayatmış, o koşullarda hileli olarak anayasayı ve rejimi değiştirmiştir. “Bu darbe bize Allah’ın lütfu” sözleri AKP = RTE iktidarının apaçık kendini elevermesidir.
8. Türkiye’de 200 yıla yaklaşan demokratikleşme süreci askıya alınmış; dinci – gerici karşı devrim ülkeye yaşamın her alanında şiddetle dayatılmıştır.
9. Ancak 20 yıllık tek başına iktidar ve mutlak sultanlık yetkileri de Türkiye’nin aydınlık birikimini tümüyle teslim alamamış ve çökertememiştir.
10. Giderek despotlaşan her politik lider – rejim gibi; AKP = RTE de şimdi tümüyle irrasyonel, ilkel bir refleksle “daha da fazlasını” istemeye başlamıştır.

Ne var ki, buraya dek Aziz Lordum, tarihin sonlu kredisi buraya dek!

Hala akıllanmazsanız, hiç ama hiiiç kuşkunuz olmasın, en ağır bedeli sizler ödersiniz.

Yakın tarih öylesine ibret verici örnekler içeriyor ki; biz somutlamayalım, siz yüzleşin!


Sevgi, saygı ve kaygı ile. 15 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

TÜRKİYE’DE FAŞİZMİN AYAK SESLERİ

TÜRKİYE’DE FAŞİZMİN AYAK SESLERİ

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com 

Türkiye’nin geleceği sürprizlere gebedir. İleride ülkemizi nelerin beklediğini kestirmek kolay değildir çünkü Türkiye dünyanın siyasi fay hattı üzerindedir.

Bugünkü verilerden hareket eden biri için Türkiye’yi uzak olmayan bir gelecekte faşist bir rejimin beklediğini görmesi gerekir.

Kuşkusuz bunu adı “faşizm” olmayacaktır. Çünkü faşizm, yarattığı feci yıkımlardan ötürü artık günümüz faşistleri tarafından bile açıkça savunulamıyor. Ancak öyle bir yönetimin heveslileri vardır ve bunlar Türkiye’de gitgide mesafe (AS: yol) alıyorlar.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Faşizm, dünyada ırkçılığı ile tanınır. Fakat Türkiye’de faşizm tek başına ırkçılıkla temsil edilemez. Türkiye’deki faşizm hem ırkçı, hem dinci olacak gibi görünüyor. Temelleri Kenan Evren’in attığı Türk-İslam sentezini kullanılacak gibi görünüyor. Hedef, seçkin bir kesimin ulusal varlıklara tamamen (AS: tümüyle) el koyması, buna muhalefet eden halk kesimlerini baskılayarak iktidarı sürekli kılmaktır.

Ayak sesleri duyulan bu felaketin bir sürü emaresi (AS: belirtisi) var. Siyasilerin ve gazetecilerin örgütlü bir şebeke tarafından fiziksel saldırıya uğramaları son belirtilerdir. Fakat daha önceki yıllara dayanan hazırlıklar da var. “Sivil savunma” adı altında kurulan bir şirket, suikast ve kontrgerilla eğitimi veriyor. Mafya unsurları, bazı kişiler için açık tehditlerde bulunuyor. Kılıçdaroğlu’na Çubuk’ta yapılan linç girişimi gibi pervasız saldırıların benzerleri kapıda bekliyor.

Türkiye’nin üzerine giydirilecek faşizm gömleğinin iki ayağından biri siyasi iktidar tarafından, yasaklamalarla, hapisliklerle, fasılasız olarak her gün yapılan düşmanlaştırma ve ötekileştirme ile inşa edilirken bunun yanında gene iktidarın kanatları altında sivil zorba bir gücün günü geldiğinde harekete geçeceği anlaşılıyor.

Şimdiden kitlelerin önemli bir kesimi korkutulmuş ve sindirilmiştir. Muhalif gazeteciler ve sosyal medya kullanıcıları, klavyenin başında cümle kurarken birkaç kez yutkunmaktadır.

KULLANDIĞI GEREKÇELER

Türkiye faşizminin bütün toplumu nefessiz bırakırken kullanacağı gerekçe adım adım topluma şırınga ediliyor. Bu gerekçelerden biri vatan bütünlüğünün tehlikede olduğu, dış mihrakların Türkiye’yi zayıf düşürmek ve parçalamak için elbirliği ile çalıştığıdır. İçerdeki “hainlerin” de söylemleriyle bu düşmana hizmet ettiğidir. Onlara göre bütün toplum ikiye ayrılmıştır. Bir yanda milletin bekası için uğraşan vatanseverler, diğer yanda ise terörist veya teröre destek veren hainler… Faşizm heveslilerine göre millî birliği sağlamak için “demokrasi” denen silahın etkisiz hale getirilmesi ve bütün ülkede sıkı bir yönetim uygulanması gerekir. Muhalefet bloğu, mutlaka parçalanmalı, muhalif partiler tümüyle etkisiz duruma getirilmeli ve bir bölümü kapatılmalı, bir bölümü ise ağır suçlamalar karşısında nefes alamaz hale getirilmelidir.

Faşizmin yasalara bağlılık gibi bir derdi yoktur. Her türlü yalan ve komplo, iktidarı elde tutmak için mubahtır. İktidarda kalmak için yasaları ve seçim yöntemlerini sürekli değiştirmek, seçimleri ertelemek ve seçim sonuçlarını meşru saymamak bunlar arasındadır.

BATININ TUTUMU

Türkiye’de diktatörlükler, eskiden emperyalist güçler tarafından Ordu devreye sokularak planlanır ve desteklenirdi. Fakat bu kez diktatörlüğün Batılı ülkeler tarafından Ordu kullanılarak kotarılacağını söylemek doğru olmaz. Türkiye’de bir otokrat rejim heveslilerinin istedikleri rejimi bir an önce kurmalarını önleyen güçlerden biri Avrupa Birliği ülkeleridir. Türkiye’de faşist bir rejim uygulamak isteyenlerin Avrupa Birliğine girme projesinden vazgeçmeleri gerekir ki içlerinde bunu arzulayanların sayısı az değildir. ABD yöneticilerinin de bu konuda Avrupa ile birlikte hareket edeceği anlaşılıyor. Dolayısıyla Türkiye’de kurulacak faşizmin destekleri konusunda eski ezberleri değiştirmek zorunludur. Bu kez Batı, Türkiye’deki faşizmin destekleyicisi olmayacak, aksine faşizmin gerekçelerinden biri Batı’nın Türkiye yönetimine karşı olumsuz tavrı olacaktır.

MİLLETİ HAZIRLAMA ÇABASI

Türkiye’nin başına adım adım faşizmi örmeye çalışanların eskiden olduğu gibi bunu bir Ordu darbesiyle yapmalarına gerek yoktur. Yeni konseptte halkın aktif desteğine de başvurulacaktır. Bunun için bir yandan yıllardır yapıldığı gibi sosyal yardımlar adı altında kesenin ağzı açık tutulacak, öte yandan dinci söylemiyle muhafazakârların, milliyetçilik söylemiyle de aydınların bir kesimi iktidarın müttefiki olarak elde tutulacaktır.

