Etiket arşivi: Su Savaşları

ATATÜRK MODASI

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Bir kavramın önüne Atatürk özel adını getirince ne denli de göz alıcı, göz boyayıcı oluyor. Hele bir de moda gibi ticaretin, sömürü düzeninin bir parçası olarak bayağılaştırılmış bir kavramın önüne Atatürk adını getirmek neleri gizliyor?

Son yıllarda ulusal birliği parçalanmış, kavramları tepetakla edilmiş ülkemizde ulusu birleştirebilen tek ad  tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk. Ancak Atatürk ne bir ticari markadır ne de moda. Sözlükler Moda kavramını “belirli bir süre bir şeye karşı toplumca gösterilen aşırı yaygın düşkünlük” olarak açıklıyor. Burada anahtar sözcük kuşkusuz aşırı düşkünlüğün “belirli bir süre” ile sınırlı olmasıdır. Bu belirli süreyi, modayı ister siyasal, ister ticari (tecimsel), ister sosyolojik olarak kullansınlar, ortaya atanlar belirler. Süre ne denli kısa tutulur ve aşırı düşkünlük dozu yüksek olursa kazanç o denli çok olur.

YIRTIK PANTOLON ve YOKSULLUK

Öyle zamanlar olur ki, yoksulluktan yırtık, yamalı, soluk, yıpranmış giyinenler ile en pahalı markaları, en yüksek fiyattan alıp belirli bir süre kullananlar ilk bakışta birbirine karışır. Yoksullar için yırtıklarını gizleme kaygısı varken, varsıllar yırtıklarını sergileyerek “onurlanırlar”. Yoksullar, yırtık yerlerden eprimiş iç çamaşırları görünürse utanç duyarlar. Varsıllar için kimi kez yırtık yerlerinden iç çamaşırlarının gözükmesi ya da hiç giymediğinin anlaşılması ilgi kaynağıdır. Varsılların özel çabalarla yırtılmış giysiler, modası geçip çıkarılıp atılınca ilgi alanlarından çıkar. Varsıllar için modası geçen yırtık giysi yoksullar için modası geçmeyen bir giysidir. Varsıllar için 6 ay süren “Zühtü sarısı” gecekondu semtleri için modası geçmeyen bir renktir. Moda nedeniyle yırtık gezenler, zorunluluktan yırtık gezenleri hor görürler. Moda nedeniyle yırtık giyenler lüks araçlarıyla özel korumalı gettolarına dönerken, yoksullar halk otobüsleriyle ya da sıkışık dolmuşlarla gecekondu semtlerine dönerler. Gece olduğunda iki yan da kendi gerçeğiyle baş başadır.

Son dönemlerin “Atatürk Modası” da yırtık pantolon modası gibi gelişti. Üstte pahalı marka etiketleri gibi gösterişti unvanlar, kartvizitler, ama yırtığın altında asla terk etmeyecekleri ve “ne olur ne olmaz” diyerek görünmesini istedikleri asıl düşünce sistemleri ve onları güdüleyen sınıfsal yapıları…

Atatürk Modasına uyanlar kendilerine bir Osmanlı Paşası dede buldukları gibi, bir de Cumhuriyetin ilk yıllarından bir dede bulundururlar. Kimisi yakın tarihten de bir baba, amca ya da “dayı” bulundurur. Sıkı “Atatürkçüdürler” ama yeri geldiğinde Atatürk’e küfredenlerle olurlar. İnönücü’dürler ama “Kırkların Milli Şef faşizmi” nutukları atarlar. “Yeter söz milletin” sloganı da onlarındır. “Demokrat Parti diktatörlüğü” deyip 27 Mayıs’çı olurlar. “Kurtar bizi Baba” feryatlarının ardından 12 Eylül faşist darbesinin önderini herkesin ortasında şaaap diye yanağından öpüverirler. Çok geçmeden öpülme sırası Özal’a, Çiller’e, Erbakan’a, Karaoğlan’a, Erdoğan’a da gelir. Sistem tıkanıp geniş halk kesimleri gerçek önder Atatürk’e sarılınca onlar da bu kez Atatürk Modasına uyarlar. Öyle ya “iki ayyaş” diyenler, 2016 yılının 15 Temmuz gecesi başları sıkışınca, en büyük Atatürk posterini parti binalarına asıverirler.

