Etiket arşivi: SOROS

Ukrayna savaşının arka planı

Alev Coşkun
Alev Coşkun
Cumhuriyet, 27 Şubat 2022

 

Putin: Başka çaremiz kalmamıştı, hedeflere ulaşınca çekileceğiz

Zelenski: Hiçbir yerden yardım alamadık

Lavrov: Ateşkes için hazırız

Geçen salı günü Rusya, Ukrayna’ya karşı dört bir yandan hava ve kara saldırılarıyla savaş başlattı. Batı dünyası bu savaş hareketine karşı olduğunu sert bir biçimde belirtiyor, ancak askeri yönde eylemli bir harekette bulunmuyor, yalnızca Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlar uygulayacağını açıklıyor.

Bu işin esası nedir? Bu savaşı tetikleyen gelişmeler nelerdir? Konunun arka planında neler var? Bir çözümleme yapalım. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı, tek kutuplu bir dünya düzeni oluştu, ABD giderek dünyanın tek egemeni durumuna geldi.

‘RENKLİ DEVRİMLER’

Bu tek kutuplu dünya düzenini güçlendirmek amacıyla, Soros’un maddi ve Batılı devletlerin siyasal destekleriyle renkli devrimler öne çıktı… Yugoslavya’da 2000 yılında “Buldozer Devrimi”, 2003 yılında Gürcistan’da “Gül Devrimi”, 2004’te Ukrayna’da ”Turuncu Devrim”, 2005’te Kırgızistan’da “Lale Devrimi” gerçekleşti. Bu ülkelerde büyük ölçekli sokak gösterileri sonrası tartışmalı genel seçimlerle iktidarlar devrilmiş, Batı yanlısı, liberal kökenli siyasal iktidarlar oluşmuştu.

  • Rusya güçsüz kalmıştı, arka bahçesindeki bu gelişmelere karşı çıkamıyordu.

Avrupa’da eski Varşova Paktı üyeleri Romanya, Polonya, Çekoslovakya ve Bulgaristan NATO’ya üye olarak kabul edildiler. 3. Dünya düşüncesinin ileri ülkesi Yugoslavya 4 parçaya bölündü. Bunlar yetmedi, NATO’nun 2008’de Bükreş toplantısında Gürcistan ve Ukrayna’nın da NATO’ya üye olma istemlerinin olumlu karşılanmasına karar verildi.

KUŞATMA POLİTİKASI

Sovyetler’in dağılması sonrası Rusya bir askeri çerçeveye alınmak isteniyordu. Yinelersek Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, güneyde Arnavutluk, dağılan Yugoslavya, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ ve Kuzey Makedonya ya NATO’ya alındı ya da AB’ye alındı.

ABD ve NATO, Rusya’ya karşı bir kuşatma politikası izliyor, özellikle Karadeniz’de denetimi ele geçirip Karadeniz’i bir NATO kapalı denizi durumuna sokma çabası içine giriyordu.

RUSYA’NIN TOPARLANMASI

Ancak zaman içinde Rusya kendisini toparlamış, ekonomisi göreceli olarak güçlenmiş, petrol ve doğalgaz alanında Avrupa’nın gereksinmelerine cevap verebilir düzeye ulaşmıştı.. 2000’li yılların başında göreve gelen Putin yönetimi, deneyim, birikim ve süreklilik kazanmıştı… Nitekim, Rusya gelişmelere artık duraksamadan yanıt verebiliyordu. Gürcistan’da 2003 yılında başlayan renkli devrime karşı, Rusya karşılık vererek sınırda Ahbazya ve Güney Osetya’yı önce Gürcistan’dan kopardı ve ardından bağımsızlıklarını ilan eden bu özerk yönetimleri tanıdı…

Özellikle Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istemesi ve Karadeniz’in NATO gölü durumuna getirilmesi karşısında Rusya stratejik kararlar almak durumunda kalıyordu.

RUSYA’NIN ÇEMBER İÇİNE ALINMASI

Bu gelişmeler karşısında Rusya doğuda bir yandan Orta Asya Türk cumhuriyetleri, güneydoğuda Kafkaslar, Karadeniz’de Kırım ve Gürcistan, batıda ise Ukrayna sınırında önlemler alıyordu. ABD Savunma Bakanı L. Austin, daha birkaç ay önce bu durumu şöyle belirtmişti:

“Karadeniz, NATO’nun Doğu kanadıdır ve Karadeniz’in güvenliği ABD’nin ulusal çıkarıdır.” 

Unutulmamalıdır ki ülkelerin coğrafi konumları aslında o ülkenin stratejik önceliklerini de saptar ve dikta ettirir. Bu durumda Rusya için en önemli stratejik bölgeler Kafkasya, Kırım Yarımadası ve batıda Ukrayna sınırı olarak ortaya çıkıyordu. Rusya kendisine dayatılan bu çemberi kırmak gerektiğini değerlendiriyordu. Nitekim yukarıda belirtildiği gibi Rusya, bu çemberi Kafkaslar bölgesinde 2008’de Abhazya ve Osetya’ya özerklik vererek güvenceye almış, kendisi için son derece stratejik öneme sahip Kırım Yarımadası’nı ise 2014’te kendi topraklarına katmıştı.

Rusya, Ukrayna’nın doğusunda, Rusya ile sınırdaş olan iki özerk bölgenin (Donetsk ve Lugansk) kendi çıkar bölgeleri içinde olduğunu öteden beri belirtiyor. İşte yaklaşık bir haftadır süren Ukrayna savaşı aslında, Rusya’nın bir bakıma Avrupa ile var olan sınırını güvence altına alma amacını taşımaktadır.

ORTA ASYA

Rusya’nın doğuda, Orta Asya’da ise sınırını sağlama almak için geçen ay Kazakistan’da gelişen olaylar unutulmamalıdır. Kazakistan’daki kalkışmaya karşı hükümet, Rusya’nın başını çektiği KGAÖ’yü yardıma çağırdı. Askeri birlikler hızla gelip geniş coğrafyayı denetim altına aldılar, sonra yavaş yavaş çekildiler. Ardından Kazakistan Başkanı Tokayev, Moskova’ya gidip Putin’e teşekkür etti.

Bu tablo, Rusya’nın kendi sınırları çerçevesinde, kendi çıkarlarını tartışmaya açmak istemediğinin açık bir göstergesidir.

BATI’NIN TAVRI

Rusya’nın eylemli savaş hareketine karşı ABD ve Avrupa sıcak bir çatışmadan kaçınıyor, ekonomik yaptırımlar üzerinde duruyorlar.