AKP’nin ve MHP’nin Millet İttifakı, muhalefete karşı baskıcı tutumuna karşın Türkiye’de bir faşist yönetime geçilmesi için yeterli değildir. Buna hiç beklenmeyen biçimde 3. ve taze bir güç eklenmiştir. Bu Partinin aldığı oylar önemsiz olmakla birlikte, gerek kendi yayın organlarında  gerek merkezî televizyonlara çıkarılarak yaptığı propagandanın etkisine güvenilmektedir. O hareketin tek karar vericisi olan önderi, bir yandan ülkeye biçtiği elbiseyi tanımlarken, iktidar çevrelerini faşist bir yönetim için ikna etmeye çalışıyor. Son günlerde partisinden istifalarla altı daha da boşalan bu “lider”, faşizm heveslileriyle birleşmeye ve partisini buna göre yeniden biçimlendirmeye kararlı görünüyor.

  • Türkiye’de faşizmin ayak seslerini duymayan ve küçümseyenler varsa büyük bir aymazlık gösteriyorlar.

Henüz adımlarının sesini duyduğumuz bu ayak, milletin başına çıkmaya ve demir ökçesiyle milletin beynini ezmeyi başarabilir mi? Bunu halkın faşizme karşı özgürlük ve demokrasi bilincinin derecesi belirleyecektir. (Independent Türkçe, 27 Ocak 2021)

 

BİLGE İNSAN

BİLGE İNSAN 

Suay Karaman 

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ülkemizin yetiştirdiği saygın siyaset insanlarından, gerçek Atatürkçü Ali Nejat Ölçen’i, 16 Kasım 2020 tarihinde yitirdik. Özünde, sözünde değerli bir yurtsever, seçkin ve bilge insandı. Ülkemizin ve toplumun çıkarlarını büyük bir özveriyle ömrünün sonuna kadar savunan Ali Nejat Ölçen’i sevgi ve saygı ile anıyoruz, ışıklar içinde uyusun.

4 Haziran 1922 tarihinde Amasya doğan Ali Nejat Ölçen, İTÜ’den İnşaat Yüksek Mühendisi unvanıyla mezun olarak çalışma hayatına atıldı. 1960 yılında, askerlik görevini yaptığı sırada yeni kurulan olan Devlet Planlama Teşkilatı’na uzman olarak atandı. Devlet Planlama Teşkilatı’nda Tetkik ve Tahlil Şubesi Müdürü, Araştırma Dairesi Başkanlığı yaptı ve Müsteşarlık Müşavirliği görevinde bulundu. Turizm Koordinasyon Kurulu Merkez Proje Müdürü olarak görev yaptı. 1962 yılında Birleşmiş Milletler bursuyla Almanya’da Kiel Üniversitesi’ne ekonomi eğitimi için gönderildi ve Matematiksel Ekonomi ihtisasını tamamladı. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nde “Nüfus Sorunu ve Toplum Sağlığının Ekonomik Etkileri” adlı teziyle doktorasını tamamladı ve 1972 yılında Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1973-1980 yılları arasında iki dönem Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili seçilerek parlamentoda görev yaptı. 1976-1978 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekilliği görevini sürdürdü. Grup başkanvekilliği görevi sırasında daima doğrulardan yana, eğilmeyen tavrı ve yerinde çıkışlarıyla dikkatleri üzerine çekti.

8 Mart 1982 tarihinde değerli eşi Makbule Ölçen (1927-2015) ile birlikte kurdukları ‘Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı’ (ZİÇEV), binlerce özel gereksinimli çocuğa eğitim ve iyileştirme (rehabilitasyon) hizmeti sunarak, onların kapalı kapılar ardından dış çevreye açılmalarını sağlamıştır. Ülkemizin “Zihinsel Engellilik” alanında gösterdiği ilerleme, bu alanda yapılan ilklerin hepsi, yılmadan usanmadan büyük bir özveriyle çalışan Ölçen Ailesinin önderliğinde gerçekleşmiştir. Bugün 14 şubesi olan vakıfta, 1500’den fazla zihinsel yetersiz çocuk eğitim almaktadır. Bu süreç, Makbule Ölçen’in yazdığı Özürlüler Yokuşu (2005) kitabında ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.

Ali Nejat Ölçen, 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki yıllarda yazarlığa ağırlık verdi ve yazdığı sayısız makalenin yanı sıra kitapları da ilgiyle okundu. Yapı Acısı (1958), Türkiye’de Plân Sonrası İktisadi Durgunluk ve Sebepleri (1964), Akselerasyon Prensibi ve Türkiye’nin Makro-Ekonomik Hedefleri (1966), Türkiye’nin Endüstrileşme Sorunu (1969), Halk Sektörü (1974), Demokratik Sosyalizme Giriş (1976), Faşizm Millet Meclisinde Yargılanıyor (1977), Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda İttihat ve Terakki Zorbalığı ve Siyasal İşkenceler (1982), İslam’da Karanlığın Başlangıcı ve Türk İslam Sentezi (1991), Özürlüler Hukuku (1991), Karl Marx ve İngiliz Emperyalizmi (1992), Ecevit Çemberinde Politika – Politika Çemberinde Ecevit (1995), Devlet Yokuşu (1996), Kemalizm’in Ekonomisi (1997), Kendini Yok Eden Osmanlı (2006) kitapları, güzel bir Türkçeyle yazılmış bilgi kaynaklarıdır. Babası emekli albay Mehmet Arif Ölçen’in (1893-1958) Çarlık Rusya’sındaki tutsaklık anılarını Vetluga Irmağı (1994) adıyla yayına hazırlamıştır.

Bunların yanında 1994 yılından itibaren iki ayda bir tek başına hazırladığı “Türkiye Sorunları” adlı kitap dizisini yaşamının son dönemine kadar aksatmadan yayımladı. Benim de yazarları arasında olduğum Türkiye Sorunları kitap dizisi öğretici, ufuk açıcı içerikleriyle olağanüstü bilgi hazinesi görevini yerine getirmektedir. Türkiye Sorunları kitap dizilerinde özenle hazırlanan yazılarla, tarihi belgelere yer verilerek, güncel sorunlara eleştirel bir gözle bakılmakta ve bazı konularda araştırmalar sunulmaktadır.

TBMM’nin eski parlamenterlere uyguladığı ek ödemeyi Anayasa Mahkemesi’nin yürürlükten kaldırmasına karşın bu ek ödeme, çeşitli yöntemler uygulanarak sürdürülmüştür. Ali Nejat Ölçen bu ek ödemeyi, Türkiye Sorunları kitap dizisinin yayın ve ulaşım giderlerini karşılayan bir araç olarak kullanmıştır. Böylece bu kitap dizisini binden fazla kişiye ücretsiz olarak göndermekteydi. Daha çok okuyucu kitlesine ulaşmak ve kitap dizisindeki görüşlerin toplum tarafından irdelenmesine olanak sağlanması için web sitesi de kurulmuştur.

Babamın fikir arkadaşı olan, benim de yakından tanıyıp dost olmakla onur duyduğum, övündüğüm Ali Nejat Ölçen, her zaman yeni bilgiler öğrendiğim ve beni derinden etkileyen bilge insandı.