Artık Atatürk rüzgârları esmektedir. Eskiden çok zorunlu durumlarda en çok, en çok Mustafa Kemal Paşa diyenler artık ağız dolusu GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK demektedir. İşin tuhafı, Atatürk’ün partisinde belli mevzileri ele geçirenler de Atatürk demekten vazgeçmiş, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” ilkesini militarist (askercil) bulmaktadır.

YIRTIK PANTOLONUN ALTINDAN SIRITAN…

Hangi kökten gelirse gelsin moda olarak Atatürk diyenler kaçınılmaz olarak bir biçimde kendilerini ele vermektedirler. Yırtık pantolonun altından Batıcılık, Amerikancılık kendini göstermekte gecikmemektedir. Kimisi bu işin kuramını kurarken kimileri de çok araştırmadan parlak etiketlerin, unvanların (sanların) peşine takılarak bu sözde ideologların kötü birer kopyaları olarak Batıcılık sakızını çiğnemektedirler ve asıl tehlikeli ve zavallı olan bunlardır. Çünkü pek çoğu bizim kesimde görünmektedir. Atatürk’ün “Çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine geçme” hedefi bunların dilinde “Batılılaşma” olarak dayatılmaktadır. Atatürk’ün bu konudaki net sözleri bu gibiler için hiç söylenmemiş, toprak altına gömülmesi gereken sözlerdir. Aynı kişiler 300 yıldır bütün yoksul ülkelerin yeraltı, yerüstü kaynaklarını silah zoruyla sömürüp pazarlarını ele geçirerek varsıllaşan vahşi (yabanıl) Batının kötülüklerini de gizlemek için aynı çabayı gösterirler. Üstelik Batılılar gerçek emellerini her fırsatta apaçık dile getirirler.

Atatürk’ün şu sözleri ne anlama geliyor?

  • “Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık,
    Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur.
  • Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.
  • Halbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin?…
  • Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”

Ulusal Kurtuluş Savaşının ateşi içinde söylenen şu sözlere ne demeli?

  • “Biz hakkımızı savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için,
    bizi yok etmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
    bütün ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”

SULARIMIZA BİLE GÖZ DİKTİLER

Lozan görüşmelerinde istediklerini kabul ettiremeyen Lord Curzon‘un İsmet Paşa‘ya apaçık söylediği sözler ile Batı’nın bize her fırsatta uyguladığı baskı, ambargo ve dayatmalar ne denli de uyumludur. Ya da halkımızı yıllarca uyutan AB masalları sırasında önümüze konan tuzaklar çok açık değil midir? AB üyesi olma sevdası ile her yıl AB “müfettişlerinin” önümüze koyduğu raporları nasıl unutacağız? Salt 2004 AB İlerleme Raporu’nun 9. sayfasında yer alan şu dizeleri, bol unvanlı akademisyenlerimiz ile siyasilerimiz nasıl açıklayacak?

  • “Su, önümüzdeki yıllarda giderek stratejik bir konu olacak ve Türkiye’nin AB üyesi olması sonucu, su kaynaklarıyla Dicle ve Fırat üzerindeki barajlar ile sulama tesislerinin uluslararası yönetimi beklenebilir ve bu AB için büyük meseledir.”

Em. Büyükelçi ve ADD Danışma Kurulu Üyesi Dr. Onur Öymen bu konuda Cumhuriyet Gazetesinde 17 Ekim 2004 tarihli yazısında yukarıdaki alıntıyı kast ederek “..aynı cümlelerin içinde İsrail ve diğer ülkelerin adının geçmesini pek de hayra alamet değildir” diyordu. Ülkemizde her dönemde liberalizmin ve Batıcılığın sözcüsü olan Hürriyet Gazetesinde uzun yıllar Başyazarlık ve sonrasında CHP Milletvekilliği yapan Oktay Ekşi 19 Aralık 2004 tarihli “Fırat Dicle ve AB” başlıklı yazısında aynı konuda “Böyle bir niyet şu anda ancak bu kadar ifade edilebilir” diyecekti.

“Medeni” Batının çok uluslu su şirketleri kaynak sularımızı şişeleyip satan su firmalarımızı ele geçirirken, arkalarındaki güç ise ülkemizin en büyük iki akarsuyunun peşine düşmüştü bile. Petrol savaşlarının yanına eklenen su savaşlarının odağına ülkemiz konuyordu.

UNUTKANLIK MI?

