Etiket arşivi: Thomas R. Malthus

Nüfus patlaması     

Yavuz Alogan

Bizden çok önce yaşayanların “dünya” adını verdikleri gezegenimiz 4,5 milyar yıl önce güneşten ve uzay parçacıklarından ödünç aldığı gazlar ve metallerle yoğrularak sürekli dönen bir ateş topu gibi uzay boşluğunda yer aldı.

Homo sapiens’in meyve toplamak için doğrulmasından bu yana yalnızca 2 milyon yıl, büyük kentlerin kurulmasından bu yana ise yalnızca 5000 yıl geçti. Yani burada henüz yeni sayılırız. Uzay fizikçilerinin hesaplamalarına göre önümüzde daha 7,5 milyar yıl var. Çok zahmetli geçeceği anlaşılan bu sürenin sonunda güneş bizi yutacak, böylece huzura kavuşacağız. Daha şimdiden yaklaşık 110 milyar insan yaşayıp ölmüş.

Nüfus artışı önceleri yavaştı. 16. yüzyılda istikrar kazanmaya başladı. 18. yüzyılda sanayi devrimiyle, özellikle tarımın makineleşmesiyle hızlandı. 1789 Fransız Devrimi sırasında bir milyara yakındı. Napoleon Savaşları (1803-1815) sırasında bir milyarı biraz geçti. Lenin’in Petrograd’ın Finlandiya İstasyonu’na ayak bastığı (1917) ve Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuru’ndan Samsun’daki tütün iskelesine çıktığı (1919) dünyada yaklaşık 1 milyar 800 milyon insan yaşıyordu. Dünyanın kaderini değiştiren İspanyol İç Savaşı (1936-1939) ve Hitler’in Polonya’ya saldırdığı (1939) sıralarda 2 milyarı biraz geçmişti.

Büyük nüfus patlaması savaştan sonra oldu. Sürekli artan refah, Batıda “Baby Boomer” denilen ve 1946-1964 arasında dünyaya gelen huzursuz kuşağı ortalığa saldı. Bizim kuşağın (dünya tarihinin en fırlama kuşağı!) huzursuzluğu, iki arada bir derede kalmışlığı, inişli çıkışlı varoluş sorunları sürerken (kömür sobasından kalorifere, faytondan metroya, transistörlü radyodan internete, analogdan dijitale, şiddet yoluyla dünyayı değiştirme idealinden kapitalizmin her deliğe girerek bütün kültürlere nüfuz ettiği yavan küresel köye doğru) dünya nüfusu sürekli arttı.

Nüfus tarih boyunca sıçramalarla arttı… Bir milyara ulaştığı 1800’den 130 yıl sonra (1930) iki milyara, 30 yıl sonra (1960) üç milyara, 15 yıl sonra (1974) dört milyara ve 13 yıl sonra (1987) beş milyara ulaştı.

Milyar nüfusun toplam nüfusa eklenme süresi kısaldıkça insanlar kaygılanmaya başladılar. Doğum kontrolü, aile planlaması gibi çabalar 1960’larda başladı, toplumsal kalkınma ve refah planlarının değişmez maddesini oluşturdu. Bizde de 1963-1967 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde nüfus / aile planlaması yapıldı. Fakat 2000’li yıllarda bu yaklaşım, planlamayla birlikte terk edildi. Daha iri ve daha diri olmamız için üç çocuk yapmamız tavsiye edildi; bununla da kalınmadı,

  • sekiz milyon muhacirun ülkemize hücum ederek hızla üremeye ve
    demografik dengemizi bozmaya başladı
    .

Neyse, konuyu dağıtmayalım… Nihayet Birleşmiş Milletler birkaç gün önce (15 Kasım 2022) dünya nüfusunun 8 milyarı aştığını ilan etti. Aslında büyük olay! Son 11 yılda bir milyar insan doğmuş. Dünya çapında toplam ölümlerin, toplam doğumların neredeyse yarısı kadar olduğu görülüyor. Şu satırları yazarken göz attığım https://www.worldometers.info/world-population/ yalnızca bu gün, şu erken saatte 121 800 kişinin doğduğunu, 61 600 kişinin öldüğünü bildiriyor. Trend (AS: Eğilim), dünya nüfusunun sıçrayarak artışı yönünde.