2005 yılında eşi Makbule Ölçen’e yazdığı şiirde şöyle sesleniyordu:

“Bir yastıkta kocayın dediler mi bize
O sözü yakıştıramadık kendimize
64 yıl bir yastıkta kocamadık
Genç kaldık.
Yazgımızı getirdik dize
Yazgımız; onu da biz yarattık
Dünya malını bir yana attık
Ağacı, taşı toprağı ve kuşları sevdik
Düz yolu değil yokuşları sevdik
Sevgiye aşıktık
Birlikte yokuşları aştık.
Sevgimiz başkadır bizim, başka
Biraz da benzer ilahi aşka
Makbule Ölçen, sevgili karım
Öteki dünyada da seninle varım.”

Şimdi sevgili eşinin yanına kavuştu, büyük emek harcayarak yetiştirdikleri küçük oğulları Demir Ölçen’in (1953-2013) yanına kavuştu. Huzur içinde uyusunlar hep birlikte. Büyük oğulları Dumrul Ölçen’e bu acıya karşı direnme gücü diliyorum. Ne mutlu bizlere ki, böyle üretken ve değerli bir aileyi yakından tanıdık.
(Azim ve Karar, 23 Kasım 2020)

=======================================
Dostlar,

Dr. Ali Nejat Ölçen, bizim de yakın dostumuzdu.
Katıksız bir Kemalist idi.
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulunda 2004-2006 döneminde birlikte çalıştık. Sonrasında TÜRKİYE SORUNLARI dizisinde 2 ayda bir çıkan kitapçıkta çok sayıda yazımıza yer verdi. Yazdığı kitaplardan bize bir demet armağan etti.
Tanıdığımız en zeki ve entellektüel insanlardan biriydi.
O’nu çoook özleyeceğiz..

TÜRKİYE SORUNLARI dizisi 95. sayıda yayınlanan bir yazımız aşağıdaki başlığı taşıyordu (üstünde tıklanarak okunabilir) :

İslam’da Reform Zorunluluğu 

Türkiye size şükran dolu, saygın insan Ali Nejat Ölçen, duyuyor musunuz???


Saygı ve minnet ile. (29.11.2020)

Dr. Ahmet SALTIK

Prof. Dr. Rifat OKÇABOL : Eğitimde OHAL

Eğitimde OHAL

Prof. Dr. Rifat OKÇABOL
okcabolr@gmail.com12.08.2016
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/rifat-okcabol/egitimde-ohal-165381 

(AS : Bizim kapsamlı irdelememiz yazının altındadır..)

Eğitim alanında, 12 Eylül (AS: 1980) darbe hükümetiyle başlayan ve özellikle de 2011 genel seçimleri sonrasında AKP iktidarınca çıkarılan yasalar, karar ve uygulamalar, laik ve demokratik hukuk devletini yok edecek ‘ohal’ niteliğinde değişikliklerdir. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olması, eğitim ve kültür yaşamının Türk-İslam sentezi anlayışına göre düzenlenmesi, eğitimin piyasalaşmasını ve gericileşemesini sağlayan yasal değişiklikler ‘ohal’ niteliğindeki değişiklik örnekleridir. Eğitimde, var olan ‘ohal’ durumu yetmezmiş gibi, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında da, bir başka düzeydeki OHAL durumu yaşanmaktadır.

Anımsanacağı gibi, AKP iktidar olduğu ilk aylarda il ve ilçe müdürlerini değiştirmişti. 2011 Eylülünde çıkardığı 652 sayılı KHK ve 2014 Martında çıkardığı dershane yasasıyla, bu görevdekileri iki kez daha değiştirdi. En son göreve getirdiği il – ilçe milli eğitim yöneticilerine, aday öğretmenlerin kadrolu öğretmenliğe atanması sürecinde onların AKP’liliklerini değerlendirme yetkisi de verdi. ‘ohal’  uygulamalarıyla böylesi pek çok haksızlıkları gerçekleştiren MEB, şimdi OHAL uygulamasıyla kendi göreve getirdiği 12 milli eğitim müdürünü, ilçe milli eğitim müdürlerinin %90’dan fazlasını ve çoğu AKP zamanında atanmış
21 738 öğretmeni açığa alıyor.

‘ohal’ uygulaması olarak dershaneden özel liseye dönüşen kurumlara ‘temel lise’ diyen MEB, şimdi OHAL uygulaması olarak, 1000 kadar temel liseyi (yargı kararları olmadan) kapattığı gibi bu okullarda çalışan 21 029 personelin çalışma ruhsatını da iptal ediyor.

‘ohal’ uygulaması olarak temel liselerde okuyan öğrencilere (yine dershane yasası çerçevesinde) 3 bin lira destek vermeye başladığı halde, Fetocu temel liselerde okuyanlara bu bedeli ödemeyen MEB, kapattığı temel liselerde okuyan 140 bin öğrenciyi, gözünü kırpmadan sokağa atıyor.

Özetle ‘ohal’ uygulamalarıyla yasaları ihlal edip kimilerine ayrıcalık sağlayan MEB, OHAL uygulamalarıyla da açıkça suç işlemeye devam ediyor.

‘ohal’ uygulaması olarak sistemi 100 bin kadar öğretmen açığı ile çalıştıran MEB, görevden aldığı 22 bin öğretmen yerine 15 bin öğretmen almaya kalkıp OHAL’de daha büyük öğretmen açığıyla sistemi çalıştırmaya hazırlanıyor. Kapatılan özel okullarla askeri liselerde okuyan öğrencilerin önemli bir bölümünün kayıt yaptıracağı devlet okullarında daha da fazla öğretmene gereksinim olacağını bile bile bunu yapıyor. Üstelik bu öğretmenleri kadrolu değil de sözleşmeli olarak ve de yandaşlardan oluşturacağı sözlü sınav komisyonuyla da istediğini eleyerek istihdam etmeye yelteniyor.  ‘ohal’ uygulaması olarak ücretli ve sözleşmeli öğretmen çalıştırarak pek çok öğretmene ve öğrenciye haksızlık yapan MEB, OHAL ile mağdur olacak öğretmen ve öğrenci sayısını artırıyor. ‘ohal’ uygulaması olarak, operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları nedeniyle 200 bin kadar öğrencinin eğitim hakkından yoksun kalmasına ve örneğin yalnız Nusaybin’de 7 bin öğrencinin hiçbir eğitim verilmeden TEOG sınavlarına girmiş olmasına aldırmayan MEB, OHAL uygulamasıyla daha çok öğrencinin öğretmensiz kalmasını sağlayacak adımlar atıyor.

‘ohal’ uygulaması olarak imam-hatipleri ana akım okulu haline getirip piyasacı molla yetiştirmeye başlayan MEB, OHAL’i fırsat bilip imam-hatipleri yaygınlaştırmaya çalışıyor; Antalya’nın bazı cumhuriyetçi ilçelerinde, ilkokul ve ortaokul binalarının içine imam-hatip sınıfları açmaya kalkışıyor. 1 Ağustos tarihli genelge ile 34’ü kamp içi, 232’si kamp dışında Suriyeli öğrencilere eğitim veren geçici eğitim merkezlerinin, imam-hatip ortaokulu ve Anadolu imam-hatip lisesine dönüşmesinin önünü açıyor. ‘OHAL’ uygulaması olarak yıllardır hizmet hareketinin hizmetinde olan MEB,

  • Fetocuların temizlenmesiyle ortaya çıkan boşluğu, OHAL ile Ensar/TÜRGEV anlayışındaki imam-hatiplerle doldurmaya kalkışıyor.