Batının bu açgözlü sömürü alışkanlığına pek çok örnek verilebilir. Son 25 yılda elden çıkarılan ya da yok edilen Cumhuriyet kazanımı işletmelerimizin durumuna ek olarak yüzlerce benzer örnek verilebilir. Ancak bizleri en çok üzen ve yaralayan “Atatürkçülük” görünümü altında Batı’nın sömürme alışkanlığını “Batılılaşma, medenileşme, demokrasiyle taçlanma” adıyla bizlere yutturulmaya kalkılması oluyor. Bu denli uzun bir giriş yapmam, bizim kesimde olanların yalın bir “hata” ya da unutkanlık ile böyle yaptıkları iyimserliği ve onları kazanabilme umudundan kaynaklanıyor.
***
Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından yayınlanan “Atatürkçü Düşün Dergisi” nin Ekim, Kasım, Aralık 2022 tarihli ve Cumhuriyetin 100. Yılına özel 149. sayısında Doç. Dr. M. Burak Cop imzasıyla yayınlanan “Uluslararası Bağlamıyla Kemalizm” başlıklı yazı, giriş bölümündeki koyu Atatürk sosundan sonra tam bir Batı hayranlığı ile sürüyor. Yazının ortalarında “Dünyanın Birinci Ligine Katılmak” ara başlığından sonra şu ilginç cümleler yer alıyor:

“İşin aslı, 3. Selim döneminden Cumhuriyete uzanan modernleşme çabalarında da aynı motivasyon vardır: Modernleşmek emperyalizm çağında ayakta kalmak ve Avrupa uluslar ailesine (yani dünyanın 1. ligine katılmayı başarmak.”

Bu anlatımın yazarın düşüncesi mi yoksa değerlendirmesi mi olduğunu tam anlayamıyoruz.
Bu anlatımı ilerleyen satırlarda “Günümüzün sınırsız iktidar erki savunucularının Tanzimat reformcularıyla herhangi bir tarihsel özdeşlik kurmamaları, özdeşliği 2. Abdülhamit despotizmiyle kurmaları dikkate alındığında, ‘Batıcı’ ile ‘bağımsızlıkçı’ arasındaki bir ayrımın günümüzde ancak arkeolojik değeri olabilir.” biçimnde bulanık ama parlak sözleri sürdürüyor. Yani Batıcılık ile bağımsızlıkçılık arasında fark aramayı toprak altında kalmış arkeolojik bir öge olarak ele alıyor.

BAKLA AĞIZDAN ÇIKIYOR…

Yazar aynı yazının son paragrafında ağzındaki baklayı çıkartıyor:

  • “Türkiye hiçbir Ortadoğu ülkesiyle karşılaştırılmayacak kadar Batı’ya entegredir.
    Bu entegrasyonun tarihi bir derinliği var. Avrupa’da ve Türkiye’de kim ne derse desin,
    Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. AB’nin kendi çalkantıları ve yaygın Türkiye karşıtlığından bağımsız olarak, AB üyeliği hiç gerçekleşmeyecek bile olsa hedef olmaktan çıkartılmamalıdır.
    Çok kutupluluğun pekişmesi küresel siyasetin yadsınamaz gerçeği. Ancak Rusya ve Çin gibi dolayımsız sermaye diktatörlükleri mevcut sosyal ve siyasal düzenleriyle Atatürk Türkiye’si için model değil ancak partner olabilirler. Sözün özü, Batı’ya karşın Batılılaşmaya devam!”

Yine de iyimserliğimizi elden bırakmayarak yanlış anladığımızı düşünelim.
En azından yazar, yazısının hangi yayın organında yayınlanacağını unutmuş olsun.

Son sözü dostlara söyleyelim    :

  • Altınızda göstermek istemediğiniz bir şey varsa, yırtık pantolon modasına uymaya kalkmayın.

2100 DÜNYA SICAKLIK HARİTASI

2100 DÜNYA SICAKLIK HARİTASI

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
(Nükleer Fizik, Çekirdek Fiziği Uzmanı)

Değerli arkadaşlar,

58 üye ülkenin (ABD üye değil; Türkiye’nin sürekli temsilciliği var) oluşturduğu Birleşmiş Milletler Çevre Programı‘nın (UNEP) “Gezegenin Geleceği” kapsamında hazırladığı Küresel Sıcaklık Artış Haritasını görüyorsunuz.