Tüm bunlar olurken Putin amaçlarının işgal olmadığını, hedeflere ulaşılınca savaşı bırakacağını ve işgal ettiği topraklardan geri çekileceğini açıklayarak ateşkes ve barış yolunu açık tutmuş oluyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, ateşkesin bir an önce sağlanmasını istiyor. Kremlin ise ateşkes ve uzlaşma görüşmeleri için Putin’in bir heyet göndermeye hazır olduğunu açıkladı. Rusya bir yandan askeri hareketi sürdürerek hedefine doğru ilerlerken öte yandan dünya kamuoyu dengesini sağlamak amacıyla barışçı açıklamalar yapıyor.

TÜRKİYE’NİN TUTUMU

Türkiye için Rusya ve Ukrayna, gerek güvenlik, gerekse ekonomik yönden çok önemli iki komşudur. Savaşın başladığı ilk gün, Erdoğan’ın “Her iki devletin dostluğundan vazgeçmeyiz” açıklaması yapması ve Rusya’nın Avrupa Konseyi’nde temsil haklarının askıya alınmasının oylamasında çekimser oy kullanması çok doğru ve milli çıkarlara uygun bir yaklaşımdır. Sertliklerden uzaklaşarak böylesi dengeli bir tavrın devam etmesinde yarar vardır.

SONUÇ

Rusya kendi ulusal çıkarları için harekât başlattığını ileri sürüyor. NATO’nun giderek Rusya’yı çembere aldığı değerlendirmesini yapıyor. ABD ise bunu savaş açmak olarak görüyor. 0Rusya’nın bu ilerleyişini durdurmanın 2 yolu var. Birincisi, Batı’nın aynı şiddetle sıcak savaşa girmesidir ki bu bir çılgınlık olur. Aslında dünya kamuoyu da bunu kabul etmiyor. İkinci yol, Rusya ile uzlaşma masasına oturmaktır. Bu durumda:

1- Rusya’nın Ukrayna, Kırım ve Dombay bölgesiyle ilgili görüşleri kabul edilecektir.
2- Rusya, Ukrayna’da işgal ettiği topraklardan geri çekilecektir. Böylece Batı dünyası diplomatik bir başarı kazanmış olacaktır.
3- Ukrayna’nın NATO’ya alınması bu durumda ertelenecektir. Zaten Ukrayna, Batı’nın ipine tutunarak NATO’ya girmenin ne kadar sakat bir iş olduğunu da anlamış bulunmaktadır.

Putin’in temel amaçlarından birisi, aslında Ukrayna’nın tümünü işgal etmek yerine Kiev’de Rusya yanlısı bir hükümet değişikliğini sağlamaktır. Bu çatışmaların sonucu Kiev’de Zelenski hükümetinin istifa etmesi de beklenmelidir. Onun yerine Moskova yanlısı bir hükümet gelirse Rusya için önemli ikinci bir başarı sağlanmış olacaktır.

Bu krizde Çin’in Rusya’nın yanında yer alması ABD için düşündürücü olmalıdır. Bugün artık tek kutuplu değil, çok kutuplu bir dünya düzeni ile karşı karşıya olduğumuz gerçeği unutulmamalıdır.

  • Türkiye, dengeli tutumuyla Rusya, Ukrayna ve Batı dünyasıyla ilişkileri iyi tutarak milli çıkarlarımızı korumalıdır.

ANAHTAR ATATÜRK’TE

Türkiye’nin kuzeyinde gelişen, üstelik temellerinde Karadeniz’in denetim ve egemenliği konusu olan çatışma, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin önemini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Burada tarihi bir anektodu anımsatmak istiyorum. 2. Dünya Savaşı’nın en sıcak günlerinde Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu, 21 Eylül 1939’da Karadeniz üzerinden Rusya’ya gitti. Moskova’da Sovyet lideri Stalin ile görüştü. Saracoğlu’nu dostça karşılayan Stalin, gülerek “Umarım boğazların anahtarlarını da birlikte getirmişsinizdir” dedi. Saracoğlu

  • “Maalesef ekselans Stalin, Mustafa Kemal Paşa anahtarları beraberinde götürdü.”

yanıtını verdi. Bu yanıt, Boğazlar konusunun Türkiye için ne derece önemli ve stratejik olduğunu gösterir. Bugünkü sorumlu yöneticilere ve diplomatlara da ders olmalıdır.

Örgüt (Nedir? Ne değildir?)

Örgüt
(Nedir? Ne değildir?)

Lütfü Kırayoğlu
ADD Genel Sekreter Yardımcısı

(AS: Bizim kısa notumuz yazının sonundadır..)

Örgüt kavramı gerek ülkemizde, gerekse ADD örgütlenmesi içinde 12 Eylül sonrasında özellikle dış etkilerle bozulmaya uğramıştır. Bu nedenle örgüt kavramını yerli yerine oturtmak amacı ile böyle bir denemeye girişilmiştir. Kimi tanımlar yeniden yapılmış ve ilk kez denenmiştir. Bu nedenle bu deneme aynı zamanda tartışmaya açıktır. Umarız yararlı olur.

Örgüt: Ülkemizin son 50 yıllık tarihinin en tehlikeli sözcüklerinden biri. Ayrıca konuyu hiç bilmeyenler için bile çağrıştırdığı kavram anlamında dilimizin en güzel sözcüklerinden biri.

En genel olarak sözlüklerde “ortak bir amacı ya da eylemi gerçekleştirmek amacıyla bir araya gelmiş kurumların ya da kişilerin oluşturduğu birlik” olarak tanımlansa da bu tanım tarihin en büyük ve en güçlü örgütlenmesini dışta tutan bir tanımdır.

Devlet:

Kuşkusuz insanlık tarihinde var olmuş en köklü ve geniş örgüt devlet aygıtıdır. Bu aygıtın, güçlü, köklü ve yaygın olması o devletin sürekliliğinin de gerekli koşuludur. Yukarıdaki tanımı yapanlar son yıllarda dayatılan Sivil Toplum Örgütü kavramına takılmış olmalılar ki, Sivil Toplum Örgütü kavramının ne olduğu konusunu bu yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağız.

İnsanoğlunun ayağa kalkıp ilk insan toplulukları içinde avcılar, toplayıcılar, saklayıcılar, pişiriciler, koruyucular gibi işbölümünün başlaması ile birlikte örgütlenme de başlamıştır. Bu çerçevede örgüt, adı konmadan işlev olarak ortaya çıkmış bir olgudur.

Mülkiyet kavramının gelişmesi, dış güvenlik yanında iç güvenlik gerekliliğini de ortaya çıkardı. Yani savaşçılar ikiye ayrıldı. Bu ikisi askerler ve polis örgütlenmesini getirdi. İstihbarat, adalet, vergi toplamanın zorunlu sonucu olarak, sağlık, eğitim, su, bayındırlık, ulaşım gibi örgütlenmeler ile günümüzün “modern” denilen devletleri ortaya çıktı.