12 Eylül darbesinden bu yana eğitimdeki ‘ohal’ ve benzeri uygulamalardaki yanlışlıklar nedeniyle, nice nice okumuş insanların (bazı paşaların, akademisyenlerin, hakim ve savcıların, Enes gibi milli sporcuların, öğrencilerin, …) yığınlar halinde dini ya da siyasi kişilerin peşine takılıp akıllarını kullanamadıkları için 15 Temmuz’a gelindiğini söylemek yanlış olmuyor.

  • MEB’in bir an önce ‘ohal’ ve OHAL uygulamalarıyla durumun daha da çıkmaza gireceğini görmesi;
  • Bireylerde akıl tutulmasını kolaylaştıracak piyasacı ve gerici uygulamalardan vazgeçip bireylerin aklını kullanmasını (bireyin özgürleşmesini) sağlayacak uygulamalara yönelmesi gerekiyor.

==================================

Dostlar,

Prof. Rifat Okçabol hocamız, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü (emekli) öğretim üyesidir. Hocaların hocasıdır. Bu sitede yer verdiğimiz yazılarından birisi “DİN TOPLUMUNA DOĞRU” başlıklıdır ve http://ahmetsaltik.net/2014/06/25/prof-dr-rifat-okcabol-din-toplumuna-dogru/ adresinden erişilebilir.

Sözlerine ve uyarılarına Milli Eğitim Bakanlığı kulak vermelidir. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da kıdemli bir profesör ancak akademik ünvanına ve birikimine (?) yakışır bir başarım (performans)  sergileyebildiğini kabul etmek olanak dışı. Akademia ve onun asal üyeleri olan Akademisyenler, hele hele Profesörler toplumun beynidir. Bu kesim insanlar toplumun umududur, en iyi eğitimleri almış ve olabilecek en yüksek düzeyde yetkinleşmişlerdir. Bu insanlar, toplumda en az hata yapma sorumluluğu ile yükümlüdürler. Eski deyimle “Ulema” dırlar ve Osmanlı Padişahlar döneminde bile Ulema çok saygı görmüş ve genellikle mutlak egemen olan Sultanlara bile düşüncelerini yüreklilikle aktarmışlardır.

Günümüz Türkiye’sinde, hele hele AKP ile yaşayageldiğimiz 14 lanetli yılda, partili akademisyenler tarihsel birikimi hoyratça harcamış ve tüm etik – moral değerleri ayaklar altına alarak büyük ölçüde yozlaşmış hatta yer yer toplumun genel düzeyinin bile gerisine düşmüşlerdir! Durum ciddi hatta vahimdir..

Türkiye geleneksel olarak 4 kolon üstünde yükselmekteydi ;

1. Akademia
2. Askeriye
3. Adliye
4. Genel İdare..

Prof. B. Ayman Güler’in kavramsallaştırmasıyla Bu “3A1G” yapısı günümüzde AKP eliyle yerle bir edilmiştir. Akademisyenler bu saldırı sürecinde bilim namusu ve ülke – yurt – ulus sevgisi ile blok halinde direneceklerine; kokuşmuş siyaset kurumunun geçici olanakları ile post kapmayı yeğlemişlerdir.. Her şey ama her şey yozlaştırılmış, Türkiye onlarca yıl geriye savrulmuştur.

  • FETÖ’nün eğitim kurumlarına stratejik önem ve öncelikle çullanması nedendir??
  • AKP iktidarı zerre kadar içtenlikli ise                     :

    1- Eğitimde her türlü dinci – gerici tarikatı / vakfı hızla, derhal tasfiye etmelidir.
    2- Eğitimde akılcı – bilimci – sorgulayan – laik – deneyci – karma – uygulamalı – demokratik – katılımcı – istihdama dönük – 21. yüzyıl insangücü gereksinimiyle örtüşen plan ve programlar izlemelidir.
    3- Zorunlu din dersleri derhal kaldırılmalı, AİHS ve AİHM kararları yerine getirilmeldir.
    4- Eğitimde fırsat eşitliğini / ekonomik demokrasiyi mutlaka sağlamalıdır.
    5- Üniversiteler kesinkes evrensel anlamda bilimsel özgürlüğe – yönetsel ve akçal (mali) özerkliğe kavuşturulmalıdır.

    Eğitim alanında çok kısaca bu 5 yıldızlı önlem paketi, 4+4+4 saçmalığından hemen geri dönmeyi gerektirir,
    IHL takıntısından vazgeçerek bunları kapatmayı gerektirir.
    Diyanet İşleri Başkanlığını hurafe merkezi olmaktan çıkarmayı gerektirir.
    Bunları yapmak AKP’nin harcı mıdır?
    Yoksa daha nice 15 Temmuz darbesi benzerleri ile toplum sersemleştirilecek
    hatta alıklaştırılarak sürüleştirilecek, ümmet gözüyle güdülecektir..

    Ama nereye dek hey Lordum (RTE) nereye dek??
    Su testisi su yolunda kırılmaz mı? Bu ham hayal 21. yüzyılda akıl dışıdır!
    Her fani ömrünü tamamlar gider, ülkeye ve halka yazık olmaz mı?
    Siz hiç düşünmez misiniz; 14 yıldır bu ülkenin – halkın başına neden bunca kötülük yağıyor??
    Bir de; aslolan, baki kalan bu kubbede bir hoş sada bırakmak değil midir ey AKP’liler ve onları sürükleyen tek adam R.T. Erdoğan ??

Sevgi ve saygı ile.
12 Ağustos  2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den maaş alıyor!

 

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den maaş alıyor!

Yorumların dayandığı kaynaklar, yorumların hemen yanındadır.
Yorumların sahiplerini bilmiyorum.
Ancak söylenenlerin doğru olduğunu biliyorum.

Oraj POYRAZ 

 

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den Maaş alıyor!

Said-i Nursi müritliğiyle Erzurum’dan yola çıkan gezici vaiz Fethullah Gülen’i,
New York-Vatikan-Kudüs’e uçuran süpürgenin bir CIA imalatı olduğunu saptıyoruz.
Said-i Nursi, Yüzyılın başında İngiliz emperyalizminin İslam coğrafyasında
egemenlik kurmak için kurduğu Nakşibendî tarikatının bir şeyhiydi.

  • Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında işgalci güçlerle işbirliği nedeniyle
    mahkûm oldu,
  • Atatürk döneminde yasaklıydı ama Türkiye NATO’ya girdikten sonra
    Nur tarikatını kurdu.

ABD yönetimi, NATO vasıtasıyla, üye ülkelerde ve çevre ülkelerde “komünizmle mücadele” adı altında doğrudan kendisinin hükmettiği paralel örgütler kurdu.
1991 yılında İtalya’da bütün NATO üyesi ülkelerde kurulduğu açığa çıkan örgüte
Gladyo adı verildi. Oysa kendi kaynaklarında bu örgütlere “SüperNATO” adı veriliyor.
Türkiye’deki SüperNATO örgütlenmesi, istihbarat örgütleri içinden doğdu,
sonra Türkiye’nin bütün yönetimine egemen hale getirildi.

  • 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980′deki Amerikancı askeri darbeleri
    Türkiye’deki SüperNATO örgütü yaptı ve iktidara geldi.
  • Türkiye’deki parlamenter yapı da tümüyle SüperNATO’nun güdümüne girdi.