“Tüm Dünya ülkelerinin 2000 yılındaki Sosyo-Ekonomik yaşam koşullarını, Çevre lehine özverili değişiklikler yapmadan sürdürmesi durumunda” ortalama sıcaklık artışının süper bilgisayarlarla (benzetim – simülasyon) hesaplanmış sonucu dehşet vericidir…

Buna göre Türkiye’de sıcaklıklar, hemen tüm çevre olduğu gibi, 2000 yılında “mevsim normali” sayılan düzeyin yaklaşık 5 derece üzerinde olacaktır !! Yani yaz ortasında 2 ay süreyle tüm Türkiye’de sıcaklık 40 derecenin üzerinde seyredecek demektir. Şu anda 15 C derece olan Dünya ortalaması, 20 C dereceye dek yükselecektir…

İnsanların serinlemek için kullanacağı devasa miktardaki Fosil Enerji –iki ucu b.lu değnek örneği!– küresel sıcaklığın daha da yükselmesini tetikleyecektir… Velhasıl gidiş çok tehlikeli

Küresel ısınmanın tetiklediği, “neden veya sonuç” olduğu daha birçok felaket var …

Su baskınları, yükselen deniz suları yüzünden yitirilen topraklar, birçok canlı türün ölümü, kuraklık, mikrobik patlama, yeni viral hastalıklar,

Açlık!

Ülkeler, hatta kentlerarası su savaşları, terör, zoraki göçler, ekonomisi zayıf ülkelerin yıkılışı,

  • Bölgesel karmaşa ve olası bir nükleer savaş!?

…. sonucunda Dünya nüfusunun, 2060’tan sonra 40-50 yıl içinde, 10 milyardan yüzyılın sonunda 2-3 milyara düşebileceğini düşünüyorum.

  • İnsanlık belki 75 bin yıl önceki Toba felaketinden çok daha büyük bir kıyım yaşayacak demektir.

Gelecekte Dünyamız, Venüs’te olduğu gibi, geri dönüşü olmayan ve tüm yaşamı sonlandırabilecek bir “Isı Sarmalı“na mı girecek, yoksa?

Küresel durum bu denli ürkünç (vahim), ama insanlık umursamaz yaşamını sürdürüyor; daha çok ürüyor, daha çok üretiyor, daha çok tüketiyor, daha çok israf ediyor, daha çok kirletiyor, daha çok tahrip ediyor…

Ve Doğanın tokadını daha çok hak ediyor…æ (20.02.2019)

Fotoğraf açıklaması yok.

BM’nin 1997 Uluslararası Su Yolları Sözleşmesi ve Su kıtlığı – Kuraklık Sorunu


Dostlar
,

Dünyada ve Türkiye’de yaygın kuraklık denmese bile yer yer kuraklık ve ciddi su sorunu – kıtlığı sürmekte..

Bizim Çevre – Orman ve Su İşleri Bakanımız da bu konularda uzman bir Profesör ve Dünya saptamalarının tersine bodoslama giderek “su sorunumuz yok!” demeyi sürdürüyor..

Sn. Prof. Dr. Ali Ercan ve biz ise gerekçeli olarak duyarlığımızı sürdürüyor ve
bu “sorumsuz” davranışa karşı çıkıyoruz.

Bu yazımızda bir de Su Politikaları Uzmanı Dursun Yıldız‘ın irdelemesi var..

AKP iktidarı bu bağlamda da ülkemize ciddi ve dönüşümsüz zararlar veriyor..

Sevgi ve saygıyla.
20.8.2014, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

==============================================

Su… Su… Su…

Değerli arkadaşlar,

Hiçbir zaman sorun olmayacağı sanılan Su, insanlık için gittikçe büyüyen bir sorun olmayı sürdürüyor. En önemli yaşam kaynağımız olan suyun, bir yandan nüfus artışı (AS: hızlı ve tümüyle gereksiz) öbür yandan iklim değişikliği makasında,
küresel Güvenlik ve Barış bakımından en stratejik madde oluşuna şaşmamak gerekir.