İster günümüz “modern” devletleri olsun, ister eski çağlarda olsun, oluşan devlet aygıtını dengelemek için devlet içinde yaşayan insan topluluklarının örgütlenme gereksinimi doğdu. Bu anlamda köleci toplumda da feodal toplumda da kapitalist toplumda da sosyalist toplumda da örgütlenme hep olagelmiş, örgütlenme gereksinimi ortaya çıktığında yasaların olması ya da olmamasının önemi kalmamış, insanlar gizli de olsa örgütlenmiştir. Bu uğurda milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir. Devlet adına ortaya çıkan örgütler devlete adını veren egemen sınıfları desteklerken, devlete egemen olamayan ya da muhalefet eden insanlar bir başka örgütlenme yaratmanın yolunu bulmuşlardır.

Örgüt Gereksinimden Doğar

İster devlet örgütü olsun, ister bunun dışındaki örgütlenmeler olsun, tamamı bir ihtiyaçtan doğar. Tıpkı “İhtiyaç buluşların anasıdır” deyişinde olduğu gibi, ihtiyaç örgütlerin de anasıdır. İhtiyaçtan doğmayan hiçbir örgüt yaşayamaz. Dünya tarihini de bizim tarihimizi de örgüt açısından inceleyenler, ihtiyaçtan doğmayan örgütler mezarlığı ile karşılaşır.

Çatışma Alanları

……………………….
…………………….

NGO ya da Sivil Toplum Örgütü

İşte tam da bu kavram kargaşasının yaşandığı dönemde, batı merkezlerinden ileri sürülen yeni bir sözcük kalıbı “imdada” yetişmiştir: Sivil Toplum Örgütü. 12 Mart ve 12 Eylül Askeri Faşist darbesinin şokunu atlatamayan ülkemizde faşist uygulamalardan doğan asker ve polis tepkisi Sivil Toplum Örgütü kalıbı içindeki “sivil” sözcüğü ile bir yaraya “ilaç” olarak piyasaya sürülmüştür.

Bu sözcük kalıbını ortaya atanlar o yıllarda yaygınlaşmaya başlayan özel TV kanallarında sade vatandaşların şaşkın bakışları arasında “Enciyo” sözcüğünü kasıla kasıla söylemişlerdir.

Oysa “Enciyo” batılı kimi para babalarının da desteklediği ve İngilizcedeki Non Goverment Organisation sözcüklerinin baş harflerinden oluşan NGO kısaltmasından başka bir şey değildir. Ancak burada sorun sadece söz kalıbının yabancı kaynaklı olmasından ibaret değildir.

Non Govermental Organisation sözcüklerinin tam karşılığını, Hükümet Dışı Organizasyon olarak dilimize çevirebiliyoruz. Burada hükümet dışı olmak elbette “hangi hükümet” sorusunu da sordurmaktadır. Bizde ve başka ülkelerde hükümetlerin devlet organizasyonu dışında moda deyimle “çakma” örgütler kurdurduklarını biliyoruz. Son dönemde bu örgütlerin yüzlercesinin bir araya getirilerek yapay platformlar, federasyonlar oluşturduklarını da görüyoruz. Ancak bu tür örgütlenmelerin uzun ömürlü olmadığını da görüyoruz. NGO olarak tanımlanan bu türden dış destekli kuruluşların bizim hükümetlerimizin dışında olsalar bile başka, özellikle de emperyalist devletlerin hükümetleriyle iç içe olduklarını, güçlü mali destekler aldıklarını görüyoruz. Bu örgütlerin dönemsel olarak bizim hükümetlerimizle bağlantıları olsa da günün birinde emperyalizmin güdümünden sıyrılan hükümetlere karşı bu kuruluşların psikolojik savaş aracı olarak kullanıldığını kendi deneylerimizden ve diğer az gelişmiş ülkelerden öğreniyoruz.

AB (Avrupa Birliği) Fonları, Kalkınma Ajansları, dolar milyarderi George Soros’un Macaristan’da kurduğu Açık Toplum Vakfı vb. kaynaklardan adı sanı duyulmadık kimi örgütlere hangi desteklerin yapıldığını sıklıkla yaygın basında olmasa bile sosyal paylaşım ağlarında görüyoruz. Bunların, ülkemizde desteklediği kuruluş olan TESEV’in içine aldığı ünlü siyasiler, bilim insanları, gazeteciler tarafından nasıl parlatıldığı biliniyor.

Soros Adlı Bir Adam

ABD dış politikasını yönlendiren örgütün (Council on Foreign Relations) üyesi olan George Soros, her yıl 400 milyon dolarla fonlanan Açık Toplum Enstitüsü adı altında Orta ve Doğu Avrupa, eski SSCB ülkeleri, Guatemala, Haiti, Moğolistan, Güney Afrika’da ve diğer bölgelerde toplam 60 ülkede 2000 kişilik ekibiyle çalışıyor. “Kadife” devrimleri destekliyor.

TESEV, Soros ‘un Türkiye’de desteklediği en önemli bir vakıf. Vakfın yıllık bütçesi 2 milyon dolar ve bunun sadece 400 bin doları Soros tarafından geri kalan kısım ise BM ve Dünya Bankası fonları tarafından karşılanıyor.

Yakın zamanda da önemli bir siyasi partimizde  siyaset yapan, milletvekili adayı olan  LGBT yöneticisi Öykü Evren Özen’in, “Kaos Gey Lezbiyen Kültürel Araştırma ve Dayanışma Derneğinin” AB fonlarından yalnızca 2013 yılında 11 milyon TL destek aldığını belgeleriyle göstermesi ve 2015 yılı başvurularında “Trans Savunuculuğu” ve “Trans Ofis Destek Programı” kapsamında toplam 27 milyon TL’lik AB fonlarının da ne denli önemli rakamlar olduğu mali sıkıntılar içinde boğuşarak çabalayan örgüt yöneticilerince unutulmamalı.

TESEV’in dışında AÇEV, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Tarih Vakfı, Türkiye Bilimler Akademisi, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, Turist Rehberleri Vakfı, Dev-Maden-Sen, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, Şizofreni Dostları Derneği, Umut Vakfı, Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), Diyarbakırlı Kadın Merkezi (KA-MER), Kadın Yurttaş Ağı (KA-DER), Uçan Süpürge Kadın Derneği, Diyarbakır Sanat Merkezi, Ankara Sinema Derneği, Açık Radyo, Medyakronik ve Beyoğlu Gazetesi Soros’ un dolaylı destek verdiği kuruluşlar.

Mustafa Yıldırım tarafından yazılan ve her baskısında ilginç eklemeler yapılan “Sivil Örümceğin Ağında” adlı eserde bizim hükümetlerimizle bağı olsun olmasın, emperyalist hükümetlerle bağlantılı örnekleri derli toplu olarak bulabiliyoruz.
……………………………..
……………………..

Kaç Türlü Örgüt Vardır?