Fethullah Süper NATO’nun Çocuğu

Fethullah Gülen, bugün dört kıtada faaliyet yürüten şeriatçı örgütünün temelini, SüperNATO’nun ilk sivil örgütlenmelerinden olan Komünizmle Mücadele Derneği sayesinde atıyor. İlk şubesini 1954′te İzmir’de açan bu dernek, Türkiye’de şeriatçı sağcı militanların eğitim üssü. Gülen, Komünizmle Mücadele Derneği’nin ikinci şubesini de memleketi Erzurum’da açtırdığını “Küçük Dünyam” isimli kitapta övünerek açıklıyor.

“Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne dek yalnızca İzmir’de vardı. İkincisi Erzurum’da bizim çabalarımızla açıldı. Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.
Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençleri Caferiye Camii önünde topladık.
Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti.”
 (Latif Erdoğan, Küçük Dünyam, AD Yayınları, İstanbul, 1995, s. 78.)

Gülen, örgütünün inşasına Nurcu kamplarıyla başladı

Burada sahip olduğu en önemli araç, İzmir Kestanepazarı’nda kurduğu
“İmam Hatip ve İlahiyat’a Öğrenci Yetiştirme Derneği”ydi.
O sırada, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden yetişenler de
“komando kamplarını” kuruyordu.
İlginç olan, her iki kampın da aynı mekânlarda düzenlenmesidir.
Eğitmenleri de aynıdır; ABD’nin Türkiye’nin NATO üyeliği için koşul olarak kurdurduğu, parasını verdiği, eğitici yolladığı Gladyo.
Şeriatçı Nur şakirtlerinin de, faşist ideolojiyi takip eden “Komandolar”ın da
efendileri aynıdır: SüperNATO.

Belletmen olduğu Kestanepazarı yurdunda, gündüz yaramazlık yapanları akşam falakaya çeken Gülen’in bugün hükmettiği güç, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 1998 başında hazırlanan bir raporda şöyle sıralanmaktadır:

  • Yurtiçinde

    85 vakıf,
    18 dernek,
    89 özel okul,
    207 şirket,
    373 dershane,
    yaklaşık 500 öğrenci yurdu ve
    biri İngilizce yayımlanan 14 dergi,
    15 ülkede yayımlanan 300 bin tirajlı Zaman gazetesi,
    ulusal düzeyde yayın yapan iki radyo
    ve uluslararası yayın yapan Samanyolu televizyonu;

    yurtdışında6 üniversite ve yüksekokul,
    236 lise,
    2 ilkokul,
    8 dil ve bilgisayar merkezi,
    6 üniversiteye hazırlık kursu ve
    21 öğrenci yurdu olmak üzere

    toplam 279 eğitim kuruluşu” bulunmaktadır.

(Batı Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Bilgi Notu, syf. 4 ve 5.)

Amerikancı Liderler sayesinde Fethullah Gülen’in ABD ile kurduğu köprü hep işlektir.
Gülen, yükselişindeki büyük basamakları Amerikancı liderlere borçludur.
Örgütün kuruluşuna harç koyan, 1960′lı yıllarda dönemin uzun süre başbakanlık yapan Süleyman Demirel’dir.

Gülen, uluslararası ölçekte faaliyetini, ABD’nin Türkiye’de en güçlü olduğu yılda, 1980′de başlatmıştır. Devletin içindeki kaynakları o denli sağlamdır ki, askeri müdahale yapıldığı 12 Eylül’den bir gün sonra 13 Eylül 1980′de, hakkındaki operasyon emrini öğrenip kaçabilmiştir.

12 Eylül yönetimi, bir yandan aranıyor iken
O’nu Çanakkale Merkez Vaizliği’ne atamıştır.

12 Eylül döneminde örgütlenme faaliyetleri katlanarak devam etmiştir.
Gülen örgütüne sıçramayı yaptıran, 1986′da yakalanmışken O’nu İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı kuvvetlerinin elinden alan dönemin başbakanı Turgut Özal’dır.
Gülen, en büyük gelişmeyi, ABD vatandaşlığı ve CIA görevliliği Genelkurmay
Askeri Mahkemesi’nce soruşturulan Tansu Çiller’in başbakan olduğu 1993-97 arasında yaptı.

Gülen, Çiller iktidarında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terfi ve tayinlerine bile müdahale edecek güce ulaşmıştı. Fethullah Gülen, bir orgeneralin kuvvet komutanı olarak atanmaması için hangi girişimlerde bulunduğunu bizzat kendisi 10 Ekim 1995′te
basın toplantısında açıklamıştı.

Reagan’ın Demokrasi Projesi ve Ulusal Demokrasi Vakfı

Fethullah Gülen örgütünün sıçrama yapmasıyla, ABD’nin dünyadaki etkinliğinin artması arasında bir paralellik bulunuyor.
Gülen örgütü, ABD’de Reagan iktidarında, Sovyetler’i çözmek amacıyla yürütülen
ve 1981′de resmileşen “Demokrasi” projesinin bir ürünü olarak serpiliyor.
Demokrasi projesi, 1970′li yıllarda, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin belirlediği
Yeşil Kuşak politikasının bir üst aşamaya çıkarılmış hali.
ABD’nin Çelik Çekirdeği, bir yandan en katı Amerikancı askeri diktatörlükleri ayakta tutarken, bir yandan da örgütlediği CIA muhalefetine “insan hakları ve demokrasi” görevi veriyordu.

“İnsan hakları”ndan kasıt, tabii ki etnik, dinsel ve kültürel haklardı.

Dünyanın her yanını saran din ve mezhep savaşları, mikro milliyetçiliğin kışkırtılmasıyla milyonların canına mal olan milli boğazlaşmalar, bu projenin eseridir.
Bu projeyi yürütmek için bir de örgüt kuruldu.

  • National Endowment for Democracy. (NED)
  • Yani Demokrasi Vakfı.

Kısa adıyla NED diye anılan vakfın, CIA’dan daha etkin bir örgüt olduğu
Newsweek dergisi tarafından teslim ediliyor.

ABD’nin “Project Democracy” si İslam ülkelerinde “ılımlı İslam”ın geliştirilmesi olarak piyasaya sürüldü.
Ilımlı İslam ideolojisiyle, hem “dinler arası diyalog” için zemin oluşturuluyordu,
hem de ABD’nin laiklik zemininde yükselen ulusal devletleri tahrip etmesinin aracı olarak işlev görüyordu.

“Ilımlı” sözcüğü, İslam fundemantalizminde bir ılımlılık değildi. Şeriatın koyu iktidarı için mücadele eden Ilımlı İslamcı örgütler, ABD yönetimine ve politikalarına karşı  “ılımlı” olmalıydı!

Pentagon tarafından İslam coğrafyasında “ılımlı İslam” hareketinin önderi olarak sayılan Gülen, kendi cemaatine ait Zaman gazetesinin 4 Eylül 1997 tarihli sayısında yayımlanan açıklamalarında, Batı ile ilişkiler hakkında şu değerlendirmeleri yaptı:

“İnanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyen düşünülemez” (Zaman gazetesi, 4 Eylül 1997)

Gladyo’nun Rolü

Gülen örgütü, 12 Eylül Amerikancı askeri darbesinin “Türk İslam sentezi”ni
resmi kültür politikası olarak benimsediği, tarikatların”sivil toplum örgütü” olarak kutsandığı, yeşil sermayenin önünün dizginsiz açıldığı koşullarda gelişti.