Yakın gelecek “su savaşları”na sahne olacak bir gelecektir; öyle ki, yalnızca Devletler arasında değil, Kentler arasında bile.. Gerçi Gezegenimizde çok büyük miktarda (~1,4 milyar km3) su bulunuyor ama içilecek tatlı su bunun %2,5 kadarıdır ve bu su da ağırlıklı olarak Kutuplarda buzullar durumundadır.

unnamed (3)

Erişilebilir, kullanılabilir tatlı su miktarı yılda yaklaşık 14 trilyon m3tür; yani Dünyamızda kişi başına ortalama 2 bin m3 su var.. Eldeki su kaynakları da homojen (AS: türdeş birörnek) dağılmış durumda değil. Kimi ülkelerde bol miktarda
su bulunurken, kimisinde su kıtlığı çekiliyor..

 

  • Dünya’da yaklaşık 1 milyar insan yeterli temiz içme suyuna ulaşamıyor.

Genelde 1000 m3/kişi.yıl altında suyu olan ülkeler su yoksulu ülkeler sınıfına
giriyor; ki biz de tam bu sınırdayız.

Bizim Fırat ve Dicle gibi sınır aşan iki büyük nehir dolayısıyla Uluslararası sorunlarımız var. Zaten Orta doğuda petrol kadar, belki petrolden de önemli, stratejik madde Su’dur ve “Su” denince akla Mezopotamya’yı sınırlayan Fırat-Dicle gelir. Türkiye Fırat suyundan saniyede 500 m3 su bırakmayı taahhüt etmiş durumda, yani Fırat’ı Suriye ile yarı yarıya paylaşmış durumdayız. İklim değişikliğinin getireceği susuz, kurak dönemlere karşı -işi Allah’a havale etmeden- sıra dışı akılcı önlemler ve çözümler gerekiyor.

Sevgilerimle.  æ

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Not : Su Politikaları uzmanı Sayın Dursun Yıldız’a bilgilendirici makalesini
paylaştığı için teşekkürlerimle…æ

================================

Yürürlüğe giren 1997 BM Sözleşmesi Ne Getirir?

Dursun YILDIZ
Su Politikaları Uzmanı

BM’nin 1997 Uluslararası Su Yolları Sözleşmesi

BM‘nin Uluslararası  Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla kullanımı  sözleşmesi 1997 Mayıs ayının sonunda 185 üyeli Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylama sonucunda 103 lehte, 3 red, 27 çekimser oyla kabul edilmişti. 1997 Sözleşmesi’nin yürürlüğe girebilmesi için 35 ülke tarafından onaylanması gerekmekteydi. Bu onaydan sonra sözleşme bu ülkelerin  kendi iç hukukları açısından bağlayıcı hale gelmiş olacaktı. İşte bu 35 ülkenin sözleşmeyi onaması  birkaç ay önce tamamlandı ve Sözleşme 17 Ağustos 2014 itibariyle uluslararası geçerlilik kazandı.

Türkiye bu sözleşmeye Çin ile birlikte red oyu vermiştir ve bu kararın kendisini bağlamayacağını ve imzaya açıldığı zaman da bu sözleşmeyi imzalamayacağını ve onaylamayacağını beyan etmişti.

17 Ağustos 2014′de uluslararası geçerlilik kazanmış olan bu sözleşme Dünya’da 190‘ı aşkın ülkeden salt 35′i tarafından onaylanmıştır. Bu ülkeler arasında Amerika Kıt’asından hiçbir ülke yoktur. 1997 BM Sözleşmesinin ortaya çıkması için 1970 yılında başlayan çalışmalar, ancak 1997 yılında sonuç vermiştir.

Sözleşmenin 1997 yılında BM tarafından kabulünden sonra  35 ülke tarafından onaylanması ise 17 yıl almıştır. Bu konuda ülkelerin bir taslak oluşturması ve bunun uygulanacağına  ikna olması için geçen süre 44 yıldır. Bu sözleşme 20 yüzyılın uluslararası ilişkiler  düşünce sistematiği ile yapılmış ancak 21. Yüzyılın   yeni jeopolitiği ve dünya düzeni içinde yürürlüğe girebilmiştir. Bu nedenle  sözleşmenin bu yüzyılın yeni düzenini kapsaması, çok geniş bir uluslararası  kabul  görmesi ve uygulama alanı bulması kolay olmayacaktır. Ancak bu durum sözleşmenin yürürlük kazanması  gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Uluslararası sözleşmelerin bunları imzalamayan ve onaylamayan ülkeler bakımından hukuken geçerli olmadığı biliniyor. Onaylanmayan sözleşme bağlayıcı değildir. Ancak çok sayıda ülke tarafından onaylanan deniz hukuku sözleşmesi gibi taraf sayısı fazla olan uluslararası anlaşmaların moral bir ağırlığının  bulunduğu yadsınamaz.