Önem sırasına göre örgütleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Siyasal Partiler
  2. Sendikalar
  3. Meslek Odaları
  4. Kooperatifler
  5. Dernekler
  6. Spor Kulüpleri (Dernek statüsünde olmalarına karşın ayrı ele alınmalıdır)
  7. Vakıflar
  8. Yardım Sandıkları
  9. Okul Aile Birlikleri

…………………………
………………………………

2-Sendikalar

a-İşçi Sendikacılığı

Sendika kavramı işçi sınıfının örgütünü akla getirmekle birlikte ülkemizde uzun yıllardan beri işveren sendikacılığı kavramını da görüyoruz.

İşçi sendikaları işçi sınıfının ekonomik, siyasal hakları yanında çalışma saatleri, iş koşulları, işçi sağlığı, iş güvenliği, sosyal haklar, yemek, aile yardımı, bayram ikramiyesi, tazminatlar, disiplin kurulları, mesai saatleri, fazla mesai ücretleri, ulaşım koşulları gibi pek çok konuda işveren ile işçi arasında çalışma barışını düzenleyen örgütlerdir. 1946 yılında sınıf esasına göre örgüt kurma yasağı kaldırılınca sendikacılık ayrı bir kanunla düzenlendi. Sendikacılık ülkemizde 1960 yılına kadar ABD ve işveren denetiminde gelişmiştir. Eğer sendika önderleri bu iradenin dışında ortaya çıkarsa denetim altına alınmış ya da sendikacılar doğrudan işveren tarafından seçilmiştir. İşçiler arasından doğan sendika önderleri ABD’ye götürülerek sıkı bir “eğitimden” geçirilmişlerdir.

Sendikaların bu çerçevenin dışına çıkabilmesi 27 Mayıs Devrimi sonrası yapılan 1961 anayasasında köklü değişikliklerin önünün açılması ile gerçekleşmiştir. 1963 yılında çıkarılan sendikalar yasası ülkemizde gerçek sendikacılığın başlamasını tetiklemiş, sendikal rekabet sarı sendikacılığı da zorlaştırmıştır. DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) bir anda işçiler arasında yükselişe geçmiş, ücret sendikacılığının da ötesine geçerek sınıf sendikacılığı kavramı gelişmiştir. Bu gelişme sonucu işverenlerin siyasal iktidarlardan en büyük talebi sendikalar yasasının değişmesi olmuş, nitekim, 274 sayılı Sendikalar Yasasında değişiklik yapan tasarının TBMM gündemine gelmesi ile 15-16 Haziran 1970 günleri Türk işçi sınıfı tarihinin en büyük eylemleri gerçekleşmiştir.

 “Sosyal Uyanış Ekonomik Gelişmeyi Aştı”

İşçi sendikacılığının bu yükselişi işveren sendikacılığının da örgütlenmesini hızlandırdı. 15-16 Haziran büyük işçi hareketinin üzerinden 9 ay geçmeden 12 Mart 1971 faşist darbesi gündeme geldi ve darbenin gerekçesi, darbe önderlerinden Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç tarafından “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleriyle açıklanmıştır. 12 Mart darbesi sendikalara da sendikacılara da ağır bir yumruk indirdi.

Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine doğru ilerlerken büyük işçi grevlerine de sahne oldu. Yıllar süren grevler, çatışmalar oldu. Sendikalar hatalar da yaptılar. Usta yazar Aziz Nesin, bu hataları eleştirdiği “Büyük Grev” adlı eseri nedeniyle ağır eleştirilere uğradı. 1980 yılına gelindiğinde 40 milyon olan ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısı 3 milyonu aşarak tarihi bir rekora ulaşıyordu. Bu sayıya bir daha asla ulaşılamayacaktı. Bu arada bugün 80 milyonluk ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısının 2017 Temmuz ayında 1 milyon 423 bin olduğu açıklansa bile işçilerin 1’den çok sendikaya üye olabilme olanağı (!) getirildiğinden bu sayı da kuşkuludur. Bu sayı içinde 544 bin işçinin siyasal iktidarın rotasından ayrılmayan konfederasyonun üyesi olduğu acı bir gerçektir.

“Gülme Sırası Bize Geldi”

……………………..
……………………………….

4-Kooperatifler

Türkiye gibi kaynakları yetersiz, eğitim olanaklarının sınırlı, bilgiye ulaşmanın zor olduğu ülkelerde kooperatifçilik her alanda güçlerin birleştirilmesine, kaynak israfını önlenmeye yönelik özel bir ortaklık modelidir. Ancak her nedense ülkemizde “komünist işi” olarak görülmüş ve özellikle 1950 sonrası her türlü engel konularak önlenmiştir. Başta tarım olmak üzere üretim kooperatifleri, tüketim kooperatifleri, yapı kooperatifleri, okullarda eski yıllarda kantin kooperatifleri ve son zamanlarda kültür kooperatifleri ortaya çıkmıştır.

Son 20 yılda kooperatifçiliğin gerçek hedefi olan üretim ve tüketim kooperatifleri sessizce hayatımızdan çıkarken bunların yerini taşıma vb. yapay kooperatifler almakta, kooperatifler sessizce hayatımızdan çıkmaktadır. Var olan kooperatiflerin önemli bir kısmı kâğıt üzerinde olup faal değildir. Üretim kooperatifleri ile temin tevzi kooperatiflerinin üçte biri faal iken tüketim kooperatiflerinin beşte bir faaldir.

Atatürk çok genç yaşlarda kooperatifçilikle tanışmış, Sofya Askeri Ataşesi olarak görev yaptığı 27 Ekim 1913 ile 20 Ocak 1915 arasındaki 15 aylık süre içinde Bulgar köylüsünün kalkınmasını incelemiştir. Sofya’da bulunduğu süre içinde Binbaşı Mustafa Kemal, Bulgar köylüsünün kalkınmasındaki mucizede kooperatiflerin rolünü beynine kazıdı.

Atatürk, işte bu nedenle 1920’den ölümüne dek geçen süre içinde Türk kooperatifçilik hareketine öncülük etmiştir. Bu bağlamda, özellikle çiftçilerin kooperatifleşmesi konularında konuşmalar yaptığı, yasaların çıkarılmasında egemen rol oynadığı bilinmektedir. Atatürk bunlarla da yetinmemiş, eylemiyle de kooperatifleşme hareketine katkıda bulunmuştur. Örneğin iki kooperatifin kurucu ortağı olmuştur. Bunlardan biri, tarımsal amaçlı bir kooperatif olan Tarım Kredi Kooperatifi’dir. Diğeri ise, Ankara Memurları Tüketim Kooperatifi’dir.