Elbette bu dengeli bir artış değil. Nitekim bilim adamları 2100 yılında dünya nüfusunun 11,2 milyar olacağını; Afrika’da nüfusun %256, Asya’da %6, Latin Amerika’da %10, Okyanusya’da %75 artacağını ve fakat Avrupa’da %10 azalacağını söylemişler.

Doğal olarak insanın aklına nüfus bilimci ve iktisatçı Thomas R. Malthus’un 19. yüzyılda yaptığı biraz abartılı kehanet (AS: önbili) geliyor: Gıda maddeleri üretiminin aritmetik, nüfusun ise geometrik artışı, sonunda insanlığı açlığa ve felakete sürükleyecek. Tarıma ayırmaları gereken parayla ürettikleri silahları ve kent içi yolları tıkayan otomobilleri yiyemeyeceklerine göre sonunda birbirlerini yiyecekler.

Denetimsiz nüfus artışının iklim krizinin etkilerini ağırlaştırarak gıda ve enerji gibi kıt kaynakların rasyonel (AS: ussal) kullanımını zorlaştıracağını, doğudan ve güneyden batıya ve kuzeye doğru kaçınılmaz göç dalgalarına yol açacağını, küresel sistemlerin dağılacağını, karar mekanizmalarının (AS: düzeneklerinin) bozulacağını, yerel savaşların çıkacağını, eski yeni bütün ideolojilerin radikalleşeceğini (AS: kötencileşeceğini), büyük devrimlerin kapıda olduğunu anlıyoruz.

Her vasıtanın -eski deyimle- bir istiap haddi, yani taşıma kapasitesi vardır. Elli kişilik otobüse 150 kişiyi zorla bindirebilirsiniz fakat yolcular arasında sorun çıkar.

  • Gezegenimizin de insanlarla kaynaklar arasındaki optimal dengenin gözetilmesini gerektiren bir taşıma kapasitesi vardır mutlaka. Hızlı nüfus artışının bu kapasiteyi zorladığı açık.

Nüfus patlaması yaşayan bir dünyada giderek kıtlaşan doğal kaynaklara sahip olmak ve sisteme açılan yeni pazarları birbirine bağlayan güzergâhları denetlemek için verilen bir paylaşım mücadelesi olarak patlak veren Ukrayna-Rusya savaşı ve Anglosakson-Çin rekabeti yakın gelecekte dünyanın nasıl bir yer olacağına dair (ilişkin) ipuçları veriyor.

Pandemi de önemli bir ipucu verdi. Bitkilerin ve hayvanların doğal ortamına taşan insan yerleşimlerinin doğanın dengesini nasıl bozduğunu gösterdi. Pandeminin en şiddetli olduğu, enerji kullanımının azaldığı, üretim ve nakliyenin yavaşladığı bir sırada NASA bütün dünyada hava kalitesinin Çin’den başlayarak düzelmekte olduğunu, belirli bir olayın ardından geniş bir alanda azot dioksit düzeyinde böylesine keskin bir düşüşün ilk kez görüldüğünü bildirdi.

Doğanın virüs sayesinde insanı durdurmaya, geriletmeye, bozulan dengesini yeniden kurmaya, yenilenmeye çalıştığını fark ettik. İnsanlar denetimsiz çoğalıp iç içe geçtikçe başka virüslerin koronanın bıraktığı görevi devralacağını, insan yine de rahat durmadığı taktirde doğanın onu sırtından atacağını anlıyoruz.

Bitkilere ve hayvanlara yer açmak için insan nüfusunun doğum kontrolüyle azaltılması, tekil ülkelerin ekonomik ve toplumsal kalkınma planları yaparak kendi aralarında eşgüdüm sağlamaları, nükleer silahların yok edilmesi ve iklim krizinin durdurulması; bütün bunların olabilmesi için de yeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin yapılması gerekir. Ama her şeyden önce sıradan insan, dünyayı değiştirme azim ve kararlılığını yeniden kazanmalıdır.