Ayrıca ülkeler uluslararası alandaki saygınlıklarını korumak için uluslararası sözleşmelerin genel ilkelerine aykırı davranmak istemeyebilirler. Tüm Uluslararası Sözleşmeler karşılıklı ödünler verilerek sonuçlandırılır. Sözleşmelerin bazı kurallarına karşı olan ülkelerin kimi taleplerini de başka kuralların tatmin eylemekte bulunduğu da bir gerçektir. Önemli olan o sözleşmelerin ülke için yararlı olacak kurallarından azami ölçüde yararlanmasını bilmektir.

Türkiye’nin 1997 BM Sözleşmesi’ne Karşı Çıkış Nedenleri

Sözleşmenin müzakereleri sırasında diğer bazı noktaların yanı sıra  Türkiye’nin “önemli zarar vermemek” maddesine ilişkin itirazları olmuştur.

Türkiye, kıyıdaş ülkelerin, suyu hakça ve makul olarak kullandıkları takdirde, zaten öbür kıyıdaş devletlere zarar vermemek ilkesinin de yerine geleceği görüşünü önererek, bu maddeye itiraz etmiştir. Bunun yanı sıra bu terimlerin bir tanımı yapılmadığı için neyin “önemli zarar olduğu”  ne kadar zararın “Kayda değer zarar”  olduğunu saptamak olanağı yoktur. Buna ilave olarak zarar gördüğünü düşünen taraf her zararın önemli zarar olduğunu ileri sürecek ve bu konuda uzlaşma olanaksız olacaktır.

Türkiye’nin Sözleşme’nin  “Planlanan Önlemler” başlığı taşıyan bölümüne de ciddi  itirazları olmuştur. Sözleşmenin   bu bölümünde,  – yukarı kıyıdaş devletin aşağı kıyıdaş ülkenin onayını almadan su kaynaklarını geliştirmek faaliyetine girişememesi- durumu ele alınıp düzenlenmiştir.

Türkiye, bu düzenlemeye aşağı kıyıdaş devlete haber vermek zorunluluğuna bağlı olarak devletler arasında uzlaşma için  uzun bir süre gerekeceğini ileri sürerek itiraz etmiştir. Türkiye sözleşmeye esas olarak objektif kriterler taşımadığı, eksik, yetersiz ve muğlak olduğu gerekçeleriyle red oyu vermiştir.

Sözleşmenin yürürlüğe girmesi sadece sözleşmeyi onaylayan ülkeleri hukuken bağlayacak olup  Türkiye, sözleşmeye ilişkin yükümlüklerden muaftır. Suriye sözleşmeye  rezervli onay vermiş olup  Irak bu sözleşmeye taraf olmuştur.

Bu  Sözleşmenin Teamül Oluşturma İhtimali Uluslararası hukukun asli kaynakları arasında yer alan teamül, oluşumu açısından antlaşmalardan farklıdır. Antlaşmalar, devletlerin açık irade beyanı olarak kabul edilirken, evrensel bir teamülün oluşumu için genel bir uygulama yeterli kabul edilmektedir. Ayrıca bir uluslararası sözleşmenin teamül oluşturma ihtimali de vardır. Diğer bir deyişle sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonraki yıllarda sözleşme hükümlerinin teamül haline gelebilir. Ancak
bu sözleşme hükümlerinin teamül haline gelme olasılığı çok yüksek değildir.

Uluslararası sistem  BM sözleşmesinin yürürlüğe girmesi için 2010 yılından sonra ağırlık koymaya başladı. Yeni enerji ve su jeopolitiği “sınır aşan sular” konusunda bir “Çerçeve Sözleşmeye” duyulan ihtiyacı arttırdı. Bu durum 2010 yılından sonra 1997 Sözleşmesini imzalayan ülke sayısında hızlı bir artışa neden oldu. Sözleşme, BM’de  kabulünden sonraki 12 yıl içinde 18 ülke tarafından onaylanmıştır.  Ancak bu sayıya  son beş yılda  17 ülke daha eklenmiş ve sözleşme yürürlük kazanmıştır.