Atatürk’ün kooperatifleşme konusunda yaptığı kimi konuşmalar şunlardır:

“Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz ziraat yapılmaz, el emeği güçtür, birleşiniz. böylece makine alınız” (24 Ağustos, 1925 Kastamonu)

“Mesela; Kooperatifler. Şurada burada halk ya da münevverlerin teşebbüsü ile fiili sahasına geçen kıymetli hasılalar görülmektedir. Hükümetimizin de bu gibi teşebbüsleri takviye etmesi lazımdır. Hükümeti Cumhuriyet bu lüzumu tabii idrak etmektedir” (27 Ocak 1931, İzmir Halk Fırkası Kongresi)

“Kanaatim odur ki, muhakkak suretle birleşmede kuvvet vardır.  Kooperatif yapmak, maddi ve manevi kuvvetleri, zekâ ve maharetleri birleştirmek demektir. …Müstahsillerin birleşmesinden şahsi menfaatlerini haleldar olacağını düşünenler tabii şikâyet edeceklerdir.” (1 Şubat 1931, İzmir Ticaret Odası)

“Kooperatif teşkilatı, her yerde sevilmiştir. Kredi ve satış için olduğu gibi istihsal vasıtalarını öğretip kullandırmak için de kooperatiflerde istifayı mümkün görüyoruz” (1 Kasım 1936, TBMM Açış Konuşması)

“Köyde ve yakın köylerde müşterek harman makinelerini kullandırma köylülerin ayrılamayacağı bir adet haline getirilmelidir. Zirai sanayi bilhassa üzerinde meşgul olacağımız mevzu olacaktır. Bu arada sütçülüğe, süt sanayine önem vermekteyiz. Sırasıyla; şehir ve kasabalarımızın temiz ve ucuz süt mamulatı ihtiyacını temin edecek fabrikalar tesisinse ve bununla ahenkli bir surette köylerdeki sütleri kıymetlendirecek ve satışı kolaylaştıracak kooperatifler teşkiline çalışılacaktır” (1 Kasım 1937, TBMM Açış Konuşması)
………………………….
…………………………….

KİTLELERİ BÖLMEK İÇİN KURULAN “KİTLE” ÖRGÜTLERİ

Ülkemizde 12 Eylül darbesi sonrası yaygınlaştırılan dernek türlerinden birisi de hemşeri dernekleridir. Bunun benzeri başka alanlarda da mevcuttur. Etnik kökeni ifade eden, inanç kökenini ifade eden, mezun olduğu okulları ifade eden, çıkarları aynı olduğu halde insanları bölen örgütlenmeler ne yazık ki hepimiz tarafından desteklenmekte bu örgütlere üye olmayanlar kınanmaktadır.

Ülkemizde kırsal kesimdeki kalabalık aileler, toprağın hızla bölüşülerek parçalanması, verimsizleşmesi sonucu köyden kente göçü zorlamış, 1960 sonrası hızlanan sanayileşme hatalı bir politika ile İstanbul, Kocaeli, İzmir, Ankara, Adana gibi büyük kentlerde merkezileşmiş, bu çarpık gelişme ise kırdan kente göçün bu kentlere yönelmesine yol açmıştır.

Geldikleri bu kentlerde akrabalarının, köylülerinin, hemşerilerinin yakınındaki sağlıksız  gecekondulara yerleşen yarı köylü, yarı kentli insanlarımız, o yıllarda hızla yükselen işçi hareketi içinde sendikalarda örgütlenmişlerdir. Bu yolla büyük kentlerde yok olmaktan, yalnızlıklarından kurtulmuşlardır. Yaşanan grevler ve fabrika işgallerine varan olaylarda, fabrika yakınlarındaki gecekondularda oturan işçi aileleri ve onların yakın akrabaları bu direnişlere büyük destek vermişlerdir. İstanbul’un Alibeyköy semtinde bu türden sayısız örnek yaşanmıştır.

12 Mart ve 12 Eylül darbecileri bu durumdan kendilerine göre dersler çıkartmış ve bu fabrikalar sanayi bölgelerine ve Kalkınmada Öncelikli Bölge ilan edilerek desteklenen Bilecik, Bozüyük gibi yerleşimlere taşınmış bu arada Anadolu’dan göç eden bu insanlarımız kendi aralarında geldikleri illere göre örgütlenmeye yönlendirilmişlerdir. Bir süre sonra bu örgütlenmeler ilçelere, köylere kadar ayrılmışlar, her ilde bu türden dernekler boy göstermiş, belediyeler bu derneklere yer tahsis etmiştir. Öylesine ayrışmalar olmuştur ki kimi illerde göç ettikleri il ile ilgili kurulan dernek sayısı göç ettikleri ilin köy sayısını bile aşmıştır. Bu dernekler bir süre sonra siyasal partilerin temel ilgi alanı olmuş, seçimlerde en çok ilgi gören, ziyaret edilen yerler arasına girmiştir. Aynı yöreden göç eden, aynı dertlerle boğuşan, hedefleri aynı olması gereken insanlar ayrıştırılmıştır. Siyasal iktidarlara yakın olan dernekler gelir getirici lokallere sahip olabilmişlerdir.

Öte yandan, daha eğitimli kesimler de mezun oldukları okullara göre örgütlenip kendilerine kimi ayrıcalıklar sağlama gibi seçkinci eğilimlere sahip olmuşlardır. Galatasaraylılar, Mülkiyeliler, İTÜ’lüler, ODTÜ’lüler, Kabataşlılar gibi… İyi niyetlerle başlanan bu örgütlenmeler hızla toplumda bölünmenin bir aracını oluşturmuştur.

Örgütsel parçalanma giderek etnik kökenleri ifade eden derneklerden, dinsel inançları, mezhepleri ifade eden derneklere dek ilerlemiş, burada da kalmayarak cemaatler, tarikatlar da örgütlenmiş kendilerine STK adını vererek yasal kılıf altına girmişlerdir (15 Temmuz darbe girişimi bu açıdan da incelenmelidir).

Bunlar dışında seçkinler,  ayrıcalıklılar yaratmanın aracı olan masonik yapılar bulunmaktadır. Çok az sayıda üyeden oluşan bu örgütlere her isteyen giremez. Yüksek aidatlar, lüks yaşam biçimi, her derneğin üye üst sınırının belirli olması, başkanlığın seçimle alınmasına karşın yetenekten ziyade bir sıra ile gelmesi, dışa kapalı yapı aristokratik ritüeller gibi ayrılıklar ve ulus ötesi ilişkileri nedeniyle bu örgütler konumuzun dışındadır.

………………………………….
……………………………………..

Son Söz

Örgütsüz halk köle halktır.

Örgüt diye bizi köleleştirmek isteyenlerin dayattığı örgütleri kabullenmek köleliğin sürmesini gönüllü olarak kabullenmektir. Bizim gerçek gereksinimlerimiz ve çözümleri için kuracağımız örgütleri hedeflemeli, bizi köle yapmak isteyenlerin gereksinimleri ve çözümleri için kurulmuş örgütleri reddetmeliyiz. Örgütlenmek adına paramparça olarak mikro örgütlenmelere karşı uyanık olmalı, örgüt içi demokrasinin geliştirilmesi için çaba harcamalıyız.