Gülen örgütünün gelişmesi, yalnızca bu iklimin dolaysız sonucu değil.
Devlet içinde örgütlenen Amerikancı paralel devletin doğrudan bir müdahalesi var.
Gülen’in Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yakalanmasına karşın aynı gün serbest bırakılmasıyla, cezaevindeki ülkücü gençlerin gruplar halinde Fethullah Gülen örgütüne intisap etmeleri aynı döneme rastlıyor.

Gülen’in, Gladyo’nun tetikçileri Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’larla ilişkisi de 1980′li yılların sonunda örülüyor. 1980 öncesinde MHP’ye bağlı Ülkü Ocakları Derneği’nin Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı’nın 1996 yılında Türkiye’de
büyük yankılara yol açan bir trafik kazasında üst düzey bir emniyet mensubuyla birlikte ölmesiyle, Özel Harp Dairesi’nin yetiştirdiği Gladyo tetikçilerini kamuoyu önüne çıkarmıştı.

Gülen, bu yıllarda cezaevinde mağdur durumdaki sahipsiz ülkücülere
büyük maddi yardımlarda bulunuyor. Komünizmle Mücadele Derneği’yle
Fethullah Gülen’in ikinci kucaklaşması bu döneme denk düşüyor.
MHP’nin ikiye bölünmesi, Muhsin Yazıcıoğlu’ni kurmasında da Fethullah Gülen’in belirleyici rolü saptanıyor.

Büyük Birlik Partisi’nin militanları 1990 sonrasındaki bütün uluslararası etnik terör eylemlerinde rol alıyor: Bosna’da, Çeçenistan’da, Gürcistan’da, Azerbaycan’da, Keşmir’de ve Sincian’daki şeriatçı terör militanlarının kaynağı Büyük Birlik Partisi oluyor.

Moon Tarikatı ve Fethullah Gülen

Fethullah Gülen’in CIA ile ilişkilerini sürdürmede en önemli örtülerinden biri,
Dinlerarası Diyalog oldu. Bu örtü de bir ABD üretimi. 1950′lerden başlayarak
dünyanın efendiliğine soyunan ABD, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için,
her kıtasal din içinde kendisine bağlı bir tarikat örgütledi.
Bu tarikatların hepsinin söylemi aynı: Dinlerarası diyalog.

CIA denetiminde yürütülen bu faaliyetin ilk başarılı örneği Moon tarikatı.
1951′de Kore’yi işgal eden ABD, Güney Kore’yi sömürgeleştirirken
bir de Hıristiyan tarikatı kurdu ve

  • Güney Kore nüfusunun % 40′ı Budistlikten vazgeçip Hıristiyan oldu. 

Bu başarıdaki en önemli pay, bilinen adıyla Moon tarikatının.
Resmi adıyla anarsak; Birleştirme Kilisesi.

CIA’nın kurduğu Kore CIA’nın Washington temsilcisi Albay Bo Hi Pak da,
Moon tarikatının en güçlü adı. CIA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Ligi’ni örgütledi. Türkiye’de kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri de,
Dünya Anti Komünist Ligi’nin uzantıları.

Moon tarikatı, 1978′de, ABD’de bir Kongre soruşturmasına uğradıysa da
etkisini yitirmedi. Reagan döneminde Irangate skandalında boy gösterdiğini görüyoruz.
George W. Bush iktidarında Moon tarikatının sahibi olduğu Washington Times gazetesi, neo-konservatizm ve ABD saldırganlığının başlıca araçlarından biri oldu.

Fethullah Gülen’in Türkiye’de yayınlanan Zaman gazetesi ile Washington Times arasında sıkı işbirliği artarak sürüyor.

İsrail ile İlişkinin Ayırt Ediciliği

  • Moon tarikatının, Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerle,
    İsrail üzerinden kurduğu uyuşturucu ve terör bağı dikkat çekici.

Fethullah Gülen’in İsrail ile yakın ilişkisi de O’nun en ayırt edici özelliği.
Körfez Savaşı’nda, Irak yönetiminin İsrail’e attığı Scud füzesi üzerine İstanbul’da verdiği vaaz ve döktüğü göz yaşları ve ettiği bedduaların kaseti, İslamcılar tarafından
elden ele dolaştırılıyor.

İsrail ile ilişki, ABD açısından kilit öneme sahip.

Graham Fuller’in İslamcı hareketi konu alan Kuşatılanlar kitabında, İslamcı hareketlerin Batı ile entegrasyon için yapması gerekenlerin başında İsrail ile iyi ilişki geliyor.
(G. Fuller, I.O. Lesser, Kuşatılanlar, Sabah Kitapları, İstanbul, 1996, syf.126.)

Gülen’in İslamcı kitleleri kendisinden soğutma tehlikesine karşın, Kudüs Başhahamı ile yakın ilişkisi ve Fethullahçıların işadamları derneği İŞHAD’ın İsrail’le bağları,
bu politikanın gereği olarak kuruluyor.

“Abramowitz’le Beni Kasım Gülek Tanıştırdı”

Moon tarikatı ile Fethullah Örgütü arasındaki bağ, hedef benzerliğinden ibaret değil.
Organik ilişki var. Moon tarikatının Türkiye halifesi, Cumhuriyet Halk Partisi eski
Genel Sekreterlerinden Kasım Gülek ile Fethullah Gülen’in dostluğu artık saklanmıyor Gülen’in reklamını değişik yayın organlarında yapan yazar Hulusi Turgut,
21 Ocak 1998 tarihli Yeni Yüzyıl’da bu ilişkiyi şöyle anlatıyor:

“Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu.
Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü.
Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını kıldırmıştı.
Fethullah Gülen’e sorduk:

‘Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?’
Gülen bu konuda şunları söyledi: ‘Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı.
Yani Pentagon’la irtibatları vardı.
Eğer kendisine değişik patformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa
‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir”
(Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998)

Gülen, 1 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde bu ilişkiyi şöyle açıklıyor:
“ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz’di.
O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı.
Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı.
O’nun vasıtasıyla gıyaben O’nu tanıyorduk…

Türkiye, şimdiye dek çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır.
Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim.
Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim” (Zaman gazetesi, 1 Eylül 1997)

Gülen, 1992 yılında ABD’ye gittiğinde, Kasım Gülek’in, Pentagon’da albay olarak görev yapan, sonra şüpheli bir şekilde ölen baldızı aracılığıyla Pentagon ve CIA yönetimi ile ilişkiye geçtiğini de anlatıyor.

Moon tarikatı ile Fethullah Gülen’i birleştiren bir başka ad; Gladyo’nun tetikçisi
Abdullah Çatlı. Çatlı, 1981 yılında Dünya Anti Komünist Ligi’nin toplantısına katılıyor.
1992′de Gülen’i ABD’de havaalanında karşılayan da Abdullah Çatlı.

====================================

Dostlar,

Sayın Oraj Poyraz‘a bu önemli yazı için teşekkür ederiz..

Türkiye’nin bu iğrenç ilişkileri tasfiye etmesi, saydam bir demokratik rejim olması gerek.
Temel insan hak ve özgürlükleri ekseninde,
Kemalist bir çağdaşlaşma ideolojisiyle..