Şu güneşli pazar gününde herkesi önümüzdeki 7,5 milyar yılın nasıl geçeceğini düşünmeye davet ediyorum. Neler yapmayı tasarlıyorsunuz?
================================

Sayın yazara yanıtımız..

Lütfen, sitemizdeki şu yazıya da bakılması…

http://ahmetsaltik.net/2022/11/15/dunya-nufusu-bu-gun-8-milyari-asti-day-of-8-billion/

HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

Başka yolu yok! Hemen, ivedilikle, ikna ile, teşvikle, yasal caydırcılıkla.. 

1 Eylül DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Prof. Dr. rer. nat. D. Ali Ercan

1 Eylül DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür,
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim!

Nazım Hikmet RAN

Hitler faşizminin 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Paylaşım Savaşını başlattığı tarih olan 1 Eylül, “dünya barış günü” olarak kutlanıyordu;
ancak SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra hiçbir ülke 1 Eylül’ü
Dünya Barış Günü olarak kutlamadı.

Daha sonra BM kararı ile Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun açılış günü olan
21 Eylül, Uluslararası Barış Günü ilân edildi.

Her 21 Eylül de, Birleşmiş Milletler Merkezinde, Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılmış olan “Barış Çanı” çalınıyor. Bu çan, dünyanın
tüm ülkelerinden çocukların bağışladıkları bozuk paralardan üretilmiş;
Çanın üzerine, 世界絶対平和萬歳 (Çok Yaşa Mutlak Barış) yazısı var.

New York’ta Birleşmiş Milletler binası önündeki Japon Barış çanı.

1 Eylül ya da 21 Eylül, fark etmez, yılda yalnızca bir gün bile olsa,
barışı anmak insanlık için bir gelişim sayılmalıdır; çünkü başta su, hava ve
toprak olmak üzere yaşamın tüm gerekli altyapısı geriye dönüşsüz bir bozulum içindedir. Sınırlı dünya nimetlerinin adil olmayan paylaşımı da insanlar arasında sürekli artan bir gerilim yaratmaya ve gizli/açık mücadele/savaş nedeni olmayı
sürdürüyor. Öte yandan müthiş bir hızla üremeye devam eden insanlık, gezegeni
yalnızca kendi türü için değil, başka bütün canlı türleri için de yaşanamaz hale getiren olumsuz davranışlarını pervasızca, sorumsuzca sürdürüyor.

Özetle bu gezegen üzerinde yaşam savaşımı gittikçe zorlaşıyor.
Peki, bu durumda Japon Barış Çanı’nın üzerinde yazılı “mutlak barış”
nasıl gerçekleşecek?

Pek net olarak tasarlanamayan “Barış” kavramı çok daha somut görüntüsüyle
“Savaş” diye bildiğimiz olgunun antitezidir. Bir başka anlatım ile, iki sistem arasındaki çıkar dengesinin kurulduğu, korunduğu duruma “barış durumu” diyoruz. Dengesizliğin devam ettiği, çıkarlar çatışmasının öldürücü silahlarla sürdürülmesi ise “savaş durumunu” temsil ediyor. Ancak, uluslararası “şerefli ve adil barış” “her ne pahasına olursa olsun, yeter ki çatışma olmasın” mantığı ile,
bireysel özgürlükler ve ulusal bağımsızlıktan ödün verilerek oluşturulacak
yapay bir sessizlik ortamı da değildir.

Tarihte savaşlar, devletlerin veya siyasal örgütlenmelerin aralarında çözümleyemedikleri anlaşmazlıkları güce ve şiddete dayanarak çözmek girişimleri olarak karşımıza çıkıyor. Savaş ve politika arasındaki ilişkiye değinen
ve savaşı “siyasal bir araç” olarak gören Prusyalı devlet adamı General
Karl von Clausewitz’e göre, “savaş, politikanın bir başka biçimde devamıdır.”