  • Örgütlerde demokrasi adına anarşiyi desteklememeli, devrimci bir disiplin ve örgüt ahlakı ile çalışmalıyız.

===============================

Dostlar,

Saygın dostumuz, eylem ve düşün insanı Lütfü Kırayoğlu, İTÜ’lü bir elektrik mühendisi olmasına karşın ilgi alanı çok geniş. Yaşamı boyunca örgütler – örgütçülük… çabası içinde oldu. Neredeyse 40 yılın birikimini bu yazısı ile kaleme (klavyeye!) almış. Bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Mülkiye eğitimi de alan bir hekim olarak biz, Sn. Kırayoğlu’nun Örgütler konusu hakkındaki deneyimlere de dayanan derin bilgisini saygı ile karşılıyor ve öğreniyoruz.

17 sayfalık kapsamlı çalışmanın önemli bölümlerini aktardık. Yazının tümü için lütfen tıklayınız

​Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​
Ankara Üniv. Tıp Fak. Öğretim Üyesi
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

24 Ocak 1980’den bugüne, yarınlara borçluyum, borçlusun, borçluyuz… !

24 Ocak 1980’den bugüne, yarınlara borçluyum, borçlusun, borçluyuz… !

Adnan Pelvanlar
adnanpelvanlar2@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)


Neo-liberalizm, Türkçesi “yeniözgürlük” teorisi ilk Şili’de 1973’te CIA destekli askeri darbeyle yaşama geçirildi. İkinci olarak Türkiye’ye yerleştirildi; Kemal Derviş’in kuryelik yaptığı 24 Ocak 1980 Neoliberal Ekonomik Kararlarını, Bakanlarına okutmadan imzalatan Demirel ve Özal hazırladı; Kenan Evren de 12 Eylül 1980’de CIA destekli askeri darbeyle önünü açtı.

12 Eylül darbesinden sonra Rothschild, Rockefeller, Soros gibi küresel tefecilerin 1971–1973 yıllarında Dünya Bankası’nda görev verip hazırladıkları Özal, 1983’te Başbakan oldu ve neoliberalizmi hızla uygulamaya soktu.

ABD-AB işbirlikçisi; liboş (liberal-nonoş); yazarlar, gazeteciler, ekonomistler, siyasetçiler, sözde aydınlar bu süreci yaşarken çağ atladığımızı, dünya ile bütünleşeceğimizi, tek ve doğru yolda olduğumuzu yazıyor, konuşuyorlardı.

Özal “çağ atladık” diyordu.

Neoliberalizm insanların tutkularını, arzularını ve eylemlerini “bireysel özgürlük” sloganı altında kendi çıkarına göre yönlendiriyor, kullanıyordu. Sistem borç ekonomisi üzerine kurulmuştu. Bu nedenle, bu tuzakta herkes borçlanıyordu.

Ekeceğimiz tohumdan, yiyeceğimiz, içeceğimiz GDO’lu ürünlere, çalışma saatlerinden emeklilik sistemlerine dek  her şeyin kararını veren, yöneten Wall Street’in küresel tefecileriydi…

1985’te İstanbul Borsası kuruldu; Borsa’dan kağıt alanlar köşeyi dönme umuduyla yatıp kalkmaya başladılar. Banka kredisi ile Borsa’da yatırım yapanlar oldu…! Sonu hüsran oldu… Küresel tefeci vurguncular, Borsa’ya yatırım yapmış vatandaşlarımızı silkelediler… Birikimler yok oldu… Yuvalar yıkıldı.

Konut kredisi kullanımıyla birlikte herkes müteahhit oldu. Konut alımındaki ölçü; “depreme dayanıklılık” değil “değer kazanır mı?” oldu. Konut inşaatlarındaki bu çarpık yapılanmanın sonunda; 1999 Marmara depreminde çöken, hasar gören ev, işyeri sayısı 460 bin, ölen insan sayısı 50 bin oldu. Yıllarca başbakanlık yapmış ve inşaat mühendisi (!) olan Demirel, o yıl cumhurbaşkanı idi…!

Özal’ın başlattığı neoliberal ekonomi uygulamasına; Yılmaz, Demirel, İnönü, Çiller, Ecevit (1979’da kabul etmedi, 1999-2002…?!) ve Bahçeli devam ettiler, Erdoğan eksiksiz uyguladı.

Merkez Bankası’nın Devlet Hazine’sine kredi vermesi yasa ile engellendi. Hazinemiz Wall Street tefecilerinin sıcak parasına kaldı. Türkiye, sıcak para kumpası ile; 1994, 1997, 2000, 2001 ve 2008 krizlerini yaşadı, 22 bankamız battı, binlerce şirket iflas etti.

2002-18 arasında sıcak paranın yarattığı kredi bolluğu, kişisel arzuları, tüketim hazzını kamçıladı. Toplumsal dayanışma, sorumluluk duygusu gitti yerine bireycilik geldi.

Tatile gitmek için bile kredi kullanmaya başladık.

Bankalar kredi kartlarını sorgusuz dağıtınca; Birey olarak satın alma ve tüketim özgürlüğüne kavuştuğumuzu zannettik, borç batağına saplandık.

Toplu taşımaya değil yollara, köprülere, tünellere ağırlık verilince motorlu araç herkese ihtiyaç oldu. Yabancı bankalar paraları akıtmış, krediler hazırdı; trafikteki araç sayısı Aralık 2018’de 22,9 milyon adet oldu.

Borçlanma tuzağı sürecinde; 2002’de bireysel (konut, ihtiyaç, araç, kredi kartı) krediler toplamı 269 milyon TL iken, Ocak 2019’da (şimdilik 18,7 milyarı yasal takipte) 543 milyar TL oldu; 31,3 milyon kişi bu borçları ödemeye çalışıyor.

AKP’nin iktidar olduğu 2002 sonunda 129,6 milyar $ olan Türkiye’nin dış borcu 2018 sonunda 448,4 milyar dolara yükseldi. 2002’de dış borca ödediğimiz faiz 4,5 milyar $ iken, 2018’de 30 milyar $ oldu. 2019’da yaklaşık 35 milyar $ olacak.

  • Aslında, borç para ile tükettiklerimiz geleceğimizdi.

OECD’ye üye 36 ülkenin gelir adaletsizliği sıralamasında 45 yıldır neoliberal ekonomi modeli ile yönetilen Şili 1., Meksika 2., Türkiye 3. sırada.

Tüm bu olumsuzluklara karşın “neoliberalizmden vazgeçelim” diyen ne iktidar var ne de muhalefet…!
(http://www.bornovagazetesi.com/yazar-24-ocak-1980-den-bugune-yarinlara-borcluyum-borclusun-borcluyuz-135.html, 26.3.19)
=====================================
Dostlar,

Sayın Adnan Pelvanlar’ın yukarıdaki yazısı çoook başarılı..
Kendisini kutluyoruz..