21. Yüzyıldaki  yeni hidro-jeopolitik paradigma, bir yandan  bu sözleşme ile yukarı kıyıdaş ülkeleri daha makul olmaya yöneltirken  diğer taraftan Nil üzerinde 80 yıllık Mısır’ın dokunulmazlığını kaldırmış ve  Etiyopya‘nın Nil üzerindeki Rönesans Barajı yükselmesini sağlamıştır.

1997 sözleşmesi, Dünyadaki 263  sınır aşan su havzası için en uygun su kullanım  ayarını  verebilecek bir sözleşme değildir. Ancak uluslararası hukukta bu konudaki büyük boşluğun da bir şekilde doldurulması gerekiyordu. Çünkü halen  263 Sınır aşan nehir havzasının 157 sinde (%60) hiçbir işbirliği çerçeve  anlaşması yoktur. Anlaşma bulunan havzalarda ise daha çok  ikili anlaşmalar yapılmıştır.

Bu durum iklim değişimi riski ile birleşmiş ve tehdit algısını arttırmıştır.

Bu nedenle sınır aşan su havzalarında  iklim değişimi   bölgesel krizler yaratmadan , üzerinde konuşulacak bir hukuksal çerçeveye duyulan ihtiyaç artmıştır. Su Çerçeve sözleşmesinin  yürürlük kazanması hızlandırılarak olası bölgesel güvenlik risklerinin önlenmesi çalışmalarına altyapı hazırlanmış oldu.

1997 sözleşmesinin yürürlüğe girmesi, sınır aşan su havzalarında su kullanımı sorunlarının  hızla çözülmesinden daha çok konunun  yeniden uluslararası  gündeme taşınmasına  yönelik bir ortam oluşturacaktır.

BM sözleşmesi Türkiye gibi sözleşmeye taraf olmayan ülkeleri bağlamamaktadır. Ancak iklim değişiminin etkileri krizlere neden olurken sözleşmeye taraf olup olmamak ayırımı yapmayacaktır.  Bu durum  aslında  sözleşmeye taraf olmasa bile, bölgelerinde  istikrarsızlık istemeyen  ülkeleri su yönetimi konusunda  bölgesel işbirliği için bir araya getirecektir.

Önümüzdeki dönemde iklim değişiminin etkilerinin daha da artması, 1997 BM sözleşmesinin kurallarından daha etkili bir şekilde ülkeleri su işbirliğine zorlayacaktır.

Yeni paradigmaların şekillendireceği  21. yüzyılda, BM’nin 1997 sözleşmesi sınır aşan sular konusundaki sorunlara “kapsam ve  kavram” olarak dar gelecektir. İnsanlık, iklim değişimi ve enerji-gıda-su-çevre ilişkisindeki artış sonucunda krizlerin birbirini tetikleyeceği  ve hızla küreselleşeceği bir geleceğe hazırlık yapmak zorundadır.  Bu nedenle sözleşmeyi onaylamayan  vepaylaşılan su havzalarında yer alan  110 ülkenin bu konuda işbirliğini reddetme lüksü olmayacaktır. Hatta bu ülkeler gelişmeler karşısında   konuya bu sözleşme kapsamından çok daha geniş  bir açıdan bakma zorunluluğu duyacaktır.

Bu nedenle bu sözleşme, BM’nin 1997 sözleşmesi, sözleşme maddelerinin belirsizliğine  sıkışmadan ve sözleşmeye  taraf olup olmama kısır çekişmesine düşmeden değerlendirilmelidir. Bundan dolayı ülkelerin su işbirliği için bir farkındalık yaratmak aracı olarak ele alınmalı ve bölgesel su işbirliğini geliştirecek çok taraflı anlaşmaların altyapısı için çaba gösterilmelidir. 

KURAKLIK ALARM VERİYOR!


KURAKLIK ALARM VERİYOR!

Dostlar,

Elle duyumsanır – gözle görünür biçimde deneyimliyor, yaşıyoruz.

Şubat ayı içinde Nisan sıcaklarını görüyoruz ve yağmur hala yok!

Barajlarda kalan su düzeyi alarm veriyor..
Baraj çevreleri hızla ağaçlandırımalı, HES projeleri gözden geçirilmeli..

Hükümet yolsuzlukları örtme derdinde, çünkü başı ciddi biçimde ağrıyor
ve 30 Mart 2014 yerel (gerçekte genel!) seçimleri çok yaklaştı.
Telaş, etekleri başa geçiriyor neredeyse..