İnsanlık tarihi boyunca savaş, toplumlar arasındaki bunalımlarda sonuç alabilmek için “en son başvurulan yol” olmuştur. Ancak çağımızın yönetsel paradigması olan ‘demokrasi’nin ürünü birtakım yeteneksiz, aferist (işgüzar, işbirlikçi), oportünist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (halk yalakası) sıradan insanların hemen
bütün ülkelerde politik güçleri ellerine geçirmesiyle, anlaşmazlıkların çözümünde kaba güç kullanımı, yani savaş neredeyse ilk seçenek durumuna gelmeye başlamıştır.

İster lanetlensin, ister kutsansın, Savaş bir ölüm makinesidir. 1. Dünya Paylaşım Savaşında yaklaşık 20 milyon, 2. Dünya Payalşım Savaşında 50 milyon insan yaşamını yitirmiştir. Bunların yarısı sivil insanlardı. Çanakkale Savunmasında İngiliz ve Fransız donanmalarının 2-3 nükleer bomba eşdeğerindeki bombardımanları altında ölen askerlerimizin sayısı 200 bin dolayındadır. Osmanlı ordusunun 1913-18 arası
bütün cephelerde yitirdiği asker sayısı 1 milyona yakındır. O zamanlar toplam nüfusun 12 milyon olduğunu düşünecek olursak, Anadolu’da 18-28 yaş arası erkeklerin 6’da 1’i savaşlarda ölmüş demektir.

Büyük Atatürk, “Vatanı müdafaa mecburiyeti olmadıkça harp bir cinayettir.” demiştir.

Tarihte doğrudan askerlerin ve orduların hedef olduğu savaşlar, günümüzde daha çok sivil halkı ve çocukları hedef almaktadır; askerden çok siviller ölmekte, çevre ve yaşam kaynakları büyük yıkıma uğramaktadır. ABD’nin Irak seferinde ölen yaklaşık
10 bin Amerikan askerine ve 50 bin Iraklı askere karşın ölen Iraklı sivillerin sayısı 200 binin üzerindedir. Bundan sonra da nerede ve nasıl olursa olsun meydana gelecek “sıcak” savaşlarda askerlerin 5-10 katı sayıda siviller ölecektir.

Yani çağımızın Savaşları, gerçekten masum insanları hedef alan bir cinayettir.

Doğada tüm canlıların yaşam mücadelesinde sınırlı yaşam kaynaklarına sahip olmak yarışı temel gerekçedir.*

Bunların başında yaşam alanı olan topraklar, ardından sular geliyor.
Çağımızda bunlara enerji kaynakları ve endüstrinin temel girdileri olan madenler
de eklendi.

Her ne olursa olsun çıkar çatışmalarının temel nedeni aşırı nüfustur.

Dünya nüfusu bugün 7 milyarı aşmıştır ve her gün 210 bin kişi artmaktadır. (doğanların ve ölenlerin farkı; acı ve kara bir mizah ama, teşbihte hata olmaz, insanların üzerine günde 2 atom bombası atılsa insanlığın nüfusu ancak sabit kalacak)

Yalnızca nüfus artmakla kalmıyor, aynı zamanda dünyaya egemen serbest piyasa ekonomisinin dayatması ve yönlendirmesiyle savurganlık ve adam başına tüketim
düzeyi de artıyor; öte yandan yaklaşık 1 milyar insan açlık çekiyor,
her 10 kişiden 1’i yeterli temiz suya erişemiyor.

Türkiye’de resmi rakamlara göre nüfusun % 5’i (benim hesaplarıma göre bunun 2 katı) açlık sınırında yaşıyor.

Tüm bu olumsuzlukları gidermenin yolu, barışa giden yol,
öncelikle nüfusun azaltılmasından geçiyor.

Bugün Çin’de olduğu gibi tüm dünyada ciddi olarak, “Kadın başına bir çocuk” uygulamasına geçilse, belki 22. yüzyılın ortalarında, bu gezegenin gerçekten taşıyabileceği bir düzeye, 1 milyar düzeyine inilmiş olur. Aksi takdirde doğa
kendi dayatmasını zaten acımasızca uygulayacak; susuzluk, kuraklıklar ve
olumsuz iklim koşullarından kaynaklanan açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle insanlığın çok büyük bir bölümü kıyıma uğrayacaktır.

İnsanların kendi aralarında olması gereken barıştan çok daha önemlisi, doğa ile barışık yaşamanın gerekliliği de acı bir ders olarak öğrenilecektir.

Eğer insanlık, hem kendi türünün ve de öbür canlı türlerinin sonunu bir an önce getirmek istemiyorsa, aptalca üretim, haksız paylaşım ve savurgan tüketim sarmalından (şeytan üçgeninden) kurtulmalı; kulaklara çok hoş gelen bir saçmalığı, kapitalizmin uydurması olan “sürdürülebilir kalkınma” saçmalığını terk ederek, ortak gezegenimiz üzerinde “sürdürülebilir yaşam tarzı” aranışında olmalıdır ve bu temel üzerinde
yeni bir ortak kültürü mutlaka geliştirmelidir.

Amaç her şeyden önce mutfak ve lavabo arasında biyolojik atık borusu halinden kurtulmak, doğayla, evrenle ve tüm insanlıkla uyumlu yaşamın yollarını bulmak olmalı, amaç “insani gelişim” olmalıdır.

Birleşmiş Milletler tarafından gelir, gelir dağılımı, eğitim, bilim, teknoloji ve sanatsal üretim ve sağlık etmenleri göz önüne alınarak yapılan bir değerlendirmeye göre İnsani Gelişmişlik sıralamasında Türkiye (HDI 0,69) puvanıyla dünyada
92. sıradadır. Şimdiye dek hep “si vis pacem, para bellum” felsefesiyle hareket edildi; yani “barış istiyorsan savaşa hazır ol..” Ancak “si vis pacem, para justitiam” demek yani “barış istiyorsan adalete, adil olmaya hazır ol” demek
bence çok daha yerinde olurdu. Ama bunun için de bir paradigma değişikliği gerekli; egemenlerin hukuku yerine küresel adaleti ve küresel barışı sağlayacak evrensel akılcı hukukun egemenliğine geçiş gereklidir. İnsanlık, her şey çok geç olmadan,
bunu becerecek olgunluğa erişebilir mi? Temel soru(n) budur.

Tarih boyunca bilimin ve bilge kişilerin uyarıları ve yönlendirmelerine karşın
ilkel içgüdüsel davranışları sergilemeyi sürdüren insanlığın genel gidişatına ve gelinen noktaya bakılırsa, savaş maalesef bir gerçeklik (realite), barış ise
bir düş (hayal) olarak düşünülebilir. Ancak gerçek insanlık idealini yaşatmak isteyenler her şeye karşın bu düşün gerçekleşmesi için, gerçek barış için,
mutlak barış için aydınlatmaya, uyarmaya ve “barışçıl mücadele”ye devam etmeliler.

“Yurtta barış, dünyada barış” temel amacına yönelik olarak “Hayatta en gerçek
yol gösterici bilimdir.” diyen büyük önder Atatürk’ün yolundan gidenlere de
bu yaraşır. æ
_____________________________
*Çarpıcı bilimsel düşünceleriyle çağının entelektüellerini etkileyen İngiliz ekonomisti Thomas R. Malthus’un (1766-1834) doğada aritmetik dizi ile artan besin kaynaklarının, geometrik dizi ile artan tüketici nüfusuyla aynı oranda çoğalmadığı
ve bu nedenle “besin kaynakları için sürekli ve acımasız bir kavganın doğal olduğu..” yönündeki tezi özellikle Charles Darwin (1809-1882) ve Alfred Russel Wallace
(1823-1913) gibi “Evrim” biyologlarının geliştirdiği “doğal seçilim” kuramı için
esin kaynağı olmuştur.