  • Türkiye, “neoliberalizm” denen kuytularda son derece vahşi biçimde sömürülmekte..

Bu gidişin sonu hayır değil!

Türkiye 40 yıllık bu kısır döngüden mutlaka ama mutlaka ve de hızla kurtulmak zorunda..

Siyasetin gündeminde bu can yakan sorun olmalı..

Lanetli denklemi doğru (çırılçıplak!) kuralım : Neo-liberalizm = VAHŞİ KAPİTALİZM!

Beka sorunu aranıyorsa (!) bu tüketici – yok edici – yoksullaştırıcı – sömürgeleştirici.. sorun; beka sorununun ta kendisidir!

Duyduk – duymadık denilmesin..

Ayrıntılar için lütfen tıklar mısınız : http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/

Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın Küçük Genel Kurul Konuşması..


Dostlar
,

ADD Küçük Kurultayı sürüyor..

Biz katılmadık..
(Tüzük gereği, Bilim Danışma Kurulu Üyesi olarak katılma hakkımız var..)

Umarız, kış ortasında, Örgüt emekçilerinin özverilerine değer, beklenen yararı sağlar.

Sn. Genel Başkan’ın Küçük Kurultay’ı açış konuşmasını paylaşmak istiyoruz.
(http://www.add.org.tr/index.php/dernegimiz/yonetim/genel-baskanimiz/1091-add-genel-baskan-say-n-tansel-coelasan-n-kuecuek-genel-kurulunda-yapt-g-konusman-n-metnidir)

Yararlı ve bilgilendirici bir konuşma..
Ancak tek boyutlu.. Yalnızca dersaneler  – eğitim sorununa odaklanmış..
Oysa Türkiyemizin sorunları geniş bir yelpazeye dağılıyor..

Dava arkadaşlarımıza gönülden kolaylıklar diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
8.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net

==============================================

ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın
Küçük Genel Kurulda Yaptığı Konuşma Metni

07 Aralık 2013, Batıkent – ANKARA

portresi
Değerli konuklar; önceki Genel Başkanlarımız,
Değerli Bilim Danışma Kurulu Üyeleri,
Değerli Şube Başkanları ve katılımcılar

Hepinize hoşgeldiniz diyorum.

Her yıl Kasım ya da Aralık ayı içinde tüzük gereği Şube Başkanlarımızın ve siz değerli katılımcıların katkısı ile Küçük Kurultay düzenliyoruz. Bu toplantılarda bir yandan;
ülke sorunları üzerinde tartışıp, Atatürkçü Düşünce Derneğinin yeni yılda yol haritasını çiziyoruz, diğer yandan da, örgüt içi sorunlarımızı tartışıp çözüm üretiyoruz.

Amaç: Cumhuriyet’in temel niteliklerinin korunarak ileriye taşınmasında,
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin görevini gereği gibi yapmasını sağlamak.

Hatırlarsınız, 2012 Haziran Genel Kurulunda sizlere söz verdik:
ADD, olarak Cumhuriyet yıkıcılarına karşı Kuvvay-ı Milliye’nin öncü gücü olarak, halkın genetiğinde var olduğuna inandığımız “Cumhuriyet bilinci” ile Cumhuriyete sahip çıkma refleksini harekete geçirip, O’nun korku duvarını yıkmasını,
bu gidişe DUR demesini, EL koymasını sağlayacaktık.

Sözümüzde durduk. Sizleri çok yorduk. Eylem yorgunu oldunuz ama başardık.

2013 Taksim direnişinin arkasında; bizim 19 Mayıs 2012’de Samsun’da başlattığımız,
bugüne kadar 10’u bulan, öncüsü olduğumuz kitlesel eylemler var.

Geçen yıl 29 Ekim’de Ulus’ta ilk gazı sizin Genel Başkanınız, ben yedim.
Sonra alışkanlık oldu.

Bugün; halk artık korku duvarını aşmış, Cumhuriyet yıkıcılarına DUR demiş,
sürece el koymuştur.

İstedikleri kadar biber gazı – toma – basınçlı su sipariş etsinler. Geriye dönüş yok.

AMA görevimiz bitmedi: İktidarıyla – muhalefetiyle siyasetin, halkın sesini iyi duyması,
doğru algılaması ve halkın iradesine aykırı politikalara yönelmemesi noktasında onları izleyeceğiz, gündemi takip edeceğiz ve Atatürkçü Düşünce İlkeleri doğrultusunda siyasete söylemlerimizle, gerekirse eylemlerimizle yine yol göstermeye devam edeceğiz.

Bu yıl 7-8 Aralık (bugün ve yarın) yapacağımız 2 ayrı gündemli toplantıda yine ülke ve örgüt sorunları üzerinde yoğunlaşacağız.

Bugünün gündemi: Türkiye’nin gündemi ve ADD.

Benim, izninizle çerçevesini çizmeye çalışacağım güncel konularda,
Bilim Danışma Kurulu üyelerimiz kendi görüşlerini sizlerle paylaşacak.

Cevaplanmasını istediğimiz soruların cevaplarını da birlikte,
tartışarak bulmaya çalışacağız.

Ortaya çıkacak sonuçların 2014 yılı seçim sürecinde örgütümüzün eylem ve söylemlerine ışık tutacağını umuyorum.

(1) Ben dershaneler üzerinden cemaatle – iktidar arasında yaşanan ve bugün
üstü örtülmeye çalışılan kavgayı, Cumhuriyetin tasfiye süreci ile ilgisi nedeniyle
önemli buluyorum ve tarihe not düşmek istiyorum.

Yaşanan, bir eğitim tartışması değildir.

2004 tarihli MGK toplantı tutanakları basına yansımamış, sonrasında tarafların birbirini suçlayan ifadeleri basında yer alamamış olsa idi, konu bir eğitim konusu olarak kapanabilirdi.

Ancak basında yer alan suçlamaların arkasında cemaatle – iktidar arasında
derin bir iktidar savaşı olduğu anlaşılıyor.

Bizi ilgilendiren yönü ise, taraflar birbirini suçlarken, Devlet içinde yapılanmış,
yasa dışı bir örgütlenmenin özellikle 2007 sonrasında çeşitli tertip ve operasyonlarla, Cumhuriyetin tasfiyesine yönelik olarak çalıştığı da ortaya çıkıyor.

Aslında herkesin bildiği, resmen kabul edilmeyen (F) tipi örgütün yasadışı varlığı
kendi ifadeleri ile kanıtlanıyor.

Önümüzde büyük bir suç (Cumhuriyet yıkıcılığı) ve suç ortaklığı var.

Biz bu kavganın tarafı değiliz.