Ama ülke çok ağır bedelleri olabilecek bir kuraklığa doğru sürükleniyor.

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu Allahlık.. Desteksiz konuşuyor..
A, B hatta C planlarının olduğunu, İstanbul’u susuz bırakmayacaklarını buyuruyor ama bir türlü bu planların içeriğine girmiyor!? Devlet sırrı sanki..

İvedilikle uzmanları toplayıp

OLAĞANÜSTÜ DURUM İLAN ETMEK ve
BİLİMSEL ÇÖZÜMLER ARAMAYA BAŞLAMAK İÇİN GEÇ KALINIYOR..

Bulutlara yağmur bombaları gibi kimi meteorolojik girişimler..

TV’lerde, basında, duyuru panolarında..
su tasarrufu hakkında sık sık ciddi çağrılar veuyarılar yapılmalı..

Kademeli artan, tüketim düzeyine uyarlı fiyatlama..
Kamu kurumlarından başlayarak fotoselli musluklar..

WC rezervuarlarının 2 bölmeli yapılması (büyük ve küçük tuvalet için).

Hemen tüm WC’lerde su rezervuarlarının içine
1 ya da 2 tane yarım litrelik içi su dolu pet şişe koymalıyız.

Susuz pisuvarlar
 yaygınlaştırılmalı..

Deniz suyundan içme – kullanma suyu üretimi için AR-GE çalışmaları..

Yeraltı su sondajları..

Az su gereksinimli tarım ürünlerine geçme..

ORMAN alanlarını gözü gibi koruma, 3. Havaalanı için orman kıyımını durdurma.
B2 arazilerini tarıma açıp köylüye satma (Türk usulü bütçe açığı kapatma!)
yerine yeniden ormanlaştırma..

Toplu taşımacılığı – metro ve demiryollarını geliştirme, bisiklet ve yürümeyi teşvik..

Rekreasyon alanlarında, WC’lerde yarı arıtılmış geri kazanılan su kullanımına geçmeliyiz.

Uzmanlar, kanıta dayalı olarak KISA – ORTA – UZUN ERİMLİ seçenekleri belirlemeli ve tüm Türkiye olarak hemen uygulamaya geçmeliyiz..

MUTLAKA TASARRUF!
     MUTLAKA TASARRUF!
          MUTLAKA TASARRUF!

Nüfus artışını frenleme.. HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

Sevgi ve saygı ile.
20 Şubat 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

KURAKLIK TEHLİKESİ KAPIDA!

Ali_Ercan_portresi

 

Prof. Dr. Ali ERCAN

 

 

 

Değerli arkadaşlar,

Bu yaz Kuraklık kapıda !

Kentler arası “Su Savaşları” başlayabilir.

kuraklik_feci

***

BASINDAN

Ülke genelinde kurak bir dönem yaşanırken, barajlardaki su düzeyi de giderek düşüyor. İstanbul’daki barajların doluluk oranı %31’e, Ankara’da ise %36’ya geriledi.

Barajlardaki son durum

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) verilerinden derlenen bilgiye göre, İstanbul’daki Ömerli Barajı %42, Pabuçdere Barajı % 0,2 Sazlıdere Barajı %17, Büyükçekmece Barajı % 29, Alibeyköy Barajı %21, Terkos Barajı % 41, Kazandere Barajı %15,
Elmalı Barajı %7, Darlık Barajı %30 ve Istrancalar Barajı %13 dolulukla hizmet veriyor. İl genelindeki barajların toplam doluluğu ise %31 olarak belirlendi.

Kemerburgaz_baraji_kurumus_Subat_2014

ANKARA’DA DURUM

Ankara’daki Kavşakkaya Barajı ise %13, Akyar Barajı % 16, Eğrekkaya Barajı %31, Çubuk Barajı % 32, Çamlıdere Barajı % 36 ve Kurtboğazı Barajı %61 doluluğa sahip bulunuyor. Başkentteki barajların doluluk oranı %36’ya geriledi.

İZMİR’DE DURUM

İzmir’deki Balçova Barajı %47, Güzelhisar Barajı % 58, Tahtalı Barajı %61,
Ürkmez Barajı %61, Gördes Barajı % 20;

Bursa’da Nilüfer Barajı %62, Doğancı Barajı %26 dolulukla hizmet veriyor.