İlk adım ise NATO’dan çekilmek..

Sevgi ve saygı ile.
3 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

portresi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ

ADD Genel Başkan Yardımcısı
Ankara Üniv. Veteriner Fak.

 

Kestirimim, tarihçiler ve sosyal bilimciler gelecekte Türkiye’yi 31 Mayıs 2013 öncesi ve sonrası diye iki dönemde anlatmak zorunda kalacaklar.

Mayıs öncesi dönem Kemalist devrimin nimetlerinden yararlanan, bu dönemi
har vurup harman savuran, Kemalist devrimin en önemli olmazlarından Devletçilik, Halkçılık ve Devrimcilik ilkelerini unutan, yalnızca Cumhuriyet, Laiklik ve Ulusalcılığı ön plana çıkaran, geleceği devrimci bir gözle okuyamayan,
halktan kopmuş, bize bir şey olmaz, neme lazımcı bir ulusun yaşadığı bir Türkiye.

Sonrası ise henüz belli değil. Bunu toplumun dinamikleri olan gençler ve uyandırmaya çalıştıkları kişiler hep birlikte belirleyecek. Ya Kemalizmin en önemli bütünleyici ilkesi olan tam bağımsızlığa kavuşacak ya da söylemesi bile kötü ama çağdaş uygarlıktan kopup karanlığa boğulacağız.

Kemalizmde Halkçılık veya Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı notlarda Demokrasi olarak tanımladığı ilkesinden anlaşılan; toplumda hiç kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır.

  • Herkes yasalar önünde eşittir.

Hiç kimse başkasına karşı din, dil, ırk, mezhep veya ekonomik açıdan üstünlük sağlayamaz. Bu ilkeden ilk kopuş 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası biçimlenen
2 kutuplu yenidünyada işçi sınıfının egemenliğine dayanan sosyalizmle, belirli bir üst ekonomik sınıfın egemenliğine dayanan kapitalizm arasında sıkışmamız sonucu, sanki bir tarafı tutmak zorunluluğumuz varmışçasına kapitalist sisteme taraf olmamızdan sonra başladı. Özellikle her mahallede bir milyoner yaratma sevdasına düşüldü (AS: Demokrat parti döneminde.. halkımız 1 milyonerin 1000 yoksul yaratma ile olanaklı olabileceğini anlayamadı!). Önceleri henüz Kemalist Devrimin temel taşları yerinde durduğu için pek anlaşılamadı ama önce 12 Mart 1971 yarı-darbesi ve ardından 12 Eylül 1980 darbesi ile taşlar tümüyle yerinden oynatıldı.

Ardından Atatürk’ün adı da kullanılarak topluma Türk-İslam Sentezi dayatılmaya başlandı. Kimi yörelerde ulusun kullandığı yerel diller yasaklanmaya, İslam adına belli bir mezhep dikte edilmeye başlandı. Buradan, sakın ana dilde eğitimi savunduğum gibi
bir saçmalık kimsenin aklına gelmesin.

  • Bir halkın ulus olabilmesinin vazgeçilmez koşulu dil birliğidir.

Ayrıca “Türk ulusu” derken de bir ırktan söz etmiyoruz.

Atatürk’ün de dediği gibi Ulus;

  • Geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı yurda sahip, aralarında dil, kültür
    ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur.

– Ancak sosyal ilişkilerinde kimsenin ana dilini konuşması yasaklanamaz.
– Kimse belli bir mezhebe sahip olan köylere, o köylülerin fikirleri sorulmadan istemediği ibadethaneleri zorla dayatamaz.

Ama ne yazık ki bunlar yapıldı.

Atatürk’ün Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirdiği Devletçilik ise
Türk Ulusu’nun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan ekonominin güçlendirilmesi ve ulusallaştırılmasıdır. Buna göre devlet, ekonomiyle ilgili olarak doğrudan doğruya müdahale yapabilir. Ekonomik girişimler yalnızca Devletçe yapılmayacak, özel girişime izin verilecek ama hiçbir özel girişim devlet denetim ve gözetiminden çıkamayacaktır.

Özellikle Halkçılık ilkesinden uzaklaşmaya başladığımız günlerden başlayarak ve yukarıda sözünü ettiğimiz 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile neoliberal politikaların dünyada yükselmeye başladığı dönemde bu ilkeye ne denli bağlı kaldığımızı ve savunduğumuzu tartışmaya bile gerek yok.

Ve gelelim Atatürk’ün yaptığı devrimin korunmasının gereği olan Devrimcilik ilkesine.. Bu ilke, seçkinciliği açıkça dışlayan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren ulusalcı bir devrimcilik anlayışıdır. Eski düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymak ve sürekli yeniliklere, değişimlere açık olmak biçiminde iki yanı bulunmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır. Cumhuriyet döneminin kazandırdıklarının korunması tümüyle bu ilkeye dayanır. Koşullara koşut olarak yalnızca kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini anlatan bu ilke gereği, en ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in “Sürekli Devrimcilik” anlayışının
temel nedeni budur.

Gerçek devrimciler kendilerini değil, savaşımlarını ve savaşım araçlarını öne çıkaran kişilerdir. Her toplantıda, her törende “falanca da aramızda” diye kendilerini öne çıkaranlar veya yalnızca makam ve konumlarıyla seçkinlik yaratmaya çalışanlar
gerçek devrimci olamayacakları gibi; onlara salt bu makamları nedeniyle saygı duyan kişiler de devrimcilik ilkesinden habersizdir. Bunların ileri görüşlülüğü veya uzakları görmesi, gözlerinin keskinliğinden veya devrimcilik bilincinden değildir. Olsa olsa devlerin omuzunda yükselmelerindendir. Ayrıca bu türden kişiler devin omuzundan düştüklerinde ne denli cüce oldukları belli olacağından, bulundukları yere her türlü yolu deneyerek
sıkı sıkı tutunmaya çalışan zavallılardır.

Sözün kısası; örgütlü Cumhuriyet mitingleriyle başlayan, ancak yalnızca belli bir kesimi hedefleyip fabrika ayarlarını isteyen, daha sonra ilk olarak Tekel işçilerinin direnişlerinde gaz yemesiyle süren, 29 Ekim 2012’de gaz yeme ve barikatların yıkılmasıyla doruk noktasına ulaşan eylemler, Kemalist Devrimi tam anladığına inandığım gençlikle yeni bir aşamaya geldi. Doğru olarak her kesimi kapsamaya başladı. Ancak verilen iletiler  salt varolan iktidara değil, yukarıda belirttiğim, devlerin omuzlarında yükseldiği için ileriyi gördüklerini sanan kişilere de verildi.

  • Mesajınızı aldınız mı?

ADD’den 10 Kasım 2013 Basın Açıklaması

Dostlar,

ADD Genel Başkanı Sayın Tansel ÇÖLAŞAN’ın nefis konuşmasını
aşağıda paylaşıyoruz..
(http://www.add.org.tr/index.php/kamuoyuna/1033-10-kas-m-bas-n-ac-klamas-d-r)

Yer : Tandoğan meydanı, Ankara
Tarih : 10 Kasım 2013; ATA’nın 75. Yıl Anması

Kendisini bu önemli ve yol gösterici konuşması nedeniyle kutluyor, teşekkür ediyoruz.

Konuşma içeriğini bütünüyle paylaştığımızı belirtiyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
11 Kasım 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

portresi_adiyla

10 Kasım 2013 Basın Açıklamasıdır

Değerli Yurtseverler, Atatürkçüler hoşgeldiniz.

– Burada; Cumhuriyetimizin ve çağdaş Türkiye’nin kurucusu,
– Yokluğu her geçen yıl daha derinden hissedilen büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü, aramızdan ayrılışının yetmiş beşinci yılında saygıyla anıyoruz.
– Arkadaşlar, ülkemiz bugün, yalnızca içerideki sosyo – ekonomik sorunlarla değil,
aynı zamanda bölgesel ve küresel sorunlarla da karşı karşıya.
– Tüm dünyada barış ve güvenlik içinde yaşam anlayışını, bunun etkilerini, sosyal
ve siyasal patlamaları izliyoruz.
Toplumların demokrasi içinde akılcı ve adil yönetim ihtiyacı
her zamankinden daha çok.
– Gerçek demokrasi, yani sayısal çoğunluğun, sayısal azınlığa tahakküm etmediği, çoğunluğun değil çoğulculuğun esas olduğu katılımcı demokrasi
isteği öne çıkıyor.
– “Sandıktan çıktım, dilediğimi yaparım” görüşünün katılımcı demokrasi anlayışı ile bağdaşmadığı artık gözle görülüyor.
Özgürlük ve eşitlik temelinde çağdaş bir demokrasiden başka çıkar yol olmadığı deneylerle anlaşılmış bulunuyor.
– Ülkemizde de geçtiğimiz yıl 19 Mayıs’ta başlayan, 29 Ekimlerle devam eden, TAKSİM’de taçlanan ve bugün tüm yurda yayılan olaylarda HALKIMIZ:
– İktidarın son 10 yılda toplumu sürekli bölerek, ayrıştırarak sürdürdüğü
yönetim biçimine ve Laik Cumhuriyeti itibarsızlaştırarak yıkmaya,
vatanın bütünlüğünü, milletin birliğini yok saymaya ve kendi ahlak kurallarını
halka dayatmaya yönelik faşizan siyasetine DUR diyor.
– Ülkemiz, 1980’lerden beri süregelen emperyalist bir saldırı altında.
Ulus devlet – üniter devlet ve laik devlet yapımız hedefte.
– Bugün ekonomisi çökmüş, dışa bağımlı sıcak para ile yaşayan bir AÇIK PAZARIZ.
– Sıra siyasaş YIKIMDA. Nedir bu siyasal yıkım?
Üniter / merkezi devlet yapımızın sonlanması yani bölünme:
– Önce yerel yönetimlere yetki genişliği, sonra özerklik, daha sonra da kurulması planlanan büyük Kürdistan için toprak vereceğiz. VATAN BÖLÜNECEK!
– Öte yandan İdeolojik olarak laik devlet modelinin yerini 1980’lerde Türk – İslam sentezi, sonra ILIMLI İSLAM aldı.
– Şimdi ise dolu dizgin şeriat devletine gidiyoruz.
– Neden mi? Büyük Ortadoğu Projesinin bölge ülkeleri için çizdiği yol haritası böyle.

Bölgede:

– Ekonomik olarak, açık pazara uygun liberal ekonomi,
– İdeolojik olarak, demokrasinin olmadığı siyasal İslam,
– Siyasal olarak da anlaşarak-ya da-işgalle sınırların yeniden çizilmesi söz konusu.
– Plan bu.

– Projenin amacı: BATI’nın, özellikle ABD’nin Asya’ya açılan bu bölgede DENETİMİNİ elinde tutmasını sağlayacak yönetimler oluşturmak ve yeni bir İsrail yani
Büyük Kürdistan’ı kurmak
.
– Proje Bölge ülkelerindeki YERLİ unsurlar eliyle (yani anlaşarak) ya da (olmazsa) işgallerle yürütülüyor.
– Ülkemizde bu proje 2002’li yıllardan beri iktidar eliyle yürütülüyor.
– İktidar, bir yandan kendi ahlak kurallarını faşist yöntemlerle halka dayatıyor.
– Öte yandan Demokrasi paketleri ile ülkeyi bölünmeye- etnik / dini / mezhepsel ayrıştırmaya ve laik cumhuriyet yerine şeriat devletine giden yolun yapı taşlarını döşemeye çalışıyor.
(Yeni) Anayasa oyunu da bu amacı taşıyor.
– Direnen, DUR diyen halka da daha çok devlet şiddeti – daha çok TOMA,
gaz ve basınçlı su var.
– Oysa halk laik Cumhuriyet sayesinde (kötü de işlese) yarım yüzyıllık deneyimle demokrasi kültürüne sahiptir; Demokrasinin yalnızca seçimlerden ibaret olmadığını, sandıktan çıkmış olmanın keyfi yönetime gerekçe olamayacağını, hak ve özgürlüğe saygı ve eşitliğin Demokrasinin temeli olduğunu – Bugün hem bu değerlerin – hem de bu “bilinci” kendisine veren laik – çağdaş cumhuriyetin tehlikede olduğunu görüp O’na sahip çıkmaya karar vermiştir.

– Bugün halk her yerde faşist ve totaliter bu yönetime karşı DİRENMEKTEDİR.

– ARTIK BİLİYORUZ: Türk Milleti laik demokratik rejimden geri adım atılmasını istemiyor.
– Türk Milleti, Türkiye’nin hem bölgesel bir dış savaşa girmesine, hem de içerideki
etnik – dinsel – mezhepsel çatışmalara karşı.
– Türk Milleti, Laik Cumhuriyet’in temel ilkelerinden ödün vermeden,
bu vatanda kardeşçe, birlikte yaşamak istiyor.
– Türk Milleti, “Yeni” Anayasa oyununa DUR diyor.
Türk Milleti iradesini ortaya koymuştur.

Şimdi görev siyasettedir.

1) İktidar, halkın bu haklı sesine kulak vermeli, laik Cumhuriyeti dönüştürmekten,
ülkeyi bölmekten vazgeçmeli, halkın demokrasi içinde yaşaması koşullarını oluşturmaya dönmelidir. Demokrasi içinde yeniden seçilmek istiyorsa bunların şart olduğunu görmelidir.

2) Muhalefet ise; mecliste halkı temsil ettiğini unutmamalı, iktidarın kurduğu sınırlar içinde muhalefet yapmaktan vazgeçip, laik demokratik Cumhuriyete – vatanın bütünlüğüne – milletin birliğine sahip çıkmalı ve Anayasa (oyununa) gelmemelidir.

– BUNLARI, milletin birliğinden, ülkenin bütünlüğünden ve laik cumhuriyetten ödün vermemeye kararlı olan HALK istiyor.

TÜRK MİLLETİ İSTİYOR.

Son sözlerim şöyle olacak:

Biz halkız,
– Yeniden doğarız ölümlerde.
– Çağdaş – Laik – Tam Bağımsız Demokratik Türkiye için, vatanın, milletin bütünlüğü için, mücadeleye devam edeceğiz.
– Başaracağız.
– Laik Cumhuriyet kazanacak.

– Saygılar sunuyorum.
10 Kasım 2013, Tandoğan

Tansel ÇÖLAŞAN
Genel Yönetim Kurulu Adına
Genel Başkan