Ama (bana ne) diyemeyiz.

Türkiye’nin siyasi gündemini gerici odaklar arasındaki rekabetin belirlemesine
göz yumamayız.

Buradan Cumhuriyet Savcılarını göreve çağırıyorum; yöneticileri ve sözcüleri tarafından varlığı itiraf edilen, Başbakan tarafından da varlığı teyit edilen bu yaşa dışı örgüt hakkında ne yapıyorsunuz?

(2) Buradan (Eğitime) geçiyorum.

Cemaatin dershaneler içinde payı %20 imiş. 700 dershane Cemaatin, olmayan hukuki varlığının elinde.

Emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden ve bu hali ile laik ve milli (ulusal) olmaktan çıkmış
eğitim sistemini yeniden laik ve milli yapmanın yolu nedir?

Sinan Meydan son kitabında:

  • “Cumhuriyet, 1945’ten bugüne kadar zaman zaman artan ya da azalan
    ama kesintisiz devam eden bir biçimde Atatürkçü yani Tam Bağımsızlıkçı
    ve laik çizgiden, tam bağımlı ve dinci bir çizgiye sürüklenmiştir.”
    diyor.

Katılıyorum. Gerçekten, 2. Dünya Savaşı sonrasında, siyasetin ABD’nin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirdiği karşı-devrim sürecinde; 1949 yılında ABD – Türkiye arasında imzalanan Eğitim Antlaşması çerçevesinde TÜRK TARİHİ
yeniden yazılmıştır ve bu tarihten sonra, bugüne kadar da okullarımızda okutulan TARİH, genelde Türkiye’nin ulusal (milli) çıkarlarına değil, Emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmiştir.

1990 başlarında ise ABD, BOP kapsamında yeni nesiller yetiştirmek üzere AB ise üyelik sürecinde; demokrasi – insan hakları – azınlık hakları gibi gerekçelerle
bizden Tarihimizle yüzleşmemizi, tarih kitaplarını yeniden yapmamızı istemişler,
bu istekleri de yerine getirilmiştir.

Kurulan kimi üniversite (Bilgi, Sabancı), vakıf ve enstitüler eliyle çıkarılan Alternatif tarih kitapları, dergi ve proje çalışmalarıyla, “demokrasi” adına, Samuel Huntington’un (Atatürk’ün mirasından kurtulun!) temel ilkesine uygun olarak Cumhuriyet yıkıcılığına soyunulmuştur.

Yalnızca bir örnek vereyim : Halil Berktay, 84.000 AVRO karşılığında ABD’ye yaptığı “İzmir’in yakılmasının yarattığı sosyal travmalar” projesiyle İzmir’i Yunanların değil,
bizim yaktığımızı ve Rumlara etnik temizlik yaptığımızı kanıtlamaya çalışmaktadır.

Hüseyin Aygün’ün akıl hocası da anlaşılan Halil Berktay’dır.

Örnekleri çoğaltmak kolay. Kısa geçiyorum.

Son 10 yılda ise bu konuda çok önemli adımlar atılmıştır: AB tarafından yayınlanması istenen kitaplar yayınlanmış, tüm eğitim sistemi yeniden biçimlendirilmiştir.

SOROS bu sürece Açık Toplum Enstitüsü aracılığı ile katkı vermiştir.
Öğrencileri, gençleri, tarih öğretmenlerini hedef alan, amacı, Türkiye’de Avrupa Kimliğini güçlendirmek olan projeler üretilmiştir. “İnsan Hakları” vurgusuyla yapılan çalışmalarda Ulusal Kimlik, Türk Kimliği eleştirilmektedir.

Yine bu dönemde TUSİAD tarafından hazırlatılan TARİH kitaplarından Türk – Türklük –
Ulusal Kurtuluş Savaşı – Ulus Devlet kavramları çıkartılmış, Atatürk ağır şekilde eleştirilmiştir.

Bugün İlköğretim 8. Sınıf Devrim tarihi kitabında 10. Yıl Nutku yok.

Yine TUSİAD ve Tarih Vakfı tarafından AB destekli Alternatif tarih kitapları hazırlatılmıştır. Talim Terbiye Kurulu ve Tarih Vakfı birlikte ders kitapları müfredatını köklü bir şekilde yenileme çalışmalarını sürdürmekteler. Çalışmanın temel özelliği, Atatürk – ulus devlet – milli kimlik karşıtlığıdır.

Açıkça söylenebilir. Türkiye’de ABD ve AB istekleri doğrultusunda yeni bir TARİH yazma görevinin hazırlıkları TUSİAD ve TARİH VAKFINCA YÜRÜTÜLÜYOR.

TARİH VAKFININ 2005 yılında hazırlattığı (20 yy. Dünya ve Türkiye) kitabında;

– Ulus devletin modası geçmiştir.
– Ulus kimliğine kör bağnazlıkla sarılmaktan vazgeçilmelidir.
– Kurtuluş Savaşı önemli bir savaş değildir.

vurgusu yapılmakta, 333 sayfalık kitapta Kurtuluş Savaşı yalnızca 2 sayfa tutulmaktadır.
Tüm ideolojilere yer verildiği halde, Atatürkçülük (Kemalizm) kavramları
yalnızca okuma parçalarında belge olarak adı geçen 3 askeri bildiride vardır:

12 Mart – 12 Eylül – 28 Şubat
Askeri Bildirileri. (darbe ideolojisi olarak)

Devam ediyorum..

Tek parti dönemi Faşizmle özdeşleştirilmiştir.
1923 devrimi küçültülürken / 1946 sonrası yüceltilmektedir.
Kitapta Köy Enstitüleri yoktur.
İrtica tehlikesi yer almamaktadır.

Sonuç                    :

Bugün MEB ders kitapları ve çeşitli fonlarla beslenen vakıf ve kurumlarca hazırlattırılan alternatif Tarih kitapları ile Cumhuriyet tarihi altüst edilmiş, vatanseverler hain, hainler kahraman yapılmıştır.

Resmi tarihle yüzleşme adı altında, kamuoyu, ABD-AB istekleri doğrultusunda yazılacak
YENİ BİR TARİHE alıştırılmaktadır :

– Atatürksüz,
– TÜRK kimliğini dışlayan,
– ulus devleti yıkan,
– bölmeyi kolaylaştıran,
şeriat devletine giden yolu açan bir TARİH anlayışı.

Sonuç : Laik ve milli olmaktan çıkmış, Cumhuriyet yıkıcılığına hizmet eden bir
eğitim sistemini yeniden milli ve laik yapmanın yolu ne olabilir?

Kanımca: Milli ve laik eğitim, ancak

emperyalizmin boyunduruğundan çıkmakla,
BATI ile hesaplaşmakla mümkün.

Teşekkür ediyorum. 07.12.13

Tansel ÇÖLAŞAN
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı